1.12.2022

gerçek barışın aracı

friedrich nietzsche

şimdi hiçbir hükümet, yeri geldiğinde fetih arzularını tatmin etmek için bir ordu beslediğini itiraf etmeye yanaşmıyor; sözde savunmaya yarıyormuş bu ordu. kendilerine avukat olarak da, meşru müdafaaya izin veren ahlakı seçiyorlar. oysa bunun anlamı, kendimize ahlaklılığın, devletimiz meşru müdafaa araçlarını düşündüğüne göre, saldırgan ve fetih meraklısı olduğu düşünülmesi gereken komşu devlete de ahlaksızlığın yakıştırıldığıdır; ayrıca bir orduya neden gereksindiğimize getirdiğimiz açıklamayla, tıpkı bizim devletimiz kadar, saldırı arzusunu yadsıyan ve kendi açısından da orduyu yalnızca meşru müdafaa amacıyla besleyen komşu devletin, masum ve beceriksiz bir kurbana hiç savaşmadan baskın vermek isteyen ikiyüzlü ve kurnaz bir suçlu olduğunu ilan etmiş oluyoruz.

şimdi tüm devletler birbirlerine karşı böyle bir konumdalar: komşunun kötü niyetli, kendilerinin de iyi niyetli olduğunu varsayıyorlar. ne ki bu varsayım insanlıktan uzaktır, savaş kadar, hatta savaştan daha da kötüdür: aslında savaşların nedeni ve davetiyesidir; çünkü söylendiği gibi, komşuya ahlaksızlık isnat eder ve böylelikle düşmanca zihniyeti ve eylemi kışkırtıyor gibidir. ordunun bir meşru müdafaa aracı olduğu öğretisine de, fethetme arzularına olduğu kadar tövbe edilmelidir. ve belki de büyük bir gün gelecek, savaşlarla ve zaferlerle, en üst düzeyde askeri düzen ve askeri zeka eğitimiyle öne çıkan ve bunlara en büyük kurbanları vermeye alışmış olan bir halk, gönüllü olarak şöyle seslenecektir:

"kılıçları parçalıyoruz!"

ve tüm ordusunu en küçük birimine dek dağıtacaktır. en silahlı olduğu sırada bir duygu yüksekliğinden dolayı kendini silahsız kılmak, budur gerçek barışın aracı ve her zaman bir zihniyet barışına dayanmak zorundadır; şimdi tüm ülkede kol gezen sözümona silahlı barış ise, zihniyet geçimsizliğidir; kendisine ve komşusuna güvenmez ve yarı nefretten, yarı korkudan ötürü, silahları bırakmaz. nefret etmek ve korkmaktansa, yok olmak daha iyi; kendinden nefret ettirmek ve korkutmaktansa, yok olmak iki kere daha iyi; bu olmalıdır en yüce düsturu, her bir devlet toplumunun.

bilindiği gibi, bizim sevgili liberal halk temsilcilerimizin insanların doğası üzerinde oturup düşünecek zamanları yok; eğer olsaydı, "askeri gücün yavaş yavaş azaltılması" için çalışmakla, boşuna çalıştıklarını bilirlerdi. dahası; ancak bu türden bir yokluğun en üst düzeyde olduğu yerde, burada tek yardımcı olabilecek tanrı türü de en yakındadır. savaş zaferleri ağacı yalnızca bir vuruşta, bir yıldırım çarpmasıyla yok edilebilir; ne var ki yıldırım, biliyorsunuz ya, buluttan gelir -ve yukarıdan.

29.11.2022

uzun lafın kısası

murathan mungan:
insanların büyük çoğunluğu kendindeki kötülüğe kördür.

shakespeare: adamakıllı asılmış bir insanın bu dünyada hiçbir şeyden korkusu kalmaz.

cesare pavese: insan hiçbir zaman büsbütün yalnız değildir dünyada. en kötü durumda, bir çocuğu, bir delikanlıyı ve zamanla olgun bir adamı, yani kendisinin eski bir halini bulur yanında.

goethe: üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır.

jean jaures: biz de geçmişe bağlıyız. ama geçmişe sevgi ve saygı göstermenin doğru yolu, uzun bir hayaletler zincirini seyretmek için yüzünü sönmüş yüzyıllara çevirmek değildir. geçmişe bakmanın en iyi yolu, vaktiyle çalışmış ve canlı kalmış kuvvetlerin eserini geleceğe doğru sürdürmektir.

p.a. loxias: her sanatçı mutsuz bir âşıktır ve mutsuz âşıklar öykülerini anlatmak isterler.

sigmund freud: sevdiğim zaman, sevgi dışında her şeyi dışlarım.

nietzsche: küçücük bir bahçe, incirler, biraz peynir ve üç ya da dört arkadaş; buydu epikuros'un bolluğu.

j.r.r. tolkien: genellikle beklenmedik konuklar en sağlam dost çıkarlar.

chuck palahniuk: anlaman gereken tek şey, pişman bir bok çuvalı olup çıktığındır.

halil cibran: kurbağaların sesi, sığırlarınkinden daha yüksek olabilir. fakat kurbağalarla ne tarlayı sürebilirsin, ne üzüm sıkma cenderesini döndürebilirsin ne de derilerinden ayakkabı yapabilirsin.

la rochefoucauld: öyle insanlar vardır ki, aşktan söz edildiğini duymasalar aşık olmazlardı.

27.11.2022

epilog

samuel beckett

bırak ve git, gitme zamanı geldi, bunu söylemek gerekiyor ne olursa olsun, zamanı geldi, nedeni bilinmiyor. kendini tanımlama biçiminin ne önemi var? burada ya da başka bir yerde olmak, gezmek ya da yerinden kımıldamamak, boylu, insansı bir biçime sahip olmak ya da bir biçimden yoksun olmak, karanlıkta kalmak ya da göğün ışıklarıyla aydınlanmak, bilmiyorum, önemi var gibi görünüyor, kolay olmayacak bu.


her şeyin karardığı o ana dönseydim yeniden ve oradan başlasaydım, hayır, bir yere varamazdım buradan, bir yere varamadım hiçbir zaman. bellekten silindi gitti o an, kocaman bir alevdi, sonra karanlık, büyük bir sarsılıştı, sonra ağırlıktan ve katedilecek uzamdan soyutlanış.

bir uçurumdan aşağı atmayı denedim kendimi; sokağın ortasına, ölümlülerin arasına yığıldım kaldım, bir sonuç alamadım, vazgeçtim.

beni buraya getirip bırakan yola yeniden koyulup sonra da geri dönmek ya da daha uzaklara yol almak, bilgece bir öğüt bu.

bir daha yerimden kımıldamayayım diye bu, o ben değilim, doğru değil, o ben değilim, ben uzaktayım, diye, on yüzyılda bir mırıldanarak, sonsuza kadar ağzımdan salyalar akıtayım diye. hayır hayır, gelecekten söz edeceğim şimdi, gelecek zaman kipinde sürdüreceğim söylemimi, aynen eskiden geceleri kendime, yarın sarı yıldızlı koyu mavi kravatımı takacağım (gecenin bitiminde takıyordum onu) dediğim gibi. çabuk çabuk, yoksa ağlayacağım. bir dostum olacak, benim yaşlarımda, benden farksız, eski bir savaşçı, savaştığımız günlerden söz edeceğiz birlikte, yara izlerimizi göstereceğiz birbirimize.

yalnızca sözcükler yırtıyor sessizliği, başka tüm sesler kesilmiş. sussam, işitmezdim hiçbir şey. ama sussam, başka sesler, sözcüklerin beni sağırlaştırdığı ya da gerçekten de kesilmiş olan sesler başlardı yeniden. ama susuyorum, bazen başıma geliyor bu, hayır, hiç olmuyor, tek bir saniye bile. ağlıyorum da, hiç durmadan.

sözcük ve gözyaşlarının kesintisiz bir akıntısı bu. düşünmeye zaman kalmıyor. ama daha alçak sesle konuşuyorum, her yıl daha alçak sesle konuşuyorum. belki de. daha da yavaş, her yıl, daha da yavaş. belki de. ayırdında değilim bunun. böyleyse eğer, sözcüklerin, tümcelerin, hecelerin, gözyaşlarının arasında verilen duraklamaların uzaması gerekiyor gittikçe, karıştırıyorum onları, sözcükleri ve gözyaşlarını, sözcüklerim gözyaşlarım benim gözlerim de ağzım.

söylediğim gibi (yalnızca sözcükler yırtıyor sessizliği, demiştim) sessizlikse, her kısa duraklamada işitmem gerekiyor bunu. ama öyle değil işte, hep aynı mırıltı sanki hiç sonu gelmeyen tek bir sözcükmüş gibi, kesintiye uğramadan, sürüp gidiyor, böylece de bir anlamdan yoksun kalıyor; çünkü sondur sözcüklere anlamını veren.

muhasebeciler korosu bu, tek bir kişiymişçesine söylüyorlar düşüncelerini, onlara katılacaklar var ayrıca, yeryüzündeki tüm insanlar bile yetmeyecek, milyarların bitiminde gereksinme duyuyorsunuz bir tanrıya, varlığına tanıklık edilmeyen her şeyin tanığına, her şeyin berbat olması nasıl da mutluluk verici, hiçbir şeyin hiçbir zaman başlamaması, hiçbir zaman olmaması, yaşamasız sözcüklerden başka var olan bir şeyin olmaması.

