ernesto sabato: hiç kimse kendisini darağacına götüren arabada uyumaz.
cicero: kendisine cezasızlık ve herkesçe bilinmeme imkanı tanındığında haksızlık yapmaktan çekinecek çok az insan bulunur.
boethius: seni güzel gösteren kendi doğan değil, sana bakan gözlerin kusurlu görüşüdür.
henrik ibsen: yaşam sanatı, bir çeşit sürüngenin kulağa kaçmasını önlemekten başka bir şey değildir.
louis-ferdinand celine: ev sahibi dediğin bok üstü boktur, o kadar.
jean-paul sartre: ezilenler arasında din adamı yoktur. din adamları ezen sınıf ya da ırkların asalağıdırlar.
kurt vonnegut: merak, sağlıklı bir aklın daimi ve değişmez özelliklerinden biridir.
alain de botton: statü endişesi, başarılı bir yaşamla başarısız bir yaşam arasındaki farkı idrak ettiğimiz zaman ödediğimiz bedeldir.
melih cevdet anday: insanın insana koşması, yarattığı en yüce gücüdür insanoğlunun.
salman rushdie: insanlarımız lanetlenmiş. yoksuluz, cahiliz ve öğrenmeyi sonuna kadar reddediyoruz.
andre maurois: şöyle böyle giden bir aşk zordur ama yürümeyen bir aşk cehennemdir.
pascal: başkalarının fikirlerine göre yaşarız. hayali bir hayat yaşar ve bu amaca uygun görüntüler yaratırız. yine de güzelliğin peşinde koşarken ve bu imgesel varlığı korurken sahici olan her şeyi savsaklarız.
31.08.2014
30.08.2014
kızılöz
fakir baykurt
bir ara caminin önünde vali beyimiz dedi ki, "genel meclis'e önerelim de, köyün adı değişsin. kızılöz çok kötü!" ne diyeceğimi şaşırdım. "vali beyimiz, çok affedersin ama, kızılöz bu köyün kadim adıdır. belkim atamız adem'den kalmadır. değişir mi?" tilki gibi kıstı gözlerini: "değişir, değişir!" dedi. ataların günü başka, şimdi başka. kızıl'ın anlamı kötüdür. kötü dedim mi, orda dur! güzel bir ad buluruz yerine. zaten de, güzel bir köy. daha da güzel olacak. güzelöz deriz mesela; kızıl'ı değişir, öz'ü kalır."
kaymakam efendimiz geldi. dedi: "kızılöz köyünün adı değişti. il meclisi karar aldı; güzelöz oldu. yakışanı da budur!" böylece bizim "kızılöz", "güzelöz" oldu.
bir ara caminin önünde vali beyimiz dedi ki, "genel meclis'e önerelim de, köyün adı değişsin. kızılöz çok kötü!" ne diyeceğimi şaşırdım. "vali beyimiz, çok affedersin ama, kızılöz bu köyün kadim adıdır. belkim atamız adem'den kalmadır. değişir mi?" tilki gibi kıstı gözlerini: "değişir, değişir!" dedi. ataların günü başka, şimdi başka. kızıl'ın anlamı kötüdür. kötü dedim mi, orda dur! güzel bir ad buluruz yerine. zaten de, güzel bir köy. daha da güzel olacak. güzelöz deriz mesela; kızıl'ı değişir, öz'ü kalır."
kaymakam efendimiz geldi. dedi: "kızılöz köyünün adı değişti. il meclisi karar aldı; güzelöz oldu. yakışanı da budur!" böylece bizim "kızılöz", "güzelöz" oldu.
28.08.2014
öğle uykusundan uyanırken
melih cevdet anday
öğle uykusundan uyanırken deniz yükselirdi, bilirdim, hep gün o saatte yükselirdi. kendimi büyümüş bulurdum. birbiri arkasına uyanırdım. koştuğumu anlamadan. cilalı taş ormanları içinden geçerdim. düş, doğaya dönüşürdü. yoksa hangi çiçek büyüyebilir ki! uykunun çiçekli perdesi duvara vurmuştu ama o sabırsız, damıtık, büyü bilmez ışık, imgelemin bütün haritasını parça parça ediyordu. her uyanışında dünyayı baştan yaratan çocuğu tanrı korusun! parçaları toplamaya başladım ağır ağır.
bellek bir kalıtımdır. öç duygusu kişiliğin kanıdır. duvar ancak düşle aşılabilir. araf hem inançsızlığımızın, hem de korkaklığımızın imidir; insan, cennetle cehennemden başka bir şey daha olsun istemiştir. ağırlık, ölümün yaşlanmasıdır. öz niteliklerin tümü tedirgindir. ne geceden günü, ne de günden geceyi çıkarabildim. ama tanrı'ya hiç özenmedim. bunca acıyı nasıl barındırdım. kaç kez bulamadım kendimi. şiir, baş dönmesinden başka nedir ki!
nice düşüncemi bulutlar gibi rüzgara bıraktım. tümü eksiktir bu yüzden. ruh, yalnızlığın akrebidir. yalnız olan, gerçekte yalnız değildir, saldırıya uğramış bir insandır. çünkü akıl, doğar doğmaz ölen bir böcektir. delilik bu böceği her gün yeniden dünyaya getirir. bir gerçeğin düşünü sonsuzca görmek, gerçeği yadsımaktan başka anlama gelmez. ben hem ölüm, hem yaşam olmak isterdim hep. gerçekte uyanmak, bize dinlenelim diye verilmiştir. yoksa düşlerin ağırlığı altında beyin çarçabuk tükenir. ölüm uyumaksa, büyük bir işkence demektir. cehennem uyumaktır.
doğada giz yoktur. kuşlara bakın, konacak yeri çok ararlar. rüzgarın bir tüneği olmaması bundandır. delilik bugün saygın bir hastalıktır. saçmayı yalnız deliler bilir. insanın öyle günleri olur ki, bir ses duyar, duyduğuna inanmaz; bir şeye basıyorum sanarak atlar; oysa üstüne basacağı bir şey yoktu; bir geminin uzaklaştığını sanır; oysa kendi de içindedir; güçsüzlük duyar; oysa bütün güç ayaklarının altındadır; karmaşık sandığı basit, basit sandığı karmaşıktır; yitirdiğini kazanır, kazandığını yitirir; ölecek iken yaşar, yaşayacak iken ölür; konu yok iken söz bulur, sözü bulduğunda konuyu unutur. ama yaratan odur, kendini öldürür.
düşler de, anılar gibi eski duyumların tozlarıdır. çünkü gelecek ve şimdi birdir. "ruhum bütün dünyadadır." anlamak, yapabilmek demektir. yalnızlık, insanı güçlendirdiği ölçüde yararlıdır. bir kezlik varoluşu anlayana ne mutlu! öznel zaman her şeyi varoluş anları ile ölçer. bu anlar eşdeğerli değildir. gizil güç! insanı doğuran sensin.. yaşam sınırsızdır.
öğle uykusundan uyanırken deniz yükselirdi, bilirdim, hep gün o saatte yükselirdi. kendimi büyümüş bulurdum. birbiri arkasına uyanırdım. koştuğumu anlamadan. cilalı taş ormanları içinden geçerdim. düş, doğaya dönüşürdü. yoksa hangi çiçek büyüyebilir ki! uykunun çiçekli perdesi duvara vurmuştu ama o sabırsız, damıtık, büyü bilmez ışık, imgelemin bütün haritasını parça parça ediyordu. her uyanışında dünyayı baştan yaratan çocuğu tanrı korusun! parçaları toplamaya başladım ağır ağır.
bellek bir kalıtımdır. öç duygusu kişiliğin kanıdır. duvar ancak düşle aşılabilir. araf hem inançsızlığımızın, hem de korkaklığımızın imidir; insan, cennetle cehennemden başka bir şey daha olsun istemiştir. ağırlık, ölümün yaşlanmasıdır. öz niteliklerin tümü tedirgindir. ne geceden günü, ne de günden geceyi çıkarabildim. ama tanrı'ya hiç özenmedim. bunca acıyı nasıl barındırdım. kaç kez bulamadım kendimi. şiir, baş dönmesinden başka nedir ki!
nice düşüncemi bulutlar gibi rüzgara bıraktım. tümü eksiktir bu yüzden. ruh, yalnızlığın akrebidir. yalnız olan, gerçekte yalnız değildir, saldırıya uğramış bir insandır. çünkü akıl, doğar doğmaz ölen bir böcektir. delilik bu böceği her gün yeniden dünyaya getirir. bir gerçeğin düşünü sonsuzca görmek, gerçeği yadsımaktan başka anlama gelmez. ben hem ölüm, hem yaşam olmak isterdim hep. gerçekte uyanmak, bize dinlenelim diye verilmiştir. yoksa düşlerin ağırlığı altında beyin çarçabuk tükenir. ölüm uyumaksa, büyük bir işkence demektir. cehennem uyumaktır.
doğada giz yoktur. kuşlara bakın, konacak yeri çok ararlar. rüzgarın bir tüneği olmaması bundandır. delilik bugün saygın bir hastalıktır. saçmayı yalnız deliler bilir. insanın öyle günleri olur ki, bir ses duyar, duyduğuna inanmaz; bir şeye basıyorum sanarak atlar; oysa üstüne basacağı bir şey yoktu; bir geminin uzaklaştığını sanır; oysa kendi de içindedir; güçsüzlük duyar; oysa bütün güç ayaklarının altındadır; karmaşık sandığı basit, basit sandığı karmaşıktır; yitirdiğini kazanır, kazandığını yitirir; ölecek iken yaşar, yaşayacak iken ölür; konu yok iken söz bulur, sözü bulduğunda konuyu unutur. ama yaratan odur, kendini öldürür.
düşler de, anılar gibi eski duyumların tozlarıdır. çünkü gelecek ve şimdi birdir. "ruhum bütün dünyadadır." anlamak, yapabilmek demektir. yalnızlık, insanı güçlendirdiği ölçüde yararlıdır. bir kezlik varoluşu anlayana ne mutlu! öznel zaman her şeyi varoluş anları ile ölçer. bu anlar eşdeğerli değildir. gizil güç! insanı doğuran sensin.. yaşam sınırsızdır.
26.08.2014
suskunlar
ihsan oktay anar
voyvoda yolunu diklemesine kesip ta küçük kule kapısı'na kadar giden o upuzun taş merdiveni tırmanmaya başlayan eflatun, çağrının bu yol üzerinde bir yerden geldiğinden emin gibiydi. ama kendisine seslenenler, başlarında kırmızı tunus fesleri, hem aşk hem de fiyaka olsun diye göğüslerine dövdürdükleri kadın isimleri, sine perçemleri ve kuşaklarında kulaklı yatağanları ile bu yolda nedense bir aşağı bir yukarı, avare avare yürürken birbirlerine ağalık taslayan, kavga gürültü çıkarmaya adeta yeminli şu bıçkınlar ve kopuklar olamazdı. havanın iyice kararmaya başladığı o saatte, bu tür bitirimlerden sakınarak, çevresine bakına bakına basamakları çıkan eflatun bu yoldaki bazı evlerin kapı üstlerine, ne hikmetse, kırmızı fener asılı olduğunu gördü. bu evlerden tambur, def dümbelek ve çalgı çağanak sesleri geliyor, şuh kadın kahkahaları erkek naralarına karışıyordu. galiba burası pek tekin bir yer değildi. üstelik bazı hanımlar da sokaktaydı. hatta telli pullu, gözlerine sürme ve kaşlarına rastık çekmiş bu kadınlardan biri, ayaklarında demir pabuçlar, boynuna nefir ve omzuna da çıkın asmış, eli asalı ihtiyar bir dervişin kolundan çekiştire çekiştire, "baba! baba! gel içeri! sana bedava!" diye bağırıyor, yüzü bu davet karşısında kızaran ihtiyar derviş de, "la havle ve la kuvvete illa billahil aliyyül azim! o nasıl söz kızım!" diye bu hanımdan kurtulmaya çalışıyordu.
işte bu evlerden birinin kapısı açıldı ve dışarıya, suratı kıpkırmızı, merhemle burulup uçları dik tutulması gereken gür bıyığı lif lif, tel tel dağılmış, başındaki kalafatın rengine bakılırsa küçük rütbeli olması gereken bir yeniçeri zabiti çıktı. arkasından ışık sızan kapıda, biri yaşlı diğeri ise nispeten daha genç iki de güzelce hanım vardı. kaşlarına rastık ve gözlerine de sürme çeken bu kadınlar, fettan fıngırdak halleriyle, kırıta kikirdeye yeniçeriyi uğurluyorlardı. yeniçeri bir ara eflatun'u süzer gibi olunca delikanlı olduğu yerde kalakaldı ve bu adama bakmaya başladı. bu elbette büyük bir hataydı. eflatun'un gözlerini üzerinde hisseden yeniçeri sinirlenerek delikanlıya bağırdı:
"ne var? ne bakıyorsun öyle dik dik? belanı mı arıyorsun?"
eflatun ise çekine çekine, "hiç olur mu öyle şey efendim?" diye cevap verdi. "kulaklarım yalan söylemiyorsa bana seslenen sizsiniz. yanınıza yaklaşıp bir hacetiniz, bir emriniz mi var diye soracaktım. ama yenge ile konuşuyordunuz. bu yüzden rahatsız etmek istemedim. üstelik valideniz de kapıdaydı. neşeleri bol olsun! gelen kahkahalara bakılırsa evde de galiba kerimeleriniz var. belki de kına gecesi yapmaktalar. namuslu bir koca ve bunca kızı yetiştirmiş bir baba olan size, saygıda kusur ettiysem lütfen affediniz!"
