31.10.2008

uzun lafın kısası

balzac: 
hemen hepimiz sabahtan, dünyayı avucumuzda tutarak, yüreğimiz aşka susamış olarak yola çıkarız; sonra, acı deneylerden geçtiğimiz, insanlara, olaylara karıştığımız zaman, farkına bile varmadan, her şey yavaş yavaş küçülür, yığın yığın küller arasında azıcık altın buluruz: işte hayat!

emma goldman: zalimler hayata, neşeye ve güzelliğe düşmandır.

gabriel garcia marquez: sevmediği bir adamla çıkar evliliği yapmak, orospuluğun en aşağı biçimidir.

j.j. rousseau: başkaldırı özgürlüğü olmadan iyi, kötü diye bir şey olamaz.

jean jaures: insan için kutsal, yani irdelenmesi, tartışılması yasaklanmış hakikat yoktur; dünyada en değerli şey düşünce özgürlüğüdür; iç ya da dış hiçbir kuvvet, hiçbir iktidar, hiçbir dogma aklın sürekli araştırma çabasını sınırlayamaz.

marquis de sade: büyük eylemler ancak yasaların suskun kaldığı anlarda patlak verir.

james buchanan: din tarafından dünya görüşü daraltılmamış ve bozulmamış zeki insanlara nadiren rastlarım.

norman mailer: bilinçli olanlar asla özgür değildir.

stefan zweig: dostlarına teşekkürü, onları sevindirecek bir davranışı, bir gün; hatta bir saat bile ertelememelisin.

victor hugo: her köyde yanan bir ateş vardır: öğretmen. ve yine her köyde bu ateşi söndüren biri vardır: din adamı.

giovanni papini: insan ancak ırkına özgü adetlerden kurtulmakla büyük olabilir.

gogol: bu gürültülü dünyayı ve dünyanın baştan çıkarıcı şeylerini unutun. bırakın o da sizi unutsun. dünyada barış yoktur.

28.10.2008

iki şehrin hikayesi

charles dickens

zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü. hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana.

her insanın bir diğeri için engin bir muamma oluşu, üzerine kafa yorulması gereken şaşırtıcı bir gerçektir.

kalıcı olan tek felsefe baskıdır. korku ve esaretten kaynaklanan bu hayırsız hürmet var ya azizim, başımız şu çatının altında olduğu sürece köpeklerin kamçıya itaat etmesini sağlar.

gece vakti büyük bir şehre girdiğimde karanlıkta kümelenmiş bütün o evlerin her birinin içlerinde kendi sırlarını barındırdıklarını düşünürüm. her bir evin her bir odasında ayrı bir sır vardır ve bunların içlerinde çarpan her bir yürek de hemen yanı başındaki yüreğin bile bilmediği ayrı bir sır taşır içinde. en berbat şeyler, hatta ölüm bile böyledir.

acı ve ümitsizlik, müthiş bir güç barındırır içinde.

sevdiğim şu kitabın sayfalarını daha fazla çeviremem artık, boş yere bir gün hepsini okumuş olmayı umarım. bir zamanlar, üzerinde ışık parladıkça dibe çökmüş hazinenin ve diğer batıkların göründüğü suyun dipsiz derinliklerine bakamam artık.

yüksek tabakadan nefret etmek, aşağı tabakanın istemsizce gösterdiği bir çeşit hürmettir.

göze hoş görünüyor burası ama bir bütün olarak bakıldığında, bu gökkubbenin altında, gün ışığında israfın, kötü yönetimin, zorbalığın, borcun, ipoteğin, zulmün, açlığın, çıplaklığın ve acının üst üste yığıldığı bir kule aslında.

26.10.2008

filizkıran fırtınası

hasan hüseyin korkmazgil



"kör olasın demiyorum
kör olma da gör beni"

bu akşam kankırmızı şarap istiyor canım
bu akşam dünyanın bütün şarkılarını
bu akşam dünyanın bütün özlemlerini
bu akşam beni yalnız bırakın
bu akşam yalnızca onu düşüneceğim
onu ve kendimi yalnızca

erken kalkardı sabahları
bir bardak su içerdi ılıcak
kültürfizik yapardı
çayına süt katardı
ekmeğini kızartır
kaçınırdı sigaradan alkolden
kızartmadan korkardı
güneş banyosunu sever her sabah
güzellik uykusuna yatardı öğle sonları
öldü

"karanlık geceleri ben sevemem
bir zindan örtülür sanki üstüme
gece başladı mı bir yerde
yarım kalır dudaklarımda türküm"
(ömer faruk toprak)

çok çocuksun, bilmiyorsun
biliyorum, çok çocuğum
yürek değil, bu bir evren
sevmek değil, bu bir korku
buna bilmek neylesin

ne gecesi belliydi ne gündüzü
çalışırdı ölümüne bütün gün
severdi sigarayı
severdi çay yerine sulu rakıyı
müzik dinler ağlardı
güller açar ağlardı
uyanınca kırlangıçsız sabaha
yalnızlığı ölüm gibi yaşardı
inanmıştı güzelliğe
çirkinlikten kaçardı
öldü

acısını dostlarının yüreğinde duymamışsan
kapı kapı dolaşmamışsan iş dilenerek
işsizliğe düşmemişsen hakkım dedikçe
ve bayraklı pankartlı yürüyüşlere
halaylı horonlu grev şenliklerine
katılmayı aşk gibi duymamışsan şuranda
ağrın ağrım, acın acım dememişsen insan kardeşlerine
ve dilinin en görkemli
ve dilinin en bando-davul sövgülerini
sıralayıp sallamamışsan deyyuslar saltanatına
hangi yaşta olursan ol kardeşim
kaptırıp gönlünü sevda fırtınasına
evinin yolunu şaşırmamışsan
sende iş yok be kardeşim
sen artık hapı yutmuşsun

