30.09.2021

uzun lafın kısası

richard bach:
bu dünyanın gerçek olmadığını hatırlayın.

şükrü erbaş: dağıstan'da avarlar, hayatını istediği gibi yaşayamamış insanların mezar taşlarına "100 yaşına kadar yaşadı ama dünyaya gelmedi" diye yazarlarmış. 

thomas mann: dünyadaki bu ölüm şenliğinden ve yağmurlu akşam gökyüzünü kızgın alevlere boğan bu çirkin ateşten de günün birinde sevgi doğar mı dersin?

tolstoy: bu dünyadaki hayatımızın hiçbir anlamı yoktur.

trevanian: aşk dediğin şeyin yeri insanın kalbi değil, kasıklarıdır.

victor hugo: elmaslar ancak toprağın karanlıklarında, gerçekler de ancak düşüncenin derinliklerinde bulunur.

vincent van gogh: gerçekten anlam taşıyan az söz söylemek, kuru gürültüden başka bir şey olmayan, kolay söylendiği kadar yararsız olan bir araba laf etmekten daha iyidir.

william s. burroughs: bütün dünya bir darağacıdır, hepimiz rolümüzü oynarız. bazıları havlucu oğlandır, diğerleri muzır doktordur, çoğumuz ise hayatın görkemli deliğine mızırdanan pis moruklardan başka bir şey değilizdir.

zygmunt bauman: özgün güzergahlar bile art arda uğranılacak limanların listesinden başka bir şey olamaz.

cenap şahabettin: olağanüstü ruhlarda erdem gibi kusur da benzersiz bir büyüklük halini alır.

goethe: hiç kimse, affettiği zaman olduğu kadar yükselemez.

halil cibran: söylediklerimin yarısı anlamsızdır; ama diğer yarısı anlaşılsın diye söylüyorum bunları.

savaş

franz kafka

bir savaşı sürdürüyoruz. (nihai sorunun saldırısına uğradığımda silahlarımı kuşanmak için ardıma bakar fakat hangi silahı kuşanacağıma karar veremem. kararımı versem de benim olmayan silahları seçmeye yazgılıyım; çünkü hepimiz müşterek bir depodan silahlanıyoruz.)

tek başıma, bana ait bir savaşı sürdürebilmem mümkün değil; özgür olduğum yanılgısına kapılabilsem, çevremde benden başkasını görmesem, zaman yitirmeden görürüm ki, layıkıyla kavrayamadığım ya da hiç anlamadığım genel durumun yüklediği bir görevdir başladığım.

bunun kanıtladığı, savaştaki öncülerin, arkadan yaklaşan süvarilerin, pusuda bekleyen keskin nişancıların, savaşa özgü alışılmış sapkınlıkların var olduğu gerçeğidir; aynı zamanda kimsenin tek başına, özgür bir savaş sürdüremeyeceği gerçeğidir de. kendini beğenmişliğe atılmış bir tokat. elbette, aynı zamanda pek gerekli, gerçeklikle uyumunu yitirmemiş bir cesaret aşısı.

doğru yoldan sapıyorum. kendinizi beğenerek kapıldığınız kibir nöbetlerinden sonra derin bir nefes alın.

27.09.2021

insan

carl gustav jung

biz insanlar, her ne kadar özel yaşamlarımız varsa da, büyük bir oranda, yaşadığı yıllar yüzyıllarla sayılan ortak bir ruhun temsilcileri, kurbanları ve geliştiricileriyiz. çoğu zaman, dünya sahnesinde sesi çıkmadan rol alanlardan biri olduğumuzun farkına bile varmadan, bir ömür boyu kendi kafamıza göre yaşadığımızı varsayabiliriz. farkında olmasak da, bilinçdışı olduklarında bizi daha da çok etkileyen bazı gerçekler vardır. en azından benliğimizin bir parçası yüzyıllarda yaşar.

bunun yalnızca bana özgü bir merak olmadığına, insanın içselliğine ısrarla girmeye çalışan ve neredeyse iki bin yıldır ciddi bir biçimde ona yüzeysel bilinç bilgisini ve onun gerektirdiği kişiliği aktarmaya çalışan batı dini bir kanıttır: "non foras ire, in interiore homine habitat veritas!" (dışarıda arama; gerçek, insanın içindedir.)

insan neydi ki? "tümü, köpek yavruları gibi aptal ve kör doğuyor ve tanrı'nın öbür yaratıkları gibi yalnızca içinde el yordamıyla dolaştıkları karanlığı hiçbir zaman yeterince aydınlatamayan iyice solgun bir ışığa sahipler."

insan, kendisini yargılayamayan bir olgudur ve başkalarının iyi ya da kötü yargılarına bırakılmıştır.

küçük, öylesine geçici bilincimizin farkına varabildiği şeylerin dışında hiçbir şeyin varlığından haberimizin olmamasının ne anlama geldiğini kavrayabilmekten henüz çok uzağız.

bireyin yargılarını en başından beri saptayan ve kısıtlayan, o bireyin psikolojik türüdür. insanoğlunun yüce değerlendirmelere bile karşı çıkan zihinsel bir yönü vardır. insanı biçimlendiren ve gelişmesini sağlayan, bilinçdışının içeriğine eğilebilmesidir.

insan, yaratılışın tamamlanabilmesi için gerekliydi; çünkü insanın kendisi ikinci bir yaratıcıydı, dünyaya nesnel varlığını kazandıran oydu. milyonlarca yıldır onun duyusu, görüşü, sessizce yemek yemesi, doğum yapması, ölmesi ve başını sallaması bile olmasaydı, dünya bilinmeyen son gününe dek, varoluşunun ortaya çıkmadığı koyu bir karanlığın içinde sürer giderdi. nesnel varoluşu ve anlamı yaratan insandır ve insan varoluşun yüce sürecinde vazgeçilmez yerini almıştır.

tutkularının cehenneminden geçmemiş bir insan hiçbir zaman onların üstesinden gelemez.

"tehlike olan yerde kurtuluş da vardır." (hölderlin)

kişileşme yolundaysanız ve kendi yaşamınızı sürüyorsanız, hataları hesaba katmanız gerekir. yaşam, onlar olmadan tam bir yaşam olmaz. hiçbir şeyin bir an bile garantisi yoktur. her an hataya düşebilir ya da ölümcül bir tehlikeyle karşılaşabiliriz. güvenli bir yolda olduğumuzu düşünebiliriz ama o güvenli yol yalnızca ölüme giden yoldur. o zaman da zaten hiçbir şey olmamaya başlar. en azından, doğru şeyler olmamaya başlar. güvenli sandığı yolu seçen biri bir ölüden farksızdır.

insanın varoluşunun tek nedeni, yalnızca var olmanın karanlığına bir ışık tutabilmektir. dünyanın öbür kutbuna yapılan bu keşif gezisi rağbet görmez; çünkü belirsizlikler ve tehlikelerle doludur. goethe'nin sözlerini anımsıyorum:

"herkesin gizlice sokulduğu kapıları
cüret et sen ardına dek açmaya."

24.09.2021

öte dünya

victor hugo

her vesileyle feragat ve fedakarlık öğütleyip duran isa'nız için deli divane olmuyorum. dilencilere cimri nasihati. feragatmiş: niçin? fedakarlıkmış: neye?

bir kurdun, başka bir kurdun mutluluğu için kendisini kurban ettiğini görmedim. öyleyse doğa içinde kalalım. biz zirvedeyiz; en yüksek felsefeye biz sahip olalım. başkalarının burnunun ucundan ötesini göremeyecek olduktan sonra yüksekte olmak neye yarar? neşe içinde yaşayalım. hayat her şeydir.

insanın, başka bir yerde, yukarıda, aşağıda bir taraflarda başka bir geleceği olduğu masalının bir kelimesine bile inanmıyorum ben. ha! bana fedakarlık ve feragat tavsiye buyruluyor; her yaptığıma dikkat etmeli, iyi ile kötü, doğru ile yanlış, fas ile nefas üzerine kafa patlatmalıymışım. niçin? çünkü yaptığım işlerin hesabını verecekmişim. ne zaman? öldükten sonra. ne tatlı hayal! ben öldükten sonra beni yakalayana aşk olsun. bir avuç külü gölgeden bir ele tutturun bakalım.

biz ki yaradılışın sırlarına ermişiz, isis'in örtüsünü kaldırmışız. gerçeği açıkça söyleyelim: ne iyilik ne de kötülük var; yalnız canlı bir fışkırış var. gerçeği araştıralım, iyice kazalım onu. ta dibine inelim, işte! gerçeğin kokusunu almak, toprağı deşmek ve onu yakalamak gerek. o zaman, o size tadına doyulmaz hazlar verir. o zaman güçlü olursunuz ve yüzünüz güler.

ben, esasında açık sözlü adamım. sayın piskopos, insanların ölümsüzlüğü boş laftır. ah o tatlı vaat! siz ona inanadurun. yok insan ruhmuş, yok melek olacakmış, yok kürek kemiklerinde mavi kanatlar çıkacakmış. kimdi o? yardım edin canım. tertullianus değil miydi hani cennetliklerin yıldızdan yıldıza uçacağını söyleyen? öyle olsun bakalım. biz de yıldızların çekirgesi oluruz. sonra tanrı'yı görecekmişiz. hele dur hele. bütün bunları tutup da moniteur'de yazacak değilim elbet, ne münasebet! sadece dostlar arasında fısıldıyorum: inter pocula. dünyayı cennete feda etmek, gölge peşinde koşup eldeki avı kaçırmaktır. sonsuzluğa kanmak ha! o kadar budala değilim.

ben bir hiçim. benim adım mösyö senatör kont hiçlik. doğmadan önce var mıydım? hayır. öldükten sonra var olacak mıyım? hayır. neyim ben? bir organizmayla birleşmiş bir parça toz. ne yapabilirim bu yeryüzünde? seçmem gerek. ya acı çekmek ya haz duymak. acı beni nereye götürür? hiçliğe; ama bu arada acıyı da çekmiş olacağım. peki, haz beni nereye götürür? hiçliğe; ama bu arada haz duyacağım. ben seçimimi yaptım. ya sen yiyeceksin ya da seni yiyecekler. ben yiyorum. ot olmaktansa diş olmak evladır. işte benim hikmetim bu. bundan sonra iş oluruna kalmış; mezarcı orada, bizler için panteon orası, herkes o büyük deliğe düşer. son. finiş. toptan tasfiye. her şeyin kaybolup gittiği yerdir bu.

