maupassant etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
maupassant etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31.07.2020

yaşamak

guy de maupassant

hiçbir engel olmaksızın, kaygısız, işsiz ve hatta yarını bile düşünmeye gerek görmeden özgürce yaşamak. keyfinizden başka bir kılavuza, gözlerinizden başka bir öğüt verene gereksinim duymadan, hoşlandığınız yolu tutup gidersiniz. durursunuz; çünkü bir dere sizi çekmiştir. çünkü, bir hanın kapısının önünde kızarmış patateslerin kokusu burnunuza gelmiştir. bazen, bir çiçeğin kokusu ya da bir handa çalışan bir kızın anlamlı ve ürkek bakışı size bu kararı verdirir. bu köy güzellerine karşı kesinlikle ilgisiz kalamazsınız ve onları hor göremezsiniz. o kızların bir ruhları ve hisleri olduğu gibi, gergin yanakları ve taze dudakları da vardır. onların sert ve kaba öpücükleri, ham bir meyve gibi kütür kütür ve lezzetlidir. nereden gelirse gelsin, aşk onlar için her zaman değerlidir. ortaya çıktığınız zaman çarpan bir kalp, ayrılıp gideceğiniz zaman da ağlayan gözler bulursunuz. bütün bunlar, o kadar nadir, o kadar tatlı, o kadar değerlidir ki, bunları kesinlikle basit ve önemsiz görmemek gerekir.

ben, bahar çiçekleriyle dolu çukurlarda, ineklerin uyumakta olduğu ahırların arkasında ve günün sıcaklığı dolayısıyla ılıklığını hâlâ koruyan samanlıkların otları üzerinde verilmiş nice randevular bilirim. o kabalıkları içinde, güzel ve olgun kadınların verdiği ince zevklerden daha nazik olan o çekingen ve içten okşayışların anısını hâlâ içimde taşırım. ama bütün bu macera yarışlarında özellikle sevilen şey; kır hayatı, ormanlar, güneşin doğuşu, alaca karanlıklar ve mehtaplardır. bütün bunlar, ressamlar için, yeryüzüyle birlikte yapılan balayı yolculuklarıdır. o uzun buluşma zamanlarında, insan doğayla baş başa yalnız kalmaktadır. papatyalar ve gelincikler içinde, bir çayırda yatılır ve güneş ışığı altında gözler açıldığı zaman, uzakta, öğle vaktini haber veren sivri çan kulesi ile küçücük köye doğru bakılır. saç gibi kıvrılmış narin, uzun ve hayat fışkıran otlar arasında, bir meşe ağacının dibindeki bir kaynak kenarında oturulur. diz çökülür, kaynağın üzerine doğru eğilip, insanın bıyığını ve burnunu ıslatan o soğuk ve berrak sudan içilir. o su, sanki, dudak dudağa öpüşülüyormuş gibi, iç açıcı bir zevkle içilir. bazen, bu güzel su yolları boyunca kuytu bir yere rastlandı mı, burada çırılçıplak sulara dalınır ve insan, haz verici bir okşama gibi, tepeden tırnağa kadar, bütün bedeninde hafif ve zevkli bir ürperme hisseder. tepenin üzerinde neşe, küçük göl kenarında ise hüzün hissedilir ve güneşin, kanlı bulutların oluşturduğu bir okyanus içinde boğulduğu, derelerde kızıl yansımalar meydana getirdiği anlarda coşulur. hele akşam olup da ay gökyüzünde belirdi mi, gündüzün yakıcı aydınlığında akla gelmeyen her türlü garip şeyler düşünülür.

17.05.2020

mutluluk

guy de maupassant

dünya üzerinde temiz, güzel, zarif ve ideal olan ne varsa tanrı değil, insan zekası yapmıştır.

aşkta tek bir serüven vardır. hep aynı şeydir o: tanıştık, anlaştık, seviştik. hepsi bu kadar.

insan niçin sever? dünyada tek bir varlığı istemek, kafamızda tek bir düşünce, kalbimizde tek bir arzu, dudaklarımızda tek bir isim yaşatmak. garip bir şeydir bu; öyle bir isim ki, kaynaklarından fışkıran su damlaları gibi, ruhumuzun derinliğinden dudaklarımıza kadar yükselir; bu ismi her yerde, her an bir dua gibi yavaş sesle fısıldar ve sürekli tekrarlarız.

insanlar seviştikleri sürece, her fırsatta aşklarını birbirlerine tekrarlamak isterler. söyleyemediklerimizi kalemlerimize söyletmek en büyük zevkimizdir. çünkü sözler uçucudur; havayı yumuşak, ılık, hafif bir musikiyle dolduran sözler anılarda kalır; ama yazılar öyle midir? onları gözlerimizle görürüz, okuruz, istediğimiz zaman, istediğimiz kadar ellerimizle, parmaklarımızla, dudaklarımızla okşayabiliriz de.

birbirine perçinli denecek kadar bağlı iki dosttan biri evlendi mi, bütün bu perçinler, bütün bu bağlar çözülüverir. kıskanç bir kadın sevgisi iki erkek arasına girdi mi, bunların birbirlerine karşı besledikleri güven ve sevgi de sarsılır; çünkü kadının aşkı, iki erkek arasındaki bu güven ve sevgiye anlayış göstermez. dünyada aralarındaki üçüncü bir kişinin varlığına en az tahammülü olanlar yeni evlilerdir. en çok yalnız kalma ihtiyacı duyanlar onlardır çünkü.

insan, servet sahibi olunca kendini mutlu hissediyor. para oldu mu, kederlere, ıstıraplara bile dayanılabiliyor. para olunca istenilen yere gidiliyor, seyahat ediliyor, eğleniliyor. ah, bir zengin olsaydım!

bir bayırın tepesinde, bazen bir yığın çakıl taşını andıran bir kasabacık çarpar gözünüze; ama buraları işlenmemiş bakir, ıssız topraklardır; ne tarım, ne sanat, ne zanaat vardır buralarda; yontulmuş bir ağaç parçasına, oyulmuş bir taşa, nefis eserlere dedelerimizin duydukları sevgiye ve bu sevgiyle yaşattıkları anıtların hiçbirine rastlayamazsınız. bu azametli, sert iklimde üstünüzde etki yaratan neyse onunla yetinmek zorunda kalırsınız.

üzerinde yansılarının kayarak silindiği aynalar gibi; kalplerinde yaralar açan olayları, gönüllerinde fırtınalar koparan yaşantıları kolaylıkla unutanlara ne mutlu!