25.11.2022

devrim

victor hugo

çokluğun efendi edinmek gibi bir eğilimi vardır. çokluğun kitlesi, bir kayıtsızlık tortusu peyda eder. halk kalabalığı, itaat etmeyi kolayca benimser. insanlara kurtuluşlarının yararlarını göstererek onları yerlerinden kımıldatmak, onları itmek, tartaklamak, hakikati onların gözlerine sokmak, onların suratına acımasızca avuç avuç ışık fırlatmak lazımdır. insanları biraz da kendi kurtuluşlarının yıldırımıyla çarpmak gerekir. bu ışık çarpması onları uykularından uyandırır.

bazı içten yıkılışlar vardır. ümit kırıcı bir kesinliğin insanın içine işlemesi, insanın bizzat kendisi demek olan bazı derin unsurları ayırır ve parçalar. ıstırap bu kerteye vardığında, vicdanın bütün güçleri kendi canlarını kurtarma telaşına düşerler. ölümcül krizlerdir bunlar. pek azımız bu gibi krizlerden hiç değişmeden ve vazifesine sadakatle bağlı olarak çıkabilir. ıstırabın sınırı aşıldı mı en sarsılmaz erdem bile pusulayı şaşırır.

hiç kimse yoktur ki kendi içinde bir şeyi fark etmemiş olsun. ruhun, en çalkantılı hallerinde bile, soğukkanlılıkla muhakeme yürütmek gibi bir kabiliyeti vardır. onun aynı anda birçok yerde birden bulunabilmesi nedeniyle karmaşıklaşan birliğinin harikuladeliği buradan gelir. bazen öyle olur ki, hüsrana uğrayan tutku ve derin umutsuzluk, en karanlık monologlarının son çırpınışları içinde bile bazı konuları işler, bazı tezleri tartışırlar. kargaşaya mantık karışır ve muhakemenin ipi hiç kopmadan düşüncenin ölümcül fırtınası içinde dalgalanır durur.

insan yüreği öylesine heyecana hazırdır ve insan hayatı öylesine bir bilmecedir ki, siyasal bir cinayette bile, kurtarıcı bir cinayette bile -böyle bir cinayet varsa tabii- bir insanı vurmuş olmanın yol açtığı vicdan azabı, insanlığa hizmet etmiş olmanın sevincini bastırır.

içinde yaşadığımız eksiklik çağı. uzaktaki ütopya, bütün sorumluluk kendine ait olmak üzere, ayaklanma şekline girer ve felsefi itirazlar silahlı itiraza dönüşür. minerva iken pallas olur. sabırsızlanan, ayaklanmaya dönüşen ütopya, kendisini neyin beklediğini iyi bilir. hemen daima çok erken gelir. o zaman zafere ulaşacağı yerde, felakete büyük bir metanetle katlanır ve onu kabul eder. kendisini inkar edenlere, hiç şikayet etmeden; hatta onları suçsuz göstererek hizmet eder. onun gönül yüceliği, yüzüstü bırakılmaya razı olmaktır. engele karşı yamandır; ama nankörlük karşısında yumuşaktır. peki, bu nankörlük müdür? insanlık açısından evet. birey açısından hayır.

insanlığın varoluş biçimidir ilerleme, varoluş kalıbıdır. insanoğlunun genel hayatının adı ilerlemedir. ilerleme yürür; göksel ve tanrısal olana doğru çıkılan insansal ve dünyasal geziyi, o büyük yolculuğu gerçekleştirir. geciken sürüleri toplamak için durakları vardır. ansızın ufkunu açan parlak bir kenan ili karşısında düşünceye daldığı duraklamalardır bunlar. uyuduğu geceler vardır. bu uyuyan ilerleyişi uyandırmadan insan ruhunun üzerindeki gölgeyi görmek, karanlıkları el yordamıyla yoklamak, düşünürün en iç sızlatıcı kaygılarından biridir.

ilerlemeyi tanrı'yla karıştıran ve hareketin kesintiye uğramasını yaratan'ın ölümü sanan gerard de nerval, bu satırların yazarına, "tanrı belki de ölmüştür!" demişti günün birinde. umutsuzluğa kapılan haksızdır. ilerleme kaçınılmaz olarak uyanır. ve uyurken bile yürümüş olduğu söylenebilir; çünkü büyümüştür. onu ayakta görünce anlaşılır boy atmış olduğu. daima sakin olmak, ırmak gibi ilerlemenin de elinde değildir; ona set çekmeyin, kayalara fırlatmayın onu. engel, suyun köpüklenmesine, insanlığın galeyana gelmesine yol açar. bulanmalar, karışıklıklar bundan kaynaklanır. ne var ki bu bulanmalardan sonra anlaşılır yol alınmış olduğu. evrensel barıştan başka bir şey olmayan düzen yerleşinceye kadar, birlik ve uyum hükümran oluncaya kadar, ilerlemenin aşamaları devrimler olacaktır. ilerleme nedir öyleyse? dediğimiz gibi, halkların sürekli, kesintisiz hayatıdır.

bir halkın şiiri, onun ilerlemesinin temel unsurudur. uygarlık, hayal gücüyle orantılıdır. yalnız uygarlıkçı bir halk güçlü bir halk olarak kalmalıdır. korinthos, evet; sybaris, hayır. gevşeyen ırk soysuzlaşır. ne amatör ne de virtüöz olmalı; sanatçı olmalı. uygarlık konusunda inceltmek değil, yüceltmek önemlidir. ancak bu koşulla ülkünün kalıbı verilir insanlığa.

nasıl yangınlar bütün kenti aydınlatırsa devrimler de tüm insan soyunu aydınlatır. ve size biraz önce hangi tarz bir devrim yapacağımızı da söyledim: doğru'nun devrimini yapacağız! siyasal açıdan bir tek ilke vardır: insanın kendi üzerindeki egemenliği. bu egemenliğin adı da özgürlüktür. işte bu egemenliklerden ikisinin ya da daha çoğunun bir araya gelip birleştiği yerde devlet başlar. ama bu bir araya gelişte hiç kimsenin hiçbir hakkından vazgeçmesi söz konusu olamaz. her egemenlik, kamu hakkını oluşturmak üzere, kendi varlığının bir parçasını kendi iradesiyle verir. ve bu parçanın miktarı herkes için aynıdır. işte bu, her birimizin hepimize bir parçamızı verme özdeşliğimizin adı da eşitliktir. kamu hukuku demek, tek tek bireylerin hakkının herkes tarafından korunması demektir, o kadar. herkesi içeren bu korumanın adı da kardeşliktir. bütün bu egemenliklerin kavşak noktasıdır toplum.

23.11.2022

üstinsan

zygmunt bauman

nietzsche'nin tam anlamıyla insani, mutlu yaşam için ideal reçetesi -ki yaşadığımız postmodern ya da akışkan modern zamanlarda popülerlik kazanan bir idealdir bu- çoğu sıradan ölümlüye ayak bağı olan her türlü prangadan kaçınabilen yahut kurtulabilen, kendini ispatlama sanatının büyük üstadı olan "üstinsan" imgesidir. üstinsan gerçek bir aristokrattır -"bütün alçak, fesat, kaba, avam"ın büyük hıncının karşı etkisi ve şantajına boyun eğip köşesine çekilerek özgüven ve kararlılığını yitirene kadar, "kendilerinin ve eylemlerinin iyi olduğunu düşünen, kudretli, yüksek statülü, yüce gönüllü olandır."

üstinsan'ın, -daha doğrusu nietzsche'nin geçmişte bir zamanlar var olduğunu düşündüğü/tasvir ettiği- ilk, katışıksız ve saf halinde yeniden canlandırılan ya da yaşam verilen, geçmişin aristokratı olduğunu söyleyebiliriz. bu üstinsan, kendi geçici talihsizliklerinin ve aşağılanmışlıklarının geride bıraktığı bütün ruhsal kalıntılarından kurtulan ve kendi iradesi ve eylemiyle geçmiş günlerin asıl aristokratlarına doğal ve gerçekçi gelen şeyi yeniden yaratan kişidir.

nietzsche şunu vurgular: "soylu olanlar kendilerini düpedüz mutlu hissediyordu; mutluluklarını yapay bir şekilde üretmek ya da mutlu oldukları konusunda kendilerini telkin etmek ve kandırmak zorunda değildiler. dört başı mamur, kuvvetle dolup taşan ve bu nedenle kaçınılmaz olarak canlı insanlar olsalar da, mutluluğu eylemden ayrı düşünemeyecek kadar akıllıydılar. onların zihinlerinde eylem mutluluk addediliyordu kaçınılmaz olarak."

nietzsche'nin "üstinsan"ı açısından, güç ve bütün kuralları ve yükümlülükleri önemsememe kararı, uzlaşmaya karşı canını dişine takarak savunulması gereken yüce bir değerdir. gelgelelim, çok geçmeden nietzsche'nin de ortaya çıkaracağı gibi, üstinsan tarzında kendi kendisinin efendisi olmaya giden yolda, çetin bir engel de, zamanın boyun eğmez mantığıydı; hanna buczynska-garewicz'in içgörülü yorumuna göre, özellikle de can sıkıcı, bununla birlikte ehlileştirilemez "anın dayanma gücü" idi.

kendi kendisinin efendisi olmak, öz-yaratım projesine ters düşen dış güçlerin etkisini geçersiz kılma ya da en azından nötrleştirme yeteneği gerektirir. bununla birlikte bu tür güçlerin arasında en çetin ve karşı konulmaz olanlar, müstakbel üstinsan'ın tamamen kendi kendisinin efendisi olmaya yönelik kendi dürtüsünün izleri, tortuları ya da artıklarıdır; kendisinin üstlendiği ve onun uğruna başardığı eylemlerin sonuçlarıdır. mevcut an -nitekim tamamen kendi kendisinin efendisi olma yolundaki her adım şöyle ya da böyle mevcut andır- halihazırda bütün bu olup bitenden muntazam bir şekilde koparılamaz. yeni bir başlangıç layıkıyla yerine getirilemeyecek bir fantezidir. zira aktör mevcut ana varırken bütün önceki anların silinmez izlerini taşır; üstinsan olmak için, geçmiş anların izlerinin kendi geçmiş eylemlerinin izleri olması kaçınılmazdır. tamamen kendine yeterli ve bağımsız bölüm bir mittir. edimlerin, kendilerinden daha uzun yaşayan sonuçları vardır.

buczynska garewicz şu yorumda bulunur: "geleceği tasarlayan istenç, geçmiş tarafından özgürlüğünden yoksun bırakılmıştır. eski hesapları düzenleme istenci geçmişe yönlendirir ve bu, nietzsche'nin edebi sözcüsü zerdüşt'ün ifade ettiği gibi, istencin diş gıcırdatması ve bir başına çektiği eziyettir." anın dayanma gücü, yeni başlangıç denemelerinin ölüm çanıdır diyebiliriz. yatkın bir kulak açısından bunun sesi, yeni başlangıca girişilmeden çok daha önce işitilebilir olacaktır. kendi kendinin efendisi olmanın oluştuğu gebelik döneminde, pek çok embriyonun yaşamı düşükle sonlanır.

nietzsche üstinsanın -kendi geçmiş eylemleri ve sorumlulukları da dahil- geçmişe alayla yaklaşmasını ve kendini bunlardan kurtulmuş hissetmesini ister. ancak bir kez daha tekrarlamam gerekirse: yaratıcılığın hareketini yavaşlatan ya da durduran ve geleceğin tasarımcılarının ellerini bağlayan geçmiş, yitip gitmiş anların tortusundan başka bir şey değildir. şimdiki zayıflıklar, bunların geçmişteki güç gösterilerinin doğrudan ya da dolaylı sonuçlarıdır. daha da korkuncu, hırslı üstinsanlar -yani, nietzsche'nin çarpışma çağrısını ciddiye alan ve onu izlemeye karar veren insanlar- daha becerikli ve azimli hale geldikçe, gücün ve onun görüntülerinin içerisinde yuvalanan mutluluğu yenileyip genişletecek mevcut anların her birine ve her türlüsüne de bir o kadar ustalıkla hükmeder, manipüle edip sömürürler. başarılarının etkileri ne kadar derin ve hatta silinmez olursa gelecekte manevra alanları da bir o kadar dar olacaktır.