ölüm öldü, inanın bana. orada birisinin bulunup bana bir şeyler söyleyeceğini düşünmek beni güldürüyor. kocakarı masalları. çocuklar için umacı, insanlar için yehova. hayır efendim, bizim yarınımız gecedir. mezarın gerisinde birbirine eşit hiçliklerden başka bir şey yok. ister sardanapale olun, ister vincent de paul, ikisi de aynı hiçlik eder. işte gerçek. şu halde, her şeyden önce yaşamaya bakın. kendi nefsinizi, elinizde bulunduğu sürece kullanın.

gerçekten de, size söyleyeceğim gibi, benim de bir felsefem ve filozoflarım var. zırvalıklarla uyutulmaya izin vermem. ama yine de, aşağıdakilere, baldırı çıplaklara, az kazananlara, sefillere bir şeyler gerek. efsaneler, ham hayaller, ruh, ebedi hayat, cennet, yıldızlar onlara yutturulur. bunları çiğner dururlar. kuru ekmeklerine katık yaparlar. hiçbir şeyi olmayanın iyi tanrısı vardır. hiç yoktan iyidir bu. buna karşı çıkmam; ama mösyö naigeon'u da kendime saklarım. tanrı halk için iyidir.

23.09.2021

kadın

irvine welsh

bazı hatunlar insanın içine işler; çünkü onlarda sizi yakıp tutuşturan şeyin ne olduğunu kestirebilmek çok zordur.

eğer kadınsanız ve güzelseniz sahip olmaya değecek yegane sınırlı kaynağa sahipsiniz demektir. hayat boyu sahip olacağınız tek şey bu. dergiler bize bunu haykırıyor, televizyon, filmler. siktiğimin gözlerini nereye çevirsen: güzellik eşittir gençlik, ne yapacaksan şimdi yap!

şişkoluk iğrenç bir şeydir. hiçbir şekilde affedilemeyecek olan, açgözlülüğü ve kontrol eksikliğini, ayrıca kabul etmek gerekir ki ruh hastalığını ortaya koyan boğucu bir sosyal deformasyon. bir kadında bunları gösterir; bir erkekteyse kişiliği tamamlayan ve yaşama sevincini gözler önüne seren bir unsur olabilir.

bazı piliçler vardır ki etraflarına yaydıkları arıza kokusunu alabilirsiniz. o koku kötü bir baba ya da üvey babanın bıraktığı tedavi edilemez bir ruhsal yaradan kaynaklanır genelde; bir süreliğine sosyal bir egzama gibi uykuya yatsa da her an patlamaya hazır bekler. orada, gözlerinde görürsünüz, o bozulmuş, yaralı ifadeyi, kötücül bir güce yıkıcı bir aşkla bağlanma ihtiyacını gözler önüne serer. o güç onları tüketene kadar da bağlanmaya devam ederler. bunun gibi piliçlerin bütün hayatları kullanılma ve sömürülme üzerine kuruludur ve sakın yanlış anlamayın ama yağmacıları onları ne kadar amansızca bir takip içinde aramaya programlıysa, onlar da kaçmak için değil, bir sonraki kullanıcılarını avlamak için bir o kadar programlanmışlardır.

dünyada her zaman için senden daha kötü durumda olacak, zavallı, sıçmış bir amcık olduğunu bilmek güzel şey.

enayiler için boşuna zaman harcama. onlara iyi davranmaya devam ederseniz hiçbir şey öğrenemezler. sırf bu yüzden, gelecekte daha acımasız biri tarafından daha etraflıca sikilirler.

aslında hiçbir amcık siktiğimin gerçek bir arkadaşı olamaz, yaşlandıkça bunu daha iyi anlıyorsun.

22.09.2021

dizeler


"serçe havalanmış da
hâlâ sallanmakta
eriğin dalı"
(emin şir)

"gönüldendir şikayet kimseden feryadımız yoktur."
(nev'i)

"sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma"
(cenap şahabettin)

"bir roman kadar uzun bu tümce
-sonra işte yaşlandım"
(gülten akın)

"insanı ülkeden koparabilirsiniz
ama insanın yüreğinden ülkeyi
sökemezsiniz."
(john dos passos)

"bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz
biz neşatın da gamın da ruzigarın görmüşüz"
(nabi)

"şeb-i yeldayı muvakkitle müneccim ne bilir
müptela-yı gama sor kim geceler kaç saat"
(sabit)

"bir insanı sürgüne gönderdin. tamam. ya sonra?
bir ağacı köklerinden ayırabilirsiniz. ama gündüzü
gökyüzünden koparamazsınız. yarın güneş doğacak."
(victor hugo)

"gül yanlış kokarsa
tuz yakaya takılır."
(orhan alkaya)

"başlarken yalnızsın, bitirdiğinde daha da yalnız."
(hasan ali toptaş)

"insanın boyundan uzunsa gölge
orada güneş batıyor demektir."
(konfüçyüs)

21.09.2021

din, sanat, bilim

albert einstein

duyabileceğimiz en güzel şey, hayatın esrarlı yanıdır.

sanatın ve gerçek bilimin beşiğinde bu ana duygu vardır. onu bilmeyen, dünya karşısında şaşkınlık ve hayranlık duymayan kimse, ne de olsa, ölü ve gözü kapalı gibidir. hayatın sırlarıyla karşı karşıya gelmek, korku ile de karışarak dinleri yaratmıştır. ulaşamayacağımız bir şeylerin var olduğunu bilmek, ancak en ilkel bir biçimde anlayabileceğimiz en derin aklın ve en parlak güzelliğin belirtilerini görmek, bu bilgi ve gerçek dindarlığın ta kendisidir. işte bu anlamda ve yalnız bu anlamda, derinden dindar olan insanlara katılıyorum.

kendi yarattıklarını cezalandıran ya da ödüllendiren, biz insanlarınkine benzer istekleri olan bir tanrıyı benim aklım almaz. bedeni öldükten sonra yaşayabilecek bir insan da düşünemem. zayıf yürekliler, korku ya da gülünç bir bencillikle bu çeşit düşünceleri beslesinler istedikleri kadar. hayatın sonsuzluğundaki sır ve gerçeğin akılları aşan kuruluşuna bakış, bir de tabiatta kendini gösteren aklın, ne kadar küçük olursa olsun, bir parçacığını kavramak için göstereceğimiz o içten çaba yetiyor bana.

17.09.2021

ağzı önce suya

ali püsküllüoğlu


ağzı önce suya değen bir geyik
ilkgüz akşamlarında -o bildiğim dağlarda-
nasıl da yavuz, gözleri
ışıyan, bir soluktur sevgiye yakın
ve kara çok, acının beklenmedik yerinde

(çağırsan uzak bir yerlerden, yakın ötelere)

ormanı dolduran o
durgundur, serindir -kirli akşamlar gelir aklına-
uzun bir süre uğultular ormandan
o zaman işte ince bir dalın kırılışı vardır
ve giyinişi vardır bütün geyiklerin

(çan, çan, çan! koşuşur kuşlar göklere)

erir ince bir yosun seni
bir dağı bir dağa -yankılar, inceden-
bir göğü bir yere
çeker kayalara o koca kartallar sanki
ey hüzün sen, akşamları gelen tanrıça

16.09.2021

kendini gölgelere

rabindranath tagore

kendini gölgelere saklayarak, sevdiğim, nerede duruyorsun herkesin arkasında? hiçe sayıyorlar seni, tozlu yolda itip geçiyorlar. yolcular birer birer gelip çiçeklerimi alıncaya, sepetimi boşaltıncaya kadar bekliyorum yorgun saatlerde, sana sunacaklarımı önüme yayarak.

sabah geçti artık, öğle de. akşamın gölgesinde uyku bastı gözlerimi. evlerine giden adamlar bana bakıp gülümsüyorlar, utançla dolduruyorlar beni. bir dilenci kız gibi oturup eteğimi yüzüme çekiyorum; indirip gözlerimi yanıt vermiyorum sordukları zaman ne istediğimi.

seni beklediğimi nasıl, ah, nasıl söylerim onlara, gelmek için söz verdiğini? çeyiz olarak bu yoksulluğu taşıdığımı utançla nasıl söylerim? ah, bu onura sarılıyorum yüreğimin gizli yerlerinde.