10.03.2020

burukluk

michel houellebecq

ender görülen, yapay ve geç olgunlaşan bir olay olan aşk, ancak nadiren bir araya toplanan, her noktada modern çağın özelliği olan ahlaki serbestliğe ters düşen özel koşullarda gelişebilir.

masumiyet olarak, hayal kurma yeteneği olarak, karşı cinsin tümünü sevilen tek bir varlıkta özetlemeye yatkınlık olarak aşk, bir yıllık cinsel serseriliğe nadiren direnebilir, iki yıla ise asla.

gerçekte, ilk gençlik yıllarında art arda edinilen cinsel deneyimler duygusal ve romantik düzeyde her türlü izdüşüm olanağını hızla aşındırıp tahrip eder. insanda aşk yeteneği gitgide, aslında oldukça da çabuk tarafından, eski bir paçavranınkinden farksız hale gelir. ve ardından, sahiden de bir paçavra hayatı yaşanır; yaşlanırken, insanın çekiciliği azalır. bu yüzden gençler kıskanılır; bu yüzden onlardan nefret edilir. itiraf edilmemiş olarak kalmaya mahkum olan bu nefret alevlenir ve gitgide daha kavurucu bir hale gelir. sonra her şey gibi bu da yatışıp söner. geriye sadece burukluk, bıkkınlık, hastalık ve ölüm korkusu kalır.

somut olarak insanlar yaşamayı nasıl başarıyorlar, anlamıyorum. bana bütün insanların mutsuz olması gerekirmiş gibi geliyor. anlıyor musunuz, son derece basit bir dünyada yaşıyoruz. egemen olma, para ve korkuya dayalı bir sistem var -daha çok eril bir sistem, ona mars diyelim; baştan çıkarma ve cinselliğe dayalı dişil bir sistem var, ona da venüs diyelim. ve hepsi bu kadar. yaşamak ve başka bir şey olmadığına inanmak gerçekten mümkün mü?

xıx. yüzyıl sonu gerçekçileriyle birlikte maupassant da başka bir şey olmadığına inanmıştı ve bu onu deliliğe kadar götürdü.

"ne kadar çelişkili görünürse görünsün, aşılacak bir yol vardır ve bunu aşmak gerekir; ama yolcu yoktur. işler görülmüştür; ama işi gören yoktur." (sattipathana-sutta)

bizler hepimiz yaşlılığa ve ölüme boyun eğmişiz. bu yaşlanma ve ölüm kavramı insan-bireye katlanılmaz geliyor. bu hükümran ve koşulsuz kavram, bizim uygarlıklarımızda serpiliyor, adım adım bilinç alanını dolduruyor, başka hiçbir şeyin var olmasına izin vermiyor. böylece yavaş yavaş dünyanın sınırlı olduğuna dair kesin bir kanı oluşuyor. arzu bile yok oluyor; geriye yalnızca burukluk, kıskançlık ve korku kalıyor. en çok da burukluk kalıyor; uçsuz bucaksız, akıl almaz bir burukluk.

hiçbir uygarlık, hiçbir devir insanlarında bunca burukluk yaratmayı başaramamıştır. bu bakımdan bizler hiç görülmemiş anlar yaşamaktayız. çağdaş zihniyeti tek bir sözcükle özetlememiz gerekseydi, ben hiç kuşkusuz şunu seçerdim: burukluk.

31.07.2019

mücevherler

guy de maupasant

bay lantin, çalıştığı dairenin şef yardımcısının verdiği bir şölende bu genç kıza rastladı, ağa düşer gibi tutuluverdi.

genç kız öleli yıllar olmuş bir taşra tahsildarının kızıydı. sonra annesiyle paris'e gelmişti. annesi onu evlendirebilmek umuduyla semtindeki kimi burjuva ailelerine gidip geliyordu. yoksul ve onurlu, sakin ve hoş insanlardı. uslu delikanlıların yaşamlarını bağlamak istedikleri namuslu kadın örneği gibiydi bu kız. alçak gönüllü güzelliğinde meleklere yaraşır bir utancın çekiciliği vardı, dudaklarından bir an bile ayrılmayan fark edilmez gülümseme, yüreğinin bir yansımasıydı sanki. kendisini herkes över, bütün tanıyanlar durmadan, "onu alacak olana ne mutlu. ondan iyisi bulunmaz." diye yinelerdi.

bay lantin içişleri bakanlığı'nda başyazmandı o zamanlar, yılda üç bin beş yüz frank geçerdi eline. onu istedi ve aldı.

akıl almaz denilebilecek derecede mutlu oldu onunla. evi öyle becerikli bir tutumlulukla yönetti ki lüks içinde yaşar gibiydiler. kocasına karşı göstermediği özen, incelik, cilve yoktu; öyle de bir çekiciydi ki, lantin onu, karşılaşmalarından altı yıl sonra, ilk günlerinden de fazla seviyordu.

yalnız iki merakını sevmiyordu onun: tiyatro ve sahte mücevher düşkünlüğü.

dostları (kimi alçak gönüllü memur hanımları tanıyordu) ona durmadan moda oyunlar, hatta ilk gösterimler için loca biletleri buluyorlardı. kocası işinden sonra bir de tiyatroya gidince müthiş yoruluyordu; ama istese de istemese de sürüklüyordu onu.

bay lantin, bu durum karşısında, kendisini eve kadar getirecek tanıdık bir hanımla gitmesini rica etti. karısı pek uygun görmedi bu yolu, uzun zaman kabul etmedi. en sonunda hatır için boyun eğdi, kocası da sonsuz bir minnet duydu.

çok geçmeden, bu tiyatro merakı bir de süslenme gereksinimi doğurdu. yalan değil, tuvaletleri gene hep sade, beğeni ürünü ve alçak gönüllüydü. tatlı, karşı konulmaz, alçak gönüllü, güleç sevimliliği de giysilerinin sadeliğiyle yeni bir tat kazanır gibiydi; ama o gene de kulaklarına elmas taklidi iki koca çakıl taşı takmayı alışkanlık durumuna getirdi. sahte inci kolyeler, altın taklidi bilezikler, değerli taş yerini tutan türlü incik boncuklarla süslenmiş taraklar takmaya başladı.

kocası bu sahte parıltı düşkünlüğünden biraz gocunuyor, sık sık, "sevgilim, sahici mücevher almanın yolunu bulamayınca, sadece güzelliğiyle, sevimliliğiyle süslenir kadın dediğin, mücevherlerin en enderi de budur." diye yineliyordu.

karısı gülümsüyor, "ne yaparsın?" diyordu. "hoşlanıyorum. benim kusurum da bu işte. haklı olduğunu biliyorum; ama insan sonradan düzelmiyor. öteden beri mücevhere bayılırım ben."

sonra incileri parmakları arasında kaydırıyor, yontulmuş kristalleri ışıldatıyor, "ama bak, ne kadar güzel yapılmış. sahici olduğuna yemin edeceğin gelir." diyordu.

o da gülümsüyor, "çingene gönlü var sende." diyordu.

bazı bazı geceleyin, ateşin başında baş başa otururlarken, karısı, bay lantin'in deyimiyle "incik boncuğunu" koyduğu maroken kutuyu çay içtikleri masanın üzerine koyuyor, bu taklit mücevherleri tutkulu bir dikkatle incelemeye başlıyordu. gizli, derin bir sevincin tadını çıkarıyordu sanki. bir kolyeyi kocasının boynuna takmakta dayatıyor, sonra da, "ne kadar tuhaf oldun!" diye haykırarak bütün benliğiyle gülüyordu. sonra kollarına atılıyor, onu çılgınca öpüyordu.