22.10.2008

çile

necip fazıl kısakürek



senin aşkın ateştir, ateşin gül bahçesi

söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa
arzı boynuzunda taşıyan öküz
bela mimarının seçtiği arsa
hayattan muhacir, eşyadan öksüz

bakma saatine ikide birde
halin neyse saat onun saati

bu ne hazin mesafe iki ten arasında
bir hali dinleyenle dinleten arasında

anladım işi, sanat allah'ı aramakmış
marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış

kaçır beni ahenk, al beni birlik
artık barınamam gölge varlıkta
ver cüceye, onun olsun şairlik
şimdi gözüm, büyük sanatkarlıkta

gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür
sana çöl gibi gelen, o, göl diyorsa göldür

bir kalbim var ki benim, sevdiğinden burkulur
kahredenden ziyade, sevilenden korkulur

kadından kendisinde olmayanı isteriz
hasret yerinde kalır ve biz çekip gideriz

aşk korkuya peçedir, korku da aşka perde

21.10.2008

rehine

jean baudrillard

batı artık politika ötesi bir dönemin içine girmiştir.

bizler hepimiz rehineyiz, hepimiz teröristiz. bu bağıntı bundan böyle efendi-köle, egemen-bağımlı, sömüren-sömürülen bağıntılarının yerini almıştır. köle ve proleter takım yıldızları artık sönmüştür. bundan böyle rehine ve terörist takım yıldızlarından söz edebiliriz. yabancılaşma takım yıldızı sönmüştür, artık terör takım yıldızı parlamaktadır. bu öncekinden beter bir durumdur. en azından bizi liberal nostaljilerden kurtarmıştır. başlayan politika-ötesi bir dönemdir. yalnızca politika alanında değil, yaşamın tüm alanlarında şantaj takım yıldızının içine girmiş durumdayız.

batılı abd, üçüncü dünya'yı sürekli gerilla savaşları ve dengesizliği düzen olarak benimseyerek idare etmek istemektedir. bu durumu düzeltmeye bile çalışmadığı görülmektedir. baskı ve şiddetin sürüp gitmesini istemektedir. çünkü üçüncü dünya ile artık başka türlü başa çıkamamaktadır. bu arada aydınlar bütünüyle ortadan kaldırılabilse hiç de fena olmayacaktır.

seyir yerleri

namık kemal

insan uygarlık dünyasının lezzetlerine ne kadar alışık olsa da yine arada sırada ilk hali olan kırlarda oturma eğilimini bütün bütün aklından çıkaramıyor.

şimdi gurup zamanı bir su başında, bir çimenlikte, bir ağaç altında oturup da doğanın o yüce hüznünü seyretmek şehirlerin, evlerin hangi eğlencesine tercih olunmaz? ara sıra beldelerin o iğrenç havasından, uygunsuz manzarasından kaçar; rüzgârın, çiçeklerin gözeneklerinden henüz kurtulmuş parçalarıyla soluk almayı nasıl olur da gönül istemez? kırların birbirine benzemez nice yüz bin renk ve şekillerine dalmayı hangi bakış vardır arzu etmez?

seyir yerleri zevkim değildir. tatil günleri her türlü sevinçli haberden uzak, bir kuru hovardalık için renkli cellat kemendi denilmeye layık bir sıkı boyunbağı takarak, süslü tomruk niteliğine uyan bir çift dar potin giyerek, sabahtan akşama kadar araba arkasında dolaşarak günah toplamak, akşamdan sabaha kadar boğaz ağrısı eziyeti ve nasır cefasıyla yatakta inlemek gibi şeylerde bir gönül şenliği görmem.

20.10.2008

deney hayvanları

david b. resnik

farklı disiplinlerdeki pek çok bilim adamı, çeşitli amaçlar için, temel ve uygulamalı araştırmalarda hayvanları kullanmaktadır. araştırmalarda yılda kaç hayvanın kullanıldığını saptamak güç olsa da, yaptığımız tahminlere göre bu sayı oldukça yüksektir. tahminlerimize göre yılda 17 ila 70 milyon arası hayvan deneylerde kullanılmaktadır. hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalar bazen hayvanlara yarar sağlasa da, çoğu zaman insanların yararı için yapılmaktadır. araştırma teknikleri saha çalışmalarından yoğun kontrollü deneylere kadar değişmektedir. hayvanlar üzerinde yapılan deneyler, hayvanları ameliyat etmeyi ve sakat bırakmayı da içermekte, çoğu deney ölümle sonuçlanmaktadır. örneğin "lethal dose-50" (öldürücü doz-50) testi, hayvan deneklerinin %50'sini öldürecek ilaç dozunun ne kadar olduğunu belirlemeyi hedeflemişti. draise testi ise kozmetik endüstrisinde, çeşitli maddelerin zehirli olup olmadığını saptamakta kullanılmıştı. bu testte, bazı kimyasal maddelerin göze verebileceği zararı ölçmek amacıyla, tavşanların gözlerine bu maddelerden damlatıldı.

hayvanlar, bilim ve tıp eğitiminde de kullanılmaktadır. örneğin tıp öğrencileri, ameliyatları insanlar üzerinde yapmadan önce hayvanlar üzerinde denemektedirler. bu işlemlerde, öğrencilere yaraların nasıl iyileştirileceğini, kırıkların nasıl onarılacağını vs. öğretmek amacıyla hayvanlar -genellikle köpekler- kasıtlı olarak incitilmektedirler.

fred singer'a göre bir deneyde insanları kullanmamamız gerekiyorsa, o deneyde hayvanları da kullanmamamız gerekir. bu fikre katılmayanlar, türcülük olarak bilinen ve insan türünün diğer türlerden üstün olduğunu, dolayısıyla insanlara farklı bir biçimde davranılması gerektiğini savunan bir görüşü kabul ederek haklı görülemez bir ayrımcılığı benimsemektedirler. singer türcülüğü ırkçılıkla özdeşleştirmektedir; çünkü her iki doktrin de insanların ahlaki olarak alakasız sayılabilecek özelliklerine dayanarak bu kişilere farklı davranılmasına olanak tanımaktadır. singer'a göre, insanlar ve pek çok hayvan önemli bir özelliği paylaşmaktadır; yani acı duyma kapasitesini. eğer deneylerde insanlara acı vermek yanlışsa, hayvanlara acı vermek de yanlıştır.

daha radikal bir görüşü paylaşanlar, sadece hayvanlara acı veren deneylere değil, hayvanların kullanıldığı bütün deneylere karşı çıkmaktadırlar. reagan'a göre hayvanların, kendi yararlarına dayanan ahlaki hakları vardır. örneğin, hayvanların öldürülmemesi, zarar görmemesi,  hapsedilmemesi kendi yararlarınadır. hayvanların hakları olduğundan, ancak kendileri deneyde yer almayı kabul edebilirlerse veya onların yerine biz onay verirsek deneye girebilirler. bilim adına hayvanlar kurban edilmemeli ve zarar görmemelidir. hayvanlar deneylerde kullanılmayı bizzat seçmediklerinden ve onlar yerine karar veremeyeceğimizden, hayvanların kullanıldığı bütün araştırmalar durdurulmalıdır.

