31.01.2011

uzun lafın kısası

franz kafka: uyudum, uyandım, uyudum, uyandım; kepaze bir yaşam.

douglas adams: umutlarla dolu bir hayat, taşıması zor bir hayattır. meyvesi üzüntü ve hayal kırıklığıdır. bu anın neşesiyle yaşamayı öğren.

duygu asena: mutluluk, zamanı geldiğinde bırakıp gidebilmektir.

dino buzzati: yeryüzünde bir yasa vardır: her şeyin bedeli ödenir. sanat en yüksek bedelin ödendiği bir lükstür. şiir ise bütün sanatlardan daha pahalıdır.

peyami safa: büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.

adam fawer: hepimiz dünyayı gerçekte olduğu gibi değil, kendi ön yargılı algılarımız vasıtasıyla gözlemleriz. dolayısıyla, gerçekten bilebileceğiniz tek şey kendinizsinizdir.

jose ortega y gasset: tarih, insan gerçeğini anlamanın tek yoludur.

edwin fuller torrey: öğrenim ve eğitim üzerindeki tartışmaların bugüne kadar kanıtladığı tek şey, bunlarla uğraşanların bilgisizlikleridir.

sigmund freud: uygarlığımız içgüdülerin bastırılması temeli üzerine kurulmuştur.

david foster wallace: her birimiz kendi minik, kafatası büyüklüğündeki krallıklarımızın efendisiyiz, etrafımızdaki dünyanın tam ortasında ve yalnız.

turgenyev: gerçek dünyaya, eski ustalara ve klasiklere baktım; sonra, kendi zırvamı kırıp attım.

arturo perez-reverte: zamanla kıymetini yitirmeyen bazı değerleri korumak gerek. ötesi anlık modalar, geçici ve değişken şeyler. tek kelimeyle, ıvır zıvır.

27.01.2011

boardwalk empire

sadece krallar birbirini anlar.

bazı adamlara bir rozet, bir silah bir de hazinedarlık verirsen gücün kendilerinde olduğunu zannederler.

eğer gerçekten bir tanrı olsaydı bana bu suratı verir miydi?

pantolonuna çamur bulaşınca -ya da at pisliği- silmene gerek yok. kurumasını beklersin. bir süre geçmesini. kuruyunca süpürüp çıkarması çok daha kolay olur.

hepimizin taşıdığı yükler vardır.

dilekler at olsaydı dilenciler onlara binerlerdi.

komik olan ne biliyor musun? gücü kimse alamaz. birilerinin ona bunu vermesi gerekir.

uzak ihtimali kimse bir kumarbaz kadar sevemez.

adam kondom almak için eczaneye girer.
eczacı sorar: "poşet de ister misin?"
adam der ki: "hayır sağol, o kadar çirkin değil."

bir kraliçeye orospu gibi; bir orospuya kraliçe gibi davranacaksın.

"sadaka, alanı küçük düşürür; dağıtanı da yükseltir." (george sand)

hayatımın büyük kısmını kumarbazlıkla geçirdim. bazı günler 20 bahis yaparım; bazı günler hiç yapmam. harekete geçmek için haftalar belki aylar var; bir gün bahis yapmazsam sadece yapacak bir şeyim olmadığı içindir. yani beklerim, planlarım, kaynaklarımı düzenlerim. ve sonunda bahis yapmak için bir fırsat gördüğümde ise paramın hepsini yatırırım.

26.01.2011

nil / iblise göre incil / kandil / sarnıç

enis batur

uzun bir sokağın kuyusuna batıyor güneş

gecenin bittiği yerden sabah başlıyor. devinimsiz suda kıvranan ateşi söndürüyor kentin sonsuz parmaklı büyücüsü.

ses ve soluğum şimdi. gün'e ve gece'ye katkı. belki nedensiz bir ürpermeyim, kırışık evrenin taş çekirdeğinde. görkemim belki, arınacağım kargaşayı beklerken. sayısız pencere, sayısız çığlığın içinde gitgide ürken engerek koridorda balkıyıp duruyorum. işte çatlayan duvarlarım. işte can kolladığım seki, basamak, kanlı düzlük. sonradan yırtılacağım et, işte. burada, kül beyaz bir sarnıcın aldatı duyarlığının orta yerinde -hep ve aralıksız burada, zamanın beni sancıya mıhladığı yerdeyim artık.