bir kış gecesi operadaydı, soğuktan titreyerek döndü eve. ertesi gün öksürüyordu. sekiz gün sonra da zatürreden öldü.

lantin de az kaldı onun ardından mezarı boyluyordu. öyle korkunç bir umutsuzluğa kapıldı ki bir ay içinde saçları apak oldu. sabahtan akşama kadar ağlıyordu, dayanılmaz bir acıyla parçalanıyordu ruhu. ölmüş kadının anısı, gülümsemesi, sesi, kısacası bütün çekiciliği gözlerinin önünden hiç gitmiyordu.

zaman acısını hiç mi hiç hafifletmedi. çoğu zaman, iş saatlerinde, meslektaşları günlük şeylerden konuşmaya başladılar mıydı birdenbire yanaklarının şiştiği, burnunun kıvrıldığı, gözlerinin yaşlarla dolduğu görülüyordu; yüzünü buruşturuyor, hıçkırmaya başlıyordu.

eşinin odasına el sürmemişti, her gün buraya kapanıp onu düşünüyordu. bütün eşyalar, hatta giysileri, son günde nasıl idiyseler öylece, yerli yerinde duruyordu.

ama yaşam gittikçe zorlaşıyordu. karısının elindeyken, evin bütün gereksinimlerini karşılayan aylığı, şimdi bir kendisine bile yetmiyordu. şimdi ufak geliriyle sağlayamadığı iyi şarapları, güzel yemekleri karısının kendisine nasıl yedirip içirdiğini düşünüyor, şaşırıp kalıyordu.

biraz borçlandı, en son yollara başvuran insanlar gibi paranın ardından koştu. sonra bir sabah, ay sonuna tam bir hafta kala meteliksiz duruma düştüğünden, bir şey satmayı düşündü. karısının "incik boncuğunu" elden çıkarmak geldi hemen aklına; çünkü yüreğinin derinliklerinde, bir zamanlar kendisini kızdıran bu "göz boyayıcılara" karşı bir tür kin kalmıştı. bunları her gün görmek bile sevgilisinin anısını biraz gölgelendiriyordu.

karısının bıraktığı sahte parıltılar yığınını uzun zaman karıştırdı. karısı yaşamının son günlerine kadar inatla bunları satın almış, her akşam yeni bir şey getirmişti. onun hepsinden çok beğendiğini sandığı, kendi düşüncesine göre de bir sahte gerdanlığa göre pek dikkatli bir işçiliği olduğu için altı ya da sekiz frank edebilecek büyük bir kolyede karar kıldı.

kolyeyi cebine koydu, bulvarlardan kendisine güven uyandıracak bir kuyumcu dükkanı arayarak bakanlığa doğru yürüdü.

en sonunda bir tane gördü, böyle değersiz bir şeyi satmaya çalıştığı, yoksulluğunu böyle ortaya koyduğu için biraz utanarak girdi içeriye.

"bayım," dedi satıcıya, "şu parçaya ne değer biçersiniz, bilmek isterdim."

adam kolyeyi aldı, gözden geçirdi, çevirdi, eliyle tarttı, bir büyüteç alıp baktı, yardımcısını çağırdı, alçak sesle bir şeyler söyledi, kolyeyi tezgahın üzerine koydu, etkisini daha iyi anlamak için uzaktan baktı.

bütün bu tören bay lantin'in rahatını kaçırmıştı. "hiçbir değeri yok biliyorum." demek için ağzını açmak üzereydi, birdenbire kuyumcu, "beyefendi, on iki ya da on beş bin frank eder bu mal." dedi; "ama ancak elinize nerden geçtiğini açıkça bildirebilirseniz satın alabilirim."

dul adam şaşkın şaşkın gözlerini ayırdı, ağzı açık kaldı, anlayamamıştı. en sonunda, "ne diyorsunuz? emin misiniz?" diye kekeledi. öteki başka şeye yordu şaşkınlığını, soğuk bir sesle: "daha fazla verip vermeyeceklerini başka yerlere göstererek öğrenebilirsiniz. benim için fazla fazla on beş bin eder. daha iyi bir fiyat bulamazsanız, gene bana gelebilirsiniz."

bay lantin iyiden iyiye aptallaşmıştı, kolyesini alıp gitti. yalnız kalıp düşünmek için bulanık bir istek duyuyordu. ama sokağa çıkar çıkmaz, bir gülme gereksinimi duydu. "budala!" diye düşündü. "koca budala! ya hemen kabul etseydin söylediğini! al işte, sahteyi sahiciden ayıramayan bir kuyumcu!"

paix sokağı'nm başında başka bir kuyumcuya girdi. kuyumcu mücevheri görür görmez, "hay allah, iyi bilirim bu kolyeyi, benden alınmıştı!" diye haykırdı.

bay lantin altüst olmuştu.

"ne kadar eder?" diye sordu.

"beyefendi, ben yirmi beş bine satmıştım. ama yasa gereklerine uymak için bu malı nasıl ele geçirdiğinizi belirtecek olursanız, on sekiz bine yeniden almaya hazırım."

şaşkınlıktan eli ayağı tutmaz oldu bu kez bay lantin'in, oturdu.

"ama.. ama.. dikkatle inceleyin, beyefendi; ben bugüne kadar sahte olduğunu sanıyordum." diye kekeledi.

kuyumcu:

"adınızı söyler misiniz, beyefendi?" dedi.

"elbette. adım lantin, içişleri bakanlığı'nda memurum, martyrs sokağı'nda 16 numarada oturuyorum."

adam defteri açtı, araştırdı, sonra:

"gerçekten de martyrs sokağı'na, 16 numaraya yollanmış bu kolye, bayan lantin adresine, 20 temmuz 1876'da."

iki adam birbirlerinin gözlerine baktılar, memur şaşkınlıktan kendinden geçmiş, kuyumcu bir hırsız kokusu almıştı.

kuyumcu gene konuştu:

"yirmi dört saatliğine bırakır mısınız bunu bana? size bir makbuz veririm."

bay lantin, "evet, evet, elbette." diye kekeledi, kâğıdı katlayarak çıktı, sonra cebine koydu.

sonra sokağın ortasından geçti, gene yukarı doğru çıktı, yolunu şaşırdığını fark etti, yeniden tuileries'ye indi, seine'i geçti, gene yanıldığını anladı, champs-elysees'ye döndü, aklında belirli bir düşünce yoktu. kafasını işletmeye, anlamaya çalışıyordu. bu değerde bir nesneyi karısı satın almış olamazdı. - hayır, elbette.- ama öyleyse bu bir armağandı! bir armağan! kimin armağanı! neden?

duruvermişti, caddenin ortasında ayaktaydı. korkunç kuşkuyu duydu. "o mu?" ama tüm öbür mücevherler de armağandı öyleyse! bay lantin'e öyle geldi ki yer yerinden oynuyordu. önünde bir ağaç devriliyordu sanki; kollarını açtı, devrildi, bayılmıştı.