şu anda, hayvan bilişimi ve duygularıyla ilgili tamamlanmış bir bilimsel teoriden mahrum olsak da, tecrübelerimizden bazı hayvan türlerinin acı duyabildiklerini, bazı türlerin bilinçli olduğunu ve farklı duyguları deneyimleyebildiklerini; hatta bazı türlerin düşünme yeteneği ve dilleri olduğunu, ahlaki duygular ve kavramlara sahip olduklarını ve ahlak kurallarını izleyebildiklerini çıkartabiliriz. eğer bu görüş doğruysa, o zaman pek çok hayvan türünün ahlaki özellikleri olduğunu ve onları deneylerde kullanmamak için önemli yükümlülüklerimiz olduğunu söyleyebiliriz.

hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin ironik taraflarından biri, benzerlik argümanlarının iki yönlü oluşudur: bir hayvan, iyi bir nedensel model olacak kadar insana benzeyebilir; ancak ahlaki değeri daha az olacak kadar da insandan farklı olabilir.

18.10.2008

kumru ile kumru

tahsin yücel

insanlar televizyon izlemediler mi birbirlerini bile anlayamıyorlar. televizyon izlemeden, haberleri, dizileri, reklamları, hava durumlarını görmeden kırk gün evinde otur da sonra şuraya gelip bir otur bakalım, çocukların konuştuğunu bile anlayabiliyor musun?

tutku, bir şeye aşırı ölçüde bağlanmaktır; her şeyden fazla, her şeyi, çoluğunu çocuğunu bile unutacak ölçüde bağlanmaktır.

bu dünyada her şey bir yazı; okumasını bilmek gerek.

"isteğine boyun eğiyorum. bizi bizim kendisini sevdiğimiz ölçüde sevmeyen kadının bir ayrıcalığı vardır; ikide bir sağduyu kurallarını unutturur bize. alınlarınızda bir kırışık belirdiğini görmemek, en ufak bir isteğinizi geri çevirdiğimiz zaman kederleniveren dudaklarınızdaki somurtkan anlatımı dağıtmak için uzaklıkları mucizemsi bir biçimde aşar, kanımızı akıtır, geleceğimizi harcarız. bugün de geçmişimi istiyorsun, işte al. yalnız şunu iyi bil, natalie: isteğini yerine getirmekle hiç mi hiç hoşlanmadığım bir şeyi yapmak zorunda kaldım." (balzac)

17.10.2008

aklın kapısında

john milton


bilgi gıdadır
aklın alabileceği her şeyi yeterince öğrenmek gerekir
ve sıkıntı yaratır her şeyin fazlası da

içten iyi olursan hiçbir dış yardım gerekmez
tüm kötülük eğilimleri senden kaçar, uzaklaşır
ve genellikle şüphe uyur ama akıl yine de uyanıktır
aklın kapısında
hayatı ne çok sev ne de nefret et ondan ama iyi yaşa

16.10.2008

bir türk casusunun mektupları

şebnem şenyener

tehlike güvenin içinde büyür; insan en fazla kendini güvende hissettiğinde en büyük tehlike ile karşılaşır, en büyük hasara uğrar.

sabırsızlık ve ümitsizlik en büyük günahtır.

şarktan garba, garptan şarka bakmaya kalkışan hükema aslında kendi koyduğu aynaya bakar da aynadaki hayalini başkası sanır.

mektup, ademin kusurunu, bu vesile ile ötekilerden farkını en iyi gösteren en güzel şeydir.

takipte bazen aşikar olanın değil de, aksine uygunsuz kaçan ipucunun peşine düşmek gereklidir. bazen en olmadık yerden en beklenmedik şey çıkar, insan şaşırır kalır; halbuki kolay, aşikar görünen iş tam tersine göründüğü gibi değildir; üstelik vakit kaybına sebep olur da başka bir şeye yaramaz.

okumuşun dediğini tut da gittiği yola gitme sözü meşhurdur. okumuş zümresi ateş sayılır; el ile tutsan yakar, söndürsen tutsan leke bırakır, maşa ile tutmak da olmaz; bunlar cümleyi muhakeme ederler ama onları yalnız allah muhakeme eder.

korku; aklın, fikrin ve iradenin bütün yollarını kapatır.

evlilik bazen iki tarafta da şiddetli mana kaybına sebep olur. tedavisi olmayan bir derttir.

allah kimseye zamansız ölüm vermesin ama zamanı gelince de ölümden kimseyi mahrum etmesin.

dünya işleri öyle karanlık dönemeçler, köşelerle doludur ki bir anlık gaflette ayağı kayan, kendisini en derin çukurun içinde bulur da artık nasıl çıkacağını bulabilene aşk olsun!

hayatın kaynağı kadın harlı ateş gibidir; yakınına yaklaşanları ısıtır, çok yaklaşanı yakıp kül eder. onlarsız hayatın devamı mümkün değildir. insanın iştahını açtıkları gibi, etrafı karartan dumanı da onlar getirir. kadınları tanımadan yaşayan mutsuzluk içinde kalır. ama tehlikeden uzaktır. kadınla başa çıkmanın yolu, itidal ile şımartmadan ilgiyi eksik etmemektir. kadını kolay bulan kolay kaybeder.

aşk ruhun mübarek divaneliğidir, yüce bir deliliktir. aşka düşen adamdan artık bilgelik beklenmediği gibi, bilge kimseler arasında da aşka düşmemiş biri bulunmaz.