şiir kazadır yanlış göz değiştirirse makası

bir gün gelir, ben de giderim. aynanın dibine. şiir çünkü, bir sancının ve bunu neredeyse destekleyen bir tür sözyitimi korkusunun kaynağıdır. O uç noktada solgun bir yanılsama mıyım, yoksa bu yankıdan yola çıkıp umarsızca ama dirençle bir kimlik mührünü mü mürekkebe basıyorum, anlatmalıyım artık.

ölümsüz can imgesi! kentler gördüm, elimle kurduğum unutuluş anıtları. iklimden iklime geçtim, çağdan çağa: elimle kırdığım zaman levhası, diri pirinç harita. yendim, yenildim işte -sevildim ve unutmayı öğrendim döndükçe kararlı akrep. toprak çocuğuyum ben.

her yetkin güzellik içinde sakatlığını çoğaltır

merdivenin dibinde: anlamsız doruğu göğün. omurumuz birikiyor yokuşun dibinde: hangi basamağın evresi başlatıyor bu sonrasız soruşturmayı, hangisi bitirirse? veremediğimiz yanıtların karşılığında kan kusanlar: köprünün falına bakmadık mı, vahaların ince gülümsemesine varmak için? ve aramadık mı durgun su yüzleri, yansımak için yorgun yüzümüzden?

doruğun dibinde

25.01.2011

zaman, yer, sonra

nilgün marmara

ayla örtünüyoruz çağlardır, buğulu camlar ve farklanmış yüzümüzle. başkaları uygarlıktan söz ediyor, bilmeden her geriye dönüşün belki ulaşılmaz bir ileriye adım olduğunu. tohumdan korkuyoruz, yeryüzünün ilgisizliği hafif kılıyor bedenlerimizi, bakışımız göğe yönelirken yürekler serin tutuluyor. sonra her çınlamayla endişe güğümleri omzuma biniyor; toprağın değişmezliği, yapıların kalıcılığı, anaların istemi kadar tehdit edici yükler. örümcek ağında gizlenen eski yazılar kinin kuşkusunu kusuyor. yeniden hatırlanıyor bir zamanın beyaz evleri, dudakların uyarısıyla sonu ertelenen aşkın iyicil kucağı açılıyor, öte dünyanın gerçek konutlarında. çerçeveleri yalnızlıklarımızdan oluşan, kapıları acılardan örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdiyi saklayan güzellik! hiç bitmesin diyoruz dingin tavrımız, bir kez seçilmiş uğraşı yaşamdan ayırmamakla. arınalım, arınalım artık yolsuzluklarından şu densiz yeryüzünün kalık çirkefinden; sevgi yazısıyla!

24.01.2011

pavyon

onur caymaz

pavyon hayata benzer. masaların arasında duranlar, kırmızı deri koltuklarda, terleten o ucuz kadifelerin üzerinde. onlardır işte: bir tokat çakanlar kızlarına, erkek çocuklarını kucaklarına oturtmaktan hoşlanan bıçkınlar, bir mevzu oldu mu anında bıçağa davrananlar, kendinden yüksektekine köpek olanlar, bıyık buranlar, evdekinden korkup sahnedekine kahraman kesilenler, yalancılar, yalan olanlar ki çokluk yalandır zaten insanlar, saten insanlar, bir kumaş insanlar, parçalanan, dikilen, yama tutan, parlayıp sönen yıldızlara benzer. radyolarda çınlayan incesazın sesine kitlenmiş yalnızlar, yitikler, yılgınlar.. hep vardır onlar. hep olacaklar.