nietzsche'nin üstinsanının akıbeti de, sıradan insanlar olan çoğumuzun akıbeti gibi olmaya mahkum gibi görünmektedir. örneğin, douglas kennedy'nin "kendi hayatını yaşamak isteyen adam"ın öyküsündeki kahraman gibi. bu adam, her daim daha fazla özgürlük düşlerken, aile yaşamının gitgide artan kapan ve tuzaklarıyla aralıksız bir şekilde kalınlaşan, kendisini çevreleyen yükümlülük duvarları arasına hapsolmayı sürdürüyordu. yüklerden kurtulmuş olarak yolculuk etme kararı vermişken, kendisini olduğu yere bağlı tutan yükleri çoğaltıyor ve böylece de en küçük hareketi külfet haline getiriyordu. bu tür çözülmez çelişkilere bulaştığından -daha doğrusu kendi kendini bulaştırdığından- kennedy'nin kahramanı yanıbaşındaki kişiden daha fazla baskıya maruz kalıyor değildi. hiç kimsenin kurbanı, yahut hiç kimsenin kininin ya da kötülüğünün hedefi de değildi. özgürce kendini ispatlamaya dair düşlerini engelleyen, kendisinden ve kendini ispatlamaya yönelik çabalarından başka bir şey değildi. altında ezildiği ve sızlandığı yük, kennedy'nin öne sürdüğü gibi, sabah yataktan çıkmak için iyi bir neden sunan bütün bu takdire şayan ve gıpta edilen "yaşamın ürünleri" olan çabaların -kariyerinin, evinin, çocuklarının, büyük banka kredisinin- gıpta edilen ve aslında değer verilen meyvelerinden oluşuyordu.

dolayısıyla nietzsche'nin maksadı bu olsun ya da olmasın, ki muhtemelen onun maksadına karşıt olarak, onun mesajını bir uyarı olarak yorumlayabiliriz: kendini ispatlama bir insanlık kaderi olmasına rağmen ve bu kaderi hayata geçirmek için hakikaten kendi kendinin efendisi olmaya yönelik bir üstinsan gücüne ihtiyaç duyulacak olmasına rağmen, ayrıca bu kaderi tamamına erdirmek ve böylece kendi insani potansiyelinin hakkını vermek için gerçekten bir üstinsan gücünün araştırılması, toplanması ve harekete geçirilmesine ihtiyaç duyulacak olmasına rağmen, üstinsan projesi, belki de kaçınılmaz biçimde, en başından kendi yenilgisinin nüvelerini taşır.

21.11.2022

ressamın günlüğü

vincent van gogh

çoğu kişinin gözünde neyim, kimim ben -bir hiç ya da aksi suratlı, yadırgı bir adam- toplumda doğru dürüst bir yeri olmayan, hiçbir zaman da bir yer bulamayacak olan, kısacası, alçağın alçağı biri. pekala, diyelim ki bunlar doğru, gene de yapıtlarımla, böylesi yadırgı bir adamın, böylesi bir hiçin yüreğinde neler olduğunu dünyaya göstermek isterdim.

geçmişi düşündüğümde -hemen hemen yenilmez zorluklarla dolu olan geleceği düşündüğümde, sevmediğim ve kaytarmak istediğim ya da tabiatımın kötü yanının kaytarmak istediği onca güç çalışmayı düşündüğümde; bana dönük, hep bana bakan gözleri düşündüğümde- başaramazsam suçun nerede, kimde olduğunu bilecekler, bana ufak tefek serzenişlerde bulunmayacaklar; ama doğru ve erdemli olan -saf altından olan- her konuda denenmiş ve eğitilmiş olduklarından, yalnızca yüzlerindeki anlam neler diyecek bana: "sana yardımcı olduk, sana ışık verdik -elimizden gelen her şeyi yaptık senin için, gerçekten dürüst bir çaba gösterdin mi? hak ettiğimiz karşılık nerede? tüm uğraşmalarımızın meyvesi nedir?"

anlıyorsun ya! bütün bunları ve benzeri bir sürü şeyi -hepsini sıralamak olanaksız- düşündükçe, tüm güçlükleri, biz yaşlandıkça azalmayıp çoğalan dertleri, acıları, düş kırıklıklarını düşünüp başarısız olmak, rezil olmak korkularına kapıldıkça, ben de, ben de özlüyorum senin özlediğini. keşke her şeyden uzak olsaydım, diyorum.

yine de devam ediyorum; ama temkinlice, bütün o şeylere karşı koyacak güce sahip olacağımı umarak -o zaman beni tehdit eden yerinmelere ne cevap vereceğimi bilebileceğim- ve bana karşıymış gibi görünen her şeye rağmen, amaçladığım hedefe günün birinde ulaşacağıma inanarak. ve tanrı kısmet ederse, sevdiğim kimi kişilerin gözlerinde, peşimden gelecek olanların gözlerinde sevgi ve inanç okuyacağım.

yorgunsak eğer, bu daha önceden çok uzun bir yolu yürüdüğümüzden değil midir? ve insanın yeryüzünde verilecek bir savaşı olduğu doğruysa, o bezginlik duygusu ve başın yanıp tutuşması, uzun süredir mücadele ettiğimizin bir göstergesi değil midir? güç bir görev üstünde çalışıyorsak, iyi bir şeyin peşinde koşuyorsak tanrı'nın haklı gördüğü bir savaşım veriyoruz demektir. bunun en yakın ve dolambaçsız ödülü ise, birçok kötülükten uzak kalabilmemiz.

kendimi her zaman bir yerlere, bir hedefe doğru yol alan bir yolcu gibi hissediyorum. öyle bir yerin, bir hedefin var olmadığını kendi kendime söylediğimde ise gayet akla yatkın, doğru geliyor bana. böylece hatamı yolun sonunda göreceğim. öyle olsun. o zaman yalnızca sanatların değil, başka her şeyin de düş olduğunu, insanın kişiliğinin hiçliğini anlayacağım. bu kadar çelimsiz ve dayanıksızsak eğer, çok daha iyi bizim için; çünkü o zaman, gelecekteki varlığımızın sınırsız olanaklarına karşı çıkacak bir şey yok demektir.

resim yapmaya yaşamımın oldukça geç bir döneminde başladığım yetmiyormuş gibi, önümde bundan sonra yaşayacak pek uzun yıllar da olmayabilir. böylece, en cahil bir adam gibi yolumu sürdürürken bildiğim tek şey var: birkaç yıl içinde, bir yapıt oluşturabilecek çoklukta işi yapıp bitirmem gerek. serinkanlılıkla ve sükunetle dolu olarak, elimden geldiğince düzenli ve yoğun, olabildiğince özlü ve tutumlu çalışmam, çalışmam gerek. dünyanın beni ilgilendiren tek yanı var: otuz yıl üstünde yaşadığım bu toprağa karşı duyduğum belirli bir borç ve yüklendiğime inandığım bir görev; duyduğum bu şükran borcuna karşılık desen ya da resim olarak birkaç andaç bırakmak istiyorum geride -birtakım sanat akımlarının hoşuna gitmek için değil, gerçek, içten, insancıl duyguları dile getirmek için. işte, yaşamdaki amacım bu.

bir tek konuda seçim yapabilecek durumdayım: iyi ressam olmak ya da kötü ressam olmak. birinci şıkkı seçiyorum. ancak, resmin gereksinmeleri, adamı mahvetmekten çekinmeyen bir metresinkilerden az değil, parasız hiçbir şey yapmanın olanağı olmadığı gibi, hiçbir zaman yeterince para da yok.

böyle işte, ben, kendi çalışmalarım için yaşamımı tehlikeye atıyorum, bu çalışma uğruna yarı deli bir insan oldum.

bir ressamın yaşamında en zor şey ölüm değildir belki de. kendi payıma, bu konuda bir şey bilmediğimi kabul ediyorum. ama yıldızlara baktığımda düşlere dalıyorum, tıpkı bir haritada kentleri ve köyleri gösteren siyah noktalara bakarken düşlere daldığım gibi. neden, diye soruyorum kendime, gökte pırıl pırıl parlayan noktalar da fransa haritasındaki kara noktalar kadar ulaşılabilir olmasın? bizi tarascon ya da rouen'a nasıl bir tren götürüyorsa, yıldızlara da ölüm götürür. bu düşüncede kuşkusuz doğru olan bir şey varsa o da şu: yaşadığımız sürece yıldızlara varamayız, nasıl ki öldükten sonra trene binemeyiz, öyle.

güvenle ve kesinlikle onlardan biri olduğuna inanan kişi, yoluna her zaman sessiz ve sakin devam edebilir, sonucun iyi olacağından hiçbir kuşku duymayarak.

bir adam varmış, günün birinde kiliseye gitmiş, şöyle sormuş: "aşırı hevesim, çabalarım beni aldatmış olabilir mi? yanlış bir yol seçmiş, yapacaklarımı iyi tasarlamamış olabilir miyim? ah, kendimden duyduğum bu kuşkudan kurtulabilsem, sonunda kazanacağıma, başaracağıma değin kesin bir inanca kavuşabilsem!" bir ses karşılık vermiş ona: "kesinlikle bilseydin, ne yapardın o zaman? kesinlikle inanıyormuşçasına davran şimdi, yanılmayacaksın." ve adam kuşkuyla değil de inançla dolu olarak yoluna gitmiş, işinin başına dönmüş. artık kararsızlık, ikirciklik yokmuş içinde.