çimenlere oturup göğe bakıyorum, parıltısını düşlüyorum ansızın gelişinin -bütün ışıklar yanmış; altın kanatlar uçuşuyor arabanın üstünde; yol kenarında ağzı açık duran onlar da, senin yerinden inip beni tozlardan kaldırdığını, paçavralar içindeki bu dilenci kızı yanına oturttuğunu görünce, yaz meltemindeki sürüngenler gibi titreyecekler utançla.

ama zaman kayıyor, arabanın tekerleklerinden ses yok hala. seslerle, gürültülerle, yengi çığlıklarıyla ne alaylar geçiyor. gölgede, herkesin arkasında sessizce duran sen misin? ya ağlayan yalnız ben miyim, yalnız ben miyim umutsuz bir özlemle kendi yüreğini kemiren?

kuzey kore

daron acemoğlu / james a. robinson

kasım 2009'da kuzey kore hükümeti iktisatçıların para reformu olarak adlandırdıkları bir uygulama başlattı.

bu tür reformların nedeni genellikle şiddetli enflasyon dönemleridir. ocak 1960'da fransa'da gerçekleştirilen bir para reformu tedavüldeki frangın 100 katına karşılık gelen yeni bir frangı uygulamaya koydu. eski franklar tedavülde kaldı; hatta yeni frangın değerinde değişiklik oldukça insanlar fiyat vermek için eski frangı kullandı. sonunda fransa avro'ya geçince ocak 2002'de eski franklar tedavülden kaldırıldı.

kuzey kore reformu görünüşte fransa'dakiyle benzerlik taşır. 1960 fransa'sında olduğu gibi kuzey kore hükümeti de paradan iki sıfır atmaya karar verdi. 100 eski won, kuzey kore'nin para birimi, artık bir yeni wona karşılık geliyordu. bireyler eski paralarını getirip yeni basılmış paralarla değiştirebileceklerdi; fakat fransa örneğindeki gibi 42 yılda değil, bir haftada.

sonra meselenin iç yüzü anlaşıldı: hükümet kimsenin 100 bin wondan daha fazlasını değiştiremeyeceğini duyurdu; gerçi sonradan bunu 500 bine wona kadar esnettiler. 100 bin won karaborsada yaklaşık 40 dolara karşılık geliyordu. böylece hükümet kuzey kore yurttaşlarına ait muazzam miktarda şahsi birikimi tek hamlede silip süpürdü; ne kadar olduğunu tam olarak bilemiyoruz; fakat muhtemelen arjantin hükümetinin 2002'de el koyduğundan daha fazlaydı.

kuzey kore hükümeti özel mülkiyete ve piyasalara karşı çıkan komünist bir diktatörlüktür. fakat karaborsayı kontrol etmek güçtür; ayrıca karaborsada alım satım işlemleri nakit parayla yapılır. işin içinde az miktarda yabancı para vardır elbette, özellikle de çin parası, fakat çoğu işlemde won kullanılır.

para reformu bu pazarları kullanan insanları cezalandırmak ve özellikle bunların aşırı derecede zenginleşip ya da güçlenip rejim için tehdit oluşturmadıklarından emin olmak için tasarlanmıştı. bunları fakir tutmak daha güvenliydi. ayrıca kuzey kore halkı tasarruflarını wona yatırıyordu çünkü kore'de az banka vardı ve hepsi de hükümete aitti. neticede hükümet para reformunu halkın tasarruflarının büyük bölümüne el koymak için kullanmıştı.

hükümet her ne kadar piyasaların kötü olduğunu söylese de, kuzey kore eliti piyasaların kendilerine sağladığı şeylerden memnun. liderleri kim jong-il'in içinde bir barı, bir karaoke makinesi ve bir mini sinema salonu olan yedi katlı bir sarayı var. giriş katında dalga makinesi olan devasa büyüklükte bir havuz bulunuyor. kim bu havuzda küçük bir motoru olan bir body-board kullanmayı seviyor.

2006'da birleşik devletler kuzey kore'ye bazı yaptırımlar uyguladığında rejimi nasıl can evinden vuracağını biliyordu. 60'tan fazla lüks tüketim maddesinin ihracatını yasakladı. bunlara yatlar, jetskiler, yarış arabaları, motosikletler, dvd oynatıcılar, 29 ekrandan büyük televizyonlar da dahildi. artık ipek eşarplar, özel tasarım dolma kalemler, kürkler ya da deri çantalar yoktu. bunlar tam da kim ve onun komünist parti elitlerine hitap eden kalemlerdi. bir bilim insanı, fransız şirketi hennessy'nin rakamlarını kullanarak kim'in yaptırımlardan önceki konyak bütçesinin yılda 800 bin doları bulmuş olabileceğini hesapladı.

20. yüzyılın sonunda dünyanın pek çok fakir bölgesini anlayabilmek ancak 20. yüzyılın yeni mutlakıyetçiliğini anlamakla mümkündür, yani komünizmi. marx'ın öngördüğü, daha insani koşullar altında ve eşitsizlik olmadan zenginlik üretecek bir sistemdi. lenin ve onun komünist partisi marx'tan esinlendi; fakat pratik, kuramdan bundan daha farklı olamazdı.

1917 bolşevik devrimi kanlı bir hadiseydi ve hiçbir insani yönü yoktu. lenin ve etrafındakilerin yaptığı ilk şey bolşevik parti'nin başına yeni bir eliti, yani kendilerini getirmek olduğundan denklemde eşitliğe de yer yoktu. bunları yaparken yalnızca komünist olmayan unsurları değil, iktidarları için tehdit oluşturabilecek diğer komünist unsurları da tasfiye edip öldürdüler. fakat asıl trajediler daha sonra yaşanacaktı; önce iç savaş'la, ardından stalin'in kamusallaştırma politikaları ve belki de 40 milyon kadar insanın hayatına mal olan aşırı sıklıktaki tasfiyeleriyle.

rus komünizmi acımasız, baskıcı ve kanlıydı fakat eşsiz değildi. ekonomik sonuçlar ve çekilen acılar başka yerlerde olup bitenlerle büyük benzerlikler taşıyordu. örneğin 1970'lerde kızıl kmerler'in idaresinde kamboçya'da yaşananlarla; ayrıca çin'de ve kuzey kore'dekilerle. bu örneklerin tümünde komünizm habis diktatörlükleri ve yaygın insan hakları ihlallerini beraberinde getirdi.

yaşanan ıstıraplar ve katliamlar bir yana, komünist rejimlerin hepsi de farklı türlerde sömürücü kurumlar inşa ettiler. ekonomik kurumlar, piyasalar olsun olmasın, halkın kaynaklarını sömürmek için tasarlanmıştı ve mülkiyet haklarından nefret edildiğinden genellikle zenginlik yerine yoksulluk yaratıyorlardı. sovyet örneğinde olduğu gibi, komünist sistem önce hızlı büyüme üretti fakat ardından hızını kaybetti ve durgunluğa yol açtı. sonuçlar mao idaresindeki çin'de, kızıl kmerler idaresindeki kamboçya'da ve komünist ekonomik kurumların ekonomik çöküşe ve kıtlığa yol açtığı kuzey kore'de çok daha yıkıcıydı.

bu komünist ekonomik kurumlar tüm gücü komünist partilerin ellerinde yoğunlaştırıp bu gücün kullanımına hiçbir kısıtlama getirmeyen sömürücü siyasal kurumlar tarafından destekleniyordu. bunlar şeklen farklı sömürücü kurumlar olsalar da insanların geçim kaynakları üzerinde zimbabve ve sierra leone'deki sömürücü kurumlarla benzer etkiler doğuruyorlardı.

yazmak

inci aral

yazdıklarımıza yüklediğimiz anlamlar bizimle birlikte değişir ama hâlâ bizimdirler. eğer, bir gün belleğimizle ortak bellek arasındaki çizginin silinmeye başladığını hissedersek, geçmişle bağları sıkılaştırmak için yara izlerini yeniden göstermek ve unutulanı anımsatmak isteriz.

bazen yatağımın içi kitaplarla dolar. onlarla birlikte uyumayı, uykumun içinde onlara dokunmayı severim. kitaplarla neredeyse erotik bir ilişkim olduğunu düşünüyorsanız haklısınız! ateşli, derin, vazgeçilmez bir ilişki bu.

kim olduğunu hem biliyorum hem de bilmiyorum. hem bilmek hem de bilmemek istiyorum. sesimin sana nasıl, ne kadar uzanabileceğini elbette merak ediyorum. çünkü ben seni sarsmak, eğlendirmek, unutmuş olduklarını hatırlatmak ve aşındırdığın soruları yeniden canlandırmak için yazıyorum. yazarken sahteliğe düşmekten, sana yalan söylemekten ve olmadığım biri gibi görünmekten sakınıyorum ve o kadar kendim oluyorum ki dünyaya karşı korunaksız kalıyorum. benim için sana yüreğimi sunmanın tek ve en iyi bildiğim yolu yazmak. bunu sen de dahil bütün riskleri göze alarak yapıyorum. çünkü seni seviyorum ve dostluğumuz sonsuzluk vaadi taşıyor.

marguerite duras, yazmanın yalnızlıktan doğduğunu söylüyordu. doğru. bizi yazmadan yapamaz hale düşüren budur. belki de insan yalnızlıktan korktuğu için, daha çok da nedenini bilmediği tuhaf bir yalnızlığı hem sevdiği hem de umutsuzca yenmek istediği için yazıyor. evet, umutsuzca ve körlemesine.