23.01.2011

bacchus'ün asası

charles baudelaire

nedir bacchus'ün asası? tinsel ve şiirsel anlamda, rahipler ve rahibelerin elindeki, sözcüleri ve bendeleri oldukları gökselliği kutsayan bir din simgesidir. ama cisim olarak yalnızca bir değnektir, düpedüz değnek, şerbetçiotu sırığı, asma hereği, kuru, sert ve dik. bu değneğin çevresinde, tutkulu kıvrımlarla sarmal ve kaçak saplar, çanlar gibi ya da devrik kupalar gibi eğilmiş çiçekler gülüp oynaşır. ve bu yumuşak ya da parlak çizgi ve renk karmaşıklığından şaşılacak bir utku fışkırır. eğri çizgiyle sarmal, doğru çizgiye cilve yapıp sessiz bir tapınışla, çevresinde dans ediyor diyemez miyiz? bütün o narin tüveyçler, çiçek çenekleri, koku ve renk cümbüşleri heybetli değneğin yöresinde gizemli bir ispanyol dansı yapıyor diyemez miyiz? çiçekler ve asmalar değnek için mi yapıldı? amaç çiçekler ve salkımların güzelliğini göstermek, değnek bahane midir? hangi ihtiyatsız ölümlü bu konuda bir karar vermek cesaretini gösterebilir? güçlü ve saygın usta, gizemli ve tutkulu güzelliğin sevgili bacchant'ı, asa sizde var olan şaşırtıcı ikilemin bir simgesidir. yenilmez bacchus'ün çileden çıkardığı su perisi dostlarının başında asasını, dehanızı kardeşlerinizin yüreği üstünde salladığınız kadar enerji ve tutkuyla sallamadı. değnek sizin doğru, sağlam ve sarsılmaz isteminizdir; çiçekler düş gücünüzün bu istem çevresinde gezintisidir; erkeğin çevresinde görkemle dönen dişi ögedir. doğru çizgi ve eğri çizgi, niyet ve niyet anlatma biçimi, buluncun katı yalınlığı ve sözde dolambaçlık, amacın tekliği, araçların çeşitliliği, dehanın güçlü ve bölünmez karışımı, sizi bölmek ve ayırmak cesaretini, o kahrolası cesareti hangi çözümleyici gösterebilir?

sisler arasında, ırmakların ötesinde, piyanoların utkunuzun şarkısını söylediği, basın dünyasının bilgeliğinizi dile getirdiği kentler üstünde, bulunduğunuz her yerde, ebedi kentin görkemlerinde ya da cambrinus'un oynak ya da içli şarkıları dile getirip ya da anlaşılması güç düşüncelerinizi kağıda geçirip avuttuğu hülyalı ülkelerin sisleri içinde, ebedi şehvetin ve ebedi bunalımın ozanı, filozof, şair ve sanatçı, sevgili liszt, sizi ölümsüzlükte selamlıyorum!

* bacchus: roma şarap tanrısı.

yönetim biçimleri

machiavelli

yeni fethedilen bir devletin elde tutulmasındaki güçlükler göz önünde bulundurulursa, büyük iskender'in kısa bir süre içinde asya'ya egemen olması ve burayı ele geçirir geçirmez ölümünden sonra bütün bu ülkenin ayaklanması akla yakın görünürken, haleflerinin buraları nasıl tutabildikleri ve onların kendi ihtirasları yüzünden aralarında çıkan güçlüklerden başka güçlüklerle karşılaşmamış olmaları şaşırtıcı gelebilir. şöyle cevaplayabilirim bunu: hatırlayabildiğimiz bütün devletler iki farklı biçimde yönetilmişlerdir: ya başta mutlakıyetçi bir hükümdar vardır, yönetime yardımcı olan bakanlar onun kulları gibidirler, hükümdarların izni ve isteği ile bu görevlere gelmişlerdir; ya da devletin başında bir hükümdar ve yönetimi paylaşan baronlar vardır; bu baronlar bakanlık görevlerini hükümdarın izni ve isteği ile değil, soylu olmalarının bir gereği olarak yürütürler. bu baronların kendi özel devletleri ve onları senyör olarak kabul eden uyrukları vardır.

bir hükümdar ve onun kulları tarafından yönetilen devletlerde hükümdarın yetkileri çok büyüktür. ülkenin her yerinde ondan başka bir egemenlik sahibi görülmez. bakan ya da memur sıfatı ile başkaları bu egemenliği kullansa bile halkın onlara karşı özel bir bağlılığı yoktur.