bir eczanede kendine geldi, geçenler buraya taşımışlardı. evine götürdüler, içeri kapandı. geceye kadar kendinden geçmişçesine ağladı, bağırmamak için bir mendili ısırıp duruyordu. sonra yorgunluktan, acıdan bitti, yatağına girdi, derin bir uykuya daldı.

bir güneş çizgisi onu uyandırdı, bakanlığa gitmek üzere ağır ağır kalktı. böyle sarsıntılardan sonra çalışmak zordu. müdüründen özür dileyebileceğini düşündü, bir yazı yazdı ona. sonra kuyumcuya dönmek gerektiğini düşündü, utançtan yüzü kızardı. uzun zaman düşüncelere daldı. ne de olsa bu adamda bırakamazdı kolyeyi; giyindi, sokağa çıktı.

hava güzeldi, güler gibi görünen kentin üzerini bir mavi gök kuşatmıştı. boş gezenler elleri ceplerinde gidiyorlardı.

lantin onların geçişine baktı, "parası oldu mu ne kadar mutludur insan!" dedi kendi kendine. "para ile kederler bile atılabilir, yolculuk edilir, eğlenilir! ah! bir zengin olsaydım!"

önceki günden beri bir şey yememişti, acıktığını fark etti. ama cebi boştu, yeniden kolyeyi anımsadı. on sekiz bin frank! on sekiz bin frank! az para değildi hani!

paix sokağı'na vardı, dükkanın karşısındaki kaldırımda bir aşağı, bir yukarı dolaşmaya başladı.

on sekiz bin frank! yirmi kez girmesine ramak kaldı; ama utanç elini kolunu bağlıyordu.

oysa açtı, çok açtı, bir kuruşu da yoktu. birdenbire kararını verdi, düşünecek zaman kalmasın diye koşa koşa sokağı geçti, kuyumcunun dükkanına daldı.

adam onu görür görmez fırladı, güler yüzlü bir incelikle yer gösterdi. yardımcıları da geldiler, gözlerinde, kulaklarında bir neşe, lantin'den yana bakıyorlardı.

kuyumcu, "gerekli bilgileri aldım, beyefendi, hâlâ kararınız değişmediyse, önerdiğim parayı ödemeye hazırım." dedi.

memur, "evet, elbette." diye kekeledi.

kuyumcu bir çekmeceden on sekiz kocaman banknot çıkardı, saydı, lantin'e uzattı. lantin bir küçük makbuza imzasını attı, elleri titreye titreye cebine koydu parayı.

sonra çıkacağı sırada, hâlâ gülümseyen adama döndü, gözlerini önüne dikti:

"ben.. bende başka mücevherler de var. aynı yoldan bana kaldı. onları da satın almak işinize gelir mi?"

adam eğildi, "evet," dedi, "elbette, elbette, beyefendi."

bir tezgâhtar rahat rahat gülebilmek için dışarı çıktı, bir başkası var gücüyle burnunu siliyordu.

lantin duygusuz, kızarmış, ciddi, "az sonra getiririm." dedi.

mücevherleri getirmek için bir araba tuttu.

bir saat sonra, kuyumcuya döndüğü zaman, hâlâ yemek yememişti. malları parça parça, her birine değer biçerek incelemeye başladılar. hemen hepsi bu dükkândan alınmıştı.

lantin şimdi biçilen fiyatlar üzerinde tartışıyor, kızıyor, satış defterlerinin gösterilmesini istiyordu, alacağı paraların toplamı yükseldikçe sesi de yükseliyordu.

büyük küpe yirmi bin frank değerinde, bilezikler otuz beş bin, yüzük ve madalyonlar on altı bin, zümrüt ve yakutlardan yapılmış takı on dört bin; bir altın zincire takılıp bir kolye oluşturan tektaş kırk bin; hepsi birden yüz doksan altı bin frankı buluyordu.

satıcı alaylı bir babacanlıkla, "dişinden tırnağından artırdığı her şeyi mücevhere yatıran birinindi galiba bunlar." dedi.

lantin ciddi ciddi, "herhangi bir yatırım biçimi işte." dedi. alıcıyla ertesi gün bir ikinci fiyat incelemesi yapılmasını kararlaştırdıktan sonra çıkıp gitti.

sokağa çıkınca, tepesinde bir ödül bulunan bir direkmiş gibi, tırmanmak arzusuyla baktı vendôme sütununa. kendini tepelerde duran imparator heykelinin üzerinde birdirbir oynayacak ölçüde hafif buluyordu.

voisin'de yemek yemeye gitti, şişesi yirmi franklık şaraptan içti.

sonra bir araba tuttu, bois'yi dolaştı. lüks arabalara horgörüyle bakıyordu. gelip geçenlere, "ben de zenginim, ben de. iki yüz bin frankım var!" diye bağırmak isteğiyle yanıp tutuşuyordu.

sonra bakanlık geldi aklına. arabayı oraya sürdürttü, kesin kararını vermiş olarak müdürün odasına girdi.

"istifamı vermeye geldim, efendim." dedi. "üç yüz bin franklık bir mirasa kondum."

gidip eski meslektaşlarının ellerini sıktı, yeni yaşam tasarılarını anlattı onlara; sonra café anglais'de akşam yemeğini yedi.

çok seçkin bulduğu bir beyle yan yana gelince, bu beye, dört yüz bin franklık bir mirasa konduğunu söylemek kaşıntısına karşı koyamadı.

yaşamında ilk kez tiyatroda canı sıkılmadı, geceyi yosmalarla geçirdi.

altı ay sonra yeniden evleniyordu. ikinci karısı çok namusluydu ama çekilmez bir yaratılıştaydı. ona çok acılar çektirdi.

3.01.2016

evlilik

john milton: iyi bir evlilik, uyumlu ve mutlu bir muhabbettir.

maupassant: evlilik ve aşk birlikte var olamaz. insan bir aile kurmak için evlenir ve aileyi de toplumu oluşturmak için kurar. insan yalnızca bir kez evlenir; çünkü dünya böyle ister; ama yaşam içinde yirmi kez sevebilirsin; çünkü doğa bizi böyle yarattı.

montaigne: iyi bir evlilik, eğer varsa, arkadaşlığı ve aşk koşulunu reddeder.

balzac: kadın sözleşme yoluyla elde edilen bir maldır; taşınır cinstendir; çünkü kim kullanıyorsa onun malıdır; açıkçası erkeğe eklentiden başka bir şey değildir.

montaigne: dini ve dindarlığı gösteren bir bağdır evlilik. işte bu yüzden, ondan alınan haz bastırılan, ciddi ve birtakım zorunluluklarla karışık bir hazdır.

george sand: evlilik, toplumun hazırladığı en barbar kurumlardan biridir.

pascal bruckner: çiftleşme aynı zamanda hem topluma karşı isyandır hem de insan doğasının gereğini yerine getirmektir. özgürleştirme hareketinin öncülerinin coşkuları ve kavgacı tonları, duygululuğun kaynağına müdahale etmeye can atıyor olmalarından kaynaklanır.

georg c. lichtenberg: aşk kördür, onun görmesini sağlayan, evliliktir.