o meşhur arap atasözü: "üç şeyle şaka yapılmazmış: biri allah, biri şeytan, biri ölüm." boşuna değil, birincisi belli; o'nunla şaka yapmak şöyle dursun, o kendisi ile şaka yapılmasına zaten müsaade etmez. ikincisi, yani şeytanla şakaya kalkışıp da tanışan adem iflah olmazmış; çünkü şeytan onu tanıyan herkesi ömür boyu zaten alay edilecek duruma sokarmış. üçüncüsü ölüm, onunla şaka yapmak kimin haddine; o eninde sonunda şöyle ya da böyle bütün insanlara şakasını yapacaktır.

her faninin kabuğu aldanmış hayallerinden ibarettir.

yeni zamanın zenginliği eski sultanların saraylarını bile kendi halinde küçük köşkler durumuna düşürür. artık saraylar ve sultanlar eskisi gibi tek tük değil; bu devirde sayısız sultan ve sayısız saray var. bu devirde zenginlik gösterisi sakalına inci dizen deli ibrahim'i dahi zevk sahibi bir fukara durumuna sokar.

her hata gizli kalmış bir emeli belli edermiş.

ruhun vücudun neresinde ikamet ettiği hep aklımı kurcalamıştır. ilk filozoflar ruhun karaciğerde ikamet ettiği görüşündeydiler. sonradan aristoteles, empedokles, demokritos gibileri ruhun yerinin kalp olduğunu iddia ettiler. pisagor, eflatun, galen gibileriyse ruha beyni daha uygun gördüler. iskenderiyeli fizikçi herofil daha ileri gitti ve ruhun, beynin içinde ve hatta beyin kökünün hemen üzerinde bulunan dördüncü karıncıkta ikamet ettiğini ifade etti. descartes ruh ile bedenin birbirinden ayrı iki bütün olduğunu ve bu iki bütünün beyinde birbiriyle temas ettiğini öne sürdü.

kadın

nadine gordimer

kadınlarla ilgili duyguları söz konusu olduğu sürece, insanın kendini açıklamaya çalışmasının bir yararı olmadığını sanıyorum. insan, duygularının nasıl olması gerektiğini, kurallarını düşündüğünde olayın bütün gizemliliği etkilenir, üstelik bozulabilir; ancak zorlananı kimi vakit gülünç duruma düşüren şeyin yaşlı adem'in kendi kuralının olduğu gerçeği kalır geriye. basit, aptalca ya da kaba bir davranışta bulunursunuz, kendinizi iyi duyarsınız. hepsi bu. kendinizi haklı ve huzurlu duyarsanız, nedeni artık sizi rahatsız edemez.

15.10.2008

duvar

murathan mungan


deniz kokulu taşlar döşenmişti yollara
ben bile bilmiyordum nerde ayrıldık
söndür küllenmiş sözcüklerini geçmiş zaman
sararan firezleri geç
yorumu gökyüzüne bırakılmış uçurtmalı tepeleri
uzun bir yol için aldığın ne varsa bırak ardında
saklayabilseydim dalgın bakışlarımı böyle zamanlar için
saçlarını taradığım sular, rüzgâr ve karanlık
bak adın yazılı yeşim taşından örülü duvarda

14.10.2008

tan kızıllığı

friedrich nietzsche

belki de kendi uzun karanlığını istiyor, kendi anlaşılmazlığını, gizliliğini, gizemliliğini; çünkü o ne elde edeceğini biliyor: kendi sabahını, kendi kurtuluşunu, kendi tan kızıllığını.

dünyayı hareket ettiren çelişkidir, her şey kendi içinde kendisiyle çelişir.

bu sanat hiçbir şeyi öyle kolay halledemez, iyi okumayı öğretir, yani yavaş, derin, özenli ve dikkatli, satır aralarıyla, açık kapılar bırakarak, duyarlı parmaklar ve gözlerle okumayı.

en basit şeyler çok karmaşıktır.

özgür insan ahlaksızdır; çünkü o her konuda geleneğe değil, kendisine bağlı kalmak ister. başlangıçtan itibaren insanlığın tüm durumlarında "kötü", neredeyse "bireysel", "özgür", "başına buyruk", "alışılmamış", "şaşırtıcı", "değişik" anlamlarına gelir.

gerçek dünya düşsel alandan daha küçüktür.

tarih yalnızca sonradan aklanan kötü insanlardan söz eder.

kendini gelenek ahlakına kaptıran insan önce nedenleri, ikinci olarak sonuçları, üçüncü olarak da gerçeği küçümser ve tüm yüce duygularını (hürmet, yücelik, gurur, minnettarlık, sevgi) kurmaca bir dünyayla ilişkilendirir: sözde yüce dünya.

yüceltme yöntemleri arasında tüm çağlarda insanları en fazla yükselten ve yücelten, insanları kurban etmek olmuştur.

nesneler insanın sadece sınırlarıdır.

sözde "daha kısa yollar" insanlığı hep tehlikeye sokmuştur; insanlık daha kısa bir yolun bulunduğu müjdesiyle hep kendi yolundan ayrılır ve yolu kaybeder.

hristiyanlık, teslim olmaktan hoşlanan, aşağılanmak ve tapınmaktan zevk alan bütün o soylu ve kaba insanların ruhlarını içine aldı ve bunu yaparak, köylü kabalığından kurtulup yüzündeki binlerce kırışık, art düşünce ve bahanelerle manevi açıdan zengin bir dine dönüştü.

belki de hiçbir şey, hep galip gelen birinin görüntüsü kadar insanı yoramaz.

sadece "yıkıntıların melankolisini" tanıyan bizler, ne olursa olsun insanın karşısında kendini korumak zorunda olduğu, o tamamen başka türlü olan ölümsüz yapıların melankolisini anlayamayız.

düşmanın hep kötü olması gerektiğini düşünmek aslında bayağı insanların tarzı değil midir ki?

merhamet ve tapma duyguları gibi cinsel duyguların ortak noktası, aslında insanın zevk alırken bir başka insana iyilik yapıyor olmasıdır.