şiir

roland barthes

şiir her türlü anlatma biçiminde öz olarak bulunan gücül bir düzyazının süssel, anıştırıcı ya da yüklü bir denkleminden başka bir şey değildir.

klasik ozanın işlevi daha yoğun ya da daha parlak yeni sözcükler bulmak değildir; eski bir kurallar bütününü düzenlemek, bir bağıntının bakışımlılığını ya da özlülüğünü kusursuzlaştırmak, bir düşünceyi bir ölçünün tam sınırına getirmek ya da indirgemektir. klasik yazının özlü düşünceleri sözcüklerin değil, bağıntıların özlü düşünceleridir. bir anlatım sanatı söz konusudur, bir buluş sanatı değil; burada sözcükler, daha sonra yapılacağı gibi, bir tür şiddetli ve beklenmedik yücelikle, bir deneyimin derinliğini ve tekliğini yansıtmazlar; ince ya da süssel bir düzenin gereklerine göre, yüzeyde düzenlenmişlerdir. kendilerini bir araya getiren düzenlemeye hayran kalınır, kendilerine özgü güçlerine ya da güzelliklerine değil.

15.09.2021

şark vs. garp

ahmet hamdi tanpınar

tevfik bey'e göre, uzviyetlerin birbiriyle tanışmasından evvel sevişmek imkansızdı. romancıların kabahati, hikâyelerini, asıl başlaması lazım gelen yerde bitirmeleriydi. çünkü asıl aşk uzviyet tecrübesine dayanan, onunla devam eden aşktı. bu itibarla ilk ciddi ten tecrübesinde tesadüfün ihanetine uğrayanlar, ömürlerinin sonuna kadar, eğer tesadüf denkleri ile karşılaştırmazsa, mahzun arayışlarına devam edeceklerdi.

bir şairimiz, selim'i salis hendese öğreneceği yerde, biraz siyasi tarih öğrenseydi ne iyi olurdu, diyor. buna tanzimat biraz ekonomi politik bilseydi, diye ilave edebiliriz. halbuki öğrenmeye de epeyce merak etmişti. fakat kim? münif paşa'dan, abdülhamit öğreniyor. birisinin bilip bilmediği meçhul, öbürü ise vehminde mumyalanmış bir biçare. otuz üç yıl kendisini bir köşkte hapseden bir iktidar delisi. türkiye'nin bir numaralı kalebendi. hani o yüz bir sene mahkûmu biçareler yok mu, onlardan! ondan sonrası ise malum..

birdenbire hadiselerin emrine geçeriz. milli zafere kadar hep onların zarureti altında kaldık. orhan, tembelce gerindi. bu güneş çok güzel ve rahattı! -peki, bütün bunlar zamanla kendiliğinden olmaz mı? hatta zamanla olacak şeyler değil mi?

olamaz. çünkü zaman şarta göre değişir. büyümekte olan bir çocuğun zamanı başkadır, bir hastanın zamanı başka. biz umumi zamanın dışındayız. yani zaman tempomuzu değiştirmek mecburiyetindeyiz, demek istiyorum. biz dünyaya yetişeceğiz. benim söylediğim, kafilenin en sonunda olsak bile ona katılmak, onunla yürümek, hususi patikadan umumi caddeye çıkmak içindir. zaman şüphesiz bir amildir fakat dünya için başkadır; çalışmasının hızıyla dünyaya katılmış milletler için başkadır; bugünkü halimizde bizim için ise büsbütün başkadır. kendi başına bırakırsak lehimizde çalışmaz; bizim gibilerde her şey derine doğru çeker. kanat değil ayaktaki demirdir.

hayır biz shakespeare'in dediği gibi zamana doğru koşmaya mecburuz. onunla mücadele edeceğiz. biz her şeyi irademizle yapacağız. evvela şartlarımızı tanıyacağız. sonra işlerimizi sıralayacağız. yavaş yavaş cihan piyasasına çıkmaya başlayacağız. kendi piyasamızı kendi istihsalimize açacağız. aileyi, evi şehri ve köyü tekrar kuracağız. bunları yaparken insanı da yapmış olacağız. şimdiye kadar insanla yapıcı olarak meşgul olamadık, bir yığın inkılabın peşinde idik. içimizde kendimize karşı bir hareket hürriyetini elde etmeye çalışıyorduk.

bu zaruretten şimdi daha büyük ve esaslı zaruretlere uyanmamız lazım. her zaman daha düzeltilmez ki. şimdi o düzlüğe bir bina kurmamız lazım. bu bina ne olacak? yeni türk insanının ölçülerini kim biliyor? yalnız bir şeyi biliyoruz. o da birtakım köklere dayanmak zarureti. tarihimize bütünlüğünü iade etmek zarureti. bunu yapmazsak ikiliğin önüne geçemeyiz.

muvazaalar daima tehlikelidir. bugüne getirdikleri kolaylığı yarın çıkaracakları imkansızlıklarla bize ödetebilirler. onun için son derecede vazıh olmalıyız.

nuri dayanamadı: vuzuhtan kastınız nedir? bana vaziyet o kadar garip geliyor ki.. bir taraftan iyi kötü bir tekniği almaya, onun adamı olmaya çalışıyoruz. onun zihniyetini benimserken zaruri olarak eski kıymetleri atıyoruz. muaşeret şeklimizi değiştiriyoruz. diğer taraftan istiyoruz ki, eskiyi unutmayalım! bugünkü realitelerimizde bu eskinin yeri nedir? bu sadece bir hatıra, bizim için bir özleyiş. belki sizin, benim hayatımızı süsleyebilir! fakat yapıcı olarak ne kıymeti olabilir! 

vuzuhtan kastım.. düşündü. sonra başını kaldırdı. bilmiyorum, dedi. zaten yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem burada sizinle konuşmam. o zaman şehre inerim, etrafıma herkesi toplarım. yunus gibi bağırırım, size hakikatinizi getirdim, derim. hakikat de bu üzerinde ilk düşünecek olanı halledeceği bir şey değildir. fakat burada da yapılacak birkaç şey bulabiliriz.

evvela insanı birleştirmek. varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar. birisi eski bir medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. ikisinin arasında bir kaynaşma lazım. sonra, mazi ile alakamızı yeni baştan kurtarmamız lazım. birincisi nispeten kolaydır, hayatın maddi şartlarını az çok değiştirmekle bunu elde edebiliriz. fakat ikincisi ancak nesillerin çalışmasıyla elde edilebilir. maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister istemez sokacağız.

o, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir. bu devam fikrine bir vehim de olsa muhtacız. kaldı ki, dün doğmadık. en çetin realitemiz budur. sonra hangi köklere gideceğiz? halk ve halkın hayatı bazen bir hazine, bazen de bir seraptır. uzaktan namütenahi bir şey gibi görünür. fakat yaklaştın mı, beş on motifin ve modanın içinde kalırsın; yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. klasik, yahut yüksek tabaka kültürü, ondan birçok yerlerde kopmuşsun. ve zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış.

mümtaz, işte ben bunu imkansız görüyorum, dedi. çünkü dediğiniz gibi dizi koptu bir kere. bugün türkiye'de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. dar muhitlerin dışında, eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor. biz galiba son halkayız. yarın bir nedim, bir nef'i, hatta bize o kadar çekici gelen eski musiki ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek.

güçlük var. fakat imkansız değil. biz şimdi bir aksülamel devrinde yaşıyoruz. kendimizi sevmiyoruz. kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; dede'yi, wagner olmadığı için, yunus'u, verlaine, baki'yi, goethe ve gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. uçsuz bucaksız asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırılçıplak yaşıyoruz. coğrafya, kültür, her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. başka milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz.

şu tefsir yok mu, bu eserin üzerinde durmak ve onu sende yaşayan insan tecrübesine mal etmek; bir ona başlasak. işte onu yapamıyoruz. demin sevmek dedim fakat sevmek de kafi değil, daha öteye geçmek lazım. fikri ve duyguyu canlı bir şey gibi yaşamayı bilmiyoruz. halbuki halkımız bunu istiyor.

orhan şüpheliydi: hakikaten istiyor mu? bana öyle geliyor ki, halkımız bütün bunlara başından itibaren kayıtsızdır. bütün mazi boyunca bizden o kadar uzak kalmış ki.. bu işlerde adeta ümitsiz. yahut hiç olmazsa şüphede.

evet, halk istiyor. tarihe bugünün hesapları arasından bakmazsan bu memleketin de herhangi bir memleket gibi yaşadığını kabul edersin. aradaki fark bizde orta sınıfın teşekkül edememesidir. her an doğmak için hadiseleri zorlamıştır. fakat doğamamıştır. ayrılık manzarası buradan gelir. halkın kayıtsızlığı veya bizden şüphesi bizim uydurduğumuz bir masal olsa gerektir. aramızdaki ideoloji kavgalarında karşımızdakini yenmek için bulduğumuz bir tabiye. hani o kısa ve yalnız okuyanın kafasında bir an için parlayan veya okunan gazete sahifelerinde kalan zaferler yok mu? onları kazanmak için!

hakikatte halkımız münevverlerine inanır. onu benimser. zaten başka türlüsüne imkan yoktur. iki asırdır siyasi hadiseler bizi bir nevi gemi nizamı altında yaşatıyor. mutlak olan tehlikeler bize bu terbiyeyi verdi. halkımız münevverine daima inandı ve gösterdiği yolda gitti.

ve daima da aldandı?