bu iki çeşit yönetimin günümüzdeki örnekleri türk padişahı ile fransa kralında görülür. türk hükümdarlığı tek bir padişah tarafından yönetilir. diğerleri kapıkullarıdır. padişah ülkesini sancaklara ayırmış ve oralara valiler tayin etmiştir. padişah valileri istediği zaman istediği biçimde değiştirebilir. fransa kralı ise kalabalık bir soylular sınıfı ile kuşatılmıştır. bu soyluların kendilerine bağlı uyrukları ve ayrıcalıklı durumları vardır. kral onların bu ayrıcalıklarını -kendini tehlikeye atmadan- ellerinden alamaz.

bu iki çeşit yönetim biçimi incelenirse, türk hükümdarlığının ele geçirilmesinin çok güç; fakat bir kez ele geçirilirse onu elde tutmanın ise çok kolay olduğu görülür. buna karşılık, fransa krallığı'nı ele geçirmek kolay; fakat onu elde tutmak çok güçtür. 

türk hükümdarlığını ele geçirmekteki güçlük şuradan doğar: saldırmak isteyen devleti bu ülkeden çağıracak beyler olmadığı gibi, halkın ayaklanması da umut edilemez. çünkü, herkes padişahın kulu olduğu için onları baştan çıkarmak güçtür. baştan çıkartılsalar bile bu fazla bir işe yaramaz. çünkü, söylediğimiz nedenlerden dolayı halk onlarla birlikte hareket etmez. osmanlı devletine kim saldırırsa onu birlik içinde bulacağını hesaplaması gerekir. bu nedenle, umudunu başkalarının iç karışıklığından çok kendi öz kuvvetlerine bağlamalıdır. fakat, bir kez yenik düşüp ordusu bozguna uğrayacak olursa, hükümdar soyundan gelenlerin dışında kimseden korkmaya gerek kalmaz. onlar da yok edilirse, diğerlerinin halk katında saygınlıkları olmadığı için artık çekinecek hiç kimse kalmaz. zaferden önce onlardan bir şey umulmaması gerektiği gibi, zaferden sonra da onlardan korkulması için neden yoktur.

ülkeler bir hükümdarın emri altında yaşamaya alışmışlarsa ve hükümdarın soyundan kimse kalmamışsa iş kolaylaşır. bir yandan itaat etmeye alışmışlardır, diğer yandan hükümdar soyundan kimse kalmamıştır. kendi aralarında itaat edecek birini bulamazlar. özgür yaşamayı da bilmezler. silaha sarılma konusunda da gevşektirler. sonuç olarak, bir hükümdar için böyle bir yeri ele geçirmek çok kolaydır. fakat cumhuriyetlerde daha çok canlılık, daha çok kin ve daha çok intikam duyguları kalır. geçmişteki özgürlüklerinin anısı insanların yakasını bırakmaz. bu nedenle, cumhuriyetleri elde tutmak için en etkin yol, ya onları tümüyle yakıp yıkmak ya da gidip oralarda yerleşmektir.

fransa gibi yönetilen devletlerde durum tümüyle farklıdır. burada krallığın bazı soylularını elde ederek ülkeye kolaylıkla girilebilir. memnun olmayanlar ve değişiklik isteyenler her zaman bulunur. bunlar söylediğim nedenlerden dolayı size kapıları açabilir ve zaferinizi kolaylaştırabilirler. fakat, sonra buraları elde tutmak istediğiniz zaman, ister size önce yardım etmiş olanlar, ister zarar verdiğiniz kişiler olsun; sayısız güçlükler çıkarırlar. hükümdarın soyunu ortadan kaldırmak yetmez. geri kalan soylular hareketin başını oluştururlar. bunların tümünü memnun etmek ya da öldürmek mümkün olmayınca da fırsat ele geçer geçmez savaşı kaybetmiş olursunuz.