19.11.2022

mütehakkim dostluk

pascal mercier

insanın kendisini tam anlamıyla kavrayabilmesinin en iyi yolunun bir başkasını tanımayı ve anlamayı öğrenmek olması mümkün müdür? hayatı bambaşka bir çizgi izlemiş, bambaşka bir mantığa sahip olmuş birini? bir başka hayata duyulan merak, insanın kendi zamanının tükenmekte olduğunun bilincinde olmasına nasıl uyar?

geçmiş şeylerin izleri beni neden üzüyor, bunlar sevinçli bir şeyin izleri olsalar bile?

biz insanlar için çok büyük olan şeyler vardır: acı, yalnızlık ve ölüm; ama güzellik de, görkem de, mutluluk da. bunun için dini yarattık. onu kaybedersek ne olur? o şeyler bizim için çok büyük olmayı sürdürürler. bize kalan her bir hayatın şiiridir. bizi taşıyacak kadar güçlü müdür o?

ruh, gerçeklerin olduğu yer midir? yoksa gerçek denen şeyler sadece hikayelerimizin aldatıcı gölgeleri midir?

bir insan bir şeyi sadece kendisi için yapsaydı ve haberi olmadan bir milyon insan onu seyredip yaptığını kitsch sayarak pis kahkahalarla gülselerdi, nasıl bir hüküm verirdik biz?

ama birinin ruhunu anlayabilmek için kendimizi açarsak? günün birinde sona eren bir yolculuk mudur bu? ruh, gerçeklerin bulunduğu bir yer midir? yoksa sözüm ona gerçekler sadece hikayelerimizin aldatıcı gölgeleri midir?

gençken, ölümsüzmüşüz gibi yaşarız. ölümsüzlük hakkındaki bilgimiz, incecik kağıt bir zar gibi sarar bizi, tenimize neredeyse dokunmaz. hayatımızın hangi döneminde değişir bu? o zar ne zaman daha sıkı sarmaya başlar bizi; ve sonunda boğar? o zarın, hafif ama yine de inatla kalan baskısını nasıl anlarız ki o baskı asla gevşemeyeceğini bize öğretir? başkalarında nasıl anlarız bunu? kendimizde nasıl anlarız?

sıkı dostlukla, birbirimizin içinde çaprazlama yer alırız, görünmeyen bağlar özgür kılan bir zincirdir. bu çaprazlama konum mütehakkimdir: mutlaklık ister. onu bölmek ihanettir. oysa biz bir tek insandan hoşlanmaz, bir tek kişiyi sevmez ve bir tek ona dokunmayız. yapılacak ne var? değişik dostlukları ustalıkla yönetmeye mi çalışacağız? konuları, sözleri, el kol hareketlerini titizlikle kayıt mı edeceğiz? ortak bilinenleri ve sırları? sessizce, damla damla akan bir zehir olurdu bu.

17.11.2022

insanlar arasında

charles bukowski

gerçek kahkaha bire yirmi veren atı bulmaktır.

hipodromda başkalarının hislerini paylaşırsın; o ümitsiz karanlığı, pes edip vazgeçmenin kolaylığını. bahisçilerin dünyası gerçek dünyanın makul ölçülere indirgenmiş şeklidir, hayatın ölümle sürtüşmesi ve kaybetmesidir. sonuçta kimse kazanmaz. geciktirmektir tek isteğimiz, o göz kamaştırıcı ışıktan gözlerimizi bir an için kaçırmak.

denedim hipodromdan uzak durmayı. ama asabi oluyorum, bunalıma giriyorum ve gece bilgisayara verecek hiçbir şeyim olmuyor. sanırım kıçımı evden çıkarmak beni insanlıkla karşı karşıya getiriyor ve insanlığa baktığınızda tepki göstermeden edemiyorsunuz. dayanılır gibi değil, kesintisiz bir korku gösterisi. evet, sıkılıyorum orada, dehşete kapılıyorum; ama aynı zamanda bir tür öğrenciyim hâlâ. cehennem öğrencisi.

hipodroma gitmemin nedenlerinden biri alışkanlığın gücü: hepimiz bu gücün etkisi altındayızdır. gidecek bir yer, yapacak bir şey. erken eğitilmişiz bu konuda. kımılda, katıl. dışarıda ilginç şeyler oluyor belki? kaçırma! ne kadar boş bir düş! barlarda hatun tavlamaya çalıştığım günleri hatırlatıyor bana. aradığım kadın belki budur ümidi. bir başka rutin. düzüşürken bile içimden "bu da başka bir rutin, yapmam gerekeni yapıyorum." diye geçirirdim. kendimi gülünç hisseder, yine de devam ederdim. başka ne yapabilirdim ki? durmalıydım. hatunun üstünden inip, "bak güzelim, saçmalıyoruz. doğanın oyuncaklarıyız." demeliydim. "nasıl yani?" "yani, güzelim, iki sineğin düzüşmesini izledin mi hiç?" "sapıksın sen! ben buradan gidiyorum!"

insan kendini çok derin tahlil etmemeli, yoksa hiçbir şey yapamaz, yaşam durur. bir kaya parçasının üstünde hiç kımıldamadan oturan bilgelere döneriz. bu da ne kadar bilgecedir bilemiyorum. aşikâr olanı silerler ama bir şey sildirir onlara. tek bir sineğin kendiyle düzüşmesi gibidirler bir anlamda. kaçış yok, etki yok, etkisizlik yok. kendimizi zarar hanesine yazmaktan başka çare yok: oynayabileceğimiz bir hamlemiz kalmamış. mat olmuşuz.

at yarışları cehennemdir oysa. herkesten uzak dururum. kimse ile konuşmam. yararı olur. gişeciler kim olduğumu bilirler ama. gişelere gidip bahis yatırmak, sesimi kullanmak zorundayım. zamanla seni tanırlar. ve iyi insandır çoğu. yıllardır insanlıkla yüz yüze geldikleri için bazı temel gerçekleri iyi kavramışlardır. insanlığın neredeyse tamamının kalın bir bok parçası olduğu gerçeğini örneğin.

ama ben onlardan da uzak durmayı yeğlerim. insanlardan uzak durarak kendime avantaj sağladığımı düşünüyorum. bunu evde oturarak da yapabilirim. ama her nedense dışarı çıkıp insanlığın neredeyse tamamının hâlâ kalın bir bok parçası olduğundan emin olmaya ihtiyacım var. sanki değişebilirlermiş gibi!

aklımı kaçırmış olmalıyım. yine de bir şey var orda; ölümü düşünmem mesela. insan orada öyle bir aptallaşır ki, düşünemez. iki koşu arasında bir şeyler yazarım düşüncesi ile yanıma defter aldığım olmuştur. mümkün değil. hava öyle düz ve ağırdır ki, temerküz kampının gönüllü üyeleriyizdir sanki.

ölümü eve döndüğümde düşünebilirim. biraz ama. çok değil. ölüm endişesi içinde değilim, öleceğim için üzülmüyorum. yapmak zorunda olduğumuz boktan bir iş işte. ne zaman? önümüzdeki çarşamba gecesi mi? uykuda mı? direksiyonda mı? ve inançsız gidiyorum. böylesi daha iyi, kafadan dalacağım. sabah kalktığınızda ayakkabı giymek gibi ölüm de hayatın bir parçasıdır.

yazmayı özleyeceğim ama. yazmak içmekten de iyidir. içerek yazmaksa duvarları hoplatır. bir cehennem var belki de, ne dersiniz? şayet varsa ben kesin oradayım. ve ne olacak biliyor musunuz? bütün şairler sıra ile şiirlerini okuyacaklar ve ben hepsini dinlemek zorunda olacağım. memnuniyetlerinde ve dışarı taşan gururlarında boğulacağım. cehennem varsa benim cehennemim bu olur: şairler aralıksız şiir okuyor, biri bitiyor, öteki başlıyor ve ben hepsini dinlemek zorundayım.

15.11.2022

üstün insan

konfüçyüs

üstün insan, konuşmadan önce eyleme geçer ve sonra eylemine göre konuşur. büyük ve üstün insan özgür düşüncelidir ve dar kafalı değildir. ancak küçük bir insan dar kafalıdır ve özgür düşünceli değildir.

dünyada bir şeye karşı ne düşkünlük gösterir, ne de onu küçümser. o, doğru olan şeyi izler. kendisi kuyu içine atılmış olabilir; ama o, başkalarını oraya göndermez. o aldatılabilir; ama başkalarını tuzağa düşürmez.

onun önem verdiği 3 şey vardır: davranışlarında dikkatsiz ve düşüncesiz olmaktan sakınmak, yüz anlatımında içtenlik, sözlerinin kabalık ve bayağılıktan uzak olması.

ona hizmet etmek kolay; ama onu hoşnut etmek güçtür. küçük insana hizmet etmek güçtür; hoşnut etmek kolaydır.

üstün insan, kendisini büyük bir dikkatle yetiştirmek isteyen kimsedir. yeteneksizliğinden üzüntü duyar; insanların onu tanımamasından kaygı duymaz. ölümünden sonra adının unutulacağından dolayı kaygı duymaz.

üstün insan kendi kendisini bulmaya çalışır. düşük insansa başkalarını aramaya çabalar.

onun hedefi gerçekliktir. yemek onun hedefi olamaz. üstün insan gerçeği elde edemeyeceğinden kaygılanır; ama yoksul kalacağından kaygı duymaz.

ön yargılı değildir. bir şeye hemen karar vermez. inatçı değildir. bencil değildir.

doğruluğu en yüksek şey olarak kabul eder. ilkelerine erişmek için bilgi edinir. uzaktan bakılınca ciddi, yaklaşınca yumuşak görünür. konuştuğunda sözleri inandırıcıdır. dünyanın bütün kötülüklerinin birleştiği aşağı bir yerde yaşamaktan nefret eder.

13.11.2022

insan

louis-ferdinand celine

boşuna heveslenmemekte yarar var; insanların aslında birbirlerine söyleyecekleri hiçbir şey yoktur; karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. herkesin derdi kendine, dünyanınki de hepimize. insanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme sırasında, onu ötekinin sırtına yıkarak; ama beceremezler tabii ve ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla baş başa kalırlar ve bir daha denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar. "çok güzelsiniz, küçük hanım" derler. ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük numarayı bir kez daha deneyinceye kadar. "ne de güzelsiniz, küçük hanım!"

sakatlara ve körlere pek acır insanlar, pek, hatta bu iş için özel olarak yedek şefkat bile bulundururlar. gelgelelim, insanların bu kadar berbat olmaya devam etmeleri pek hazindir, onca yedek şefkat varken. bir türlü açığa çıkaramazlar onu, nedense. içlerine atarlar, içlerinde tutarlar, hiçbir işlerine yaramaz. şefkatten geberip giderler, içten içe.

bu arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de; gelgelelim herkes gayet iyi bilir, değil mi, bunun hiç de doğru olmadığını, o acıyı bal gibi bütünüyle kendi içimizde sakladığımızı. bu numaraları yapa yapa yaşlandıkça giderek daha da çirkin, itici bir hal aldığımız için artık acımızı, iflas ettiğimizi gizlemekten bile aciz kalırız; en sonunda insanın ta derinlerinden suratına kadar ulaşmayı başarabilmesi şöyle bir yirmi, otuz yıl, hatta daha fazla zaman alan o sevimsiz ve çirkin ifade, gitgide yüzümüzde sıvaşmadık yer bırakmaz. insan dediğin, işte bu işe yarar, sadece bu işe; ekşi bir surat ifadesi üretmek, biçimlendirmesi tüm ömrünü alan, hatta gerçek ruhunun bütününü eksiksiz yansıtabilmek için oluşturması gereken asıl surat ifadesi o kadar ağır ve karmaşıktır ki, bunu tamamlamaya insanın ömrü bile her zaman yetmeyebilir.