hayır, daha doğrusu biz aldanınca o da aldandı. yani her millette olduğu gibi. sen tarihte akli bir yürüyüş kabul eder misin? böyle bir şey elbette imkansız. fakat cemiyetlerin birikmiş kudretleri nesillerin hatası üzerinden atlar. bize her şeyin iyi gittiği vehmini verir. emin olun biz de her millet kadar aldandık, her millet kadar hata ettik.

halkı sever misiniz?

hayatı seven herkes halkı sever.

hayatı mı, halkı mı? bana öyle geliyor ki, hayatı daha çok seversiniz, yahut mefhumları?

halk hayatın kendisidir. hem manzarası, hem tek kaynağıdır. halkı hem sever hem tadarım. bazen bir fikir kadar güzel, bazen tabiat kadar haşindir. orada her şey büyük ölçüdedir. çok defa büyük denizler gibi susar. fakat konuşacağı ağzı bulunca da..

fakat ona gitmek, ona gidemiyorsunuz! sefaletleri, ıstırapları, endişeleri, hatta zevki size kapalı kalıyor. yani hepimize demek istiyorum. ben adana'da çalışırken bunu çok iyi duydum. daima kapının dışındayım.

kim bilir? bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında bulunduğumuz içindir. büyük şeylerin hepsi böyledir. bir formülde hapsetmek için yakalamaya çalıştın mı, senden uzaklaşırlar. küçük sefaletlerle inersin! birisinde akla, mantığa, şüpheye, inkâra, öbüründe imkansızlığa, acze, isyana gidersin. halbuki kendinde ararsan bulursun. bu bir disiplin, hatta metot meselesidir.

peki ama nasıl buluruz? o kadar güç ki. bazen kendimi goethe'nin homunculus'u gibi bir cam kabuk içinde mahpus sanıyorum.

ihsan düşündü: zannetme ki sana kabuğunu kır, diye cevap vereceğim. o zaman dağılırsın! sakın kabuğunu kırma! genişlet. ve kendine mal et, kanınla işle ve canlandır. kabuğun kendi derin olsun.

homunculus'un kabahati, mahfazasını canlı bir şey haline getirmemesi, oradan bütün kainatla birleşmemesi, hülasa yaşayamamasıdır. yoksa bir kabuğu olmasından değil.

beni anlamadınız ki hocam. siz de ona ermiş değilsiniz! erseydiniz içinizde aramaz, kendinizde yaratmaya çalışmazdınız. ona büyük, geniş, kendisini size ve etrafa cebreden bir realite, bir değerler ve hakikatler mecmuası gibi bakardınız. onu kendinize ait bir hakikat gibi keşfe çalışmazdınız. bu beni tatmin etmiyor. tabir caizse siz yaratıyorsunuz. ben mevcut olana gitmeyi kastediyorum.

ihsan, orhan'ın yüzüne mülayemetle baktı, sonra: bilmem böyle konuşma neye yarar? dedi. fakat seninle daha sarih olmak isterim. şüpheni anlıyorum. sen kendimden vazgeçmemi, kendimi inkâr etmemi istiyorsun. sevgiyi ihtiyari bir iş buluyorsun. bu itibarla seni tatmin etmiyor. bana "at kalbini girdaba, açıl engine ruh ol" diyorsun. yahut da halkı ve hayatını tek realite yahut bir emir gibi karşıma çıkarıyorsun. kendin için de böyle düşünüyor ve yapmadığın için mustarip oluyorsun. yalnız bir noktayı unutuyorsun, o da her şeyden evvel bir şahsiyet olduğundur.

ben her şeyden evvel kendime sadık olmak isterim. bu benim ruh bütünlüğümdür. ancak onu elde ettikten sonra bir işe yararım. kendime sadık olmak, yani birtakım kıymetleri kabul etmek daha ilk merhalede beni etrafımdan ayırır. zaruretiyle onlardan sıyrılırım. kendimi bu müntehada bulduktan sonra tekrar onlara dönerim. onun için severim ve senin dediğin gibi kendimde yaratırım. mistiklerdeki vecd haline girmek ve denizde kaybolmakla hiçbir şey kazanmam ve etrafıma da kazandırmam. bu demektir ki, ben hayata muhafazasını istediğim çerçeveler içinden bakarım. bu çerçeveler benim şahsiyetimdir, tarihi benliğimdir. ben milliyetçiyim, bir mefhuma çok yakın bir realitenin adamıyım. fakat bu demek değildir ki, halka yabancıyım, bilakis onun emrindeyim.

fakat ıstırabını görmüyorsunuz?

görüyorum. fakat oradan hareket etmek istemiyorum. onu mazlum gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayacağımı biliyorum. niçin o kadar çok ıstırap çekiyoruz; yani bütün dünya. çünkü hürriyetin uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği doğuruyor. ben aynı silahlarla mukabeleyi bırakmak istiyorum. ben içinde yoğrulduğumuz tekneden işe başlamak istiyorum. ben türkiye'yim. türkiye benim adesem, ölçüm ve realitemdir. kainata, insana her şeye oradan, onun arasından bakmak isterim.

bu kafi değil!

bir ütopyaya kapılmak istemeyen için kafi. hatta müsbet bir iş görmek isteyen için.

peki, nedir bu türkiye?

ihsan içini çekti: işte mesele burada. onu bulmakta..

ben bu suale bazen cevap verir gibi oluyorum. kendi kendime biz gurbetin insanlarıyız diyorum. mesafelerin terbiye ettiği insanlar. onun aşkı, ıstırabı, hürriyeti. tarihimiz, sanatımız; hiç olmazsa halkta böyle.

mümtaz bir an düşündü: hatta klasik musiki bile. "bir mübarek sefer olsa da gitsem, kabe yollarında kumlara batsam.."

nuran, ihsan'ın fikirlerini ilk defa dinliyordu, onu bu kadar realiteye bağlı bulmadan şaşırmış gibiydi: hayata ne kadar şuurla bakıyorsunuz? adeta sentetik bir ilaç hazırlar gibi. ve yaşar'ın vitamin müstahzarlarının prospektüslerinden hatırladığı cümleleri içinden okudu: b vitamini tabiatta karışık halde bulunduğu gıdalar arasında kolaylıkla temessül edilemez. binaenaleyh büyük ilmi mesai sayesinde laboratuvarımız..

yapıcı olmaya mecbur olan nesiller hayata başka türlü bakamazlar. çalışmaya, çalışacağın yolu hazırlamaya ve hatta çalıştırmaya mecburuz.

ama bazıları böyle demiyor, çalışma insanı insanlıktan çıkarır, ufkunu kapar diyorlar.

o bazıları onu söylemeden evvel birçok şey söylüyorlar. kurulmuş avrupa'nın içinde bir nevi mistiğin peşinde yürüyorlar. ruha murakabe imkanı istiyorlar. ben evvela ruhumun hatta maddemin teşekkülünü istiyorum. onların istediği her tarikatta esastır. fakat bir milletin hayatı bir tarikat değildir ki.. ben ki bu kadar içtimaiyim; fransa'da olsam ben de ferdin peşinden dolaşır, ona cemiyete rağmen kendisi olması imkanlarını düşünürdüm. yahut şunu, bunu. her halde mevcuttan memnun olmaz, kendimce bulduğum eksiği tamamlamak ister, onun mücadelesini yapardım. türkiye'de türkiye'nin ihtiyacı olan şeyi düşünüyorum.

demin şahsiyetimi ve ferdiyetimi bırakmam diyordunuz. şimdi ise..

fert olmaktan niye çıkayım? hatta niye şahsiyet olmayayım? fert vardır. isteksiz isteksiz ilave etti: ormanda ağacın esas olduğu gibi.

dinde, cemiyetin bünyesinde ayrılış daha ilk adımlarda başlar. dikkat edin ki, garp medeniyetinde her şey bir kurtulma, bir azat edilme fikri üzerine kurulur. insanoğlu evvela dinde, isa'nın yeryüzüne inmeye ve orada öldürülmeye, kendisini feda etmeye razı oluşuyla kurtulur. sonra cemiyette sınıf mücadeleleriyle evvela şehirli, sonra köylü kurtulur. bir bakımdan biz başından itibaren hürüz. 

suat ısrar etti: şark hiçbir zaman hür olmamıştır. o daima sıkı kadrolar içinde adeta anarşist bir fertçilikte kalmıştır. hürriyetten o kadar çabuk vazgeçeriz ki.. ve her vesile ile..

ben asıl temelden bahsediyorum. şarkta, bilhassa müslüman şarkta cemiyet bu hürriyet fikri üzerinde kurulur.

ne çıkar? o kadar çabuk vazgeçtikten sonra.

o başka. o bir nevi fedakarlık terbiyesi. müslüman şark, asırlardan beri kendisini müdafaa vaziyetindedir. mesela biz. iki yüz seneye yakın bir zamandır, hayati müdafaalarla yaşıyoruz. böyle bir cemiyette bir nevi kale nizamı kendiliğinden doğar. bugün hürriyet mefhumunu kaybetmişsek sebebi muhasara altında yaşadığımız içindir.