1.03.2013

henry james

javier marias

henry james'in hiçbir zaman yapıtlarından söz etmediği ama kütüphanesine çok özen gösterdiği, kitaplarının tozunu ipek bir bezle kendisinin aldığı kayıtlara geçmiştir. daisy miller'ın çok satanlar listesine girmesine ve ötekilerin satışlarının da son derece iyi olmasına karşın, kitaplarının neden daha iyi satılmadıkları konusunu anlamaz ve tasalanırmış. dostu edith wharton kendisinin çok daha yüklü olan telif bedelini henry james'in hesabına yatırmasını ortak yayıncılarından rica ettiğinde, james'in bundan hiçbir zaman haberi olmaz.

henry james'in maupassant'ın kişiliğine duyduğu hayranlığın sınır tanımazlığı bir ziyaret nedeniyledir. fransız yazar, james'i öğle yemeğine çıplak olmakla kalmayan, yüzünü de bir maskenin ardına gizleyen son derece güzel bir hanımın eşliğinde kabul eder. bu kabul biçimi james'i, özellikle de maupassant, bu hanımın bir fahişe, hizmetçi ya da oyuncu değil, bir femme du monde (sosyeteye mensup bir hanımefendi) olduğu açıklamasını yaptığında, nezaketin doruğunda bir davranış olarak çarpar; james söylenene inanmaya dünden razıdır.

henry james'in oscar wilde'a yaptığı ziyaretin ise pek parlak geçtiği söylenemez; estetiğin bu havarisinin amerika'da kaldığı sürede, yine bu kıtada karşılaşmışlardır. james, londra'yı çok özlediğini söylediğinde, wilde yazara hor görerek bakar ve bunun çok taşralı bir düşünce olduğunu söyledikten sonra ekler: "gerçekten mi, demek sizin için mekanların önemi var." ve ardından şu klişeyi yapıştırır: "benim evim dünyadır!" o zamandan sonra james, ünlü yazardan söz ederken "o leş yaratık" ile "beş para etmez kaçık" nitelemeleri arasında bir tercih yapmak zorunda hisseder kendini.

henry james 28 şubat 1916'da, 72 yaşında, halüsinasyonlar görmesine neden olan uzun bir hastalığın sonucunda öldü. bu halüsinasyonlardan birinde kendisini napolyon sanarak iki mektup dikte ettirdi: birinde kardeşi joseph bonaparte'tan ısrarla ispanya tacını kabul etmesini istiyordu. aylar önce, bu krizlerden birini atlatıp da artık toparlandığını sandığı bir sırada, odasında yere devrildiğini ve kesinlikle öldüğüne inandığını anlatmış, tam o sırada kendisinin olmayan bir sesin ona şöyle dediğini de sözlerine eklemiştir:

"demek son böyle geliyormuş, şu pek saygıdeğer son!"

20.01.2011

öteki renkler

orhan pamuk

şeyh galip: her renge boyan da renk verme.

mutlu olabilmem için her gün bir mikta edebiyatla ilgilenmem gerekiyor.

benim gibilerin durumunda en iyi tedavi, en büyük mutluluk kaynağı, her gün iyi bir yarım sayfa yazmaktır.

insan ne kadar sıkılırsa o kadar hayal kurar.

edebiyat, yazdıklarımızı insanların hayallerinin bir parçası yapabilme sanatıdır.

yazarlık okura "bunu tam ben de söyleyecektim; ama o kadar çocuksu olamadım." dedirtebilme hüneridir.

yazmak, yaşanmayan hayattan bir çeşit intikam almaktır.

çekici olan şey bir yol seçmek değil, galiba bütün yolları seçebileceğimiz bir yerde olmaktır.

bir gün bir kızım oldu, bütün hayatım değişti.

yırtmak en büyük eleştiridir.

hemingway: akşam gün biterken yazılacak iyi bir cümleniz varsa onu yazmayın. onu ertesi sabaha bırakın ki, sabah hemen yazmaya başlayabilesiniz.

yanlış anlaşılmaktan korktuğumuz zamanlar her şeyi söylemeye kalkarız. bu korku da bize herkesin söylediği şeyleri söyletir.

"paranoyak olmam takip edilmediğim anlamına gelmez."

aptal paranoyak en korkutucu yaratıktır ve ülkemizde çoktur.

ben her şeyi açıklayan ve bir tek sebebe indirgeyen teorilere inanmam.

aşırı paranoya ve akılsız kumpas teorisinin en kuvvetli yanı karşı çıkılmaz oluşudur.

1991 doğumlu rüya hakkında hiç zorlanmadan, kendiliğinden yazabiliyorum. birisi hakkında kolayca ve istekle yazabilmek sorunsuz bir aşkın işareti midir?

herkes mutluyken mutsuz olmayı başarabilmek akıllı olmanın birinci şartıdır.

bir kitap, bir fikirle değil, en azından iki fikirle yazılır.

kafasını büyük hakikate takmış yazarlar bana kalırsa hayatın renklerini ve neşesini göremezler. büyük hakikatler konusunu hiç düşünmemiş, kendi sıradan hatıralarını ya da basit, hayali bir fanteziyi anlatmaya başlayan hünerli bir romancı ise bir gün öyle bir şey yazar ki o hakikat bu gündelik detaylar arasından beliriverir.

gençliğin acı verici yanı, insan ilişkilerindeki ikiyüzlülüğü görmek, buna karşı bir şeyler yapmak isteyip de yapamamak ve sonraları da bunu doğal karşılamaktır.

benim bütün kitaplarım, bir önceki kitabın içinden doğar. oradaki bir ayrıntıdan, bir cümleden. cevdet bey'deki gençlerden bir anlamda sessiz ev doğdu. sessiz ev'deki tarihçi faruk'tan beyaz kale çıktı. beyaz kale'nin düşsel ortamından, oradaki kimi tarihi sahnelerden, esrarlı mavi gece diyebileceğim karanlık sahnelerden kara kitap çıktı.

sanki saat bizde kesinliğine, matematikselliğine ulaşamadığımız batı dünyasını bu nesneyi kullanarak elde edebileceğimizi sandığımız bir tesellidir.

bizi modernlikten, modern olmaktan uzaklaştıran şey, alelacele bir an evvel modern olma gayretimizdir.

yahya kemal: resmimiz ve nesrimiz olsa, başka bir millet olurduk.

yağmurla keder, dağlarla coşku arasında zorunlu bir ilişki mi vardır, yoksa bunlar sanatın, edebiyatın, resmin bize öğrettiği şeyler midir?

borges: elbette, bütün genç insanlar gibi, ben de elimden geldiğince mutsuz olmaya çalışıyordum; hamlet'le raskolnikov arası biri olmaya çabalıyordum, sizin anlayacağınız.