doğudaki kadınlar, disiplin altına alınmayı ve dünyayla ilişkilerinin kesilmesini, kocalarının sevgilerinin bir göstergesi olarak algılarlar ve bu göstergeler olmadığında bundan rahatsızlık duyarlar.

bütün övgüler, övgüyü hak edenin olsun!

bütün dinler eski, gelişmemiş bir insanlığın zeka ürünü olma özelliğini sergiler. hepsi gerçeği söyleme yükümlülüğünü şaşılacak derecede hafife alır.

bilim gerçek olamaz; çünkü o tanrı'yı reddeder; o halde bilim tanrı'dan kaynaklanmıyor; bu durumda bilim gerçek olamaz; çünkü gerçek tanrı'dır. yanlış kararda değil, önkoşuldadır.

bazı şeyleri bugüne kadarki nedenlerin dışındaki nedenlerden dolayı yapmalıyız. farklı düşünmeyi öğrenmeliyiz. çok geç bile olsa, sonunda çok daha fazlasını elde etmek için: farklı hissetmek için.

biz, aklın olabildiğince açık ve net olması gerektiği durumlarda bile aşırı duygusal davranıp, karanlığa kaçacak şekilde eğitildik! yani tüm büyük ve önemli meselelerde.

lord byron: ben herhangi bir arzunun kölesi olmak istemiyorum.

onun acı çekerek kendine gelmesi, bu durumdan kurtulması için bir yoldur ve belki de tek yoldur. hristiyanlığın yaratıcısının bu durumu çarmıhta yaşamış olması olası. çünkü "tanrım beni niçin terk ettin!" gibi acı sözlerin içeriği, en derin anlamıyla anlaşılabileceği gibi, yaşamın saçmalığına ilişkin genel bir hayal kırıklığının ve bilinçlenmenin kanıtıdır; en çok acı çektiği anda kendi meselesini değerlendirebilmiştir.

sokrates ve platon, "doğru bilgiyi doğru davranışın izlemesi gerekir." biçimindeki o tehlikeli ön yargıya, o büyük yanılgıya safça inanıyorlardı.

büyük sorunlar hafife alınıyor.

dilenciler ortadan kaldırılmalı; çünkü insan onlara bir şey verince de kızıyor, vermeyince de kızıyor.

sadece kendi koyduğum yasaya uyarım, büyük küçük her şeyde.

hep bir dolandırıcı, yani durularını uyaran bir şarap aradıklarından, halklar çok sık aldatılırlar.

dünyanın vahşi ve bakir yerlerinde efendi olmayı, öncelikle kendimin efendisi olmayı denemek için göç etmeliyim; köleliğin hiçbir izine rastlamayana kadar yer değiştirmeliyim; macera ve savaştan kaçmayıp, en kötü rastlantılarda ölüme hazır olmalıyım: yeter ki bu alçak kölelik, bu bozulmuşluk, zehirlilik ve komploculuk olmasın!

bir kez sizin tarzınızda gerçeği bilmektense, on kez aldatılmayı seve seve kabul ederim!

dünyayı yok edenler: bu bir şeyi başaramaz; sonunda öfkeyle şöyle bağırır: "batsın bu dünya!" bu iğrenç duygu, kıskançlığın doruğa ulaşmasıdır ve şu anlama gelir: ben bir şeye sahip olamadığım için, dünya da hiçbir şeye sahip olmasın! tüm dünya bir hiç olsun!

johan gottlieb fichte: dünya parçalara ayrılacak olsa bile, hakikatin söylenmesi gerekiyor.

elbette panoramik insanlar da vardır; onlar elbette panoramik yerler gibi öğretici ve şaşırtıcıdırlar; ama güzel değildirler.

"eylemde bulunmayı istediğinizde, kuşkuya yol açan kapıyı kapatmak zorundasınız."

yapmadan önce yanlış anlaşılacağı fark edildiği ya da düşünüldüğü için ne kadar çok gerçek bireysel davranıştan vazgeçilir!

bütün çağların eylem arzusu duyan en büyük dört kişisi saralıydı: iskender, caesar, muhammed ve napolyon. tıpkı lord byron'ın da bu hastalığa tutulmuş olması gibi.

uçamayanlara, yükseldiğimiz ölçüde küçük görünürüz.

insancıklar

dostoyevski

geçmiş kötü bile olsa, anısı tatlı bir elem verir insana.

insan kendi halinde yaşayıp gidiyor da, yanı başında duran kitapta kendi hayatının tıpatıp anlatıldığından haberi olmuyor. eskiden dikkatini çekmemiş birçok şeyi, kitabı okumaya başlayınca bir bir anımsıyor insan.

kiminin kısmetinde omuzlarına general apoleti takmak vardır; kiminin altıncı derece memur olarak kalmak. kiminin alnında emir vereceği, kimininkindeyse hiç mırıldanmadan, korku içinde bu emri yerine getireceği yazar. kişinin yeteneklerine göredir bütün bunlar. bazısının yetenekleri emir vermeye, bazısınınki boyun eğmeye elverişlidir.

mutsuzluk bulaşıcı bir hastalıktır. mutsuzlar, zavallılar daha da mutsuz, zavallı olmamak için birbirlerinden kaçmalıdırlar.

düşkünler hodbin olur, doğanın bir yasasıdır bu. yoksul, ezilmiş insan kuşkucudur. çevresine, yanından geçenlere yan gözle, bir tuhaf bakar. kendisinden mi söz ediliyor, anlamak için gözlerini kısarak, kuşkulu bakışlarını dolaştırır çevresindekilerin üzerinde, konuşulanlara kulak kabartır. şurası kesindir ki, şu kağıt karalayıcılar ne kadar yazarsa yazsınlar, yoksul insanın bir paçavra kadar değeri yoktur. bu böyle gelmiş böyle gider.

anı tatlı da acı da olsa her zaman ıstırap verir insana. belki başkası öyle değildir, ben duyarım bu ıstırabı. ama tatlıdır bu ıstırap. kalp acı çekmeye, ezilmeye, sıkışmaya, kederlenmeye başladığında anılar onu, gündüzün sıcağında kavrulmuş cılız, zavallı bir çiçeği akşam serinliğinde çiy tanelerinin canlandırdığı gibi canlandırır.

