30.07.2019

mary lou

charles bukowski

bir gün iki koşu arasında barda vakit öldürürken bir kadın gördüm. tanrı ya da her kimse, şu kadınları yaratıp sokaklara salıyordu ve kiminin kıçı çok iriydi, kiminin memeleri küçük, kimi kaçıktı, kimi dindardı, kimi çay falına bakıyordu, kimi osuruğunu tutamıyordu, kiminin burnu büyüktü, kiminin bacakları kemikli. ama arada sırada yeni açmış bir çiçeği çağrıştıran bir kadına rastlıyordunuz, elbisesinden fırlamak üzere. bir seks ilahesi, bir lanet, her şeyin sonu.

başımı kaldırdım ve karşımdaydı, barın öbür ucunda. zom olmak üzereydi. barmen ona bir içki daha vermeyi reddedince söylenmeye başladı. hipodrom polisini çağırdılar. polis kadını kolundan tutup götürmeye çalıştı. tartışıyorlardı. içkimi dipleyip peşlerinden gittim. "memur bey! memur bey!" durup bana baktı. "karım yanlış bir şey mi yaptı?" diye sordum. "aşırı alkol almış, efendim. çıkış kapısına kadar ona eşlik edecektim."

"atların çıkış kapısına mı?" güldü. "hayır, efendim. hipodromun çıkış kapısına." "onunla ben ilgilenirim, memur bey." "pekala, efendim. daha fazla içmesini engelleyin lütfen." cevap vermedim. hatunu kolundan tuttuğum gibi içeri soktum. "çok şükür. hayatımı kurtardın." dedi. kalçasını kalçama yasladı. "bir şey değil. adım, hank." "benimki de mary lou." "mary lou," dedim, "seni seviyorum." güldü. "şey, opera evlerinde sütunların arkasına gizlenme gibi bir alışkanlığın yok, değil mi?" "hiçbir şeyin arkasına gizlenmem ben." dedi, göğüslerini öne doğru çıkarak. "bir içki daha içer misin?" "elbette; ama bana içki vermiyorlar." "başka barlar da var bu hipodromda, mary lou. üst kata çıkalım. sen sessiz ol ama. arkada dur, ben sana içkini getiririm. ne içersin?" "ne olursa" dedi. "sulu skoç uyar mı?" "tabii."

kalan koşuları barda içerek geçirdik. şans getirdi bana. son üç koşunun ikisini bildim. "arabayla mı geldin?" diye sordum. "salağın tekiyle geldim." dedi. "boşver onu." "sen boşverdikten sonra ben haydi haydi boşveririm." arabada birbirimize sarıldık. dili minik bir yılan gibi ağzıma girip çıkıyordu. çözüldük, sahilin yolunu tuttum. kısmetli gecelerimden biriydi.

okyanusa bakan bir masa buldum, bifteklerimizi beklerken içkilerimizi yudumladık. restorandaki herkes ona bakıyordu. öne doğru eğilip içimden, bu müthiş olacak, diye geçirerek sigarasını yaktım. orada bulunan herkes biliyordu aklımdan geçenleri; mary lou da biliyordu, gülümsedim ona çakmağın alevinin üzerinden. "okyanus" dedim, "nasıl da dövünüyor, bir aşağı bir yukarı. ve altında, balıklar, zavallı balıklar birbirleriyle savaşıyorlar, birbirlerini yiyorlar. bizim de o balıklardan farkımız yok; ama biz karadayız, tek fark bu. bir yanlış hamle, işin bitik. şampiyon olmak güzel. hamlelerini bilmek güzel." bir puro çıkarıp yaktım. "bir içki daha, mary lou?"