mümtaz sana bir hikaye mevzuu vereyim mi? düşün bir kere, ben anlatayım da. bir insan, faziletli bir insan, bir memur, bir hoca, istersen bir evliya tasavvur et. öyle hazırla ki bütün değerler kendisinde mevcut bulunsun. onlarla doğmuş olsun. bir kere bile kendi içinde aksamamış bir adam hülasa. fakat mecburiyeti sevmiyor. garip değil mi? sadece kendini seviyor: kendisinde ve kendisi için yaşamayı istiyor. ömrü gayesiz fakat cömert hareketlerle dolu ve bu hareketler kendiliğinden, hep iyiliğe doğru gidiyor. fakat düşüncesinde hür olmayı seviyor. ve hiçbir vazife hissi tanımıyor.

günün birinde bu adam bir kadınla evleniyor, belki de sevdiği bir kadınla. birdenbire değişiyor; huysuz, titiz, kötü düşünceli bir adam oluyor. kendisini tasnif edilmiş görmek onu yavaş yavaş çıldırtıyor. bir etiket altında yaşamanın, bir araba atı gibi beraber yaşamanın sıkıntısı onu içinden değiştiriyor. yavaş yavaş hemen herkese karşı fenalık yapıyor; hayvanlara, insanlara, her şeye zalim oluyor. hasis oluyor, hiç kimsenin saadetine tahammül edemiyor. sonunda..

mümtaz kısaca bitirebilmek için, malum hikâye. karısını öldürüyor, dedi.

evet ama bu kadar kısa değil. kendi kendine uzun muhakemeler yapıyor. hayatını bir mesele gibi alıyor ve düşünüyor. sonunda insanlıkla arasında tek maniayı görüyor.

ayrılsın.

neye yarar? beraber yaşamış iki insanın birbirinden ayrılacağını, hakikaten ayrılabileceğini sanıyor musun?

bunu mümtaz'ın yüzüne dik dik bakarak söylemişti.

hem ayrılırsa ne çıkar? bütün bağları koparsa bile, ara yerde kaybedilmiş seneler bulunacak. hepsini dakika dakika yaşadığı muazzam, korkunç, karanlık bir ömür; ondan kurtulabilecek mi? sonra o ruh itiyatları.. o zaman daha büyük bir tereddüde düşecek. etrafında olan bütün fenalıkları bilerek yapmış bir adam, düşün. ayrılmak da bunlardan biri olacak.

peki, öldürünce unutacak mı?

hayır, unutmayacak. tabii unutmayacak. fakat kini ortadan kalkacak. içindeki dargınlık gidecek.

nuri dayanamadı: mümtaz, bana kalırsa onun hayatını yazacağın yerde bir tarafta rastlarsan öldür, daha iyi olur.

suat omuzlarını silkti: bu bir şey halletmez. sadece meseleden kaçmış oluruz. sonra öldüremez. öldürmesi için tanıması, ayırması lazım. herkese benzeyen adamı niçin öldürsün, herkes az çok bir veya birkaç insanın yüzünden kötüdür. emin olun buna. her düşüşün altında bir başkası vardır. ve herkes kendinin mezarıdır. o herkese benziyor, hepimize. fakat bunu kabul etmiyor. evet sonunda bu zalim oyundan kurtulmanın tek çaresini buluyor. bir tek hareket, kanlı bir hareket, bir nevi intikama benzeyen bir iş. fakat bunu yapar yapmaz büyülü bir eşik atlamış gibi kendisini öbür tarafta, eski dünyasında, içindeki iyilik hazinesiyle zengin buluyor. yüzü parıldıyor ruhu bütün genişliğini alıyor; insanları seviyor, hayvanlara acıyor, çocukları anlıyor.

nasıl, cinayetle mi?

ihsan bütün neşesini kaybetmişti. somurtkan, bir uçurum önünde gibi kendi içinde toplanmış mümtaz'ın yüzüne bakıyordu. nuran mümtaz'ın yanına geçmiş, elini omuzuna koymuştu: bir kavgada gibi herkes en sevdiğinin yanındaydı. yalnız selim tek başına, küçücük boyu ile önde, iki kollarını kavuşturmuş son derece eğlenceli bir şey seyredenlerin çehresiyle konuşanlara bakıyordu. daha ziyade mahallesinde horoz dövüşü seyreden çocuklara benziyordu.

burada artık cinayet yok.

macide: delirdin mi suat? böyle şeylerden ne diye bahsediyorsun. kafana acı. ve sonra birdenbire senelerdir yanında söylenmeyen fakat şimdi kendi ağzından çıkan -deli- kelimesi önünde korkarak, geriye, ihsan'ın arkasına doğru çekildi. bütün vücudu titriyordu.

hayır, niye delireyim. ben bir hikâye mevzuu anlatıyorum. burada cinayet yok; bir kurtulma işi var. tek manianın ortadan kalkışı. tekrar dirilmek var. evet kainatı buluyor. kendisine yedi gün mühlet vermişti. yedi gün cinayeti gizliyor. yedi gün tekrar dirilmiş gibi insanlar arasında mesut, onları anlayarak, altın parıltılar içinde yaşıyor. tam bir tanrı gibi yedi gün. ve yedinci günün akşamı bütün tabiat ve hayatla barışık, insan kaderinin miracında kendisini asıyor.

ihsan, olmaz, dedi. bu değişikliği izah edemezsin! hiçbir intikam hissi, hiçbir adalet duygusu ferde başkasını öldürmek hakkını vermez. fakat farz edelim ki, bu hakkı kendinde görüyor ve öldürüyor. değişme nasıl olur? veliliğin yolu cinayetten geçmez ki.. insan kanı daima korkunçtur. insanı küçültür, ezer. cemiyetin adaletinde bile buna doğrudan doğruya vasıta olana iyi gözle bakmıyoruz. cellat hiçbir zaman sevilmemiştir.

bizim ahlakımız için, evet, fakat onun üstüne çıkarak.

ahlakın üstüne çıkılmaz.

niçin olmasın? iyiliğin ve fenalığın üstünde yaşayan bir insan için. sen velilikten bahsediyorsun; benim kahramanım velilik istemiyor. o hürriyet istiyor. onu elde edince tanrılaşıyor.

insan kanla hür olmaz. kanla elde edilen hürriyet, hürriyet değildir; kirlenmiş bir şeydir. bırak ki insan tanrılaşamaz. insan insandır. ve bu da oldukça güç varılacak bir merhaledir.

bana hürriyeti tarif edebilir misin?

ederim. başkaları için istediğimiz nimet.

ya kendin, kendin ne oluyorsun?

onu başkaları için istemekle ben de nefsime karşı hür oluyorum.

esaretin başka bir nevi. hepimiz ayrı ayrı varız.

bir bakıma öyle, yani inanarak istemezsem. fakat herkesle beraber olduğunu düşün, tam hürriyettir. sen hepimiz ayrı ayrı varız dediğin anda her şeyi kaybedersin. varlık tektir ve biz onun parçalarıyız! aksi takdirde dünya her an daha beter olur. hayır, varlık tektir. ve biz onun geçici parçalarıyız. saadetimizi, huzurumuzu ancak bu düşünce ile elde edebiliriz. sonra gülümsedi; sana epeyce tavizat da verdim, suat. fikrimi anla, belki esasta birleşebiliriz. insan teker teker tanrı olmaz; fakat insanlık bir gün kendisine layık bir ahlak yaparsa tanrılaşabilir. yani bazı büyük vasıflar kazanır.

fikre fazla kıymet vermiyor muyuz?

emin olun, fazla kıymet veriyoruz. o kadar çok değişir ki.. tıpkı hava ile ilk tesadüfte hususiyetlerini kaybeden, eskisinden büsbütün başka şeyler olan maddelere benzer. çünkü hayat kendi şeklini veya şekilsizliğini, o devamlı oluş halini fikrin hatırı için bırakmaz. onun içindir ki, hiçbir yerde iktidar, velev ki kendi getirmiş olsun, fikrin peşinden gitmez. fikir, bazen iktidarı hazırlar. fakat hükümran olamaz. asıl hükümran olan, saltanatı süren hadiseler veya onların yanı başında devrini savmadıkça kudreti azalmayan realitelerdir. onun içindir ki, kim olursa olsun, aksiyonda büyük adam yalnız bir andır, yahut muayyen bir devredir.

her ömrün bir altın saati vardır. işte büyük adam o altın saattir. iktidar, fikri ne yapsın ki, o hadiseler karşısında elini, kolunu bağlamaktan başka bir işe yaramaz. meğer ki çok cesur ve münhasıran bir noktada kendisini teksif etmiş olsun ve gündelik hadiselerin dışına çıkabilsin! küçük küçük gelen dalgaları yenmekten vazgeçsin! asıl meseleyi görsün. fakat hayat, yani etraf buna razı olur mu? hangi ana kadar mukavemet edebilir? ben dram muharriri olsaydım, rienzi'yi tekrar yazardım. bu halktan çıkan ve halk tarafından yıkılan kahramanı. yahut ona benzer birini.

ihsan'ın eski mektep arkadaşı, elli beşlik, durgun, çok tecrübe geçirmiş bir mülkiye memuruydu. şimdi üç senedir mebus bulunuyordu:

bütün fecaat, insanın, insanla karşılaşa karşılaşa, en sonunda kendisini tanımayacak hale gelmesi.

fikirler de öyledir: hayatla karşılaşa karşılaşa tanınmaz hale gelir. düşünce cesurdur ve kendisine karşı koyabilecek başka bir kuvvet bulunmamak felaketine maruzdur. bir düşünceyi ne tahdit eder? hiç. fakat icra mevkiine koy, bakın ne hale girer. her an değişir ve bir evvelki halini tutmaz. büyük ihtilallerin tarihi budur. dünyada fransa ihtilali kadar büyük ve güzel epope azdır. yirmi, otuz sene içinde beşeriyet, iki bin yıl kendisini idare edecek düsturların hepsini bulmuştur. fakat başladığı zaman, neticenin sadece bir burjuvazi hakimiyeti ile biteceğini kim bilirdi. hiçbir şey, hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmez: ihtiyarı içimizdedir. dışarıda sadece aletler ve vasıtalar vardır.