belinsky: iki gündür kendimi bu kitaptan uzaklaştıramıyorum. yeni bir yazar, yeni bir yeteneğin kalemi bu; onu tanımıyorum; ama bu roman rusya'da hayatın sırlarını öyle kahramanlarla veriyor ki bize, bundan önce hiçbir yazar bu kadarını düşlerinde bile göremezdi.

cumhuriyet

kryzsztof pomian

toprağı olmayan, hükümeti olmayan ülke olan edebiyat cumhuriyeti, üyelerinden en az birinin olduğu her yerde vardır. yani mekanın dışında bir ülkedir. ayrıca hiçbir ayrıcalığın kabul edilmediği bir ülkedir: kişiler oraya bireyleri ayıran ve birbirine düşüren her şeyi; ailevi, toplumsal, etnik, siyasal, inançla ilgili bağları giriş kapısında bırakıp aklı başında, iletişim ehli varlıklar olarak katılırlar. bu anlamda zamanın dışında bir ülkedir; üyelerinin sadece hakikate hizmet ettiği, bir tür görünmez ve laikleşmiş evrensel kilisedir.

12.10.2008

sana gül bahçesi vadetmedim

joanne greenberg

yaşamak savaşmak demektir.

sevdiğiniz insanları korumak için hiçbir zaman dünyayı yeniden kuramazsınız. ama bunun için uğraşmış olmanızı haklı göstermek zorunda da değilsiniz.

insan mahkum olacaksa, güzel olmalı; yoksa dram yalnızca bir komedi olur.

akıl hastası olmanın en kötü yanı, hayatta kalabilmek için ağır bir bedel ödenmesidir.

tulumdayken gözüne bir saç telinin girdiği oldu mu hiç? insan ellerini uzatamayınca, bu lanet olası küçük rahatsızlıklar dünyanın en büyük sorunu haline gelir.

hastane yemeklerinden zevk almanın gizi, yemeklerin ne olduğunu fark edemeyecek kadar hasta olmaktır.

bazıları için hiçbir şey olanaksız değildir.

bazen insan boyun eğmeyeceği bir şeyle savaşmak zorunda kalıyor ve deliliğin güvenli bir şey olduğu bir yere sığınıyor.

dünya dikensiz gül bahçesi değildir.

sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim. hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim. ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim. sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. sana sunduğum tek gerçeklik savaşım. ve sağlıklı olmak, gücünün yettiği kadarıyla, bu savaşımı kabul edip etmemekte özgür olmak demektir. kusursuz, güllük gülistanlık bir dünya masalı koca bir yalandır. üstelik böyle bir dünya çok can sıkıcı bir yer olur.

bir yanılsamanın geleceği

sigmund freud


tüm insanlarda yıkıcı, dolayısıyla toplum ve kültür karşıtı eğilimlerin bulunduğu ve insanların büyük bir bölümünde bu eğilimlerin insan toplumu içindeki davranışlarını belirleyecek derecede güçlü olduğu gerçeği hesaba katılmalıdır. her birey gerçekte bir uygarlık düşmanıdır. uygarlık bireye karşı korunmalıdır ve uygarlığın kuralları, kurumları ve buyrukları bu amaca yöneliktir.

dış zorlamanın yavaş yavaş içselleşmesi insan gelişmesinin seyriyle uyum gösterir; çünkü özel bir zihinsel yapı, insanın üstlendiği bu görevi üstlenir ve kendi emirleri arasına katar. her çocuk bize bir dönüşüm sürecini izleme olanağını sunar. ancak bu yolla çocuk ahlaki ve toplumsal bir varlık olur. üst benliğin bu türden bir güçlenmesi, psikoloji alanında en değerli kültürel varlıktır. içlerinde bu güçlenme gerçekleşen kişiler, uygarlığın karşıtları olmaktan çıkıp uygarlığın araçları haline dönüşürler.

insan, en erken çevresindeki kişilerden, onları etkileme yolunun onlarla ilişki kurmaktan geçtiğini öğrenmiştir. böylece çok sonraları bile, karşılaştığı her şeye, aynı amaçla o insanlara olduğu gibi davranır.

dinsel düşünceler, dış veya iç gerçekliğin, kişinin henüz kendisi tarafından keşfedilmemiş yönleri hakkında bir şeyler söyleyen ve kişinin inancını gerektiren olguları ve koşulları hakkındaki öğreti ve iddialardır. bize, yaşamda bizim için en önemli ve ilginç olan şeyler hakkında bilgi verdiklerinden özellikle üstün tutulurlar. bunlar hakkında hiç bilgisi olmayan bir kişi pek cahildir; ama bilgi dağarcığına bu düşünceleri katmış olan kişi kendisini çok daha varlıklı sayabilir.

din sorunları söz konusu olduğunda, insanlar mümkün olan her türlü üçkağıtçılığa ve entelektüel cambazlığa girişirler. koca dünyada insanların oynadığı küçük rolü alçak gönüllülükle kabul edip daha aşırıya kaçmayan kişi, umulanın aksine sözcüğün gerçek anlamıyla dinsizdir.

cinayet veya ensestten kaçınan ama hırslarının, saldırgan dürtülerinin veya cinsel ihtiraslarının doyumundan kendilerini yoksun bırakmayan ve diğer insanları karşılığında ceza görmedikleri sürece yalan, hile ve iftirayla incitmekte bir an bile tereddüt etmeyen sayısız uygar insan vardır.

her çağda ahlaksızlığın dinden aldığı destek, ahlakın aldığından az olmamıştır.

robinson crusoe

vincent van gogh

en kibar ve kültürlü ortamlarda, en iyi çevrelerde, en rahat durumlarda bile kişi içinde robinson crusoe'nun esas özelliklerinden, doğaya bağlı münzevilikten bir şeyler taşımalı; yoksa kendi köklerini yitirir. ruhumuzdaki ateşi hiçbir zaman söndürmemeli, her an körüklemeyi sürdürmeliyiz. kim kişisel yoksulluğu bilinçle seçer ve severse büyük bir hazineye sahip demektir ve her an vicdanının sesini işitebilecektir. bu sesi işiten ve ona itaat eden kişi ise tanrı'dan en değerli armağanı almış olacak, onda en iyi dostu bulacak, hiçbir zaman yapayalnız kalmayacaktır.