11.11.2022

hayallerin ölümü

paulo coelho

yürekten savaş, yüreğimiz istediği için verdiğimiz savaştır. kahramanlık çağlarında, şövalyelik çağında kolaydı bu. fethedilecek ülkeler ve yapılacak çok şey vardı. oysa bugün dünya çok değişti, yürekten savaş artık savaş meydanlarında değil, içimizdeki meydanlarda veriliyor.

yürekten savaş, hayallerimiz uğruna verilen savaştır. gençken ve hayallerimiz yüreğimizde ilk kez tüm güçleriyle patladığında çok cesuruzdur; ama henüz nasıl savaşılacağını öğrenmemişizdir. büyük bir çaba göstererek nasıl savaşılacağını öğreniriz; ama o zaman da artık savaşa girecek cesareti kendimizde bulamayız. o yüzden, kendimize yönelir ve içimizde savaşırız. kendimizin en kötü düşmanı olup çıkarız. hayallerimizin çocukça olduğunu, gerçekleştirilemeyecek kadar zor olduğunu ya da hayatı yeterince tanımamamızdan kaynaklandığını söyleriz. yürekten savaş vermekten korktuğumuz için hayallerimizi öldürürüz.

hayallerimizi öldürdüğümüzün ilk belirtisi vakitsizliktir. hayatımda tanıdığım en işi başından aşkın insanlar, her zaman her şeyi yapmaya vakit bulmuşlardır. hiçbir şey yapmayanlar ise her zaman yorgundurlar ve yapmaları istenen azıcık işle bile hiç ilgilenmezler. durmadan günün çok kısa olduğundan yakınırlar. aslında, yürekten savaş vermekten korkarlar.

hayallerimizin ölmesinin ikinci belirtisi sınırlılıklarımızda yatar. hayatı büyük bir serüven olarak görmek istemediğimiz için, hayattan pek az şey beklemekle bilgece, hakça ve doğru davrandığımızı düşünmeye başlarız. günlük yaşayışımızı kuşatan duvarların ötesine baktığımızda, kırılan mızrakların sesini işitir, toz ve terin kokusunu duyar, büyük yenilgileri ve savaşçıların gözlerindeki yangını görürüz. ama savaşa girenlerin yüreklerindeki sevinci, büyük hazzı asla görmeyiz. onların gözünde, zafer de, yenilgi de önemli değildir; önemli olan, yalnızca yürekten savaşıyor olmalarıdır.

ve son olarak hayallerimizin yok olup gitmesinin üçüncü belirtisi huzurdur. hayat bir pazar günü öğleden sonrasına döner; büyük şeyler istemez oluruz, vermeye razı olduğumuzdan daha fazlasını istememeye başlarız. bu durumda, olgunlaşmış olduğumuzu düşünürüz; gençlik düşlemlerimizi bir yana bırakır, kişisel ve profesyonel başarının peşine düşeriz. yaşıtlarımızın hala hayattan bekledikleri bir şeyler olduğunu söylemeleri karşısında şaşkınlığa uğrarız. ama aslında, yüreğimizin derinlerinde biliriz ki, hayallerimiz uğruna savaşmaktan vazgeçmiş, yürekten savaş vermekten kaçmışızdır.

hayallerimizden vazgeçip huzura kavuştuğumuzda, kısa bir dinginlik dönemi yaşarız. ama ölü hayaller içimizde çürümeye ve tüm varlığımızı köreltmeye başlar. çevremizdekilere karşı zalimleşir, sonra da bu zalimliği kendimize yöneltmeye başlarız. işte o zaman hastalıklar ve ruhsal bozukluklar başgösterir. savaşta kaçınmaya çalıştığımız düş kırıklığı ve yenilgi, korkaklığımız yüzünden tepemize çöker. ve bir gün, ölüp gitmiş hayaller soluk almamızı güçleştirir ve ölümü arar oluruz. bizi sınırlılıklarımızdan, işimizden ve pazar öğleden sonralarının korkunç huzurundan kurtaran, ölüm olur.

9.11.2022

knulp

hermann hesse

knulp derdi ki: "herkesin ruhu kendinindir. kimse ruhunu başka bir ruhla karıştıramaz. iki kişi buluşabilir, birbiriyle konuşabilir, birlikte olabilir; ama ruhları çiçekler gibidir, her biri kendi bulunduğu yere kök salmıştır, hiçbiri öbürüne varamaz; varmak isterse kökünden kopması gerekir. bunu da yapamaz. çiçekler kokularını ve tohumlarını çevreye saçarlar; çünkü birbirlerine ulaşmak isterler; ama bir tohumun konması gereken yere varması için çiçek bir şey yapamaz, bu rüzgârın işidir, o nasıl isterse, nereden isterse öylece gelir, eser, gider."

"annemle babam için de genellikle böyle düşünmüşümdür. onlar benim kendi çocukları ve dolayısıyla da onlar gibi olduğumu düşünürler. ama ben kendilerini sevsem de, yine onlar için anlayamayacakları, yabancı bir insanım. onlar benim için, hele benim ruhum için en önemli olan şeyi ikinci derecede bulurlar; onu benim gençliğime, geçici hevesime verirler. bununla birlikte beni severler ve iyiliğim için her şeyi yaparlar. bir baba çocuğuna burnunu, gözlerini, hatta aklını bırakabilir; ama ruhunu veremez. ruh her insanda yenidir."

"eğer düşüncelerinde ve yaptıklarında gerçekten ciddiyse her insan azizdir. insan doğru bildiğini yapmalıdır."

"şimdiye kadar birçok kimseyle konuştum. birçok da söylev dinledim. rahiplerin, öğretmenlerin, belediye başkanlarının, sosyal demokratların ve liberallerin konuşmalarını duydum; ama içlerinden hiçbiri bütün yürekleriyle içten değildi ve hiçbirinin, gerekirse kendi bildiği uğruna kendinden özveride bulunabileceğine inanamadım."

"bir örnek, elbette herkese uymaz. ama gerçeğin herkese uyması gerekir. eğer bir kez gerçeği bulur da budur diyebilirsem, onun ardından gitmek isterim."

"aydınlık ve pazar giysilerine bürünmüş, kent kapısından çıkan bir küçük hanım gibi al ve gururlu, çam ormanları üstünden yükseliyor." işte o gün şarkılarında hemen her zaman rastlanan ve övülen güneşi böyle dile getirmişti.

gariptir, konuşurken ince düşünceleri, felsefe yürütmeleri ne kadar beceremiyorsa, dizeleri de açık, parlak pazar giysileriyle oradan oraya sıçrayan tertemiz çocuklar gibi, o derece özgür ve tasasızdı. bunlar çoğu zaman anlamsız ve garip şeylerdi ve yalnızca içindeki coşkunluğu dışarı vurmaya yarıyordu.

7.11.2022

yedi ilke

friedrich nietzsche

madde bir: doğaya her türden aykırılık günahtır. en günahkâr insan din adamıdır. o, doğaya aykırılığı öğretir. din adamına gösterilecek olan, nedenler değil tımarhanedir.

madde iki: herhangi bir tanrıya tapınma ayinine katılmak, kamu ahlakına tecavüzdür.

madde üç: hristiyanlığın yılan yumurtalarını kuluçkaya yatırdığı lanetlenesi yerler yerle bir edilmeli ve yeryüzünün rezil yerleri olarak geleceğin korkulu ibret vesileleri olsunlar diye korunmalıdır.

madde dört: perhiz vaaz etmek, insan fıtratına karşı kamusal bir kışkırtmadır. cinsel yaşamın her horlanması, kirlilik kavramıyla her kirletilmesi, yaşamın kutsal ruhuna karşı işlenmiş sahici bir günahtır.

madde beş: bir din adamıyla birlikte aynı masada yemek yemek insanı kusturur. bununla kişi kendini doğru dürüst insanlar topluluğundan aforoz etmiş olur. din adamı, bizim insan artığımızdır. onu kanun kaçağı ilan etmeli, açlığa mahkum etmeli, çöle sürmelidir. 

madde altı: kutsal tarih, layık olduğu adla, lanetli tarih adıyla anılmalı. tanrı, mesih, kurtarıcı, aziz sözcükleri küfür olarak, canilere takılan adlar olarak kullanılmalıdır.

madde yedi: gerisi kendiliğinden gelir.

5.11.2022

kefaret

raoul vaneigem

dinin asla kefaretini ödeyemeyeceği şey, doğayı mutlak anlamda bozucu bir anlayış olmasıdır.

kâra ve iktidara tabi bir evrene kutsallığın teminatını vermek; hödüklerin köleleştirme, aşağılama, küçümseme, yok etme hakkını ezeli bir ilke olarak meşrulaştırmak ona yetmez; ölümün, ıstırabın ve fedakarlığın güzelliğini rakip tarafta da vazetmesi gerekir. öyle ki, yol açtığı isyanlara, kimi zaman korku saçılan halklara bahşettiği itaatsizliğe, (cioran'ın alaya alarak, "bir dinin insanlık dışılığının derecesi, onun gücünün ve süresinin garantisidir. liberal bir din bir şaka ya da bir mucizedir." diye yazdığı) hoşgörü krizlerine dek bunları vazeder.

insanlar birbirlerini en fazla, hem de en tartışmasız nedenlerle, incil'deki "birbirinizi sevin!" buyruğunu benimsedikleri, saldırgan ve gözü yaşlı hristiyanlığın bu iki bin yılı boyunca katletmiş değiller midir?

dinsel anlayışlar kendinden feragat yoluyla hümanizmayı savunduklarında, yaşamın atılımlarını bastırırken fanatizmleri de bastırmayı kendilerine şeref bildiklerinde, ikiyüzlülük, hile ya da aptallıkla, totalitarizm eğilimlerini beslemiş olurlar yalnızca.

tek bir insan kıyımı bile yoktur ki, doğal eğilimlere karşı kolektif ya da bireysel olarak sürdürülen kutsal bir savaştan kaynaklanmasın.