dara krallığı'nın yönetim biçimine bakarsak bunun türk hükümdarın yönetim biçimine benzediğini görürüz. bu yüzden iskender, dara krallığı'nı kesin bir biçimde çökertmek zorunda kalmıştır. zaferden sonra dara ölünce, iskender, yukarıda belirtilen nedenlerle, rahat bir şekilde bu ülkenin sahibi oldu. eğer ondan sonra gelenler birlik olabilselerdi burada rahatça egemenliklerini sürdürebilirlerdi. gerçekten, bu devlette kendilerinin yarattıkları karışıklıklardan başka bir karışıklık olmadı. fakat, yönetim biçimi fransa gibi olan devletleri elde tutmak o kadar kolay değildir. romalılara karşı ispanya'da, fransa'da ve yunanistan'da sık sık meydana gelen ayaklanmalar bu ülkelerde birçok prensliklerin bulunması yüzündendir. bu prensliklerin anıları durduğu sürece romalıların bu ülkelerdeki egemenlikleri sallantıda kalmıştır. ne zaman ki imparatorluğun sürekliliği ve gücü sayesinde bu prensliklerin anıları silindi; ancak o zaman güvenlik sahibi oldular. daha sonra kendi aralarında sürtüşmeler başlayınca her biri bir bölgede egemenliğini sürdürüp o yerin sahibi oldu. fakat bu bölgelerde eski prenslerin soyu tükenince romalılardan başka bir egemenlik tanımadılar.

bütün bu olanlara iyice bakılırsa iskender'in asya'yı elinde tutmakta bulduğu kolaylıkla, pyrrhus ve benzerlerinin ele geçirdikleri yerleri tutmakta uğradıkları güçlüklerde şaşılacak bir taraf yoktur. bu sonuç, fatihlerin niteliklerinden değil, ele geçirilen yerlerin farklı yapılarından kaynaklanır.

21.01.2011

enstalasyon

jacques ranciere

güney afrikalı fotoğrafçı kevin carter tarafından sudan'da çekilmiş bir fotoğrafın görünürlük uzay-zamanını inşa etmek için bulduğu bir enstalasyon: fotoğrafta, yerde emekleyen ve açlıktan ölmek üzere olan küçük bir kız görürüz; bu esnada arkadaysa leş yiyici bir akbaba kızın ölmesini beklemektedir. görüntünün ve fotoğrafçının kaderi, egemen haber düzeninin ikircikliğine iyi bir örnektir. fotoğraf, sudan çölüne gidip oradan bu denli çarpıcı, batılı seyirciyi uzaklarda yaşanan kıtlıktan ayıran duvarı yıkmaya bu derece uygun bir görüntü getiren kişiye pulitzer ödülü kazandırmıştır. aynı zamanda sahibini bir öfke kampanyasının hedefi haline getirmiştir: çocuğa yardım etmek yerine, kusursuz fotoğrafı yakalayacağı anı beklemiş olmak da insansı bir akbabalık değil midir? bu kampanyaya tahammül edemeyen kevin carter intihar etti.

din

joseph lewis: din kar demektir. ticari ürünleri korkudur.

jacob bronowski: mutlak bilgi yoktur. ve bunu iddia edenler, ister bilim adamları, ister dogmatikler olsun, bir trajediye meydan bırakmaktadırlar.

carl sagan: modern bilim, bir tevazu dersinin her durakta beklediği, bilinmeyene yapılan bir yolculuktur. birçok yolcu evde kalmayı tercih eder.

nikolai bukharin: bilim dinin kökenlerinin ölü atalara tapınmaya dayandığını keşfetmiştir. bu yüzden ölü zengin adamlara tapınmak, dinin temelini oluşturur.

john dewey: herhangi bir dinin savunucuları, bilimsel fikirlerdeki değişimlerin bilimin güvenilir olmadığını kanıtladığını öne sürerler. bilimin ilkelerini kavramamışlardır. bilim herhangi bir ana fikrin üzerine inşa edilmemiştir. o bir yöntemdir, yapılan testlerin sonuçlarına göre inançların değişmesine yol açan bir yöntem. bilimsel-dini çatışmalar, aslında bu metoda olan bağlılıkla, asla değiştirilemeyeceğine önceden karar verilmiş bir inanca duyulan bağlılığın çatışmasıdır.

john burroughs: bilim batı medeniyetinin gelişimine bir yüzyıl içerisinde, hristiyanlığın on sekiz yüzyıl boyunca bulunduğundan daha fazla katkıda bulunmuştur.

edmund d. cohen: günümüzde köktendincilerin sanat ve bilim alanındaki başarılarının acınacak kadar az olması hiç de şaşırtıcı değil.

morris r. cohen: bilim, kanıtlarını kişilerin talepleri doğrultusunda her zaman yeniden gözden geçirmeye istekliyken, mantığa dayanmayan otoritecilik, bulgularının yeniden gözden geçirilmesi talebini, sadakatsiz bir inanç yoksunluğu olarak değerlendirir.