ah oğlum ah, bazen ne istediğimi o kadar iyi biliyorum ki.. yaşamımda olsun, sanatımda olsun tanrısız çok rahat idare edebilirim; ama ne kadar hasta olursam olayım benden daha büyük bir şey olmadan dayanamam -ki asıl yaşamım o benim, yani yaratma gücüm. ve insan, fiziksel olarak bir şey yaratma gücünden yoksun olduğu için, çocuk yerine düşünce yaratabiliyorsa, gene de insanlığın bir parçası değil midir?

astroloji

schopenhauer

gezegenler tek tek insanların yaşamlarını önceden göstermezler; ama genel olarak insan yaşamını gösterirler; çünkü insanın her yaşına, sırasıyla bir gezegen denk düşer ve buna göre yaşamına yavaş yavaş tüm gezegenler hükmetmiş olur.

onuncu yaşta merkür hüküm sürer. insan bu gezegen gibi dar bir yörünge içinde hızlı ve hafif devinir. küçük şeyler onun düzenini bozabilir; ama kurnazlık ve güzel konuşma tanrısının hükmü altında, kolaylıkla ve çok şey öğrenir.

yirminci yaşta venüs'ün hükümdarlığı başlar. aşk ve kadınlar erkeği tümüyle ele geçirirler. otuzlu yaşlarında mars hüküm sürer. insan şiddetli, güçlü, korkusuz, savaşçı ve inatçıdır. kırklı yaşlarda dört küçük gezegen hüküm sürer. buna göre insanın yaşamı genişler, tutumlu davranır, yani, roma tarım tanrıçası ceres'in sayesinde yararlı olanın hizmetindedir; sunak ve ocak ateşi tanrıçası vesta sayesinde kendi ocağını kurmuştur; pallas (athena) sayesinde, öğrenmesi gerekeni öğrenmiştir ve evinin hanımı, karısı da roma düğün ve evlilik tanrıçası juno olarak hüküm sürer.

ellili yaşlarda jüpiter hüküm sürmektedir. insan şimdiden çok şeyi atlatmıştır ve şimdiki kuşaklardan üstün olduğunu duyumsar. henüz gücü kuvveti tam yerindedir; ama deneyim ve bilgi açısından da zengindir. bireyselliği ve konumu ölçüsünde, kendisini çevreleyen her şey üzerinde söz sahibidir. buna göre, artık emir almaz, emir verir. kendi etkinlik çevresi içinde şimdi yönetici ve hükümdar olarak en uygun kişidir. böylece jüpiter ve onunla birlikte elli yaşındaki adam en üst noktaya ulaşır. ama bunu, altmışlı yıllarda satürn ve onunla birlikte kurşunun ağırlığı, yavaşlığı ve sertliği izler:

son olarak uranüs gelir. o zaman, söylendiği gibi, göklere çıkılır. neptün'ü gerçek adı olan eros'la anamayacağım için, burada hesaba katamam. yoksa, sonun nasıl başlangıçla birleştiğini, yani eros'un ölümle gizli bir bağlantı içinde olduğunu, bu bağlantı yüzünden yeraltı ölüler dünyası tanrısı orkus'un ya da mısırlıların amenthes'inin, alan ve veren, yani salt alan değil, aynı zamanda veren olduğunu ve ölümün, yaşamın büyük havuzu olduğunu göstermek istedim. işte bu yüzden, bu yüzden, her şey orkus'tan gelir ve şimdi yaşam sahibi olan her şey orada zaten bulunmuştur. bunu olanaklı kılan hokkabazlık hilesini kavrayabilseydik, her şey anlaşılırdı.

11.10.2008

gala'ya mektuplar

paul eluard

gerçek olan aşktır. nesne onun biçimini, niteliğini alır.

yaşam devam ettiği müddetçe kendi kalıntılarını görmezden gelebilir insan. sözcükleri ağırlaştıran ölümdür. bugüne bu yokluğun izleri kaldı bir tek, gömülmüş iki bedenden daha kalıcı bu parçalar..

özgürlüğünün tadını çıkar. insan, hep daha fazlasını istemeli özgürlüğünden.

"yaşamda, yeryüzünde olanlar dayanılmaz."

güzel renklerimi yitireli çok oldu.

aşkı yıkmanın olanaksızlığını kanıtlayan şey, her zaman en yalın, ihtişamdan en yoksun vakitlerin anısıdır.

uzun uzun her yerinden, her yerinden öperim, içine girerim.

insanların istisnasız hepsi budala ve salak, hepsi.

arzuların en soylusu, insanın bedensel olduğu kadar düşsel arzularının da gerçekleşmesini engelleyen burjuva toplumun ortaya koyduğu engellerle savaşmaktır, bu iki kategori zaten birbirinden ayrılmaz ve birbirini belirleyen iki özelliktir.

insan, çocukluk döneminde önüne dikilen duvarları hiçbir zaman tümüyle yıkamaz. çocuğun özgürce gelişebilmesi için çocuklar tarafından yetiştirilmesi gerekir.

nihayet, sevgili bayan, sizi rue becquerel'deki evde ziyaret etmeye geleceğim gün yaklaşıyor. utangaç, bakışlarınız yerde ve bacaklarınız iyice açılmış halde, gelip ata biner gibi üstüme oturacaksınız, bir sandalyede sakin sakin oturuyor olacağım ve sizin için hazırlanmış on beş santimlik, kartal gagası sertliğindeki kuyruğu usulca içinize sokacaksınız. 

faşizm, tüm faşizmler vatanı, aileyi ve dini savunurlar. böylesine aşağılık bir davayı ülküselleştirmek konusunda ırkçı kuramlar onun yanı başında hazır bekliyor.

insanın sevdiği şeyin kendine özgü bir gençliğinin olduğu yerdir aile.

seni seviyorum, her yerinden çok çok öpüyorum, gözlerimle, ellerimle, ağzımla, organımla. sonsuza kadar seninim. memelerini, gözlerini, ağzını, ellerini, oranı öpüyorum. seni her yerinden öpüyorum, içine giriyorum.

annen senin tüm kusurlarının bende de olduğunu söylüyor. bundan gururlandığım için çok aptal olmalıyım.