öfkeden kuduracak gibi olan yeniçeri, "bre gavat! aba altından baba ölçen bu aşifteleri nasıl olur da benim akrabam sayarsın!" diye bağırıp eflatun'un suratına okkalı bir şaplak çarparken, kadınlar da adamın bu sözlerine bozulmuş olacaklar ki, "aşk olsun! biz aşifte miyiz ayol?" diye söyleniyorlardı.
bazıları var ki buraya gelir ve huzur bulur; yine bazıları var ki buraya gelir ve bizler onda huzuru buluruz.
hiç kimseye 'kötüdür' deme. aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.
eflatun kudümün ne olduğunu biliyordu. ama diğer sazın sesi onu hayrete düşürmüştü. bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufulevi vüsafası olan ehl-i vukuf füsunkarların bezediği o vasi füseyfisada raks ve vüsub eden vüsema gibi birer ufkuhe idiler. ama füsus ki, üflendikçe gönüllerdeki menhus ufunetin uful olduğu, bu fuyuz dolu, tabii bir vus ve vüs'at taşıyan nefesler, hangi yusuf-ı kalbiden nasıl hasıl olur diye sanki, fusul-ı erbaa teessüf ediyordu. üflenenler adeta, şems'in uful ettiği ufka gönderilen canlardan ibaret bir demet vufud idiler.
kalabalık az sonra galata mevlevihanesi'nin avlusunu tıklım tıklım doldurmuştu. cenaze buradaki bir hazirede, "suskunlar" diye anılan küçük kabristanda toprağa verilecekti.
neyzen ibrahim dede gülümseyerek, "kin şeytanın kahkahasıdır." dedi. "bu duygu seni yoldan çıkarmış. tekrar bize katılıp bu duygudan arınmaya ne dersin?"
derviş, "sevsinler!" dedi. "yamak, aşçı olmak ister. aşçı, aşçıbaşı olmak, şakirt de katip olmak, katip ise paşa olmak ister. paşaların istediği de vezir olmaktır. kısacası herkesin istediği, bir şey olmak, olabilmek! sizler de güya pişmek ve olmak istiyorsunuz. aslında kendinizden başkasını kurtarmak peşinde değilsiniz. sadece kendi ruhunuzu temizleyecek kadar da bencilsiniz. yazıklar olsun size! ruhunuzu kirletmemek için, taşın altına elinizi sokamayacak kadar da korkaksınız. kinin ve nefretin ne olduğunu siz nederen bileceksiniz! bu dergahta kötülüklerden uzak yaşıyorsunuz. padişah tarafından korunup kollanıyorsunuz. üstüne üstlük bir de saygı görüyorsunuz. hal böyleyken sizlere kim kötülük yapmaya cesaret edebilir ki! en önemlisi, sizin hiçbir yaranız yok! ya benim yaralarım? işte!"
başlangıçta sükut var idi. ve her yer karanlık idi. ve yaradan yegah makamında terennüm eyledi.
kusur, benim imzamdır. bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.
çirkin bir şeyi güzel yapmak mümkündür ama, mükemmel bir şeyi güzel kılmak çok daha zahmetli bir iştir.
kanundur bu: nihai hakikati bir kez görünce, kişi kör olur. çünkü artık başka bir şeye bakmasına hacet kalmaz. yedi iklim dört bucağı dolaşarak nice garaibe şahit olmuş ve bir asra yakın ömür sürmüş cümle maceraperestin gördüğü şeylerin yekununun bin katının bile, bizim gökte gördüğümüz mucize yanında esamesi okunmaz.
gözün vazifesi sadece görmek değil, hakikati görmektir. hakikati gören bir göz, artık başka bir şeyi göremez.
ney-i şerifinizle bu güne kadar üflediğiniz her şey, kusurlu olduğu için kusursuzdu. ama şimdi üflediğiniz, kusursuz olduğu için kusurlu!
insanın alçaldıkça yükseleceğine veya yükseldikçe alçalacağına inanmıyorum! şairane bir söz bu. keşke şairin bu sözü edebi olduğu kadar doğru da olsaydı. ama bir söz, güzeldir diye doğru kabul edilemez. güzel söz başka, doğru söz başka! ben doğruyu söylemeyi tercih ederim; her ne kadar vezinli kafiyeli olmasa da. bana göre insanlar, alçaldıkça alçalır ve yükseldikçe yükselir. ben yükselenlerdenim!
yüzünden iyilik akan birinin, daima sahtekarın teki olduğuna inanırdı.
her musiki, sesin değil de, aslında sessizliğin bir taklidi.
musiki sessizliğe ne kadar yakınsa, o kadar da mükemmel olur.
bu şehirde saygın olmak için ya paraya, ya nüfuza ya da ilme sahip olmak gerektiğini anlamıştı. ama ilim, bu dünya hakkında değil de, asıl ahiret hakkında olduğu zaman geçer akçeydi.
kahin, görebilen tek gözüyle aynaya baktı ve eflatun'u gördü. bu efendi, sessizliği sessizce dinleyerek, galata mevlevihanesi'nin mutfak-ı şerifindeki dibekte kahve dövme işini bırakmadı ve hiçbir zaman da bir mevlevi dedesi olmadı. bu onun, olduğu kişi olmaya devam edeceği anlamına geliyordu. seneler sonra kalbi durduğunda, defnedileceği yer de belliydi: dergahtaki suskunlar haziresi.
gözlerinin ona gösterdiği yegane şey, o uçsuz bucaksız karanlıktı. tıpkı sessizliği dinleyen eflatun gibi, kahin de sustu. belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu.
voyvoda yolunu diklemesine kesip ta küçük kule kapısı'na kadar giden o upuzun taş merdiveni tırmanmaya başlayan eflatun, çağrının bu yol üzerinde bir yerden geldiğinden emin gibiydi. ama kendisine seslenenler, başlarında kırmızı tunus fesleri, hem aşk hem de fiyaka olsun diye göğüslerine dövdürdükleri kadın isimleri, sine perçemleri ve kuşaklarında kulaklı yatağanları ile bu yolda nedense bir aşağı bir yukarı, avare avare yürürken birbirlerine ağalık taslayan, kavga gürültü çıkarmaya adeta yeminli şu bıçkınlar ve kopuklar olamazdı. havanın iyice kararmaya başladığı o saatte, bu tür bitirimlerden sakınarak, çevresine bakına bakına basamakları çıkan eflatun bu yoldaki bazı evlerin kapı üstlerine, ne hikmetse, kırmızı fener asılı olduğunu gördü. bu evlerden tambur, def dümbelek ve çalgı çağanak sesleri geliyor, şuh kadın kahkahaları erkek naralarına karışıyordu. galiba burası pek tekin bir yer değildi. üstelik bazı hanımlar da sokaktaydı. hatta telli pullu, gözlerine sürme ve kaşlarına rastık çekmiş bu kadınlardan biri, ayaklarında demir pabuçlar, boynuna nefir ve omzuna da çıkın asmış, eli asalı ihtiyar bir dervişin kolundan çekiştire çekiştire, "baba! baba! gel içeri! sana bedava!" diye bağırıyor, yüzü bu davet karşısında kızaran ihtiyar derviş de, "la havle ve la kuvvete illa billahil aliyyül azim! o nasıl söz kızım!" diye bu hanımdan kurtulmaya çalışıyordu.
işte bu evlerden birinin kapısı açıldı ve dışarıya, suratı kıpkırmızı, merhemle burulup uçları dik tutulması gereken gür bıyığı lif lif, tel tel dağılmış, başındaki kalafatın rengine bakılırsa küçük rütbeli olması gereken bir yeniçeri zabiti çıktı. arkasından ışık sızan kapıda, biri yaşlı diğeri ise nispeten daha genç iki de güzelce hanım vardı. kaşlarına rastık ve gözlerine de sürme çeken bu kadınlar, fettan fıngırdak halleriyle, kırıta kikirdeye yeniçeriyi uğurluyorlardı. yeniçeri bir ara eflatun'u süzer gibi olunca delikanlı olduğu yerde kalakaldı ve bu adama bakmaya başladı. bu elbette büyük bir hataydı. eflatun'un gözlerini üzerinde hisseden yeniçeri sinirlenerek delikanlıya bağırdı:
"ne var? ne bakıyorsun öyle dik dik? belanı mı arıyorsun?"
eflatun ise çekine çekine, "hiç olur mu öyle şey efendim?" diye cevap verdi. "kulaklarım yalan söylemiyorsa bana seslenen sizsiniz. yanınıza yaklaşıp bir hacetiniz, bir emriniz mi var diye soracaktım. ama yenge ile konuşuyordunuz. bu yüzden rahatsız etmek istemedim. üstelik valideniz de kapıdaydı. neşeleri bol olsun! gelen kahkahalara bakılırsa evde de galiba kerimeleriniz var. belki de kına gecesi yapmaktalar. namuslu bir koca ve bunca kızı yetiştirmiş bir baba olan size, saygıda kusur ettiysem lütfen affediniz!"
öfkeden kuduracak gibi olan yeniçeri, "bre gavat! aba altından baba ölçen bu aşifteleri nasıl olur da benim akrabam sayarsın!" diye bağırıp eflatun'un suratına okkalı bir şaplak çarparken, kadınlar da adamın bu sözlerine bozulmuş olacaklar ki, "aşk olsun! biz aşifte miyiz ayol?" diye söyleniyorlardı.
bazıları var ki buraya gelir ve huzur bulur; yine bazıları var ki buraya gelir ve bizler onda huzuru buluruz.
hiç kimseye 'kötüdür' deme. aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.
eflatun kudümün ne olduğunu biliyordu. ama diğer sazın sesi onu hayrete düşürmüştü. bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufulevi vüsafası olan ehl-i vukuf füsunkarların bezediği o vasi füseyfisada raks ve vüsub eden vüsema gibi birer ufkuhe idiler. ama füsus ki, üflendikçe gönüllerdeki menhus ufunetin uful olduğu, bu fuyuz dolu, tabii bir vus ve vüs'at taşıyan nefesler, hangi yusuf-ı kalbiden nasıl hasıl olur diye sanki, fusul-ı erbaa teessüf ediyordu. üflenenler adeta, şems'in uful ettiği ufka gönderilen canlardan ibaret bir demet vufud idiler.
kalabalık az sonra galata mevlevihanesi'nin avlusunu tıklım tıklım doldurmuştu. cenaze buradaki bir hazirede, "suskunlar" diye anılan küçük kabristanda toprağa verilecekti.
neyzen ibrahim dede gülümseyerek, "kin şeytanın kahkahasıdır." dedi. "bu duygu seni yoldan çıkarmış. tekrar bize katılıp bu duygudan arınmaya ne dersin?"
derviş, "sevsinler!" dedi. "yamak, aşçı olmak ister. aşçı, aşçıbaşı olmak, şakirt de katip olmak, katip ise paşa olmak ister. paşaların istediği de vezir olmaktır. kısacası herkesin istediği, bir şey olmak, olabilmek! sizler de güya pişmek ve olmak istiyorsunuz. aslında kendinizden başkasını kurtarmak peşinde değilsiniz. sadece kendi ruhunuzu temizleyecek kadar da bencilsiniz. yazıklar olsun size! ruhunuzu kirletmemek için, taşın altına elinizi sokamayacak kadar da korkaksınız. kinin ve nefretin ne olduğunu siz nederen bileceksiniz! bu dergahta kötülüklerden uzak yaşıyorsunuz. padişah tarafından korunup kollanıyorsunuz. üstüne üstlük bir de saygı görüyorsunuz. hal böyleyken sizlere kim kötülük yapmaya cesaret edebilir ki! en önemlisi, sizin hiçbir yaranız yok! ya benim yaralarım? işte!"
başlangıçta sükut var idi. ve her yer karanlık idi. ve yaradan yegah makamında terennüm eyledi.
kusur, benim imzamdır. bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.