3.11.2022

kuşku

vincent van gogh

geçmişi düşündüğümde -hemen hemen yenilmez zorluklarla dolu olan geleceği düşündüğümde, sevmediğim ve kaytarmak istediğim ya da tabiatımın kötü yanının kaytarmak istediği onca güç çalışmayı düşündüğümde; bana dönük, hep bana bakan gözleri düşündüğümde- başaramazsam suçun nerede, kimde olduğunu bilecekler, bana ufak tefek serzenişlerde bulunmayacaklar; ama doğru ve erdemli olan -saf altından olan- her konuda denenmiş ve eğitilmiş olduklarından, yalnızca yüzlerindeki anlam neler diyecek bana: sana yardımcı olduk, sana ışık verdik -elimizden gelen her şeyi yaptık senin için, gerçekten dürüst bir çaba gösterdin mi? hak ettiğimiz karşılık nerede? tüm uğraşmalarımızın meyvesi nedir? anlıyorsun ya! bütün bunları ve benzeri bir sürü şeyi -hepsini sıralamak olanaksız- düşündükçe, tüm güçlükleri, biz yaşlandıkça azalmayıp çoğalan dertleri, acıları, düş kırıklıklarını düşünüp başarısız olmak, rezil olmak korkularına kapıldıkça, ben de, ben de özlüyorum senin özlediğini. keşke her şeyden uzak olsaydım, diyorum.

yine de devam ediyorum; ama temkinlice, bütün o şeylere karşı koyacak güce sahip olacağımı umarak -o zaman beni tehdit eden yerinmelere ne cevap vereceğimi bilebileceğim- ve bana karşıymış gibi görünen her şeye rağmen, amaçladığım hedefe günün birinde ulaşacağıma inanarak. ve tanrı kısmet ederse, sevdiğim kimi kişilerin gözlerinde, peşimden gelecek olanların gözlerinde sevgi ve inanç okuyacağım.

yorgunsak eğer, bu daha önceden çok uzun bir yolu yürüdüğümüzden değil midir? ve insanın yeryüzünde verilecek bir savaşı olduğu doğruysa, o bezginlik duygusu ve başın yanıp tutuşması, uzun süredir mücadele ettiğimizin bir göstergesi değil midir? güç bir görev üstünde çalışıyorsak, iyi bir şeyin peşinde koşuyorsak, tanrı'nın haklı gördüğü bir savaşım veriyoruz demektir. bunun en yakın ve dolambaçsız ödülü ise, birçok kötülükten uzak kalabilmemiz.

güvenle ve kesinlikle onlardan biri olduğuna inanan kişi, yoluna her zaman sessiz ve sakin devam edebilir, sonucun iyi olacağından hiçbir kuşku duymayarak.

bir adam varmış, günün birinde kiliseye gitmiş, şöyle sormuş: "aşırı hevesim, çabalarım beni aldatmış olabilir mi? yanlış bir yol seçmiş, yapacaklarımı iyi tasarlamamış olabilir miyim? ah, kendimden duyduğum bu kuşkudan kurtulabilsem, sonunda kazanacağıma, başaracağıma değin kesin bir inanca kavuşabilsem!" bir ses karşılık vermiş ona: "kesinlikle bilseydin, ne yapardın o zaman? kesinlikle inanıyormuşçasına davran şimdi, yanılmayacaksın." ve adam kuşkuyla değil de inançla dolu olarak yoluna gitmiş, işinin başına dönmüş. artık kararsızlık, ikirciklik yokmuş içinde.

1.11.2022

pagan bir dünya

albert caraco

pagan olmuş, pagan kalmış bir dünya doğayı ihlal etmezdi. pagan görüşler doğayı kutsal kabul ediyordu. genellikle ağaçlara ve su kaynaklarına tapıyorlardı. vahyedilmiş olduğu varsayılan dinlerin dogmalarının merkezine yerleştirdikleri zaman yerine, pagan görüşlerin konusu uzamdı ve istisnalar hariç, ölçüyü aşkınlığa, uyumu da her şeye tercih ediyorlardı.

kendilerinin vahyedilmiş olduğunu söyleyen dinler bizim üzerimizde fanatizmi yerleştirdiler ve bu fanatizmi sonuna dek vardıran hristiyanlık deliliği tanrısallaştırdı, tutarsızlığı yüceltti ve daha büyük bir iyilik adına kargaşayı meşrulaştırdı. bu ürkütücü tezler sonuçsuz imkanlara sahip olduğu sürece insanlar buna uyum sağladılar; ama bizim eserlerimiz bu tezlere denk düştüğünden beri, buyruklarımızın devasalığını, dahası saçmalığını hissediyoruz.

tanrısal tecessüm fikri en canavarca fikirdir ve bizim çözümsüz paradokslarımızın en önemli nedeni gelecekte burada aranacaktır. bu fikrin vardığı yerlerden biri doğaya tecavüzdür, aşkınlık bizi buna hazırlamaktadır ve bu dünyadan duyulan nefret bu tecavüzü meşrulaştırmaktadır.

şunu asla unutmamalı: dünya, ten ve şeytan hristiyanların gözünde bir karşı-üçlem oluşturmaktadır.

çoğu kimsenin putperest kalması ve tenselliği benimsemesi daha iyidir. kötülük bizim onları kınadığımız ve kendilerine yalan söyleyerek bize de yalan söylemeye onları zorladığımız andan itibaren başlar. sıradan insanların hazza da tövbeye de tanrısallık katması ve hristiyanlar için kudas ayini neyse onlar için de orgazmın aynı şey olması en iyisidir.

31.10.2022

uzun lafın kısası

charles bukowski:
bir kaplanı yakalayıp kafese koyabilirsiniz ama onu kırdığınızdan asla emin olamazsınız.

dostoyevski: bilinç hastalıktır. her şeyi fazlasıyla anlamak hastalıktır.

elias canetti: cennette doksan dokuz doğrudan çok, eğriyken doğrulmuş bir kişinin gelişine bayram edilir. 

emil cioran: hazların aksine, acılar doygunluğa ulaştırmaz. biraz olsun bıkkın olan hiçbir cüzzamlı yoktur.

goethe: bilgelik yalnızca hakikattedir ve yalın olandan başka hiçbir şey hakiki değildir.

halil cibran: aranızdan çoğu, içleri sıra insanlaşmışsa da, birçoğu henüz insanlaşabilmiş değildir.

irvine welsh: kim olduğunu ve kim olmadığını anlamaya çalışmak lazım. hayattaki esas macera bu. kendini bir yerde bulduğunda arkada bıraktığın ve hep yanında taşıdığın şeyler vardır.

konfüçyüs: bütün gün payına düşecek yemeği düşünüp de kafasını başka bir şey için yormayan bir kişiyle birlikte olmak çok zordur.

murathan mungan: dünyada güzel olarak ne yapılmışsa halka rağmen yapılmıştır.

nietzsche: dünyayı yönlendiren düşünceler güvercin kanatlarıyla gelir.

pascal: insanlar iki türlüdür: günahkâr olduğuna inanan doğrular, doğru olduğuna inanan günahkârlar.

paulo coelho: aşkın gücü asla tükenmez; her şeyden daha güçlüdür ve kendini çok çeşitli biçimlerde gösterir.

sevan nişanyan: bir yerde ne kadar çok bayrak sallıyorlarsa bilin ki saklayacak o kadar çok şeyleri vardır.

29.10.2022

yüce aşk

cemil meriç

bir çağın ideali, idealin kendisi değildir, herhangi bir idealdir. başka idealler de var. her çağın, her milletin kendine göre bir güzel anlayışı var. bütün bu güzellikleri tatmaya çalışalım, genişletelim ufkumuzu. geçen devirlerde yaşamak, yani derinleşmek ve ömrü alabildiğine uzatmak; başka ülkelerde yaşamak, başka insanlarla acı çekmek, başka insanlarla gülmek, damlayken denizleşmek ve an'ı ebediyete sığdırmak; kalbini bütün heyecanlara açmak, yani sınır taşlarını devirmek, çağların ve politikaların sınır taşlarını; bütün insanlığı aynı büyük aşk içinde birleştirmek.. sanatçının tek vazifesi vardır bence: insanları birbirine sevdirmek, iki insanı veya iki milyar insanı. sanat, bir heyecan seyyalesiyle kilometrelerin ve asırların ayırdığı kalpleri birleştiren büyüdür.

benjamin peret ise kitabına yazdığı ön sözde bu kavramı yüce aşk deyimiyle ifade ediyor ve bu tür bir aşkta çeşitli yüceleştirmelerin söz konusu olduğunu vurguluyor. peret'e göre,

"yüce aşk, mutluluk şarkısına dönüşen bir yalnızlık çığlığıdır. yüce aşkla beraber, olağanüstü, ulvi harikuladelikler insan yaşamının bir parçası oluverir. onun sayesinde, ten ve kafa birbiri içinde erir, aralarında tam bir uyum kurulur. artık öncesi gibi değildir insan; ani bir değişime uğramış, tene bağlı duyguları ruhani bir boyut kazanmıştır. benzer bir değişim, karşımızdaki insanda da gerçekleşir. kendisi olmaktan çıkmıştır kişi, umut edip bekleyen birisi yerine, yepyeni bir hayata başlayan bir başkası vardır karşımızda. sizi gerçekten tamamlayan insanla karşılaşmışsanız hiçbir ayrılık, hiçbir kopuş düşünülemez artık.

yüce aşk, bu iki değişik insanın birbiriyle sağladığı uyumdur. ne var ki kadınla erkek arasındaki ayırımı vurgulayarak bir ikilik yaratan ve bu ikilikten yararlanıp, günlük hayatın en ufak teferruatına kadar insanlar üzerindeki baskıcı tutumunu sürdüren batı toplumlarında, bu ideal uyum pek mümkün olamamaktadır. ve bu ideal uyumu yani yüce aşkı yakalayanlar da toplum dışı kalırlar bu yüzden. hatta topluma karşı çıkıyor kabul edilirler çoğu kez. çünkü toplum yüce aşkın gerçekleşmesine karşıdır, yüce aşkı keşfeden, toplumun ve toplum değerlerinin dışında bir mutluluğun mümkün olduğunu keşfeder. onun için de insanlar, bu mutluluğu şairlerin ve sanatçıların sesiyle çağırırlar daha çok.

yıldırım aşkı deyimi, beklenilen kişiyle karşılaşmanın göz kamaştırıcı niteliğini ifade eder. bu yıldırım aşkı şuurlu olmayabilir de başlangıçta. yıldırım aşkı, bilinçli ya da bilinçsiz olarak içimizde geliştirmiş olduğumuz ideal sevgili modelinin birdenbire karşımıza çıkmasıdır. bu modelin ideal olması, insanın yarım yanını bütünlemesindedir. bilincimizde gelişmiş olan bu model çocukluğumuzdan alır kaynağını, ergenlik çağımızda şekillenir, genç kız ya da delikanlı, çoğu kez birbirine zıt eğilimlerin etkisi altında kalır. bu modelde hem anne ya da babanın oluşturduğu imaj, hem de gençliğimizin günlük yaşantısından izler bulunur."