valéry bir yerde nefret edip tiksindiğimiz bayağılıklarla aslında yakından ilgilendiğimizi, bayağı bulduğumuz şeylerle aramızda bir merak ve yakınlık olduğunu söyler.

kendi özel hayatını sıkı sıkıya koruyan, içine kapanık, yalnız, utangaç bir adamdır philip larkin. hiç evlenmemiş, çoluk çocuğa karışmamış, gezip tozmamış, şu veya bu şekilde iyi yaşamaktan ya da hayata sıkı sıkıya bağlanmaktan kaçınmıştır hep.

mario vargas-llosa, kendini "dünyada margaret thatcher'a hayran olup fidel castro'dan nefret eden iki yazardan biriyim." diye tanımlamaya başladı. öteki yazar, daha doğrusu şair philip larkin'di.

salman rushdie: gerçek her zaman olağanüstü, acayip ve ihtimal dışıdır.

bütün modern ulus-devletlerin doğuşunun arkasında bir çeşit etnik temizlik, dil birliğinin sağlanması ve yerel özelliklerin ve iktidarların tahribi yatar.

başbakan erbakan'ın koltuğuna oturur oturmaz, dünyanın en yalnız, en batı karşıtı ve insan haklarına saygısızlığıyla en ünlü libya, nijerya, iran gibi devletlerine ziyarete gitmesi bu taşralaştırma azminin en belirgin işaretleri.

sinemada yalnızca "öteki" ile yüz yüze gelmeyiz; sinemanın gösterdiği her şey bir anda "öteki" oluverir.

o zamanlar niye mimar olmadığımı bana sordukları vakit aynı cevabı başka bir dille verirdim: "apartman yapmak istemediğim için!" apartmandan kastettiğim bir hayat tarzı, bir mimari anlayışıydı.

çetin altan: bizimki gibi köylü toplumlarında ise cinayetlerin zekaya dayalı bir özelliği pek yoktur. kıskançlıktan kafası bozulan koca, kaptığı gibi bıçağı karısını doğrayıverir orada, iş olup biter. yahut kan davasında hazırlıklı dolaşan kişi hasmını görünce beynine boşaltıverir kurşunları. kırsal kesimlerdeki tarla veya su kavgalarında ise çifteyi alıp pusuya yatma geleneği vardır. herkes de kimin kimi neden öldürdüğünü bilir. baltayla kabak yarar gibi pek kabasından işlenen bu tür cinayetler yazarları etkilemediği için bizde polis romancılığı gelişmemiştir.

bugünün istanbulu ve türkiyesi, devletçe işlenmiş faili meçhul cinayetler, sistematik düzeye varmış işkence uygulamaları, düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, kısaca insan haklarının acımasızca çiğnenmesi bakımından dünyanın en önde gelen ülkelerinden biri.

maupassant: paris'in en güzel manzarası eyfel kulesi'nin tepesindedir; çünkü oradan eyfel kulesi görünmüyor.

ben dünyada yazdığı konuyu parmağı ile işaret ederek gösterebilen tek tarihi romancıyım.

türkiye'de özgürlüklerin kısıtlanması, kitapların yasaklanması, farklı düşünenlerin vatan haini ilan edilmesi için her gün çırpınan pek çok gazeteci, köşe yazarı var. sınırlı da olsa zihinsel faaliyet gösterdikleri için bu kişilere entelektüel denebilir belki ama bence onlar entelektüel değil de devleti, hükümeti destekleyen teknisyen konumundalar.

öldürülmek türkiye'deki entelektüeller için önemli bir ihtimaldir. son yirmi yılda türkiye'nin en önemli üç gazetesinin en önemli üç köşe yazarı öldürüldüler. sonra hapis, yazının yasaklanması vs. gelir. yaygın bir şekilde "vatan haini" ilan edilmek, kenara itilmek, işsiz kalmak, gazetedeki köşenizden, işinizden olmak, yazılarınızın yayımlanmaması da birer yöntemdir. ilgisizlik, tepkisizlik de. özellikle ücra taşra kentlerinde entelektüelleri, yazarları öldürür, tutuklar, işkence eder, otuz yıl hapse mahkum ederler de, değil batı dünyasında herhangi biri, istanbul gazeteleri bile bu olaylarla ilgilenmez.

günümüzün tabii ki en büyük entelektüel zevki iyi edebiyat. iyi edebiyat, iyi entelektüelden de az bulunur.

disiplinli modern ordular gibi rafları dolduran ciltli kitaplara düşkırıklığıyla baktım.

"avrupalılar görse ne der?" bir korku ve bir arzu. onlara benzemeyen yanlarımızı görüp bizi ayıplayacaklar diye hepimiz çok korkarız. hapishanelerde işkencenin azaltılmasını ya da iz bırakmadan yapılmasını bu yüzden isteriz. bazen de onlar gibi hiç olmadığımızı onlara teşhir etmenin zevklerini yaşamak isteriz: islamcı bir teröristin tanınma isteği, papa'yı vuran ilk türk olma isteği böyle duygulardır.

bu içe dönüş tepkim beni hayatın zorluklarından korudu; ama zenginliklerinden de uzak tuttu.

andré gide: bu topraklardan hiçbir şey çıkmamış. onca ırkın, tarihin, inancın ve medeniyetin sürtüşmesinin ve çatışmasının yarattığı kalın köpüğün altında yerli hiçbir şey yok. (istanbul hakkında)

andré gide: türklerin kıyafeti aklınıza gelebilecek en çirkin kıyafet. ve doğrusunu söylemek gerekirse, bu ırk da bu elbiseyi hak ediyor.

andré gide: orada yaşayanları sevemeyince, dünyanın en güzel manzaralarına bile gönül veremiyorum.

andré gide: bu seyahatten payıma düşen hisse, ülkeye duyduğum tiksintiyle orantılı. bu ülkeyi daha fazla sevmediğim için memnunum.

gidé'in güncesinden bir seçme türkçeye çevrilmiş ve milli eğitim bakanlığı tarafından yayımlanmıştır. bu kitapta türkiye hakkında notlar tabii sessizce dışarıda bırakılmıştır.

batılılaşmacı önce avrupalı olmadığı için utanır. sonra avrupalı olabilmek için yaptıklarından utanır (her zaman değil). avrupalı olabilmek için yaptıklarının yarım kalmasından utanır. avrupalı olacağım diye kendi kimliğini kaybetmekten utanır. kendi kimliğine sahip olmaktan ve olmamaktan utanır. zaman zaman şiddetlenip, zaman zaman kabul ettiği bu utançlarından da utanır. bu utançlarından söz edilmesinden de utanır.

israil'in filistin topraklarını zaptettiği, onlara haksızlık ettiği inancındayım. israil'de barışçı, uzlaşmacı bir çevrenin hakim olmasını, anlaşmazlıkların barışla halledilmesini isterim. israil'in filistinlilerden aldığı, üzerinde hala yerleşmiş olduğu topraklardan çıkmasını isterim. ama bu demek değildir ki fkö ile her konuda hemfikirim.

ilk büyük felaketle öğrendiğim şaşırtıcı hayat gerçeği, felaketlerin her zaman mutluluktan daha eğlenceli ve seyredilebilir olmalarıydı.