çirkin bir şeyi güzel yapmak mümkündür ama, mükemmel bir şeyi güzel kılmak çok daha zahmetli bir iştir.
kanundur bu: nihai hakikati bir kez görünce, kişi kör olur. çünkü artık başka bir şeye bakmasına hacet kalmaz. yedi iklim dört bucağı dolaşarak nice garaibe şahit olmuş ve bir asra yakın ömür sürmüş cümle maceraperestin gördüğü şeylerin yekununun bin katının bile, bizim gökte gördüğümüz mucize yanında esamesi okunmaz.
gözün vazifesi sadece görmek değil, hakikati görmektir. hakikati gören bir göz, artık başka bir şeyi göremez.
ney-i şerifinizle bu güne kadar üflediğiniz her şey, kusurlu olduğu için kusursuzdu. ama şimdi üflediğiniz, kusursuz olduğu için kusurlu!
insanın alçaldıkça yükseleceğine veya yükseldikçe alçalacağına inanmıyorum! şairane bir söz bu. keşke şairin bu sözü edebi olduğu kadar doğru da olsaydı. ama bir söz, güzeldir diye doğru kabul edilemez. güzel söz başka, doğru söz başka! ben doğruyu söylemeyi tercih ederim; her ne kadar vezinli kafiyeli olmasa da. bana göre insanlar, alçaldıkça alçalır ve yükseldikçe yükselir. ben yükselenlerdenim!
yüzünden iyilik akan birinin, daima sahtekarın teki olduğuna inanırdı.
her musiki, sesin değil de, aslında sessizliğin bir taklidi.
musiki sessizliğe ne kadar yakınsa, o kadar da mükemmel olur.
bu şehirde saygın olmak için ya paraya, ya nüfuza ya da ilme sahip olmak gerektiğini anlamıştı. ama ilim, bu dünya hakkında değil de, asıl ahiret hakkında olduğu zaman geçer akçeydi.
kahin, görebilen tek gözüyle aynaya baktı ve eflatun'u gördü. bu efendi, sessizliği sessizce dinleyerek, galata mevlevihanesi'nin mutfak-ı şerifindeki dibekte kahve dövme işini bırakmadı ve hiçbir zaman da bir mevlevi dedesi olmadı. bu onun, olduğu kişi olmaya devam edeceği anlamına geliyordu. seneler sonra kalbi durduğunda, defnedileceği yer de belliydi: dergahtaki suskunlar haziresi.
gözlerinin ona gösterdiği yegane şey, o uçsuz bucaksız karanlıktı. tıpkı sessizliği dinleyen eflatun gibi, kahin de sustu. belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu.
24.08.2014
the beatles
peter wicke
beatles'ın kuruluş hikayesi liverpool'un allerton semtindeki quarry bank grammar school'da başlamıştı. okulun öğrencilerinden 15 yaşındaki john lennon, 1955 yılında okul arkadaşlarından oluşan quarrymen adlı bir dörtlü kurmuştu. çok basit çalgılarla müzik yapan bu tip gruplara "skiffle" deniyordu. elemanları ve ismi birçok kere değişen grup en sonunda yarı profesyonel bir şekil aldı ve 1960 yılından itibaren bodrum katlarındaki, britanya'ya özgü salaş kulüplerde müzik yapmaya başladı. ellili yıllardan kalma bu kulüpler gençler için bir sığınak görevi yapıyordu. o yıllarda gençlerin dükkan ve büroların alt katlarını kulüp haline getirmesi, dış dünyadan ayrı olması, toplumdaki çatışma potansiyelini düşürüyordu.
beatles'ı ilk defa 1962 yılında liverpool'daki cavern club'da dinleyen beatles grubunun menajeri georg martin kulübün atmosferini şöyle betimlemekte: "kulüp ağzına kadar tahta sıralarda oturan teenager'larla dolmuştu ve ortada dans edecek yer yoktu. duvarlardan sular sızıyordu. bunca rutubet varken, sahnede gençleri elektrik çarpmaması doğrusu bir mucizeydi. her taraf nemliydi ve her yerden sular damlıyordu. nemin ve terin karışımı duvarlarda su damlacıkları haline geliyordu."
beatles'ın kuruluş hikayesi liverpool'un allerton semtindeki quarry bank grammar school'da başlamıştı. okulun öğrencilerinden 15 yaşındaki john lennon, 1955 yılında okul arkadaşlarından oluşan quarrymen adlı bir dörtlü kurmuştu. çok basit çalgılarla müzik yapan bu tip gruplara "skiffle" deniyordu. elemanları ve ismi birçok kere değişen grup en sonunda yarı profesyonel bir şekil aldı ve 1960 yılından itibaren bodrum katlarındaki, britanya'ya özgü salaş kulüplerde müzik yapmaya başladı. ellili yıllardan kalma bu kulüpler gençler için bir sığınak görevi yapıyordu. o yıllarda gençlerin dükkan ve büroların alt katlarını kulüp haline getirmesi, dış dünyadan ayrı olması, toplumdaki çatışma potansiyelini düşürüyordu.
beatles'ı ilk defa 1962 yılında liverpool'daki cavern club'da dinleyen beatles grubunun menajeri georg martin kulübün atmosferini şöyle betimlemekte: "kulüp ağzına kadar tahta sıralarda oturan teenager'larla dolmuştu ve ortada dans edecek yer yoktu. duvarlardan sular sızıyordu. bunca rutubet varken, sahnede gençleri elektrik çarpmaması doğrusu bir mucizeydi. her taraf nemliydi ve her yerden sular damlıyordu. nemin ve terin karışımı duvarlarda su damlacıkları haline geliyordu."
22.08.2014
düello
heinrich von kleist
kuzey italya'da alp dağlarının eteklerinde, locarno'ya yakın bir yerde eskiden italyan bir markiye ait bir şatonun kalıntıları bugün bile st. gotthard yönünden gelindiğinde görülebilir. bir gün bu şatonun sahibesi kapısına dilenmek için gelen yaşlı ve hasta bir dilenci kadına acıyarak şatonun yüksek tavanlı ferah odalarından birinde yere biraz saman serdirdi ve orada yatmasına izin verdi. avdan döndüğünde silahını her zaman koyduğu yere bırakmak için rastlantı sonucu odaya giren marki öfkelenerek kadına yattığı köşeden kalkıp sobanın arkasında bir yere yatmasını emretti. kalkmaya çalışırken sopası cilalı zeminde kayan kadın düştü ve sırtı ciddi bir biçimde incindi. buna karşın zor zahmet ayağa kalkmayı başardı, binbir güçlükle olduğu yerden gösterilen yere geçti ve sobanın arkasına inleyerek yığıldıktan sonra son nefesini verdi.
birkaç yıl sonra savaş ve art arda kötü giden hasat yüzünden para sıkıntısına düşen markiyi floransalı bir şövalye ziyaret ederek güzel bir konumu olan şatoyu satın almak istedi. bu satışı gerçekleştirmek isteyen marki karısına yabancı için yukarıda anlatılan, boş duran, çok güzel ve görkemli döşenmiş odayı hazırlamasını söyledi; ama gece yarısı yabancı bembeyaz bir yüzle aşağıya inip karı kocaya odanın perili olduğunda ısrar edince ikisi de çok şaşırdı. yabancının dediğine göre, gözle görülemeyen bir şey sanki odanın köşesinde saman serili bir yerden kalkmış ve açıkça işitilen ayak sesleriyle odayı geçip inleyerek sobanın arkasında yere yığılmıştı.
neden bu kadar ürktüğünü kendi de çözemeyen marki, konuğunun korkusunu yapmacık bir gülüşle geçiştirmeye çalıştıktan sonra gecenin geri kalan saatlerini onunla birlikte odada geçirmeyi önerdi. ama şövalye markinin yatak odasındaki bir koltukta uyumasına izin verilmesini rica etti ve sabah olduğunda arabasını çağırıp oradan ayrıldı.
bu olay çevrede heyecan yarattı ve şatoyu satın almak isteyen birkaç kişinin vazgeçmesi markiyi çok öfkelendirdi; hizmetlileri bile gece yarısı o odada bir hayaletin yürüdüğünü söylemeye başladıktan sonra bu garip ve anlaşılmaz söylentilere son vermek için bir gece bu işi kendisi ele almaya karar verdi. tasarladığı gibi, akşam olduğunda yatağını oraya yaptırdı ve uyumadan gece yarısını vurduğunda duyduğu, açıklayamadığı sesler onu dehşete düşürdü; sanki biri yerden samanları hışırdatarak kalkmış, odanın bir tarafından öbür tarafına yürümüş ve sobanın arkasında ölmek üzereymiş gibi inleyerek yere yığılmıştı. ertesi sabah aşağıya indiğinde karısı markiz geceki araştırmasının nasıl geçtiğini sorduğunda ürkek bakışlarla çevresine baktıktan sonra kapıyı kapatıp sürgüledi ve söylentilerin doğru olduğunu söyledi. bunun üzerine markiz hayatında hiç korkmadığı kadar korktu, kocasından onun önünde olayı bir kez daha soğukkanlılıkla denemeden kimseye bir şey söylememesini rica etti. ama o gece hem onlar hem de yanlarına aldıkları sadık uşakları açıklaması olmayan, sanki bir hayalete ait aynı sesleri duydular. şatoyu ne olursa olsun bir an önce elden çıkarmak istedikleri için uşaklarının önünde onları saran dehşeti saklamayı başardılar ve olayı kesinlikle çözümlenecek önemsiz bir rastlantıya bağladılar. üçüncü günün akşamı bu işi çözmeye kararlı karı koca kalp çarpıntıları içinde bir kez daha yukarıdaki konuk odasına çıktılar. rastlantı sonucu evin bağlanmamış köpeğiyle odanın kapısında karşılaştılar ve nedenini fazla düşünmeden köpeği de odaya aldılar; belki de yanlarında üçüncü bir canlıya ihtiyaç duyuyorlardı. aşağı yukarı saat on birde ikisi de yatağın üzerine oturdular. masada iki mum yanıyordu, markiz giyinikti, marki de dolaptan çıkardığı kılıcını ve tabancalarını yanında hazır tutuyordu. konuşarak oyalanmaya çalışırken köpek odanın ortasında başını ayaklarının üzerine koyup uykuya daldı. gece yarısı ürkünç gürültüler yeniden başladı. elinde sopa olan göze görünmeyen biri odanın bir köşesinde ayağa kalkmıştı, saman hışırdıyor, tak tak diye ses çıkararak ilerleyen ayak sesleri duyuluyordu. ilk adımla uyanan köpek kulaklarını dikerek yerinden fırladı ve biri ona doğru geliyormuşçasına havlayıp hırlayarak sobaya doğru geri geri gitmeye başladı. o an saçları diken diken olan markiz odadan kaçtı. kocası çıldırmış gibi, "kim var orada?" diye haykırarak kılıcını havada dört bir yana salarken, kente gitmeye karar veren markiz arabasını çağırdı; ama henüz birkaç parça eşyasını toplayıp dişleri birbirine vurarak avlu kapısından çıkmadan şatonun alevler içinde kaldığını gördü. hayatından bezmiş olan marki korkudan kendini kaybetmiş, bir mum alıp her tarafı tahta kaplı odanın dört köşesini ateşe vermişti. karısı talihsiz adamı kurtarmaları için uşakları boş yere yolladı; çünkü ne yazık ki adamcağız çoktan perişan bir halde ölmüştü. çevredekilerin topladığı kemikleri bugün bile locarnolu dilenci kadına yatağından kalkmasını emrettiği odanın bir köşesinde duruyor.
kuzey italya'da alp dağlarının eteklerinde, locarno'ya yakın bir yerde eskiden italyan bir markiye ait bir şatonun kalıntıları bugün bile st. gotthard yönünden gelindiğinde görülebilir. bir gün bu şatonun sahibesi kapısına dilenmek için gelen yaşlı ve hasta bir dilenci kadına acıyarak şatonun yüksek tavanlı ferah odalarından birinde yere biraz saman serdirdi ve orada yatmasına izin verdi. avdan döndüğünde silahını her zaman koyduğu yere bırakmak için rastlantı sonucu odaya giren marki öfkelenerek kadına yattığı köşeden kalkıp sobanın arkasında bir yere yatmasını emretti. kalkmaya çalışırken sopası cilalı zeminde kayan kadın düştü ve sırtı ciddi bir biçimde incindi. buna karşın zor zahmet ayağa kalkmayı başardı, binbir güçlükle olduğu yerden gösterilen yere geçti ve sobanın arkasına inleyerek yığıldıktan sonra son nefesini verdi.
birkaç yıl sonra savaş ve art arda kötü giden hasat yüzünden para sıkıntısına düşen markiyi floransalı bir şövalye ziyaret ederek güzel bir konumu olan şatoyu satın almak istedi. bu satışı gerçekleştirmek isteyen marki karısına yabancı için yukarıda anlatılan, boş duran, çok güzel ve görkemli döşenmiş odayı hazırlamasını söyledi; ama gece yarısı yabancı bembeyaz bir yüzle aşağıya inip karı kocaya odanın perili olduğunda ısrar edince ikisi de çok şaşırdı. yabancının dediğine göre, gözle görülemeyen bir şey sanki odanın köşesinde saman serili bir yerden kalkmış ve açıkça işitilen ayak sesleriyle odayı geçip inleyerek sobanın arkasında yere yığılmıştı.
neden bu kadar ürktüğünü kendi de çözemeyen marki, konuğunun korkusunu yapmacık bir gülüşle geçiştirmeye çalıştıktan sonra gecenin geri kalan saatlerini onunla birlikte odada geçirmeyi önerdi. ama şövalye markinin yatak odasındaki bir koltukta uyumasına izin verilmesini rica etti ve sabah olduğunda arabasını çağırıp oradan ayrıldı.