bununla beraber, fikir için o kadar hareket oluyor. isyanlar, ihtilaller, zulümler, katliamlar..

evet, oluyor. fakat hedef daima değişiyor. daima ok mahrekinden çıkıyor. zamanımıza gelince, o büsbütün korkunç. her kıymet pazarda. her şey altüst. bir tarafta on dokuzuncu asrın en korkunç, en yıkıcı ihtira'sı olan ihtilal mühendisleri var. ispanya'da veya meksika'da oturup dünyanın herhangi bir köşesinde, bir şehrin eldeki planlarına göre elektrik tertibatını uzaktan hazırlayan herhangi bir teknik çalışma gibi, ihtilal hazırlayanlar, hayatın azmaya, kangren olmaya müsait yerlerini keşfedip üzerine basanlar, onu azdıranlar var.

tabii şekilde ihtilal, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasıyla olur. bizde ise hayat ve halk, yani asıl kütle, devlete yetişmek mecburiyetinde. hatta, çok defa münevver ve devlet adamı bile.. düşüncenin evvelden hazırlanmış yolunda yürümek! en aşağı 1839'dan beri bu böyle. onun için hayatımız o kadar yorucu oluyor. kaldı ki, üzerimizde asırlardan gelen büyük bir terbiye de var. her şeyi bozan, bizi adeta mahkûm eden bir itiyat. çabuk vazgeçiyoruz. müslüman şarkın en büyük hususiyeti budur. şark vazgeçer. sade güçlüğün karşısında değil, zamanın, tabii zamanın karşısında vazgeçer.

talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun mümtaz? insanın yalnız insanla meşgul olması. bütün bina onun üzerinde kuruluyor; dışarıda ve içerde. farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor. kinimiz, garazımız, büyüklük arzumuz, aşkımız, yeisimiz, ümidimiz hep onunla. dilenciyi ve fakiri çıkar, merhamet ve gufran kalmaz, birdenbire fakirleşiriz. hayır, insan insanla meşgul. insanoğlu insana yüklenerek yaşıyor. hatta sanatkârlar bile; senin o evliya ruhlu dediğin insanlar bile. o gece dede efendi bize nasıl yüklenmişti? şimdi son defa için dinlediğim keman konçertosunda beethoven bana nasıl yükleniyor? hatta onlar, ötekilerinden daha fazla. çünkü üst üste kendi ruhlarının hastalıklarını bize aşılıyorlar. sen bile. mümtaz. haline bakmadan neler söylüyorsun, hem de o acayip üslubunla? bereket versin ki, can sıkıcısın; yoksa..

son ümit nedir, bilir misiniz? çok defa son ümit, temennilerimizin imkansızlığa akseden çehresidir!

bu ümidin ne kadar zayıf olduğunu size bir kelime ile söyleyeyim. bütün ümitlerimiz senelerdir bu işi hazırlayanlarda, bu kadar ciddiyetle, riyazi bir formül üzerinde uğraşır gibi uğraşanlarda. düşünün bir kere bir preparasyon, bir ameliyat masası, bir tiyatro aksiyon hazırlar gibi yıllarca onu kendileri hazırladılar. evvela hayatın her tabii haline, her gelişmeye ve neticesinde buhran adını vererek, sonra da bu buhranlara, kudretlerini, şümullerini üç dört misli çoğaltacak tedbirler bularak..

şimdi neye bel bağlıyoruz; etrafımızdaki havayı böyle çıldırtanların, onu nefes alınmaz hale sokanların birdenbire bu işten vazgeçmesine, birdenbire o imkansız kaynayıştan sükunete dönmelerine, etraflarına muayyen meselelerin gözlükleriyle değil, tabii gözleriyle bakmalarına, yani bir mucizeye.. asıl korkuncu, herkesin, yani karşı karşıya gelenlerin ayrı ayrı ruh durumlarında olmasında, kimi refahın yahut tereddüdün, olamaz düşüncesinin verdiği gevşeklik içinde, kimisi saf hareketin çılgınlığında. yahut sadece ben cesaret edersem, mesele halledilir, yok mu? onu düşünmede?

bir daha, fakat bu sefer elinin tersiyle alnının terlerini sildi ve fikirlerini bitirememekten korkuyor gibi acele acele söylemeye başladı. mümtaz gecenin, içindeki maiye başka şey katılmış bir kadeh gibi bulandığını görüyordu.

felaket burada. ama dahası da var, en müteredditleri bile yine hareketin ortasındalar. onun için herkes kendi vuzuhuna inanıyor. bu inanış hitler'i en delice hareketlere teşvik ediyor. fakat bununla da kalmıyor, yavaş yavaş harbin tek çıkar yol olduğuna inandık. bununla da bitmiyor. biz muharebe olacağını sanıyoruz; tarihteki muharebelerden biri. halbuki dünya politikacıların burnu dibinde birleşmiş, meseleleri birbirine kenetlenmiş, bir iç harbine hazırlanıyor. iç harp, yani bir medeniyetin gömlek değiştirme şekillerinden biri. büyük, kendi realitesi içinde kavranması imkansız derecede büyük, adeta tabiatın bir hezeyanına, bir kabusuna benzeyen, o kadar büyük bir uzviyetin bir istihale noktasını yaşıyoruz.

her şeyin bir içten patlamayı hazırladığı, zaruri kıldığı, tabir caizse fizyolojik bir noktadayız. siyasi bir harbin sakınılması o kadar kolay ki.. bir dümen kırışı, aklıselimin bir saniye için dönüşü her şeyi halledebilir. fakat bir medeniyet krizini yenmek, onun arızaları içinde şuurunu muhafaza etmek, ona karşı gelmeye çalışırken dümeni ellerinden kaçırmamak, bir selde sürüklenmemek, bir tayfunda boğulmamak, bir yıldız müsademesinde toz haline gelmemek kadar güç.

ne kadar fazla kadercisiniz doktor!

çünkü tabiat adamıyım. senelerce bir fizyoloji laboratuvarı idare ettim. on binlerce hasta gördüm. sakınılması mümkün olanla olmayanı artık tanıdığımı sanıyorum. ölümün yerleşmek için seçtiği yeri uzaktan tanırım.

fakat bu ayrı şey değil mi?

nerede ki uzuvlaşma vardır, orada biyolojik kanunların az çok hükmünü görürsünüz. zannetmeyin ki bir benzetmeyi zorla son haddine götürmek için bedbin oluyorum. daima müdahalenin kabil olacağına inanıyorum. doktorum, yani müdahale disipliniyle yetiştim. fakat.. vaziyet zorla azdırılmış, uzviyeti öyle kavramış ki.. başka taraftan bakın. böyle her şeyin birbirine karıştığı, her sualin birbirine muvazi olarak yürüdüğü, ümitle çalınan her kapıdan bir ejderha ağzının açıldığı bir devirde insanlığın mukadderatının birtakım yarı deli meczupların, mesuliyetsiz peygamberlerin, production, surproduction deterministlerinin, hüsnüniyetleri ancak silah seslerinde vuzuhla konuşan, idam hükümlerinde kıvamını bulan gerçek çehresini takınan ütopyacıların elinde bulunmasının felaketini düşünün. alın size stalin'in jesti.

hadiseler nasıl sıralanıyor! hitler'de paranoyak olan hadise bu sonuncusunda, tam suikast oluyor. lenin'in mongolit peygamber çehresi, nasıl birdenbire tasavvuru imkansız bir makyavel'e değişti. nasıl bir polis romanı entrikası oldu. stalin kendi çehresinin ve resimlerdeki bakışının sözünü nasıl tuttu? dünyayı cennet yapacak bir ideal namına, bir gün kendisine çevrilmek ihtimali olan silahı bütün insanlığa nasıl çevirdi. açıkça harbi teşvik ediyor; olması imkanını hazırlıyor. "benden korkma, emin ol!" diyor. küçük ve doğrusunu isterseniz son derece maharetli bir jest. eski müverrihler olsa göklere çıkarırlar.

fakat nefsini müdafaa için olsa da cürme iştirakten başka bir şey değil; meşaleyi tutan eli ocağa iyice yaklaşması için dürtmek gibi bir şey. mantığına girersek kendisine göre belki de haklı. fakat kendisine göre. halbuki bugünkü dünyada kendisine görenin tek yeri olmaması lazım. bunu size, bana, anvers'teki banka memuruna, brüksel'deki şimendifer kondüktörüne, ne bileyim, herkese anlatmak mümkün. fakat bir mistiğe, dünyayı geniş bir sahne, kendisini bir aktör sananlara, kanlı ölümü nefsi için bir hal çaresi bilerek işe başlayanlara nasıl anlatırsın. birisi rolümü bana allah ezberletti diyor, öbürü tarihî determinizmin içinden geliyorum, diyor.

insanlık fena bir ihtimali bir kere kendisine ufuk bilmesin; bir kere uçurumu görmesin. bir daha ondan geriye dönemez. onu giyinir. kıymetli bir şeyiniz, iyi bir yazma, güzel bir gramofon, bir acem halınız var mı, sakın onu satmayı bir imkan gibi düşünmeyin, evliyseniz karınızı boşamayı, seviyorsanız sevdiğiniz kadına darılmayı bir kere olsun aklınıza getirmeyin. sonra bu işlerden ne kadar çekinirseniz çekinin, mıknatıslanmış gibi, arkanızdan itiyorlarmış gibi onu yaparsınız, insan hayatında sakınmak yoktur. hele kütle halinde, asla. bir kere uçurum göründü mü, ölüm simsiyah dili ile konuştu mu?

sağlık, yarabbim bize sağlık ver. kuvvet değil, sağlık. insanoğlunun sıhhati. hayatı olduğu gibi kabul edecek sağlık. tanrılara benzer ömür istemiyoruz. bize nasip olan ömrü yaşayalım. insanca yaşamak. hiçbir şeye aldanmadan, kendimize yalan söylemeden, kendi yalanlarımıza, gölgelerimize tapmadan yaşamak.