şimdi sevişme vakti

sait faik abasıyanık



ondan bütün peşin hükümler sıyrılmıştı
bir gökyüzü gibi maviydi
aydınlıktı

her kim ki bir arkadaş bulmak için dolanmakta ise
ondan çekinmeli
köprü'de arkadaş olunmaz
köprü'den seyredilir

seninkisi
senin içinden koparmadığın
yeniden biten, çocuk dişleri misali
dostluğun
bana şimdi gelirse
böyle bir karlı havada gelecektir
fakat sen emin ol
içinden kalorifer yanan bir avrupa otelinde
banyolu, yatağı kuştüyü yastıklı bir oda bulacaksın

onu ben bir saraya değil
iki odalı bir eve götürecektim
bir radyomuz, bir banyomuz olacaktı

hiçbiri olmadı
hiçbiri olmayacak
düşmanlar çok
dünyanın yarıdan çoğu
herkes
benim saadetime herkes
her şey
mani olmakta
neden bilmiyorum
biliyorum, söyleyemiyorum

demirden ovalarda benzi tunçtan insanlar
gövdesinde dinlenir göğsünden vurulunca
yıldızdan meyveleri, rüzgardan kuşları var
bu alaca karanlık benziyor bir ağaca

27 temmuz 1996

leyla erbil

aydın uğur 63'üncü günde
altan berdan kerimgiller 65'inci günde
ilginç özkeskin 66'ncı günde
hüseyin demircioğlu 67'nci günde
ali ayata 67'nci günde
müjdat yanat 67'nci günde
tahsin yılmaz 68'inci günde
ayçe idil erkmen 68'inci günde
hicabi küçük 69'uncu günde
yemliha kaya 69'uncu günde
osman akgün 69'uncu günde
hayati can 70'inci günde

ölüm orucunda öldüler!

türkiye cumhuriyeti hükümeti'ne

ölümü kucakladınız ve ulaşabildiğiniz her yere bulaştırıyorsunuz.

bu uzun cinayetle ülkemizi yaraladınız.

ülkemizin geleceğini, insanlarımızın saygınlığını tehlikeye attınız; siyasi tutuklu ve hükümlülere insan gözlerinizi kapadınız ve topluma aynı şeyi yapmasını telkin ettiniz.

toplumun vicdanında tedavisi çok güç bir yara açtınız.

durun, vazgeçin, cinayeti sürdürmeyin!

insan hayatlarının üzerinde amansız bir oyun oynuyorsunuz.
bu cinayete son verin.

biz, aşağıda imzası olan yazar ve şairler, ölüm orucuyla hak arama yolunu seçen siyasi tutuklu ve hükümlülerin insani taleplerinin tümünü, haklı ve meşru buluyoruz.

bir an önce bu talepleri kabul edin.

insan olmak korkulduğu kadar zor değildir.

tektaş ağaoğlu, meltem ahıska, oktay akbal, gülten akın, hulki aktunç, mete akyol, sina akyol, hüseyin alemdar, orhan alkaya, erdal alova, necmiye alpay, melih cevdet anday, oruç aruoba, inci asena, hüseyin atabaş, atilla atalay, zeynep avcı, i. mert başat, murat belge, ilhan berk, atilla birkiye, tanıl bora, metin celal, ali cengizkan, osman çakmakçı, reha çamuroğlu, cevat çapan, nevzat çelik, veysel çolak, arif damar, mahzun doğan, mehmet h. doğan, refik durbaş, nazlı eray, şükrü erbaş, leyla erbil, bilgesu erenus, müştak erenus, cezmi ersöz, tuğrul eryılmaz, turgay fişekçi, füruzan, berat günçıkan, vedat günyol, nurdan gürbilek, mehmet güreli, gencay gürsoy, hüseyin haydar, ahmet inam, küçük iskender, şebnem işigüzel, tarık dursun k., alpay kabacalı, metin kaçan, orhan kahyaoğlu, vivet kanetti, emin karaca, tuğrul keskin, ümit kıvanç, orhan koçak, can kozanoğlu, akif kurtuluş, ayla kutlu, ömer laçiner, mario levi, ömer madra, nezihe meriç, murathan mungan, mustafa şerif onaran, zeynep oral, erdal öz, turgut özakman, meral özbek, adnan özer, mahir öztaş, hasan öztoprak, halil ibrahim özcan, iskender savaşır, bülent somay, alaeddin şenel, salim şengil, tülin tankut, zerrin taşpınar, latife tekin, ahmet telli, mahmut temizyürek, güven turan, erbil tuşalp, umay umay, mina urgan, celal üster, nilgün üstün, özcan yalım, bekir yıldız, can yücel, güler yücel, ayşegül yüksel.

ulaşamadıklarımızdan, yaşar kemal'in (her vakitki gibi) telefonu ve faksı yanıt vermedi ama tv'de zülfü livaneli ile birlikte çalışmaları sürüyordu, izliyorduk. ulaştığımız halde imza vermeyenlerden ahmet altan, gazetesinin sütununda her gün makaleleriyle mücadele ettiğini, ayrıca ölüm karşısında "bildiri" mücadelesi vermekten "utandığını" söyleyerek özür diledi. imza verenlerin çoğunun bir köşe yazarı olmadığını anımsayalım! memet fuat ve özdemir ince metne takıldılar. bizimse (bizim değil ölecek çocukların) onların onaylayacağı incelikte bir metni yeniden ele alacak vaktimiz kalmamıştı. tomris uyar ise, "bu hükümetten ben hiçbir şey istemem." dedi. herkes kendine göre haklıydı yani. ölüm orucunun durmasında bir nebze rolümüz olmuş mudur bilemiyorum ama bu tavrımız hiç değilse yaşar kemal'in 2 yazarla değil en az 100 yazarla desteklendiğini yansıtmıştır.