"olur, hank." bir motel bulduk. denize uzanıyordu, denizin üzerine inşa edilmişti. eski ama klas bir moteldi. ilk katta bir oda tuttuk. okyanusun sesini duyabiliyordunuz, dalgaları; koklayabiliyordunuz okyanusu, bir geliyor bir gidiyordu. aceleye getirmek istemiyordum onu, içkilerimizi yudumlayıp sohbet ettik bir süre. sonra kanepeye gidip yanına oturdum. oynaşmaya başladık, gülerek, konuşarak, okyanusu dinleyerek. ben soyundum ama ondan soyunmamasını istedim. sonra onu kucakladığım gibi yatağa taşıdım, bir yandan öpüp ellerken bir yandan da soydum. sonunda girdim. giriş zor oldu, sonra teslim oldu. hayatımın düzüşüydü. suyun sesini duyuyordum; bir geliyordu dalgalar, bir gidiyordu. bütün okyanusla birlikte boşalıyordum sanki. bitmek bilmedi. sonra indim üstünden. "tanrım!" dedim, "tanrım!" tanrı her seferinde bu işlere nasıl bulaşır bilmiyorum.

ertesi sabah eşyalarını almak için bir motele gittik. burnunun yan tarafı siğilli ufak tefek, esmer bir tip vardı odada. tekin görünmüyordu. "onunla mı gideceksin?" diye sordu mary lou'ya. "evet." "pekala. bahtın açık olsun." bir sigara yaktı. "sağ ol, hector." hector mu? ne biçim isimdi bu böyle? "bir bira içer misin?" diye sordu bana hector. "elbette," dedim. yatağın kenarına oturmuştu hector. kalkıp mutfağa gitti, üç şişe birayla döndü. kaliteli biraydı, alman, ithal. mary lou'nun şişesini açıp bardağını doldurdu. sonra bana sordu: "bardak?" "hayır, sağ ol." kalkıp şişeyi elinden aldım. oturup biralarımızı içtik sessizce.

"onu benden alabilecek kadar erkek misin?" diye sordu bana sonra. "ne bileyim? bu onun seçimi. seninle kalmak istiyorsa kalır. neden ona sormuyorsun?" "benimle kalır mısın, mary lou?" "hayır"dedi mary lou, "onunla gidiyorum." beni gösterdi parmağıyla. önemli hissettim kendimi. başka erkeklere o kadar çok kadın kaybetmiştim ki, tersinin gerçekleşmesinden memnuniyet duydum. bir puro yaktım. sonra etrafa bakıp küllük aradım. şifonyerin üstünde vardı bir tane.

ne kadar akşamdan kalma olduğumu görmek için aynaya bakacağım tuttu, ok gibi üzerime geldiğini gördüm. bira şişesi elimdeydi hâlâ. salladım, ağzında patladı. diş kırığı ve kan doldu ağzı. dizlerinin üzerine çöküp ağlamaya başladı hector, iki eliyle ağzını tutuyordu. sustalıyı gördüm. bir tekmeyle sustalıyı elinden uçurdum, kaldırdım ve baktım. yirmi beş santim. düğmeye bastım, bıçak kınına girdi. cebime koydum.

hector yerde ağlarken yanına gidip kıçına sıkı bir tekme yerleştirdim. yapıştı yere, ağlıyordu hâlâ. gidip birasından bir yudum aldım. sonra mary lou'nun yanına gidip onu tokatladım. çığlık attı. "kahpe! bana tezgah kurdun, değil mi? cüzdanımdaki s.ktirici bir beş yüz dolar için bu maymunun beni öldürmesine göz yumacaktın, değil mi?" "hayır! hayır!" diye haykırdı. ağlıyordu. ikisi de ağlıyordu. bir tokat daha aşkettim. "hayatını böyle kazanıyorsun, değil mi kancık? iki yüz dolar için adam öldürerek." "hayır, hayır, seni seviyorum, hank. seni seviyorum!"

elbisesinin yakasını tutup yandan kalçasına kadar yırttım. sütyen giymemişti. ihtiyacı da yoktu kaltağın. çıktım oradan, arabaya atlayıp hipodroma sürdüm. çok tedirgin iki hafta geçirdim. asabiydim. bir şey olmadı ama. mary lou'yu hipodromda görmedim bir daha. hector'u da.