öte yandan, yakında ama kendisine zarar vermeyecek bir uzaklıkta bir felaket, bir dehşet olduğu hissi gecenin ortasında uyananlar için en iyi uyku ilacıdır.

beklenti gerginliğine, "ne olacağız" havasına karşın, gelecekten hep geçmişte kalmış bir şey gibi söz ediliyor.

sığınmacı kampına giderken, şırnak'ta yaşlı bir kürt bakkalın duvarına asılı bir eski levha görmüştüm: "dilerim benim hakkımda düşündüğünün iki misli senin başına gelir!" kürtlerin hiç bitmeyen çilesi düşünülürse, kötümser bir levha!

bizlere, fotoğraf makinelerine bakan herkes, "gazeteciler yazın!" diye başlayıp devletten, hırsız müteahhitlerden ve belediyelerden haykırarak şikayet ediyorlardı. çıkardıkları şikayet sesleri basında ve medyada iyi yansıtılıyordu; ama büyük ihtimal bütün bu insanlar şikayet ettikleri bu siyasetçileri, devlet adamlarını ve rüşvetçi belediye başkanlarını yeniden seçmeye ve verdikleri oylarla mağrurca övünmeye devam edecekler. ayrıca, bu şikayetçiler de büyük ihtimal hayatlarının bir döneminde yaptırdıkları inşaatların kuraldışı yanlarını onaylatmak için belediyelere rüşvet vermiş, vermemeyi de akılsızlık olarak görmüşlerdi.

cumhurbaşkanlarının rüşveti "pratik" bir iş olarak övdüğü, dolandırıcılarla senli benli olduğu bir kültürde hayali bir gelecekte olacak ve başkalarına zarar verecek depremin korkusuyla müteahhitlerin demir ve çimentodan çalmamalarını, kurallara uymalarını, bunun için fazladan "masraf" etmelerini sağlamak çok zor.

bu yalnızca bir organizasyon sorunu değil! vurmak, bastırmak, korkutmak, yasaklamak ve şiddet kullanmak mantığıyla örgütlenmiş devlet yardım etmeyi, yaraları sarmayı, halka hizmet etmeyi beceremiyor.

ben insanoğluna inanırım ve görüşlerini değiştirdi diye kimseyi ayıplamam.

başka yazarlar hapisteyken, hangi iyi "insan", gidip devletten yazar olduğu için "devlet sanatçısı" unvanını alır?

meclis kapısından alınıp hapse tıkılan milletvekillerinden, sokaklarda sinekler gibi öldürülen gazetecilerden, bir kitap yazdığı için zindanlarda yıllar geçiren yazarlardan, otelle birlikte yakılan aydınlardan size bir kere daha söz etmek içimden hiç mi hiç gelmiyor. siz de bütün bu rezaletlerin, bütün bu gaddarlığın, acımasızlığın, pervasızlığın, adaletsizliğin farkındasınız.

bütün gazeteler ve televizyonlar, dergiler ve radyolar söylenmesi gereken asıl sözü, hiç söylememek için bütün o öteki sözleri söylüyorlar.

madımak otelinde, 17. yüzyılda yaşamış, devletçe idam edilmiş sivaslı halk şairi pir sultan abdal'ı anmak için şehre gelmiş 60-70 kişilik bir yazar, müzisyen, gazeteci topluluğu kalıyordu. ama "şeytana ölüm" sloganlarından kalabalığın asıl hedefinin türkiye'nin en ünlü mizah yazarı aziz nesin olduğu anlaşılıyordu. toplantıya katılanlar arasındaki 78 yaşındaki aziz nesin, salman rüşdi'nin şeytan ayetleri'nin bir kısmını çevirtip başyazarlığını ve kısmen sahipliğini yaptığı aydınlık gazetesinde yayımlamıştı.

"halk ile polisi karşı karşıya getirmek" istemeyen hükümet kararsız kalınca, meraklıların, eğlenmek için toplananların katılımıyla iyice büyüyen kalabalık, akşam bastırırken, oteli yaktı. bütün ülkenin televizyonlardan seyrettiği görüntüye, tıpkı basit oryantalist, şematik ve anti-islam nitelikli propaganda filmlerinde olacağı gibi, kalabalığın duaları ve "işte cehennem ateşi" sözleri eşlik etti. aralarında ünlü şair, yazar ve eleştirmenlerin de olduğu otuz yedi kişi yanarak, boğularak öldü. 78 yaşındaki aziz nesin ise, son anda yetişebildiği itfaiye merdiveninden inerek ve bir itfaiyecinin "linç edilsin" diye kendisini kalabalığın ortasına atmasına rağmen, sopa darbeleriyle yaralanmış olarak kurtuldu.

sivas'taki otelin yakılmasından hemen sonra, yalnız ülkenin kadın başbakanının değil, kamuoyu denilen hakim gücü oluşturanların sesleri de, olayı onaylamadılarsa da, fundamentalist öfkeyi sert biçimde kınamaktan kaçındılar. "orada" oteli yakan kalabalıklar kışkırtılmıştı; şeytan ayetleri'ni yayımlayan biri "oraya" gitmemeliydi vs. herkesin bildiği; ama bildiğini bilmediği ya da söylemekten çekindiği şey "orası"nın, "taşra"nın, özellikle orta ve doğu anadolu'nun bambaşka yerler olduğuydu. insan ilişkilerinin, hukukun, demokrasinin, siyasetin, özgürlük düşüncesinin "orada" aldığı biçimler bambaşkaydı. "orası" da türkiye'nin sınırları içindeydi; ama başka bir ülkeydi de "orası".

on yıl önceki askeri darbe döneminde, kürt kelimesinin bile kullanılmasının yasaklandığı, kürt kimliğinin ve kültürünün ortaya konması için gösterilen her türlü demokratik ve barışçı çabanın şiddet ve işkenceyle ezildiği bir dönemde silaha başvuran pkk'nın prestiji ve gücü arttı. ülkenin ekonomik olarak da bu en az gelişmiş bölgesinin, gelişen sanayileşmenin nimetlerinden yararlanması için hiçbir şey yapılmadı ve bu, ülkenin yalnız kültürel olarak değil, ekonomik olarak da bölünmesine, kürt milliyetçiliğinin yeşermesine yol açtı. pkk'nın acımasız terör yöntemlerine aynı acımasızlık ve kanla cevap veren türk ordusunun savaş yöntemleri de, kendini doğu anadolu'da yaşayan kürtlerin en güçlü siyasi temsilcisi olarak sunmak isteyen pkk'nın işine yarıyor. bugün pkk'ya destek veren gençler, kendi kürt kimliklerinin, radyo ve tv'de yasaklanan dillerinin, en basit demokratik haklarının şiddetle ezilmesi, ekonomik adaletsizlik, bölgesel eşitsizlik, işsizlik kadar, inanılmaz boyutlara varan insan hakları ihlallerine, faili belli olmayan siyasi cinayetlere, kürt gazetecilerinin, milletvekillerinin öldürülmesine ve özellikle her iki yandan küçük köyleri, kasabaları sıkıştıran çirkin savaşa isyan ediyorlar. pek çok kürt, evlerini, topraklarını terk ederek doğu'dan batı anadolu'ya göç ediyor.