26.10.2022

ateist ahlak

sevan nişanyan

ahlak normları şüphesiz insanlığın tecrübelerinden türer. zina -doğum kontrol yöntemlerinin yaygınlaştığı döneme dek- tüm toplumlarda ciddi bir suç/günah sayıldıysa elbette -en azından kısmen- haklı bir gerekçesi vardır diyeceğiz. ahlak normlarının

a) bir koda,

b) bir lidere,

c) bir cemaate endekslenmesidir tehlikeli olan. 

bir koda (kutsal kitaba/yasaya) bağlanan ahlak, birilerinin "ahlaksız" olarak tanımlanması sonucunu doğurur.

zulmün en korkuncu ve en beyinsizi, kendini ahlaklı sayanların "ahlaksız" diye damgaladıklarına yönelttiği zulümdür. insan yüreğinde zulmü bastıran ve yumuşatan tüm mekanizmalar, o noktada iflas eder. yanılmaz sayılan bir lidere veya grup aidiyetine bağlanan ahlak, "bizden" olmayanların ahlak nesnesi olamayacağı anlamına gelir. dolayısıyla onlara yapılacak her türlü zulmü ve alçaklığı meşrulaştırır. "biz" kardeşiz. o halde "onlar" (kâfirler, barbarlar, ziyonistler vb.) kahredilmeli.

müslümanlık, kitap-peygamber-cemaat üçlemesini aşamadığı sürece ancak ahlaksızlık ve zulüm doğurur. çağdaş bir ahlak teorisi ancak ateizm üzerine inşa edilebilir.

25.10.2022

mucize

ahmet hamdi tanpınar

insan için asıl saadet bu, anladın mı mümtaz? sonunu bile bile ve o sona rağmen, kendisini idrak etmek. basit bir jest değil mi?

kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturuyorum. adalelerimi yokluyorum. basit bir şey. fakat bütün ölüm çarkına rağmen kendimi ikrar ettim. varım, diyorum; fakat yarın olmayabilirim, yahut bir başkası, bir budala, bir bunak olabilirim. fakat şu dakikada varım. varız, anladın mı mümtaz?

varlığını sevebiliyor musun? uzviyetine dua edebiliyor musun? ey gözüm, ey boynum, ey kollarım, karanlık ve aydınlıklarım! size şükrediyorum, bu dakikanın sarayında, bu anın mucizesinde beraberce var olduğumuz için; sizinle bir andan öbürüne geçebildiğim için; anları birleştirip düz ve yekpare zaman kurabildiğim için.

benim şaşırdığım şey bir taraftan insanın ve manevi kıymetlerin etrafında ısrar ederken, öbür taraftan cemiyet içinde bir kalkınma işi ile uğraşmanız, her şeyin başında iş hayatının tanzimini istemenizdir.

biz bir taraftan bir medeniyet ve kültür buhranı içindeyiz; diğer taraftan bir iktisadi reforma ihtiyacımız var. iş hayatına açılmamız lazım. bunların birini öbürüne tercih edecek vaziyette değiliz. buna hakkımız da yok. insan birdir. çalıştıkça ve bir şey yarattıkça kendisini bulur, iş mesuliyeti, mesuliyet düşüncesi insanı doğurur.

o halde iş, kendi medeniyetini ve kültürünü de yapar; insanını yetiştirir demektir. bize sadece maddi hayatımızı tanzim etmek kalıyor.

ateş gibi, fakirlik insanı güzelleştirir ve asilleştirir; fakat sefalet hoyratlaştırır, ruhen sefil eder. insanda insanı öldürür. insanlık şerefi ancak muayyen bir refah içinde mümkündür. çalışmaya imkan verecek bir refah!

hayat, etrafında döneceği değerleri bulur; düşünce, etrafında yüzünü saadete çevirmiş bir cemaat görür, cemiyette bazı boş ferdî gayelerin yerine mesuliyet duygusu başlar.

niçin ruhi hayatımızın büyük bir kısmını bu hasret yapar? bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz? maddenin sükununun peşinde miyiz? yoksa zamanın çocuğu, onun potasında pişmiş bir terkip ve onun mazlumu olduğumuz için geçen ve kaybolan tarafımıza mı ağlıyoruz? hakikaten bir kemalin arkasından mı gidiyoruz? yoksa zalim zaman nizamından mı şikâyet ediyoruz?

24.10.2022

hürriyet

hegel: hürriyet, zaruretin şuuruna varmaktır.

william blake: hakikati söyle, bırak alçak senden uzaklaşsın.

vico: halkın sırtına bindiği için büyük görünür başbuğlar.

blanqui: kılıcı olanın ekmeği olur.

durkheim: eğer insanlığın ıstırabını dindirmeyecek, toplumun işine yaramayacaksa, sosyoloji bir saatlik zahmete değmez.

michelet: tarih kaderle hürriyet, maddeyle zekâ, insanla tabiat arasındaki savaştır.

andre gide: büyük dediğimiz kitaplar, klasik dediğimiz kitaplar, herkesin kendini okumuş farz ettiği, fakat kapağını dahi açmadığı kitaplardır.

montesquieu: tımarhanedekiler, dışardakiler kendilerini akıllı sansın diye içeri tıkılmış bedbahtlardır.

sighele: hapishaneler dışardakiler kendini namuslu sansın diye yapılmıştır.

napoleon: bir memlekette hem fakir hem zengin varsa o ülkede mutlaka bir din de olmalıdır."

jonathan swift: meyhane, çılgınlığın şişe ile satıldığı yerdir.

emerson: eğer kainat mahvolsa yalnız eflatun'un 'devlet'iyle yeni bir medeniyet kurabilirdik.

cenap şahabettin: yerinde sayanlar, yürüyenlerden çok patırtı eder.

sadi şirazi: dünyanın bütün toprakları bir damla kan dökülmesine değmez.

rabelais: tanıdığım en dürüst hakim, zar atarak idam veya beraata karar verirdi.

via cemil meriç

22.10.2022

raphaël

balzac

"işte, sevgili dostum émile, geleceğimi belirleyen düşüncelerimi yönlendiren ve beni genç yaşta toplumun en alt tabakalarına iten olaylar böyle gelişti." dedi raphaël konuşmasına bir süre ara verdikten sonra.

"kapılarını henüz horgörü ve kayıtsızlıkla yüzüme kapamasalar da, nüfuzlu ve savurgan kişilere hamilik yapan, gururumun gitmeyi yasakladığı zengin ve yakın ilişkiler içinde olmadığımız akrabalarım vardı. hiç durmadan engellenen benliğim sonunda içine kapanmıştı. içten ve doğal olmama rağmen, soğuk ve kapılarını kimseye açmayan biri olarak görünmem gerekiyordu.

babamın despotluğu kendime olan tüm güvenimi yitirmeme yol açmıştı; çekingen ve beceriksizdim, sesimi kimsenin duymayacağına inanıyor, kendimden hoşlanmıyor, çevremi utangaç bakışlarla süzüyordum. yetenekli insanları savaşımlarında teşvik etmek için, 'cesaret! yoluna devam et!' diye haykıran iç sesime, yalnızlığımın içinde gücümün ani ayaklanışlarına, herkeste hayranlık uyandıran yeni yapıtlarla, zihnimde uçuşanları kıyasladığımda, içimde doğan umuda rağmen, bir çocuk gibi kendime güvenemiyordum.

büyük bir tutkunun kurbanıydım, büyük işler başaracağımı düşünüyor ama kendimi hiçliğin içinde buluyordum. insan sıcağına ihtiyacım olsa da, hiç dostum yoktu. kendime bir yol çizmek istiyor ama ürkek ve utangaç ruh halimle kendimi yalnız hissediyordum. babam tarafından toplumsal girdabın içine itildiğim yıl, yenilenen yüreğimde bazı kıpırdanmalar başlamıştı. tüm delikanlılar gibi içten içe ateşli aşkların özlemini duyuyordum.

yaşıtım gençler arasında, burunları havada yürüyen, boş sözler eden, içimi titreten kadınların yanında hiç aldırmadan oturan, densizlikler yapan, bastonların ucunu kaldıran, en güzel kadınların yastıklarına başlarını koyduklarını iddia eden, kendilerine, basit bir sözcükle, kendinden emin bir hareketle, küstah bir bakışla en erdemli kadınları bile elde edebilecekleri havasını veren bir grup vardı.

sana içtenlikle şunu söyleyebilirim ki, gücü elinde bulundurmak ya da ünlü bir edebi şahsiyetle dost olmak, bana üst sınıftan, genç, nüktedan ve kibar bir hanımefendi ile ilişki kurmaktan daha kolay geliyordu. yüreğimin, duygularımın sarsıntılarının toplumun değerleriyle uyum içinde olmadığını fark ediyordum. yürekliydim ama bu özelliğim sadece sözde kalıyor, dışarıya yansımıyordu.

çok sonraları, kadınların sevgilerini açıkça belli eden erkeklere itibar etmediklerini öğrendim; uzaktan hayranlıkla izlediğim ve yüreğimi sonuna kadar açacağım, onun için fedakârlıkları, işkenceleri göze alacağım pek çok kadının, yüzlerine bile bakmayacağım ahmaklarla birlikte olduğunu gördüm.

bilmem kaç kez, zihnimde kurguladığım bir baloda, varlığımı sonsuz okşayışlara adayarak, tüm umutlarımı bir bakışa bağlayarak, sahte sevgilerin üzerine giden bir delikanlının esrikliğinde aşkımı sunarak, hayallerimin kadınını sessiz ve hareketsiz bir şekilde izliyordum.

bazen tek bir gece için hayatımı verebilirdim. böylece, tutkulu sözcüklerimi dinleyecek bir kulak, bakışlarıma karşılık verecek bir bakış, benim için atacak bir yürek bulamadan, kâh çekingenlik ya da fırsatları değerlendirememek, kâh deneyimsizlik yüzünden kendi kendini yiyip bitiren güçsüz bir enerjinin ıstırabını çektim. belki de kendini anlatamamanın ya da anlaşılamamanın sıkıntısıyla ürperdim.

yine de, içimde bana yöneltilecek kibar bir bakışa karşılık verecek şiddette fırtınalar kopuyordu. bu bakışa ya da vaatler sunarmış gibi görünen sevgi dolu sözcüklere karşı aşırı duyarlı olmama rağmen, zamanında konuşmayı ya da susmayı beceremedim. duygularımı dışa vurmaya çalışırken sözcüklerim anlamsız, suskunluğum aptalca kaçıyordu.

hiç kuşku yok ki, parıltılı ışıklar altında yapmacık bir dünyada yaşayan, düşüncelerini uygun cümleler ya da modanın dayattığı sözcüklerle ifade eden bir toplum için fazlasıyla saftım. ayrıca konuşurken susulacak zamanı, susarken konuşulacak zamanı bilmiyordum.

nihayet, kadınların karşılaşmayı arzu ettikleri, ateşliliğine hasret kaldıkları bir yürekle, ahmakların sahip olduklarını sanarak övündükleri sevme kararlılığıyla, içimi kavuran ateşi kendime saklayarak, kadınları sinsi, acımasız yaratıklar olarak görmeye başladım. bu durumu kabullenip, burnu havadakiler zaferlerini kutlarken yalan söylediklerinde, kuşkulanmadan onları hayranlıkla izledim.