şark, dedi. canım şark. dışarıdan miskin, budala, çaresiz, fakir. fakat içinden hiç aldanmamaya karar vermiş. bir medeniyet için bundan daha güzel ne olabilir? insanları içlerinden tatmin etmeyi ne zaman öğreneceğiz? ne zaman bu hoşça bak zatına'nın manasını anlayacaklar?

gezi meselesi

sevan nişanyan

31 mayısta başlayan gezi olayları, ülkenin gündemini bir anda başka bir yöne çevirdi. siyasi kutuplaşma, uzun zamandan beri görülmemiş bir keskinliğe ulaştı. bu yeni ortamda, alışık olduğum "onu da almayayım bunu da" pozisyonunu kısmen terk edip siyasi otoritenin kibrine karşı açıkça tavır alma gereğini hissettim.

bu yazı üç buçuk yıl aradan sonra taraf'ta yayımlanan ilk makalem oldu. bu hükümetin memlekete büyük hizmetleri dokundu dedim. açımlayayım.

bir: memleketi yeniçeri işgalinden kurtardı. dünya durdukça hayırla yad edilecek bir iştir. ülkeye yapılabilecek en büyük hizmetti. allah kendilerinden razı olsun. 

iki: milli geliri üçe katladı. evet konjonktür iyiydi, temelleri de kemal derviş attı, kabul. ama bu hükümet de cesur ve büyük adımlar attı, bürokrat korkaklığına teslim olmadı. en önemlisi: yatırımdan korkmadı. viyk viyk öten entel takımına çok kulak asmaması da iyidir bence. yumurta kırmadan omlet yapılmaz.

üç: kürt meselesini hale yola koydu gibi. gerçi çok gecikti, yol boyu saçma sapan işler yaptı. hâlâ da mevzuyu nasıl bağladıkları tam belli değil. ama eskilerin yapamayacağı işti, bunlar yaptı görünüyor.

dört: müsaadenizle bu da bence önemli. ilk kez bir tc hükümeti bu ülkenin gayrimüslimlerine düşman esiri muamelesi yapmadı. "biz" demeye gönülleri razı olmadı gerçi, olmaz da, ama en azından "biz dostuz yabancı" moduna geldiler. bu da az şey değil, şükranı hak eder. 

iki tane de ölümcül zaaf var anılması gereken. ilki yapısal. akp kadrolarının malul olduğu islamcı dünya görüşü, yapısı gereği anti-demokratik ve bölücü bir ideolojidir. çoğulculuğu içine sindirmesi güçtür. tarihin anılarını üstünden atması daha da güçtür. çare yok, buna alışacağız. çünkü ufukta alternatif yok. kâh dostluk ve irşad ile, kâh diş gösterip hırlayarak, zararı asgaride tutmaya çalışmaktan başka yol görünmüyor şimdilik.

ikinci zaaf konjonktürel. başbakanın son kullanım tarihi geçmiştir. son iki üç yıldır sergilediği tavırlar, gerçekle bağını koparmış bir iktidar hastası tablosunu çizmektedir. herkes için tehlikelidir. düzelme ihtimali yoktur. sanırım bir çare bulma zamanı gelmiştir. "gücünün doruğunda" demeyin bana sakın. liderin kendinden en emin, kibrinin en şahlanmış göründüğü an, bazen en zayıf olduğu andır. çavuşesku'nun son balkon konuşmasını anımsayın. honecker'in berlin duvarında göstericilere ateş açma emrini verdiği günü düşünün. macbeth'in ve ııı. richard'ın sonlarını okuyun. âleme meydan okurken, ayakları altından toprağın kaydığını fark edemeyecek kadar körleşmişlerdi.

dikkatle izleyin: ne kadar yalnızlaştığını görürsünüz. cumhurbaşkanı ile köprüler atıldı. zaman gazetesi muhalefete geçti. siyasi rüzgârın her devir şaşmaz göstergesi, nazlı ılıcak, yön değiştirdi. bülent arınç kâh öyle kâh böyle konuşup araya gittikçe netleşen bir mesafe koydu. öteki bakanlar, siyasi konularda mutlak sessizliğe gömüldü. polisle başbakanlık arasında adı konmamış bir savaş var. bisküvi devleri başbakanla selamı sabahı kesti. partinin izmir'deki tek umudu, ertuğrul günay, kazan kaldırdı. taraf gazetesi kaybedildi. cem yılmaz'ından baskın oran'ına, cemil ipekçi'sine dek dün her türlü hakareti göze alıp başbakanın yanında duran kanaat önderleri, üçer beşer, "buraya kadar" noktasına geldiler. sahibinin sesi kontenjanından bekir bozdağ hariç, yanında bir allahın kulu kalmadıysa bu maçı nereye kadar götürebilirsin? 

yalnızlaşmanın sonucu ne olur? arz edeyim. suriye politikan fiyaskoya dönüşür. reyhanlı'da dünyayı kandırmaya yeltenip başaramazsın. düne kadar besleyip palazlandırdığın grupları "terörist" ilan etmek zorunda kalırsın. suriye'deki adamlarına cenevre bileti dahi aldıramazsın. zihnin bulanır, alkol yasası gibi bir saçmalığa imza atarsın. toplumun bir yarısına hiçbir tatmin ve menfaat sağlamadan, öbür yarısını kudurtmayı başarırsın. tek hamlede, türkiye'nin yabancı sermaye nezdindeki güvenilirliğini sıfırlarsın. aklın şaşar, yaptığın köprüye milletin bir yarısının drakula saydığı birinin adını verirsin. dostun düşmanın apışıp kalır; sen halâ marifetmiş gibi babalanmaya devam edersin. taksim hadisesinde, basiretsizliğin dibini boylarsın. milli eğitim bakanı nabi avcı'nın zarifane söylediği gibi, kırk yıl gelse bir araya gelemeyecek kaç tür siyasi akım varsa, lgbt'sinden bdp'sine islamcısından postalcısına kadar, birbiriyle buluşturursun. sevan nişanyan'ı din şeysinden mahkum ettirmenin akıl kârı olmadığını idrak edemezsin.

yazık. hiçbir zaman sevemediysek de, bir zamanlar takdir ettiğimiz bir politikacıydı halbuki.

14.09.2021

the doors

oliver stone

kollarında bir ada buldum, gözlerinde bir ülke. 

film birazdan başlayacak. anons yapıldı. oturacak yer bulamayanlar gelecek gösteriyi bekleyecekler. salona tek sıra halinde yavaş yavaş girdik. oditoryum çok büyük ve sessiz. oturup, karanlığa gömüldüğümüzde anons devam etti. bu akşamki program yeni değil. bu eğlenceyi defalarca gördünüz. doğum, ölüm ve yaşamınızı gördünüz. gerisini hatırlarsınız. öldüğünüzde, yaşamınız nasıl görünecek? filmi yapılabilecek kadar güzel olacak mı? 

umudum senin serinkanlılığındır. 

bu dünya, bir enerji canavarı. başlangıcı ve sonu yok. ayrıca, ne bir artış ne de kazanç var. hiçbir şey söylemiyor. bu dünya güç arzusundan başka bir şey değil. gösteriş dolu. takip etmesi zor. birazcık tutarsız. dans eden ayılar, nazizm, mastürbasyon. sırada ne var? 

arkadaşlarımın verdiği partiyi büyük bir aileye tercih ederim.

"algının kapıları temizlendiği zaman her şey olduğu gibi görünür." (aldous huxley)

aşk

schopenhauer

erkeğin aşkı, doygunluğa erdiği andan sonra, gözle görülecek biçimde azalır; önüne çıkan her kadın, elde ettiği kadından daha çekici gelir ona; çeşitliliği arzulamaya başlar. kadının aşkı ise doygunluğa erdikten sonra artmaya başlar. bu, doğanın amacının, türün sürdürülmesi ve elden geldiğince çoğaltılması olmasının bir sonucudur. işte bu yüzden erkeğin gözü her zaman başka kadınlardadır; oysa kadın, bir tek erkeğe iyice bağlanır. çünkü doğa onu, kendisi farkına varmaksızın, gelecekte doğacak çocuğun besleyicisini ve koruyucusunu elde tutacak biçimde davrandırmaktadır.

kafa bakımından değil, gönül bakımından bir bağlanıştır evlilik. bir kadının, sırf kafası ve kültürü yüzünden bir erkeğe âşık olduğunu söylemesi saçma ve beyhude bir iddiadır ya da yozlaşmış bir mizacın sonucudur.