bu olay çevrede heyecan yarattı ve şatoyu satın almak isteyen birkaç kişinin vazgeçmesi markiyi çok öfkelendirdi; hizmetlileri bile gece yarısı o odada bir hayaletin yürüdüğünü söylemeye başladıktan sonra bu garip ve anlaşılmaz söylentilere son vermek için bir gece bu işi kendisi ele almaya karar verdi. tasarladığı gibi, akşam olduğunda yatağını oraya yaptırdı ve uyumadan gece yarısını vurduğunda duyduğu, açıklayamadığı sesler onu dehşete düşürdü; sanki biri yerden samanları hışırdatarak kalkmış, odanın bir tarafından öbür tarafına yürümüş ve sobanın arkasında ölmek üzereymiş gibi inleyerek yere yığılmıştı. ertesi sabah aşağıya indiğinde karısı markiz geceki araştırmasının nasıl geçtiğini sorduğunda ürkek bakışlarla çevresine baktıktan sonra kapıyı kapatıp sürgüledi ve söylentilerin doğru olduğunu söyledi. bunun üzerine markiz hayatında hiç korkmadığı kadar korktu, kocasından onun önünde olayı bir kez daha soğukkanlılıkla denemeden kimseye bir şey söylememesini rica etti. ama o gece hem onlar hem de yanlarına aldıkları sadık uşakları açıklaması olmayan, sanki bir hayalete ait aynı sesleri duydular. şatoyu ne olursa olsun bir an önce elden çıkarmak istedikleri için uşaklarının önünde onları saran dehşeti saklamayı başardılar ve olayı kesinlikle çözümlenecek önemsiz bir rastlantıya bağladılar. üçüncü günün akşamı bu işi çözmeye kararlı karı koca kalp çarpıntıları içinde bir kez daha yukarıdaki konuk odasına çıktılar. rastlantı sonucu evin bağlanmamış köpeğiyle odanın kapısında karşılaştılar ve nedenini fazla düşünmeden köpeği de odaya aldılar; belki de yanlarında üçüncü bir canlıya ihtiyaç duyuyorlardı. aşağı yukarı saat on birde ikisi de yatağın üzerine oturdular. masada iki mum yanıyordu, markiz giyinikti, marki de dolaptan çıkardığı kılıcını ve tabancalarını yanında hazır tutuyordu. konuşarak oyalanmaya çalışırken köpek odanın ortasında başını ayaklarının üzerine koyup uykuya daldı. gece yarısı ürkünç gürültüler yeniden başladı. elinde sopa olan göze görünmeyen biri odanın bir köşesinde ayağa kalkmıştı, saman hışırdıyor, tak tak diye ses çıkararak ilerleyen ayak sesleri duyuluyordu. ilk adımla uyanan köpek kulaklarını dikerek yerinden fırladı ve biri ona doğru geliyormuşçasına havlayıp hırlayarak sobaya doğru geri geri gitmeye başladı. o an saçları diken diken olan markiz odadan kaçtı. kocası çıldırmış gibi, "kim var orada?" diye haykırarak kılıcını havada dört bir yana salarken, kente gitmeye karar veren markiz arabasını çağırdı; ama henüz birkaç parça eşyasını toplayıp dişleri birbirine vurarak avlu kapısından çıkmadan şatonun alevler içinde kaldığını gördü. hayatından bezmiş olan marki korkudan kendini kaybetmiş, bir mum alıp her tarafı tahta kaplı odanın dört köşesini ateşe vermişti. karısı talihsiz adamı kurtarmaları için uşakları boş yere yolladı; çünkü ne yazık ki adamcağız çoktan perişan bir halde ölmüştü. çevredekilerin topladığı kemikleri bugün bile locarnolu dilenci kadına yatağından kalkmasını emrettiği odanın bir köşesinde duruyor.
gelecek
ingeborg bachmann
bir gün gelecek, insanların siyah; ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler, suların dibine inecekler, sıkıntılarını ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu unutacaklar. bir gün gelecek insanlar özgür olacaklar, bütün insanlar özgür olacaklar, kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. bu, daha büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz ve bütün bir yaşam boyunca sürecek.
bir gün gelecek, insanlar savanları ve bozkırları yeniden keşfedecekler, uçsuz bucaksıza açılıp köleliklerine bir son verecekler, hayvanlar yükseklerdeki güneşin altında insanlara, artık özgür olan insanlara yaklaşacaklar ve dev kaplumbağalar, filler, bizonlar birlik içerisinde yaşayacaklar, ormanların ve çöllerin kralları, özgürlüklerine kavuşmuş insanlarla birleşecekler, aynı kaynaktan su içecekler, arınmış havayı soluyacaklar, birbirlerini parçalamayacaklar, bu, başlangıç olacak, bütün bir yaşamın başlangıcı.
bir gün gelecek, kadınların altın kırmızısı gözleri, altın kırmızısı saçları olacak ve kadınlıklarının şiiri yeniden yazılacak.
bir gün gelecek, insanların altın kırmızısı gözleri ve şaşırtıcı sesleri olacak; o gün insanların elleri yeniden sevme yeteneğini kazanacak ve insanlığın şiiri yeniden yazılmış olacak ve elleri, iyilik yapabilecek, masum ellerini varlıkların en yücesine uzatacaklar; çünkü insanlar sonsuza değin beklemek zorunda kalmamalılar, beklemek zorunda kalmayacaklar.
bir gün gelecek, insanların siyah; ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler, suların dibine inecekler, sıkıntılarını ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu unutacaklar. bir gün gelecek insanlar özgür olacaklar, bütün insanlar özgür olacaklar, kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. bu, daha büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz ve bütün bir yaşam boyunca sürecek.
bir gün gelecek, insanlar savanları ve bozkırları yeniden keşfedecekler, uçsuz bucaksıza açılıp köleliklerine bir son verecekler, hayvanlar yükseklerdeki güneşin altında insanlara, artık özgür olan insanlara yaklaşacaklar ve dev kaplumbağalar, filler, bizonlar birlik içerisinde yaşayacaklar, ormanların ve çöllerin kralları, özgürlüklerine kavuşmuş insanlarla birleşecekler, aynı kaynaktan su içecekler, arınmış havayı soluyacaklar, birbirlerini parçalamayacaklar, bu, başlangıç olacak, bütün bir yaşamın başlangıcı.
bir gün gelecek, kadınların altın kırmızısı gözleri, altın kırmızısı saçları olacak ve kadınlıklarının şiiri yeniden yazılacak.
bir gün gelecek, insanların altın kırmızısı gözleri ve şaşırtıcı sesleri olacak; o gün insanların elleri yeniden sevme yeteneğini kazanacak ve insanlığın şiiri yeniden yazılmış olacak ve elleri, iyilik yapabilecek, masum ellerini varlıkların en yücesine uzatacaklar; çünkü insanlar sonsuza değin beklemek zorunda kalmamalılar, beklemek zorunda kalmayacaklar.
20.08.2014
fikre saygı
murathan mungan
türkiye'de çoğu durumlarda asıl üzücü olan; onca yaşanan, söylenen ve öğrenilenlere karşın aradan hiç zaman geçmemiş gibi olmasıdır.
önemsiz görünen bazı ayrıntılar, içerdikleri önemli sorunsallar nedeniyle aklımızda kalır.
bir tarihte ahmet kaya'nın katıldığı bir tv programına telefonla bağlanan, benim kibarca "light-faşist" diye tanımlayabileceğim bir "müzik adamı", sözleri karşısında öfkelenen ahmet kaya'ya "ben sizin fikirlerinize saygı duyuyorum; lütfen siz de benim fikirlerime saygı duyun." diyerek fikir ve saygı ilişkisi üzerine yalan yanlış öğrendiği bir sözü uygarca tartışmanın bir gereği gibi sunmaya çalışmıştı.
oysa kimse kimsenin fikirlerine saygı duymak zorunda değildir. saygı duyulması gereken, başkalarının fikirlerini serbestçe dile getirip söyleyebilme hakkıdır. burada onaylanan fikrin kendisi değil, onun dile getirilme hakkıdır. kaldı ki memleketimizde fikir diye öne sürülen "şey"lerin çoğunun kulaktan dolma bilgiler, önyargılar, hurafe mantığıyla türetilmiş yalan yanlış kanaatler olduğu düşünülürse, bu durumun insanı saygı sınırlarını korumak konusunda hayli zorladığını da kabul etmek gerekir.
hoşlanmadığımız durumlarda bize uygar ve modern biri havası kazandırdığına inandığımız "bu sizin fikrinizdir, saygı duyarım" şeklinde vücut bulmaya çalışan bu içeriksiz bağlam, kemiği olmayan dilimizde bir müsamere repliğine dönüşür.
hadi üşenmeyip iki buçuk yüzyıl öncesine gidelim, herkesin yalan yanlış aklında kaldığı kadarıyla gündelik dile çevirmeye çalıştığı, çeşitli tartışmalarda yerli yersiz kullanarak "medeni olma puanı" kazanmaya kalkıştığı bu sözün kaynağına inelim: "düşüncelerinize tamamen karşıyım; ama düşündüklerinizi söyleme hakkını, hayatımın sonuna kadar savunacağım." demiş voltaire.
aradan geçen iki buçuk yüzyıl en azından saygımızı doğru yerde kullanmak için yeterli süre olmalı.
türkiye'de çoğu durumlarda asıl üzücü olan; onca yaşanan, söylenen ve öğrenilenlere karşın aradan hiç zaman geçmemiş gibi olmasıdır.
önemsiz görünen bazı ayrıntılar, içerdikleri önemli sorunsallar nedeniyle aklımızda kalır.
bir tarihte ahmet kaya'nın katıldığı bir tv programına telefonla bağlanan, benim kibarca "light-faşist" diye tanımlayabileceğim bir "müzik adamı", sözleri karşısında öfkelenen ahmet kaya'ya "ben sizin fikirlerinize saygı duyuyorum; lütfen siz de benim fikirlerime saygı duyun." diyerek fikir ve saygı ilişkisi üzerine yalan yanlış öğrendiği bir sözü uygarca tartışmanın bir gereği gibi sunmaya çalışmıştı.
oysa kimse kimsenin fikirlerine saygı duymak zorunda değildir. saygı duyulması gereken, başkalarının fikirlerini serbestçe dile getirip söyleyebilme hakkıdır. burada onaylanan fikrin kendisi değil, onun dile getirilme hakkıdır. kaldı ki memleketimizde fikir diye öne sürülen "şey"lerin çoğunun kulaktan dolma bilgiler, önyargılar, hurafe mantığıyla türetilmiş yalan yanlış kanaatler olduğu düşünülürse, bu durumun insanı saygı sınırlarını korumak konusunda hayli zorladığını da kabul etmek gerekir.
hoşlanmadığımız durumlarda bize uygar ve modern biri havası kazandırdığına inandığımız "bu sizin fikrinizdir, saygı duyarım" şeklinde vücut bulmaya çalışan bu içeriksiz bağlam, kemiği olmayan dilimizde bir müsamere repliğine dönüşür.
hadi üşenmeyip iki buçuk yüzyıl öncesine gidelim, herkesin yalan yanlış aklında kaldığı kadarıyla gündelik dile çevirmeye çalıştığı, çeşitli tartışmalarda yerli yersiz kullanarak "medeni olma puanı" kazanmaya kalkıştığı bu sözün kaynağına inelim: "düşüncelerinize tamamen karşıyım; ama düşündüklerinizi söyleme hakkını, hayatımın sonuna kadar savunacağım." demiş voltaire.
aradan geçen iki buçuk yüzyıl en azından saygımızı doğru yerde kullanmak için yeterli süre olmalı.
Kategori:
.anekdot,
#cehalet,
#özgürlük,
#tc,
#toplum,
#türkiye,
ahmet kaya,
murathan mungan,
voltaire
define
talip apaydın
görekli köyünden dört kişi, önlerinde beş altı eşek, bir katır, dağdan odundan geliyorlar. osman yıldız (köylüler ona modul osman derler), habip çoban (üst dudağı yırtık olduğundan adı yirik habip kalmış. az buçuk kuran okur, hafız habip de derler), seyit ali şener (delidolu bir adam, kısa adı deli seyit ya da seyit efe), bir de ibiş'in ali (16-17 yaşlarında bir çocuk. okula gitmemiş. soyadını bilmez. askere gidinceye kadar da gerekmeyecek.)
bugün odunu köye indirecekler. yarın kasabanın pazarı; pazara götürüp satacaklar. iyi odun yüklemişler. kimisi kara, kimisi boz, ufak tefek eşekler, inişlerde yokuşlarda yüklerini zor götürüyorlar. yalnız seyit efe'nin katır, yük mülk dinlemiyor. ta öne geçmiş, kafayı sallaya sallaya gidiyor.
"dooo dırıısss!" diye bağırdı seyit efe.
katır durmadı.
"hey dinini.." diye sövdü arkasından.
"bırak gitsin be" dedi yirik habip. "ne istersin katırdan? hem dine sövülmez arkadaş, çarpılırsın."
"öyle mi? he he.. ben her zaman söverim la, hiçbir şey olmaz."