hiç şüphesiz, sözde bir aşkı, ihtişamla tatmin olmak, gösterişle sarhoş olmak isteyen uçarı ve hafifmeşrep bir kadınla yaşamayı, yüreğimdeki fırtınalı tutkuları böylece tatmin etmeyi arzulamakla hata ettim.

ah! aşk için, bir kadını mutlu etmek için doğmak ama yürekli ve soylu bir marceline ya da ihtiyar bir markizle bile birlikte olamamak! heybende hazineler taşımak ve onu hayranlıkla izleyecek meraklı bir çocuk, bir genç kız bulamamak. umutsuzluk sıklıkla hayatıma son vermeyi düşündürüyor.

ama artık bu bahtsızlıkları renklendiren ışık onlara yeni bir görünüm kazandırıyor. olayların, bir zamanlar felaket olarak kabullendiğim gidişatı belki de artık gurur duyabileceğim güzel yetenekler kazanmamı sağladı.

yedi yaşımdan hayata atıldığım güne kadar tüm zamanımı dolduran felsefeye olan merakım, yoğun çalışmalarım ve okuma aşkım, düşüncelerimi belli bir konu üzerinde kolayca yoğunlaştırmamı ve bilginin uçsuz bucaksız enginliğinde önde gitmemi sağlamadı mı? mahkum olduğum yalnızlık, duygularımı bastırma alışkanlığım ve yüreğimin derinliklerinde yaşamam, bana düşünme ve mukayese etme gücünü kazandırmadı mı? en güzel ruhu yıpratıp paçavraya çeviren dünyevi tahribatın ortasında kaybolmadığım için, duyarlılığım tutkunun istediğinden daha üstün, mükemmelleşmiş bir iradeye sahip olmamı sağlamadı mı?

kadınların değerimi anlamamasının, onları önemsenmeyen aşkın etkisiyle daha nesnel bir şekilde gözlemlememe neden olduğunu hatırlıyorum. şimdi içten kişiliğimin pek de rağbet görmediğini anlıyorum. kadınlar belki de biraz ikiyüzlülükten hoşlanıyorlar. ben aynı anda, hem erkek hem çocuk, hem boş kafalı hem düşünür ve sıklıkla onlar gibi hem önyargılı hem de boş inançlı olabiliyorum. saflığımı hayasızlık, iyi niyetli düşüncelerimi hovardalık olarak yorumlayamazlar mı?

bilim, kadınsı kararsızlık ve zafiyet onlara sıkıcı gelir. şairlerin, hayal güçlerinin aşırı hareketli oluşundan kaynaklanan bahtsızlığı, hiç şüphe yok ki beni düşünceleri her an değişen, kararsız ve âşık olmak için uygun olmayan biri gibi gösteriyor. sustuğumda aptal gibi görünüyorum ve neşelendirmeyi denediğimde onları ürkütüyorum; böylece kadınlar beni mahkum ediyor.

herkesin vardığı bu yargıyı gözyaşları ve kederle kabullendim. bu keder meyvesini verdi. toplumdan intikam almak, zekâmı kullanarak tüm kadınların yüreğini hoplatmak ve ismim bir salonun kapısında anons edildiğinde tüm bakışların üzerimde toplanmasını sağlamak istedim.

büyük bir adam olmak üzere yetiştirilmiştim. çocukluğumdan beri, alnıma vura vura andré de chénier gibi, -'bunda bir iş var! ifade etmem gereken bir düşünce, kurmam gereken bir sistem, açıklamam gereken bilgiler var.' derdim.

ah sevgili dostum émile! bugün neredeyse yirmi altı yaşındayım ve tanınmamış, düşlediği kadınla birlikte olamamış biri olarak öleceğimden eminim. bırak sana çılgınlıklarımı anlatayım. hepimiz arzularımızı gerçekler gibi kabullenmez miyiz? rüyalarında taçlar örmeyen, yükselişin basamaklarını inşa etmeyen, gösterişli metresleri olmayan genç bir dostum olsun istemezdim.

ben! sıklıkla kendimi general, imparator, lord byron, sonra da bir hiç olarak gördüm. insanoğlunun ulaşacağı doruklarda gezindiğimi sandıktan sonra, dağları, aşmam gereken zorlukları fark ediyordum. içimde kaynayan öz saygım, karşılaştığım zorluklar karşısında, yününü çalılıkların dikenine kolayca kaptıran bir koyun gibi, ruhumun paramparça olmasına izin vermediğimde olağanüstü bir güce dönüşen kadere olan ulvi inancım ayakta kalmamı sağladı.

bir gün, şana şöhrete kavuşup, hayalimdeki metrese sahip olmak için bir köşeye çekilip sessizliğin içinde çalışmaya karar verdim. tüm kadınlar tek bir kadında bütünleşiyordu ve onun bakışlarıma karşılık verecek ilk kadın olacağına inanıyordum; ama her birinin içinde bir kraliçenin var olduğunu görünce, tıpkı âşıklarına doğru ilerleyen kraliçeler gibi karşıma çekingen, muhtaç, yoksunluklar çeken bir halde gelmesi gerektiğine karar verdim.

ah! yüreğimde, beğendiğim, ömür boyu tapacağım kadına aşk kadar minnet dolu duygulara da yer vardı. daha sonraki deneyimlerim bana acımasız gerçekleri öğretti. işte sevgili émile, böylece sonsuza dek yalnız yaşamayı göze alıyordum. 

kadınlar, düşüncelerindeki hangi eğilimden kaynaklandığını bilemediğim bir nedenle, yetenekli bir adamda yalnızca kusurlarını, bir ahmakta ise iyi yanlarını görmeye alışmışlardı. kusurlarını fark edemeyip kendilerini sürekli pohpohlayan ahmaklara karşı büyük bir sempati besliyorlardı. oysa zeki bir adam hatalarını telafi etmeleri konusunda onlara fazla yardımcı olmayacaktı.

deha, hiçbir kadının sıkıntılarını tek başına paylaşmak istemeyeceği kronik bir ateşli hastalığa benzer. hepsi âşıklarında doyumsuzluklarını tatmin edebilecek özellikler görmek ister. işte bizde sevdikleri yan bu!

yoksul, gururlu, yaratıcı bir sanatçı yaralayıcı bir egoizme sahip değil midir? etrafında bilmem hangi düşüncenin, her şeyi hatta metresini bile sürüklediği bir düşünce kasırgası vardır. pohpohlanmak isteyen bir kadın böyle bir adamın aşkına karşılık verebilir mi? bu âşığın kendini bir divana bırakıp kadınların sevdiği aşk oyunlarına harcayacağı zamanı yoktur, işte ahmakların kadınlar konusundaki başarısı bundan kaynaklanmaktadır. başını işinden kaldıramayan sanatçı, zamanını böyle sıradan sevgi gösterilerine harcayabilir mi? bir sözü için canımı vermeye hazır olsam da, bu tür oyunlara ben de katlanamazdım.

solgun ve kırıtkan bir kadının para işlerini yürüten bir simsarın portföyünde, bir sanatçıya tiksinti verecek bu tür soysuzluklara yer vardır. soyut bir aşk yoksul ve soylu yürekli bir adama yetmez, eşinden tüm fedakârlıkları ister. hayatlarını kaşmirleri denemek ya da gardıroplarını modaya uygun giysilerle doldurmakla geçiren kadınlar aşkta itaatin değil hükmetmenin zevkini çıkarmak isterler. 

yürekten seven gerçek bir kadın, hayatını, gücünü, mutluluğunu bağlı olduğu adama adar. güçlü erkeklere, tek düşüncesi eşinin ihtiyaçlarını karşılamak olan doğulu kadınlar gerekir; çünkü onlar için eşlerinin arzularını yerine getirememek felaketlerin en büyüğüdür. kendimi bir deha sanan ben, kesinlikle bu minik metresçikleri tercih ediyordum!

geçerliliğini yitirmiş hazineler, zihnimde henüz ne özümseyip ne tasnif edebildiğim, dahası içselleştiremediğim bilgiler ve gökyüzüne merdivensiz çıkma iddiasıyla, o güne dek kabullendiğim düşüncelerin tam tersini benimseyip, annesiz, babasız, dostsuz bir halde, herkesi düşman gibi gördüğüm o ürkütücü, kaldırımlı, kalabalıklarla dolu korkunç çölde aldığım karar çılgınca görünse de doğaldı. gerçekleştirilmesi imkânsız gibi görünenleri içerdiği için bana cesaret veriyordu. kendi kendime oynadığım bir kumara benziyordu.

planım şöyleydi: bin yüz frankın, herkesin dikkatini üzerine çekeceğim ve bana para kazandırıp isim yapmamı sağlayacak bir yapıt ortaya koyana kadar yetmesi gerekiyordu. bir tebai keşişi gibi yalnızca ekmek ve sütle beslenmeyi düşünmek, bu gürültülü paris'in ortasında krizalitler gibi parlak ve görkemli bir kimlikle yeniden doğmak üzere bir mezar kazarcasına sessiz bir mekânda kitaplara ve düşüncelere gömülmeyi hayal etmek bana mutluluk veriyordu. yaşamak için ölümü göze alacaktım. üç yüz altmış beş frankın, yoksul bir yaşam sürdürerek, yalnızca en acil gereksinimlerimi karşılayacağım bir yıl boyunca bana yetmesi gerekiyordu. gerçekten de, bir manastır rahibinin disiplinli yaşamını sürdürerek bu düşük meblağ ile geçinebilmeyi başardım.

yakından bakıldığında, toplum, alışkanlıklarımız, geleneklerimiz bana masum inancımın tehlikesini ve bu ateşli çabaların gereksizliğini anlatmaya çalışıyordu. bu sıkıntılar tutkulu insanlar için gereksizdi. başarının peşinde koşanın yükü hafif olmalıydı. üstün kişiliklerin hatası gençlik yıllarını başarıyı hak ettiklerini kanıtlamak için harcamaktı. oysa yoksun insanlar ellerinden kaçan bir gücün ağırlığını kolayca taşıyabilmek için kudretlerini ve bilgilerini biriktiriyorlardı. düşünceden yoksun, ağzı kalabalık entrikacılar gidip gelip ahmakları şaşırtıyor, yarı ahmakların güvenini kazanıyorlardı.

birileri çalışıyor, diğerleri ilerliyordu, birileri mütevazı, diğerleri cüretkârdı. üstün yetenekli kişi gururu nedeniyle suskun kalırken, entrikacı, niteliklerini sıralamaktan geri kalmıyordu. sözde güç sahibi kişi hazırlop bir itibara, küstah bir yeteneğe ihtiyaç duyarken; gerçek bilge, çocuksu düşler içinde insani armağanlarla ödüllendirileceğini umut eder."

michel houellebecq: raphaël