bir zamanlar askeri darbeciler tarafından radikal sola karşı bir panzehir olarak düşünülen din ise, siyasal islam'ı körüklemeye yatkın olduğunu çoktan ispatladı.

anadolu mutasavvıflarının sık sık kitaplarına aldıkları eski mi eski bir hikaye vardır, severim. aklı başında genç bir köylü rastlantıyla karşılaştığı bir bilgeden kehanet gibi gözüken bir gerçeği öğrenir. yaşadığı köyün suyuna bir çeşit zehir karışmıştır. bu sudan içen herkes aklını kaçıracak, delirecek, ipe sapa gelmez laflar etmeye başlayacaktır. genç köylü bilgeden öğrendiklerini köye yayıp kardeşlerini, dostlarını uyarmaya çalışırsa da kimseyi inandıramaz. kendi başının ve aklının çaresine bakmak zorunda olduğunu anlayınca köyünü terk eder. bir süre sonra meraktan köyüne geri döndüğü vakit, bilgenin öngördüğü gibi, bütün köyün sudan içip aklını kaybettiğini görür. herkesin ipe sapa gelmez bir dille konuştuğu köy hayatına genelde alışmaya çalışır. ama kahredici olan, şimdi bütün köylülerin kendi dilini ipe sapa gelmez bulması, ona deli muamelesi yapmalarıdır. bir süre sonra bu öyle dayanılmaz gelir ki, köyün aklını ve dilini bozan pınardan kendisi de kana kana içer.

on yıldır sürüp gitmekte olan ve yavaş yavaş alışılan bu çirkin savaş türkiye kamuoyunu yalnızca yalana alıştırıp zehirlemedi, ülkenin binlerce yıllık kültürünün temel taşları olan acıma, şefkat, kardeşlik gibi değerleri de hızla kemirdi, öğüttü, yıprattı. televizyon ekranlarında pkk'lı cesedi görmeye kamuoyu alıştırıldı. kimse öldürülenlerin de kendi vatandaşları olduğunu hatırlatmıyor, kimse silaha sarılıp dağa çıkan gençlerin neden böyle yaptıklarını değil sormaya, düşünmeye bile cesaret etmiyor. orta çağ'a yakışan bir görüşle onların "şeytan" olduğuna çoktan karar verilmiş çünkü. neden şeytanla işbirliği yaptıkları ise belki de insanın kendisini de şeytanlaştıracak bir soru olduğu için hiç sorulmamalıydı.

kuzey ırak'ta girişilen en son askeri harekattan çıkan yeni sonuç artık televizyon ekranlarında ceset gösterildiği için üzülmemek değil, gösterilmediği için üzülmek. yıllardır süren savaşın ta hücrelerimize kadar işlemiş zehiriyle kafaları iyice afyonlanmış olan bazıları kuzey ırak'ın işgali sırasında yeterince ceset ele geçirilemediği için bu askeri harekatın başarısından şüpheye düşüyor, kederleniyor, bu üzüntülerini de soğukkanlılığını hızla kaybetmekte olan kamuoyu önünde dile getiriyor, sorular soruyor.

bütün bir kültürün insani değerlerinin ayaklar altına alındığı, binlerce yıldır birlikte dostça kardeşçe aynı topraklarda yaşayan türklerle kürtlerin ağır ağır ve sinsice bir kardeş kavgasına itildiği bir noktadayız.

merkezi bir mantığın olmadığı zamanlarda anadolu'nun tasavvufi şairleri açıklamaktan çok ima etmeyi severlerdi.

devletçe işlendiği herkesçe bilinen "faili meçhul" cinayetler, bir kangren halini almış ve bütün bir kültürü kemiren işkence, karakollarda alelade bir olay haline gelmiş dayak, kitap yasaklatma, toplatma, yazar ve gazetecileri hapsetme türkiye'nin avrupa'ya yaklaşmasına engel.

devletin pervasızca işlediği insan hakları suçlarını, türkiye'nin siyasetçilerinin, sivil toplumun da desteğiyle bir gün durduracaklarını düşünmek çok mu hayalperestlik? batı'dan en lüks tüketim maddelerini almakla, en pahalı batı kıyafetlerine ve parfümlerine sahip olmakla övünen ve batılı olmakla gururlanan yüksek türk burjuvaları işkencenin alışkanlık olduğu bir ülkede yaşamaktan ne zaman utanacaklar? türk olan ve kürtlerin tarihi konusunda yazdığı kitaplar yüzünden on beş yıldır hapiste yatan ismail beşikçi için hepimiz ne zaman suçluluk duymaya başlayacağız da sesimizi yükselteceğiz? batılılaşma ne zaman ruhsuz bir makineleşme ve tüketme isteğinden çok eleştirel düşünce ve hoşgörü olarak anlaşılacak? aşikar bir haksızlığa tanık olduklarında, türk vatandaşları polis dayağı, asker yasağı ve devlet korkusundan önlerine bakıp fısır fısır konuşacaklarına, ne zaman başlarını kaldırıp açıksözlülükle itiraz edebilecekler?

faili meçhul cinayetlere, mafya benzeri ölüm ve uyuşturucu çetelerine bulaşmış eski polis şefleri itibar kazanmak için siyasal islam'a karşı atatürkçü havaları atıyorlar.

19.11.2010

ay ışığı

guy de maupassant

barışçı bir komşuya saldırıldığı zaman savaş bir barbarlık, yurt savunulduğu zaman kutsal bir görevdir.

gidilen yolun doğruluğu amaçtan belli olur.

bir yalan yüzünden karalanmak kadar kötü bir şey yoktur.

mutluluğumuzu cesaret kırıklığına, güvenimizi umutsuzluğa dönüştüren bu gizemli etkiler nereden geliyor?

hiç kuşkusuz, yalnızlık çalışan insanlar için tehlikelidir. çevremizde düşünen ve konuşan insanlar bulunması gerekir. uzun zaman yalnız kalınca boşluğu hayaletlerle doldururuz.

kafamız ne kadar zayıftır, ufacık bir anlaşılmaz olay bizi sarsınca nasıl şaşırır, ne çabuk yolundan sapar!

insan kimi hastalıklara yakalandığı zaman, bedensel varlığın tüm yayları kırılmış, tüm güçleri yok olmuş, tüm kaslar gevşemiş, kemikler et gibi yumuşamış, et su gibi sıvılaşmış görünür.

zengin kadınlar arasında yoksul görünmek kadar alçaltıcı bir şey yoktur.