"bak şuna, tövbe tövbe.."
modul osman söze karıştı:
"katırın dini yok da ondan ağa. bi müslümana söv de bak!"
"sövdüm la, kaç kere sövdüm. hiçbir şey olmadı. aha şu tekke var ya, ben ona bile sövdüm. anamın hastalığında hani, okuduk mokuduk. ertesi gün ölünce, ne dinini bıraktım ne imanını."
yirik habip kıpkırmızı oldu. başını iki yana salladı.
"seninle yola çıkmak doğru değil emme, çıktık bi kere" dedi.
"çıktın da ne oldu la, bi yanına bi şey mi battı dürzü!"
modul osman'la yirik habip bakıştılar. "bırak şu deliyi, gene söyletmeyelim şimdi" dediler içlerinden.
ibiş'in ali geriden geliyordu. ince boyunlu, yanık yüzlü bir çocuktu. başındaki kasket iyice eskimişti. yanlarından pamukları görünüyordu. gözü hep yirik habip'teydi. bir iş buyursa da koşsam, der gibi duruyordu. kızı fadime'ye abayı yakmıştı, gece gündüz onu düşünüyordu.
yol kuru dereden aşağı, döne dolana iniyordu. buralarda ormandan hemen hemen hiçbir iz kalmamıştı. meşeler, mazılar diplenmiş, hatta kökleri çıkarılmıştı. nerede düz bir yer varsa sürülmüş, tarla yapılmıştı. ta ilerde kızıltepe'nin başında birkaç iri pelit ağacı görünüyordu. orada, ballıbaba tekkesi vardı. ballıbaba çarpar diye, ağaçlar kesilmemişti. değilse, şimdiye kadar çoktan kurutur, şu boz tepelere benzetirlerdi.
yolun kıyısında tek tük meşe kalıntıları görünüyordu. ama onların da yeni sürgünlerini keçiler kemirmişti. hiçbir yeşillik yoktu. oysa, 20-30 yıl önce buraların hep yeşillik olduğu söylenirdi. şimdiyse orman epey uzaktı görekli köyüne. iki saatlik yerden odun getirirlerdi.
görekli köyünden dört kişi, önlerinde beş altı eşek, bir katır, dağdan odundan geliyorlar. osman yıldız (köylüler ona modul osman derler), habip çoban (üst dudağı yırtık olduğundan adı yirik habip kalmış. az buçuk kuran okur, hafız habip de derler), seyit ali şener (delidolu bir adam, kısa adı deli seyit ya da seyit efe), bir de ibiş'in ali (16-17 yaşlarında bir çocuk. okula gitmemiş. soyadını bilmez. askere gidinceye kadar da gerekmeyecek.)
bugün odunu köye indirecekler. yarın kasabanın pazarı; pazara götürüp satacaklar. iyi odun yüklemişler. kimisi kara, kimisi boz, ufak tefek eşekler, inişlerde yokuşlarda yüklerini zor götürüyorlar. yalnız seyit efe'nin katır, yük mülk dinlemiyor. ta öne geçmiş, kafayı sallaya sallaya gidiyor.
"dooo dırıısss!" diye bağırdı seyit efe.
katır durmadı.
"hey dinini.." diye sövdü arkasından.
"bırak gitsin be" dedi yirik habip. "ne istersin katırdan? hem dine sövülmez arkadaş, çarpılırsın."
"öyle mi? he he.. ben her zaman söverim la, hiçbir şey olmaz."
"bak şuna, tövbe tövbe.."
modul osman söze karıştı:
"katırın dini yok da ondan ağa. bi müslümana söv de bak!"
"sövdüm la, kaç kere sövdüm. hiçbir şey olmadı. aha şu tekke var ya, ben ona bile sövdüm. anamın hastalığında hani, okuduk mokuduk. ertesi gün ölünce, ne dinini bıraktım ne imanını."
yirik habip kıpkırmızı oldu. başını iki yana salladı.
"seninle yola çıkmak doğru değil emme, çıktık bi kere" dedi.
"çıktın da ne oldu la, bi yanına bi şey mi battı dürzü!"
modul osman'la yirik habip bakıştılar. "bırak şu deliyi, gene söyletmeyelim şimdi" dediler içlerinden.
ibiş'in ali geriden geliyordu. ince boyunlu, yanık yüzlü bir çocuktu. başındaki kasket iyice eskimişti. yanlarından pamukları görünüyordu. gözü hep yirik habip'teydi. bir iş buyursa da koşsam, der gibi duruyordu. kızı fadime'ye abayı yakmıştı, gece gündüz onu düşünüyordu.
yol kuru dereden aşağı, döne dolana iniyordu. buralarda ormandan hemen hemen hiçbir iz kalmamıştı. meşeler, mazılar diplenmiş, hatta kökleri çıkarılmıştı. nerede düz bir yer varsa sürülmüş, tarla yapılmıştı. ta ilerde kızıltepe'nin başında birkaç iri pelit ağacı görünüyordu. orada, ballıbaba tekkesi vardı. ballıbaba çarpar diye, ağaçlar kesilmemişti. değilse, şimdiye kadar çoktan kurutur, şu boz tepelere benzetirlerdi.
yolun kıyısında tek tük meşe kalıntıları görünüyordu. ama onların da yeni sürgünlerini keçiler kemirmişti. hiçbir yeşillik yoktu. oysa, 20-30 yıl önce buraların hep yeşillik olduğu söylenirdi. şimdiyse orman epey uzaktı görekli köyüne. iki saatlik yerden odun getirirlerdi.
18.08.2014
tantra
osho
d. h. lawrence, bilerek ya da bilmeyerek bir tantra ustasıydı. batı'da tamamen ayıplandı ve kitapları yasaklandı. konuşmalarına dayanarak açılmış bir sürü mahkeme davası vardı. çünkü, seks enerjisi tek enerjidir. seks enerjisini ayıplar ya da bastırırsanız evrene karşı gelmiş olursunuz. o zaman bu enerjinin daha üstün meyvelerini hiçbir zaman öğrenemeyeceksiniz. seks enerjisi bastırıldığında çirkinleşir, kısır döngü budur.
sevgi büyük kapıdır. tantra'da seks ayıplanacak bir şey değildir. tantra'da seks tohum, sevgi de onun çiçeğidir. tohumu ayıplıyorsan çiçeği de ayıplıyorsundur. seks, sevgi olabilir. seks hiçbir zaman sevgi olmazsa bozuk demektir. seksi değil, bozuk olduğu gerçeğini ayıpla. sevgi çiçek vermeli, seks sevgi olmalı. seks sevgi olmuyorsa, bu seksin suçu değil, senin suçundur.
tahattur (bahçe)
ahmet haşim
bir acem bahçesi, bir seccâde
dolduran havzı ateşten bâde
ne kadar gamlı bu akşam vakti
bakışın benzemiyor mutâde
gök yeşil, yer sarı, mercan dallar
dalmış üstündeki kuşlar yâda
bize bir zevk-i tahattur kaldı
bu sönen, gölgelenen dünyada
dolduran havzı ateşten bâde
ne kadar gamlı bu akşam vakti
bakışın benzemiyor mutâde
gök yeşil, yer sarı, mercan dallar
dalmış üstündeki kuşlar yâda
bize bir zevk-i tahattur kaldı
bu sönen, gölgelenen dünyada
16.08.2014
fabrika
feodor gladkov
en iyi memurlar budalalardır. görmeyi ve almayı bilirler.
gerçek devrimi kendi kendimize karşı yaratmak zorundayız hepimiz. alışkanlıklarımız, ön yargılarımız, duygularımız kadar büyük bir başka düşmanımız yok aslında.
bütün kitaplar insan düşüncesinin hapsedilip kilitlendiği birer hapishane hücresinden farksızdır. ölümsüzlüğe özenen insan aklı kitapları yaratırken kendine mezar kazdığını unutur aslında.
başkasının içinde kopan fırtınaları kolayca çözüvermek kadınlara vergi bir yetenektir.
insanoğlu bir isyanın sürekli olarak yenilenmesidir. isyan dediğimiz şey de insan kafasının bir sıçrayışta bir hücreden kurtulup kendini bir başka hücreye kapatmasıdır.
insan, varlık dediğimiz şeyin, yani hayatın, bilinçten daha önemli ve daha değerli olduğunu sezinlerse bilir ki gururu ne kadar büyük olursa olsun insanoğlu aciz ve eli kolu bağlı bir yaratıktır.
gerçek hayat sonsuz bir kıyaslamalar zincirinin bütünüdür. mutluluk ise anında yıkılıveren çok kaçak, çok dönek bir duygudur.
küçük burjuva kadınlar başka insanların neşesini merak etmezler. içli ve duyguludurlar. bu yüzden cenaze törenlerini ve gözyaşlarını daha çekici bulurlar. düğün eğlencelerinde bile danslara değil, gelinin gözünden akan yaşlara ilgi duyarlar. onların yaşantısıdır bu. başka insanlarda neşeden çok gözyaşlarına tahammülleri vardır.
kıskançlık daima miyoptur. despotluktan da zalim ve kötü bir duygudur kıskançlık. insanın insanı sömürmesinin en zalim şeklidir.
akıtılan kanların, çekilen acıların karşılığıdır ölümsüzlük. aramızdaki kötüleri unutacak bütün insanlık; sadece yaratıcıları ve kahramanları hatırlayacak. her şey yanıp geçecek ve belki o zaman birbirimize yeni bağlarla yaklaşmayı öğreneceğiz.
en iyi memurlar budalalardır. görmeyi ve almayı bilirler.
gerçek devrimi kendi kendimize karşı yaratmak zorundayız hepimiz. alışkanlıklarımız, ön yargılarımız, duygularımız kadar büyük bir başka düşmanımız yok aslında.
bütün kitaplar insan düşüncesinin hapsedilip kilitlendiği birer hapishane hücresinden farksızdır. ölümsüzlüğe özenen insan aklı kitapları yaratırken kendine mezar kazdığını unutur aslında.
başkasının içinde kopan fırtınaları kolayca çözüvermek kadınlara vergi bir yetenektir.
insanoğlu bir isyanın sürekli olarak yenilenmesidir. isyan dediğimiz şey de insan kafasının bir sıçrayışta bir hücreden kurtulup kendini bir başka hücreye kapatmasıdır.
insan, varlık dediğimiz şeyin, yani hayatın, bilinçten daha önemli ve daha değerli olduğunu sezinlerse bilir ki gururu ne kadar büyük olursa olsun insanoğlu aciz ve eli kolu bağlı bir yaratıktır.
gerçek hayat sonsuz bir kıyaslamalar zincirinin bütünüdür. mutluluk ise anında yıkılıveren çok kaçak, çok dönek bir duygudur.
küçük burjuva kadınlar başka insanların neşesini merak etmezler. içli ve duyguludurlar. bu yüzden cenaze törenlerini ve gözyaşlarını daha çekici bulurlar. düğün eğlencelerinde bile danslara değil, gelinin gözünden akan yaşlara ilgi duyarlar. onların yaşantısıdır bu. başka insanlarda neşeden çok gözyaşlarına tahammülleri vardır.
kıskançlık daima miyoptur. despotluktan da zalim ve kötü bir duygudur kıskançlık. insanın insanı sömürmesinin en zalim şeklidir.
akıtılan kanların, çekilen acıların karşılığıdır ölümsüzlük. aramızdaki kötüleri unutacak bütün insanlık; sadece yaratıcıları ve kahramanları hatırlayacak. her şey yanıp geçecek ve belki o zaman birbirimize yeni bağlarla yaklaşmayı öğreneceğiz.
14.08.2014
türkiye
orhan pamuk
bugünün istanbulu ve türkiyesi, devletçe işlenmiş faili meçhul cinayetler, sistematik düzeye varmış işkence uygulamaları, düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, kısaca insan haklarının acımasızca çiğnenmesi bakımından dünyanın en önde gelen ülkelerinden biri.
öldürülmek türkiye'deki entelektüeller için önemli bir ihtimaldir. son 20 yılda türkiye'nin en önemli 3 gazetesinin en önemli 3 köşe yazarı öldürüldüler. sonra hapis, yazının yasaklanması vs. gelir. yaygın bir şekilde "vatan haini" ilan edilmek, kenara itilmek, işsiz kalmak, gazetedeki köşenizden, işinizden olmak, yazılarınızın yayımlanmaması da birer yöntemdir. ilgisizlik, tepkisizlik de. özellikle ücra taşra kentlerinde entelektüelleri, yazarları öldürür, tutuklar, işkence eder, 30 yıl hapse mahkum ederler de, değil batı dünyasında herhangi biri, istanbul gazeteleri bile bu olaylarla ilgilenmez.
başka yazarlar hapisteyken, hangi iyi "insan", gidip devletten yazar olduğu için "devlet sanatçısı" unvanını alır?
meclis kapısından alınıp hapse tıkılan milletvekillerinden, sokaklarda sinekler gibi öldürülen gazetecilerden, bir kitap yazdığı için zindanlarda yıllar geçiren yazarlardan, otelle birlikte yakılan aydınlardan size bir kere daha söz etmek içimden hiç mi hiç gelmiyor. siz de bütün bu rezaletlerin, bütün bu gaddarlığın, acımasızlığın, pervasızlığın, adaletsizliğin farkındasınız. bütün gazeteler ve televizyonlar, dergiler ve radyolar söylenmesi gereken asıl sözü, hiç söylememek için bütün o öteki sözleri söylüyorlar.
10 yıldır sürüp gitmekte olan ve yavaş yavaş alışılan bu çirkin savaş türkiye kamuoyunu yalnızca yalana alıştırıp zehirlemedi, ülkenin binlerce yıllık kültürünün temel taşları olan acıma, şefkat, kardeşlik gibi değerleri de hızla kemirdi, öğüttü, yıprattı. televizyon ekranlarında pkk'lı cesedi görmeye kamuoyu alıştırıldı. kimse öldürülenlerin de kendi vatandaşları olduğunu hatırlatmıyor, kimse silaha sarılıp dağa çıkan gençlerin neden böyle yaptıklarını değil sormaya, düşünmeye bile cesaret etmiyor. orta çağ'a yakışan bir görüşle onların "şeytan" olduğuna çoktan karar verilmiş çünkü. neden şeytanla işbirliği yaptıkları ise belki de insanın kendisini de şeytanlaştıracak bir soru olduğu için hiç sorulmamalıydı.
devletçe işlendiği herkesçe bilinen "faili meçhul" cinayetler, bir kangren halini almış ve bütün bir kültürü kemiren işkence, karakollarda alelade bir olay haline gelmiş dayak, kitap yasaklatma, toplatma, yazar ve gazetecileri hapsetme türkiye'nin avrupa'ya yaklaşmasına engel.
devletin pervasızca işlediği insan hakları suçlarını, türkiye'nin siyasetçilerinin, sivil toplumun da desteğiyle bir gün durduracaklarını düşünmek çok mu hayalperestlik? batı'dan en lüks tüketim maddelerini almakla, en pahalı batı kıyafetlerine ve parfümlerine sahip olmakla övünen ve batılı olmakla gururlanan yüksek türk burjuvaları işkencenin alışkanlık olduğu bir ülkede yaşamaktan ne zaman utanacaklar? türk olan ve kürtlerin tarihi konusunda yazdığı kitaplar yüzünden 15 yıldır hapiste yatan ismail beşikçi için hepimiz ne zaman suçluluk duymaya başlayacağız da sesimizi yükselteceğiz? batılılaşma ne zaman ruhsuz bir makineleşme ve tüketme isteğinden çok eleştirel düşünce ve hoşgörü olarak anlaşılacak? aşikar bir haksızlığa tanık olduklarında, türk vatandaşları polis dayağı, asker yasağı ve devlet korkusundan önlerine bakıp fısır fısır konuşacaklarına, ne zaman başlarını kaldırıp açıksözlülükle itiraz edebilecekler?
bugünün istanbulu ve türkiyesi, devletçe işlenmiş faili meçhul cinayetler, sistematik düzeye varmış işkence uygulamaları, düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, kısaca insan haklarının acımasızca çiğnenmesi bakımından dünyanın en önde gelen ülkelerinden biri.
öldürülmek türkiye'deki entelektüeller için önemli bir ihtimaldir. son 20 yılda türkiye'nin en önemli 3 gazetesinin en önemli 3 köşe yazarı öldürüldüler. sonra hapis, yazının yasaklanması vs. gelir. yaygın bir şekilde "vatan haini" ilan edilmek, kenara itilmek, işsiz kalmak, gazetedeki köşenizden, işinizden olmak, yazılarınızın yayımlanmaması da birer yöntemdir. ilgisizlik, tepkisizlik de. özellikle ücra taşra kentlerinde entelektüelleri, yazarları öldürür, tutuklar, işkence eder, 30 yıl hapse mahkum ederler de, değil batı dünyasında herhangi biri, istanbul gazeteleri bile bu olaylarla ilgilenmez.
başka yazarlar hapisteyken, hangi iyi "insan", gidip devletten yazar olduğu için "devlet sanatçısı" unvanını alır?
meclis kapısından alınıp hapse tıkılan milletvekillerinden, sokaklarda sinekler gibi öldürülen gazetecilerden, bir kitap yazdığı için zindanlarda yıllar geçiren yazarlardan, otelle birlikte yakılan aydınlardan size bir kere daha söz etmek içimden hiç mi hiç gelmiyor. siz de bütün bu rezaletlerin, bütün bu gaddarlığın, acımasızlığın, pervasızlığın, adaletsizliğin farkındasınız. bütün gazeteler ve televizyonlar, dergiler ve radyolar söylenmesi gereken asıl sözü, hiç söylememek için bütün o öteki sözleri söylüyorlar.
10 yıldır sürüp gitmekte olan ve yavaş yavaş alışılan bu çirkin savaş türkiye kamuoyunu yalnızca yalana alıştırıp zehirlemedi, ülkenin binlerce yıllık kültürünün temel taşları olan acıma, şefkat, kardeşlik gibi değerleri de hızla kemirdi, öğüttü, yıprattı. televizyon ekranlarında pkk'lı cesedi görmeye kamuoyu alıştırıldı. kimse öldürülenlerin de kendi vatandaşları olduğunu hatırlatmıyor, kimse silaha sarılıp dağa çıkan gençlerin neden böyle yaptıklarını değil sormaya, düşünmeye bile cesaret etmiyor. orta çağ'a yakışan bir görüşle onların "şeytan" olduğuna çoktan karar verilmiş çünkü. neden şeytanla işbirliği yaptıkları ise belki de insanın kendisini de şeytanlaştıracak bir soru olduğu için hiç sorulmamalıydı.
devletçe işlendiği herkesçe bilinen "faili meçhul" cinayetler, bir kangren halini almış ve bütün bir kültürü kemiren işkence, karakollarda alelade bir olay haline gelmiş dayak, kitap yasaklatma, toplatma, yazar ve gazetecileri hapsetme türkiye'nin avrupa'ya yaklaşmasına engel.
devletin pervasızca işlediği insan hakları suçlarını, türkiye'nin siyasetçilerinin, sivil toplumun da desteğiyle bir gün durduracaklarını düşünmek çok mu hayalperestlik? batı'dan en lüks tüketim maddelerini almakla, en pahalı batı kıyafetlerine ve parfümlerine sahip olmakla övünen ve batılı olmakla gururlanan yüksek türk burjuvaları işkencenin alışkanlık olduğu bir ülkede yaşamaktan ne zaman utanacaklar? türk olan ve kürtlerin tarihi konusunda yazdığı kitaplar yüzünden 15 yıldır hapiste yatan ismail beşikçi için hepimiz ne zaman suçluluk duymaya başlayacağız da sesimizi yükselteceğiz? batılılaşma ne zaman ruhsuz bir makineleşme ve tüketme isteğinden çok eleştirel düşünce ve hoşgörü olarak anlaşılacak? aşikar bir haksızlığa tanık olduklarında, türk vatandaşları polis dayağı, asker yasağı ve devlet korkusundan önlerine bakıp fısır fısır konuşacaklarına, ne zaman başlarını kaldırıp açıksözlülükle itiraz edebilecekler?
13.08.2014
yaşlılar ve çocuklar
balzac
yaşlılar çocukları sevdiklerinde tutkularına sınır tanımazlar, onlara taparlar. bu küçük yaratıklar için tüm alışkanlıklarından vazgeçer, tüm geçmişlerini onlar için anımsarlar. deneyimlerini, hoşgörülerini, sabırlarını, bir yaşamın tüm edinimlerini, kısacası nice zorluklarla edinilmiş bir hazineyi bu genç yaşamın ayaklarına sererken, onun aracılığıyla kendileri de gençleşir ve böylece zekâyı analığın yerine geçirirler. her zaman uyanık bilgelikleri, en az analık içgüdüsü kadar değerlidir aslında; annede bir uzgörü niteliği taşıyan incelikleri anımsar ve onları, gücünü büyük olasılıkla bu çok büyük zayıflıktan alan bir şefkatin gösterimine taşırlar. hareketlerinin yavaşlığı, annenin yumuşaklığının yerini tutar. son olarak da, tıpkı çocuklarda olduğu gibi onlarda da yaşam en basite indirgenmiştir ve nasıl duygu anayı köleleştirirse, her türlü tutkudan kurtulmuş ve hiçbir çıkar gözetmiyor olması da yaşlıya kendini bütünüyle verme olanağını sağlar. bu yüzden çocuklarla yaşlıların iyi anlaştığı çok sık görülür.
minima moralia
theodor adorno
ancak kendilerini anlamayan düşünceler doğrudur.
"biz" derken aslında "ben"i kastetmek hakaretlerin en örtülüsüdür.
aşk, farklı olanda benzerlik görme gücüdür.
ancak erki kışkırtmaksızın zayıf görünmeyi başardığında bulacaksın aşkı.
sanat, hakikat olma yalanından kurtarılmış sihirdir.
umut, rahata ermemişler arasında bulunur en çok.
okültizm eğilimi bir bilinç gerilemesinin belirtisidir. okültizm kalın kafalıların metafiziğidir.
iyi niyetliler, ahlaki sofuluk adına hareket ederken yok edicilere dönüşürler.
gün yüzü gören her şey yok olmaya yazgılıdır.
her türlü ahlakın modeli ahlaksızlıktır ve bugüne kadar ahlak, ahlaksızlığı hep yeniden üretmiştir.
burjuvazi hoşgörülüdür: insanları oldukları gibi sever; çünkü onların olabileceklerinden nefret etmektedir.
istisnasız bütün dişil kişilikler konformisttir.
hümanizmin en gizli, en iç odasında, onun asıl ruhunu oluşturan kudurmuş bir mahpus dönenir durur: sonradan "faşist" adını alarak dünyayı da bir hapishaneye çevirecektir.
yalanların uzun bacakları vardır; kendi zamanlarının önünde giderler.
bütün şefkatli, iyi ilişkiler, hatta belki de organik doğanın bir parçası olan o barışma bile, bir hediyedir. fazla mantıklı düşündüğü için bu yeteneğini yitiren kişi, kendini de şeyleştirir ve donar.
ancak kendilerini anlamayan düşünceler doğrudur.
"biz" derken aslında "ben"i kastetmek hakaretlerin en örtülüsüdür.
aşk, farklı olanda benzerlik görme gücüdür.
ancak erki kışkırtmaksızın zayıf görünmeyi başardığında bulacaksın aşkı.
sanat, hakikat olma yalanından kurtarılmış sihirdir.
umut, rahata ermemişler arasında bulunur en çok.
okültizm eğilimi bir bilinç gerilemesinin belirtisidir. okültizm kalın kafalıların metafiziğidir.
iyi niyetliler, ahlaki sofuluk adına hareket ederken yok edicilere dönüşürler.
gün yüzü gören her şey yok olmaya yazgılıdır.
her türlü ahlakın modeli ahlaksızlıktır ve bugüne kadar ahlak, ahlaksızlığı hep yeniden üretmiştir.
burjuvazi hoşgörülüdür: insanları oldukları gibi sever; çünkü onların olabileceklerinden nefret etmektedir.
istisnasız bütün dişil kişilikler konformisttir.
hümanizmin en gizli, en iç odasında, onun asıl ruhunu oluşturan kudurmuş bir mahpus dönenir durur: sonradan "faşist" adını alarak dünyayı da bir hapishaneye çevirecektir.
yalanların uzun bacakları vardır; kendi zamanlarının önünde giderler.
bütün şefkatli, iyi ilişkiler, hatta belki de organik doğanın bir parçası olan o barışma bile, bir hediyedir. fazla mantıklı düşündüğü için bu yeteneğini yitiren kişi, kendini de şeyleştirir ve donar.
12.08.2014
bütünlüğe ermek
çin
alçak gönüllü ol
bütünlüğe kavuşursun
dosdoğru olursun yere eğersen kendini
çukur ol, dolarsın
onarılırsan kırılırsın
malın az mı, zenginsin demektir
malın çok mu, çökersin er geç
akıllı insan tek varlığa sarılarak
ölçüp biçer göğün altındaki her şeyi
ortalıkta dolaşmaz gerine gerine
onun için ışıldar
böbürlenmez de ondan ün salar
kendine övgüler düzmediğinden
zaferler kazanır
yapıtları sonsuz yaşar; çünkü
küçük dağları ben yarattım demez
savaşa tutuşmaz hiçbir vakit
onun için kimse savaşa tutuşamaz onunla
atalar sözüdür bu:
"alçakgönüllü ol, bütünlüğe kavuşursun."
bütünlüğe ermek için
gerçek varlığa dönmeli insan
11.08.2014
eğer
rudyard kipling
eğer herkes çıldırmış seni suçlarken
sen başını dik tutabilirsen
eğer herkes senden kuşkulanırken
sen kendine güvenebilirsen
ama bu kuşkulara da hoşgörülü davranırsan
eğer bekleyebilir ve beklemekten bıkmazsan
veya hakkında yalan söylenirken
sen yalan söylemezsen
ya da senden nefret edilirken
sen nefret etmezsen
ve yine de insanlara tepeden bakmaz
çokbilmişlik taslamazsan
eğer düş kurabilir
ve düşlerinin tutsağı olmazsan
eğer düşünebilir
ve düşünceleri ihtirasın haline getirmezsen
eğer hem zaferi hem de felaketi göğüsleyebilir
ve bu iki sahtekara da eşit davranabilirsen
eğer söylediğin gerçeklerin
üçkağıtçılar tarafından
aptalları tuzağa düşürmek için çarpıtıldığını
duymaya dayanabilirsen
ya da yaşamını adadığın eserler yıkıldığında
işe koyulup yıpranmış araç gereçlerinle
onları yeniden yaratabilirsen
bütün kazanımlarını bir yere toplasan
ve hepsini bir yazı turayla riske atabilsen
ve kaybettiğinde yeniden baştan başlayabilsen
ve kayıpların hakkında tek bir söz etmesen
eğer yüreğini, beynini ve kaslarını
bütün yıpranmışlıklarından sonra bile
yeniden dönüş için zoryalabiliyorsan
ve içinde, onlara "dayan" diyen
iradenden başka hiçbir şey kalmamışken
dayanabiliyorsan
eğer erdemlerini koruyarak kalabalıklarla konuşabiliyorsan
ya da insanlığını unutmadan krallarla birlikte yürüyebiliyorsan
eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitebiliyorsa
eğer herkes sana güvenebiliyor ama yapamayacağın şeyleri beklemiyorsa
eğer sen acımasızca geçen her dakikanın her saniyesini
bir uzun mesafe koşucusu gibi hakkını vererek yaşayabiliyorsan
işte o zaman dünya ve içindeki her şey senindir
ve daha da önemlisi
sen artık adam olmuşsundur oğlum
10.08.2014
kızılkuğu
hasan hüseyin korkmazgil
benim güzel cehennemim
göçmen dünyalılığım
ekmeğim suyum tuzum
ateşim
kızılkuğum
gelecek şimdi çıkıp
dayanılmaz bir erkekten bir çocuk gibi
gelecek çıkıp şimdi
gelecek ve gösterecek gözlerimize
yaşanmamış yanlarını o güzelliğin
8.08.2014
kafes
mine söğüt
insan kim olduğunu düşünmeye başladığı anda başkalaşır. kendi gibi olanlarla olmayanlar arasında savaşlar çıkarır. ait olduğu ya da olmadığı kimliklerden silahlar yapar. dağları uçurur, ormanları yakar. dünya bir gün aniden dönmeyi durdurursa, müsebbibi bu soru olacaktır. ya da bu soruya verilen bir cevap. münasebetsiz bir cevap.
yalnızlık insanı olgunlaştırır. eğer etrafınızdaki herkes bencilse ve etrafınızdaki herkes sizin için kendi hayatını feda ettiğini söyleye söyleye, her şeyi sizin için değil kendi için yaptığını inkar ederse ve siz de dinlediği, okuduğu müthiş masallarla vicdanı mühürlenmiş bir çocuksanız kimseye kızamazsınız. herkesi anlarsınız. anlamak affetmektir. siz anlayıp affedersiniz, onlar anlamadıkları için hep kinlenir. affınız bile kinlendirir birilerini. düşmanı çok bir derviş olursunuz. dervişliğiniz diken olur düşmanı kanatır durur. kanı gördükçe üzülürsünüz. siz üzüldükçe dikeniniz sivrileşir. yapayalnız kalırsınız. anlayışlı ve üzgün ve yalnız, yapayalnız. simsiyah bir yalnızlıkta boğulur gider hüznünüz.
neden anı sabitlemek ister insan? neyi hapsetme arzusudur bu? zamanı mı? o geniş, o sonsuz, o başlangıçsız, o tanrısal zamanı mı? hiç anlayamadığı, anlayamadığı için de ölesiye korktuğu zamanı? neden? bugününe, anına, yaşadığı hayata sahip çıkmayı beceremezken, geçmişin elini kolunu bağlayarak, olmuş bitmiş geçmiş gitmiş bir anı durdurmanın anlamı ne?
sokaklarda yaşayan ve hiçbir şeyle bağı olmayan çocukların bile özgürlükleri kafestedir. çalıdan çırpıdan ve kırılgan olsa da kafes kafestir. delilik bile kafestedir. hiçbir şey kendi sınırlarını aşamaz. bir şeyin diğer şeylerden başka bir şey olması için sınırları olması gerekir. işte o sınırlar ne kadar uçsuz bucaksız olsalar da neticede sınırdırlar. kafestirler. sınırsız olan tek şey tanrıdır. o da yoktur. yani kafese sığmayan tek şey, hiçtir.
insan kim olduğunu düşünmeye başladığı anda başkalaşır. kendi gibi olanlarla olmayanlar arasında savaşlar çıkarır. ait olduğu ya da olmadığı kimliklerden silahlar yapar. dağları uçurur, ormanları yakar. dünya bir gün aniden dönmeyi durdurursa, müsebbibi bu soru olacaktır. ya da bu soruya verilen bir cevap. münasebetsiz bir cevap.
yalnızlık insanı olgunlaştırır. eğer etrafınızdaki herkes bencilse ve etrafınızdaki herkes sizin için kendi hayatını feda ettiğini söyleye söyleye, her şeyi sizin için değil kendi için yaptığını inkar ederse ve siz de dinlediği, okuduğu müthiş masallarla vicdanı mühürlenmiş bir çocuksanız kimseye kızamazsınız. herkesi anlarsınız. anlamak affetmektir. siz anlayıp affedersiniz, onlar anlamadıkları için hep kinlenir. affınız bile kinlendirir birilerini. düşmanı çok bir derviş olursunuz. dervişliğiniz diken olur düşmanı kanatır durur. kanı gördükçe üzülürsünüz. siz üzüldükçe dikeniniz sivrileşir. yapayalnız kalırsınız. anlayışlı ve üzgün ve yalnız, yapayalnız. simsiyah bir yalnızlıkta boğulur gider hüznünüz.
neden anı sabitlemek ister insan? neyi hapsetme arzusudur bu? zamanı mı? o geniş, o sonsuz, o başlangıçsız, o tanrısal zamanı mı? hiç anlayamadığı, anlayamadığı için de ölesiye korktuğu zamanı? neden? bugününe, anına, yaşadığı hayata sahip çıkmayı beceremezken, geçmişin elini kolunu bağlayarak, olmuş bitmiş geçmiş gitmiş bir anı durdurmanın anlamı ne?
sokaklarda yaşayan ve hiçbir şeyle bağı olmayan çocukların bile özgürlükleri kafestedir. çalıdan çırpıdan ve kırılgan olsa da kafes kafestir. delilik bile kafestedir. hiçbir şey kendi sınırlarını aşamaz. bir şeyin diğer şeylerden başka bir şey olması için sınırları olması gerekir. işte o sınırlar ne kadar uçsuz bucaksız olsalar da neticede sınırdırlar. kafestirler. sınırsız olan tek şey tanrıdır. o da yoktur. yani kafese sığmayan tek şey, hiçtir.
işkencecinin yamağı
john biguenet
tanrı'ya inanınca, insan pek çok şeye göz yummak zorunda kalır. inançtan anladıkları ne? apaçık olanı reddetmek, gözümüzün önündekileri kabul etmemek değil mi?
sürgün birine sorun. zamanın nasıl geçtiğini söylesin size.
rainer maria rilke: güzellik, hala kıl payı katlanabildiğimiz şiddetin başlangıcından başka bir şey değildir.
yaşamın bir gözyaşı deresi olduğunu, dinin rahatlatıcı ikliminden yoksun bir işkenceciden daha iyi kimse bilemez.
* bu çeviriyi, 12 eylül döneminde gördüğü işkence sırasında boğazı sıkıldığı için sonradan felç geçirip genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrılana kadar tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kalan zerrin tümay'a adıyorum. (ümit şenesen)
tanrı'ya inanınca, insan pek çok şeye göz yummak zorunda kalır. inançtan anladıkları ne? apaçık olanı reddetmek, gözümüzün önündekileri kabul etmemek değil mi?
sürgün birine sorun. zamanın nasıl geçtiğini söylesin size.
rainer maria rilke: güzellik, hala kıl payı katlanabildiğimiz şiddetin başlangıcından başka bir şey değildir.
yaşamın bir gözyaşı deresi olduğunu, dinin rahatlatıcı ikliminden yoksun bir işkenceciden daha iyi kimse bilemez.
* bu çeviriyi, 12 eylül döneminde gördüğü işkence sırasında boğazı sıkıldığı için sonradan felç geçirip genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrılana kadar tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kalan zerrin tümay'a adıyorum. (ümit şenesen)
7.08.2014
yoldaş
halide edip adıvar
yoldaş adlı köpeğim, çerkez ethem'in çetesinin, galiba koyun çalıp getirmek için yetiştirilmiş köpeği idi. o günlerde istiklal mücadelesinin hatırlı simalarından olan çerkez ethem bu köpeği bana hediye etmişti. birkaç gün içinde iki insan yoldaşın birbirine bağlanamayacağı bir şekilde, biz birbirimize bağlanmıştık. atıma binip yalnız başıma kalaba'nın arasındaki yollarda giderken, bana hep o arkadaşlık eder, ne zaman bir koyun sürüsü görse sevinçle havlardı. mamafih beni bırakıp onların yanına gitmezdi. bir gün yukarıdan ata bindiğim vakit, seyis ibrahim, yoldaş'ın dereden bir koyun yakalayarak sürükleyip getirdiğini söyledi. dışarıya koştum, kapının önüne oturmuş, bir taraftan kuyruğunu sallıyor, dili dışarıda köpeklerin en sevinçli manası ile yüzüme bakıyordu. biraz ötede de boynundan yakalayıp getirdiği koyun, yerde kan içinde yatıyordu. elimdeki kamçıyı kaldırdım, arkasına indirdim.
kuyruğunu bacakları arasına alıp kaçacağı yerde hayret ve isyan ifade eden yüksek bir sesle yüzüme havlamaya başladı. bilmem neden, ben hemen babamın -marifet göstermek istediğim zaman- bana bıçağı sallamasını hatırladım. o da beni memnun etmek istemiş ve benim nankörlüğüme karşı isyan hissetmişti. zavallı hayvan, tabii bir sahibi için marifet kabul edilen bir hareketin öbür sahibinde neden bu kadar kızgınlık uyandıracak bir kabahat olduğunu hiçbir zaman bilmeyecekti.
yoldaş adlı köpeğim, çerkez ethem'in çetesinin, galiba koyun çalıp getirmek için yetiştirilmiş köpeği idi. o günlerde istiklal mücadelesinin hatırlı simalarından olan çerkez ethem bu köpeği bana hediye etmişti. birkaç gün içinde iki insan yoldaşın birbirine bağlanamayacağı bir şekilde, biz birbirimize bağlanmıştık. atıma binip yalnız başıma kalaba'nın arasındaki yollarda giderken, bana hep o arkadaşlık eder, ne zaman bir koyun sürüsü görse sevinçle havlardı. mamafih beni bırakıp onların yanına gitmezdi. bir gün yukarıdan ata bindiğim vakit, seyis ibrahim, yoldaş'ın dereden bir koyun yakalayarak sürükleyip getirdiğini söyledi. dışarıya koştum, kapının önüne oturmuş, bir taraftan kuyruğunu sallıyor, dili dışarıda köpeklerin en sevinçli manası ile yüzüme bakıyordu. biraz ötede de boynundan yakalayıp getirdiği koyun, yerde kan içinde yatıyordu. elimdeki kamçıyı kaldırdım, arkasına indirdim.
kuyruğunu bacakları arasına alıp kaçacağı yerde hayret ve isyan ifade eden yüksek bir sesle yüzüme havlamaya başladı. bilmem neden, ben hemen babamın -marifet göstermek istediğim zaman- bana bıçağı sallamasını hatırladım. o da beni memnun etmek istemiş ve benim nankörlüğüme karşı isyan hissetmişti. zavallı hayvan, tabii bir sahibi için marifet kabul edilen bir hareketin öbür sahibinde neden bu kadar kızgınlık uyandıracak bir kabahat olduğunu hiçbir zaman bilmeyecekti.
hannibal
yerken suçluluk hissettiğim hiçbir şey yoktur.
başarılı bir iyileşmenin en önemli noktası, hayatın hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını anlamaktır.
terapi; kendimizi olmak istediğimiz kişi olarak değil, olduğumuz kişi olarak görmeye dair samimi bir isteğimiz olduğunda işe yarar.
tat, sadece biyokimyasal değil ayrıca psikolojik bir şeydir.
her seçimin özünde olası bir pişmanlık yatar. içinde pişmanlık olmayan bir hayat, bomboş bir hayat olurdu.
çatlaklar her zaman zayıflık demek değildir; yaşanan bir hayat çatlaklarda kendini gösterir.
bir noktada herkes birilerini geride bırakmak zorunda kalır.
herhangi bir yasal adalete olan inanç, hiçbir zaman bir gece lambasından daha rahatlatıcı olmaz.
hepimizin tanıdığı fakat adlandıramadığı ortak bir duygu var: nefret hissine kapılabilmenin mutluluk veren beklentisi.
asla birini tamamen tanıdığını düşünme.
insanları birbirine yaklaştırma konusunda yas ve travma gibisi yoktur.
bir kez bir balığı yakaladığında, o balık kaçarsa ikinci kez yakalamak çok zor olur.
başarılı bir iyileşmenin en önemli noktası, hayatın hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını anlamaktır.
terapi; kendimizi olmak istediğimiz kişi olarak değil, olduğumuz kişi olarak görmeye dair samimi bir isteğimiz olduğunda işe yarar.
tat, sadece biyokimyasal değil ayrıca psikolojik bir şeydir.
her seçimin özünde olası bir pişmanlık yatar. içinde pişmanlık olmayan bir hayat, bomboş bir hayat olurdu.
çatlaklar her zaman zayıflık demek değildir; yaşanan bir hayat çatlaklarda kendini gösterir.
bir noktada herkes birilerini geride bırakmak zorunda kalır.
herhangi bir yasal adalete olan inanç, hiçbir zaman bir gece lambasından daha rahatlatıcı olmaz.
hepimizin tanıdığı fakat adlandıramadığı ortak bir duygu var: nefret hissine kapılabilmenin mutluluk veren beklentisi.
asla birini tamamen tanıdığını düşünme.
insanları birbirine yaklaştırma konusunda yas ve travma gibisi yoktur.
bir kez bir balığı yakaladığında, o balık kaçarsa ikinci kez yakalamak çok zor olur.
6.08.2014
muhbir
adnan gerger
ekip otosuna alınması istenen kişi, başmüdür emin'in ajan gibi kullandığı eski sabıkalı vatandaşlardan biriydi. bu insanları muhbir gibi kullanmalarının yasal dayanakları yoktu ama bu, güvenlik birimlerinin sıkça başvurdukları bir yöntemdi. gizli kapaklı yürütülen ve yasal dayanağı olmayan yöntemlerdi bunlar. bu kişiler bazen operasyonlara katılırlar, operasyon yaparlardı. bazen insanları kaçırır, sorgular ve öldürürlerdi. kaçırıp sorguladıkları ya da öldürdükleri insanları "örgüt sempatizanı" ya da "örgüt yardakçısı" diye yaftalamaları yeterliydi. soruşturma yapmaya, yargılamaya gerek duyulmazdı.
ülkenin bir korku ülkesine dönüşmesi herkesin işine geliyordu. bu kişiler, kendilerini devlet gibi görüp rant getiren bütün işlerde söz sahibi oluyor, gayrımeşru işler yapıyor, bazıları da çeteleşiyordu. birçok operasyonda kilit rol oynadıkları ve çok şey bildikleri için o bölgenin emniyet güçleri de bu kişilerin yasadışı faaliyetlerine mecburen göz yumuyordu. bu kişiler için geçerli savunma hep aynıydı. bu kişilerin vatansever oldukları, onların sayesinde bölücü ve hain terör örgütlerinin çökertildiği söyleniyordu.
bu kişilerin haraç alma, adam kaçırma, çek-senet, kumar, ihale yolsuzlukları gibi özellikle büyük rant sağlayan suç organizasyonlarında yer alması bu kişileri kullananlar için çok önemli değildi. her türlü yasadışı yol, yöntem mübahtı. bazen örgütlerin içine adam sızdırarak onları da istedikleri gibi yönetmeye kalkışırlardı, bazen de yine bu örgütlerle mücadele etmek adına, kendilerinin kontrolünde, resmen illegal bir örgüt kurdururlardı. dinci, sağcı, solcu ideoloji kisvesi altında yapılandırılırdı. bazen de dağıtılan bir örgüt yeniden canlandırılır ya da o örgütün uzantısı olarak yeniden yapılanma oluşturulurdu. gelecekte ortaya kaotik bir durum çıkarmak için bu örgütleri ellerinde bir koz olarak tutarlardı.
her şey yıllar öncesinden hesaplanır, planlanırdı. zamanı gelince pandora'nın kutusundan çıkartılır, senaryo hayata geçirilirdi. ülkenin özellikle son 40 yıllık tarihi "komplolar bileşkesi"nden oluşuyordu. bu yöntemler, her dönem faili meçhul bir öfkeye dönüşürdü.
ekip otosuna alınması istenen kişi, başmüdür emin'in ajan gibi kullandığı eski sabıkalı vatandaşlardan biriydi. bu insanları muhbir gibi kullanmalarının yasal dayanakları yoktu ama bu, güvenlik birimlerinin sıkça başvurdukları bir yöntemdi. gizli kapaklı yürütülen ve yasal dayanağı olmayan yöntemlerdi bunlar. bu kişiler bazen operasyonlara katılırlar, operasyon yaparlardı. bazen insanları kaçırır, sorgular ve öldürürlerdi. kaçırıp sorguladıkları ya da öldürdükleri insanları "örgüt sempatizanı" ya da "örgüt yardakçısı" diye yaftalamaları yeterliydi. soruşturma yapmaya, yargılamaya gerek duyulmazdı.
ülkenin bir korku ülkesine dönüşmesi herkesin işine geliyordu. bu kişiler, kendilerini devlet gibi görüp rant getiren bütün işlerde söz sahibi oluyor, gayrımeşru işler yapıyor, bazıları da çeteleşiyordu. birçok operasyonda kilit rol oynadıkları ve çok şey bildikleri için o bölgenin emniyet güçleri de bu kişilerin yasadışı faaliyetlerine mecburen göz yumuyordu. bu kişiler için geçerli savunma hep aynıydı. bu kişilerin vatansever oldukları, onların sayesinde bölücü ve hain terör örgütlerinin çökertildiği söyleniyordu.
bu kişilerin haraç alma, adam kaçırma, çek-senet, kumar, ihale yolsuzlukları gibi özellikle büyük rant sağlayan suç organizasyonlarında yer alması bu kişileri kullananlar için çok önemli değildi. her türlü yasadışı yol, yöntem mübahtı. bazen örgütlerin içine adam sızdırarak onları da istedikleri gibi yönetmeye kalkışırlardı, bazen de yine bu örgütlerle mücadele etmek adına, kendilerinin kontrolünde, resmen illegal bir örgüt kurdururlardı. dinci, sağcı, solcu ideoloji kisvesi altında yapılandırılırdı. bazen de dağıtılan bir örgüt yeniden canlandırılır ya da o örgütün uzantısı olarak yeniden yapılanma oluşturulurdu. gelecekte ortaya kaotik bir durum çıkarmak için bu örgütleri ellerinde bir koz olarak tutarlardı.
her şey yıllar öncesinden hesaplanır, planlanırdı. zamanı gelince pandora'nın kutusundan çıkartılır, senaryo hayata geçirilirdi. ülkenin özellikle son 40 yıllık tarihi "komplolar bileşkesi"nden oluşuyordu. bu yöntemler, her dönem faili meçhul bir öfkeye dönüşürdü.
acının antropolojisi
david le breton
acı hiç kuşkusuz insanın ölümle birlikte en güçlü biçimde paylaştığı deneyimdir: hiçbir ayrıcalıklı onu bilmezlikten gelemez ya da herhangi birinden daha iyi bilmekle övünemez. insanın içinde doğmuş bir şiddettir acı.
rene leriche: katlanılması kolay tek bir acı vardır: başkalarının acısı.
"acı hisleri, öteki hoş olmayan hisler gibi cinsel tahrik alanını aşarlar ve bir zevk durumu yaratırlar." diyor freud. acının erotikleşmesinin başkasına yapılan işkencelerle özdeşleşerek zevk duyma yoluyla sadik bir karşılığı vardır. ama mazoşist kendi fantazma alanları dışında öteki insanlar gibi acı çeker.
katherine mansfield: boyun eğmek gerekir. direnme. kabul et! acını hayatının bir parçası yap. yaşamda, gerçekten kabul ettiğimiz her şey dönüşüme uğrar.
teşhis edilmiş, nedeni belirlenmiş bir ağrı ya da acı belirsiz, teşhis edilmemiş, anlamsızlık içinde kalmış, aktör tarafından anlaşılmamış bir acıya göre daha katlanılabilirdir.
j. sarano: acı, bir işlev değildir; bir işlevin hasar görmesidir.
şiddetle direnen insana boyun eğdirebilecek bir güç yoktur.
acı katıksız, biyolojik bir olgu değildir; her zaman insanın yüklediği anlamın damgasını taşır; asla ulaşılmaz ve egemenlik altına alınamaz değildir.
j.b. pontalis: bunalım dile getirilebilir, belirtiler oluşturabilir, birtakım işaretlere ve fantazmalara dönüşebilir ya da eylemle giderilebilir hatta bulaştırılabilir; acı ise sadece insanın kendisine aittir.
gururla ve hoşnutluk içinde kendini acıya gark etmek, acıyı yok etmek ya da azaltmak için hiçbir çaba göstermemek bilincin sorunlu olduğunun işaretidir.
acının sözle ifade edilmesinde örtük bir sevgi beklentisi, duygusal bağların sıklaştırılması isteği vardır.
bir yerin havası, ortamı da hastanın, koşullarını üstlenme tarzında rol oynar. safra kesesi ameliyatı geçiren 69 hasta üstüne yapılan araştırmalardan çıkan sonuca göre odaları ağaçlıklı bir alana bakan hastalar, odaları tuğladan örülmüş bir duvara bakan hastalara göre 2 kat daha az ağrı kesici tüketirler. aynı şekilde son grupta yer alan hastalar ortalama bir gün daha fazla kalırlar hastanede.
albert camus: çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi ölünceye kadar reddedeceğim.
"acıdan kaçabileceğimizi düşünerek ve bu kaçış olanaklarından yararlanarak ama aynı zamanda etkilerinin olası sınırlarını da kabul ederek "acısız yaşama" sanatına sahip olamayız; daha iyi acı çekerek daha az acı çekeriz."
acı hiç kuşkusuz insanın ölümle birlikte en güçlü biçimde paylaştığı deneyimdir: hiçbir ayrıcalıklı onu bilmezlikten gelemez ya da herhangi birinden daha iyi bilmekle övünemez. insanın içinde doğmuş bir şiddettir acı.
rene leriche: katlanılması kolay tek bir acı vardır: başkalarının acısı.
"acı hisleri, öteki hoş olmayan hisler gibi cinsel tahrik alanını aşarlar ve bir zevk durumu yaratırlar." diyor freud. acının erotikleşmesinin başkasına yapılan işkencelerle özdeşleşerek zevk duyma yoluyla sadik bir karşılığı vardır. ama mazoşist kendi fantazma alanları dışında öteki insanlar gibi acı çeker.
katherine mansfield: boyun eğmek gerekir. direnme. kabul et! acını hayatının bir parçası yap. yaşamda, gerçekten kabul ettiğimiz her şey dönüşüme uğrar.
teşhis edilmiş, nedeni belirlenmiş bir ağrı ya da acı belirsiz, teşhis edilmemiş, anlamsızlık içinde kalmış, aktör tarafından anlaşılmamış bir acıya göre daha katlanılabilirdir.
j. sarano: acı, bir işlev değildir; bir işlevin hasar görmesidir.
şiddetle direnen insana boyun eğdirebilecek bir güç yoktur.
acı katıksız, biyolojik bir olgu değildir; her zaman insanın yüklediği anlamın damgasını taşır; asla ulaşılmaz ve egemenlik altına alınamaz değildir.
j.b. pontalis: bunalım dile getirilebilir, belirtiler oluşturabilir, birtakım işaretlere ve fantazmalara dönüşebilir ya da eylemle giderilebilir hatta bulaştırılabilir; acı ise sadece insanın kendisine aittir.
gururla ve hoşnutluk içinde kendini acıya gark etmek, acıyı yok etmek ya da azaltmak için hiçbir çaba göstermemek bilincin sorunlu olduğunun işaretidir.
acının sözle ifade edilmesinde örtük bir sevgi beklentisi, duygusal bağların sıklaştırılması isteği vardır.
bir yerin havası, ortamı da hastanın, koşullarını üstlenme tarzında rol oynar. safra kesesi ameliyatı geçiren 69 hasta üstüne yapılan araştırmalardan çıkan sonuca göre odaları ağaçlıklı bir alana bakan hastalar, odaları tuğladan örülmüş bir duvara bakan hastalara göre 2 kat daha az ağrı kesici tüketirler. aynı şekilde son grupta yer alan hastalar ortalama bir gün daha fazla kalırlar hastanede.
albert camus: çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi ölünceye kadar reddedeceğim.
"acıdan kaçabileceğimizi düşünerek ve bu kaçış olanaklarından yararlanarak ama aynı zamanda etkilerinin olası sınırlarını da kabul ederek "acısız yaşama" sanatına sahip olamayız; daha iyi acı çekerek daha az acı çekeriz."
Kategori:
.kitap,
.xyz,
#acı,
albert camus,
david le breton,
j. sarano,
j.b. pontalis,
katherine mansfield,
rene leriche,
sigmund freud