20.01.2011

öteki renkler

orhan pamuk

şeyh galip: her renge boyan da renk verme.

mutlu olabilmem için her gün bir mikta edebiyatla ilgilenmem gerekiyor.

benim gibilerin durumunda en iyi tedavi, en büyük mutluluk kaynağı, her gün iyi bir yarım sayfa yazmaktır.

insan ne kadar sıkılırsa o kadar hayal kurar.

edebiyat, yazdıklarımızı insanların hayallerinin bir parçası yapabilme sanatıdır.

yazarlık okura "bunu tam ben de söyleyecektim; ama o kadar çocuksu olamadım." dedirtebilme hüneridir.

yazmak, yaşanmayan hayattan bir çeşit intikam almaktır.

çekici olan şey bir yol seçmek değil, galiba bütün yolları seçebileceğimiz bir yerde olmaktır.

bir gün bir kızım oldu, bütün hayatım değişti.

yırtmak en büyük eleştiridir.

hemingway: akşam gün biterken yazılacak iyi bir cümleniz varsa onu yazmayın. onu ertesi sabaha bırakın ki, sabah hemen yazmaya başlayabilesiniz.

yanlış anlaşılmaktan korktuğumuz zamanlar her şeyi söylemeye kalkarız. bu korku da bize herkesin söylediği şeyleri söyletir.

"paranoyak olmam takip edilmediğim anlamına gelmez."

aptal paranoyak en korkutucu yaratıktır ve ülkemizde çoktur.

ben her şeyi açıklayan ve bir tek sebebe indirgeyen teorilere inanmam.

aşırı paranoya ve akılsız kumpas teorisinin en kuvvetli yanı karşı çıkılmaz oluşudur.

1991 doğumlu rüya hakkında hiç zorlanmadan, kendiliğinden yazabiliyorum. birisi hakkında kolayca ve istekle yazabilmek sorunsuz bir aşkın işareti midir?

herkes mutluyken mutsuz olmayı başarabilmek akıllı olmanın birinci şartıdır.

bir kitap, bir fikirle değil, en azından iki fikirle yazılır.

kafasını büyük hakikate takmış yazarlar bana kalırsa hayatın renklerini ve neşesini göremezler. büyük hakikatler konusunu hiç düşünmemiş, kendi sıradan hatıralarını ya da basit, hayali bir fanteziyi anlatmaya başlayan hünerli bir romancı ise bir gün öyle bir şey yazar ki o hakikat bu gündelik detaylar arasından beliriverir.

gençliğin acı verici yanı, insan ilişkilerindeki ikiyüzlülüğü görmek, buna karşı bir şeyler yapmak isteyip de yapamamak ve sonraları da bunu doğal karşılamaktır.

benim bütün kitaplarım, bir önceki kitabın içinden doğar. oradaki bir ayrıntıdan, bir cümleden. cevdet bey'deki gençlerden bir anlamda sessiz ev doğdu. sessiz ev'deki tarihçi faruk'tan beyaz kale çıktı. beyaz kale'nin düşsel ortamından, oradaki kimi tarihi sahnelerden, esrarlı mavi gece diyebileceğim karanlık sahnelerden kara kitap çıktı.

sanki saat bizde kesinliğine, matematikselliğine ulaşamadığımız batı dünyasını bu nesneyi kullanarak elde edebileceğimizi sandığımız bir tesellidir.

bizi modernlikten, modern olmaktan uzaklaştıran şey, alelacele bir an evvel modern olma gayretimizdir.

yahya kemal: resmimiz ve nesrimiz olsa, başka bir millet olurduk.

yağmurla keder, dağlarla coşku arasında zorunlu bir ilişki mi vardır, yoksa bunlar sanatın, edebiyatın, resmin bize öğrettiği şeyler midir?

borges: elbette, bütün genç insanlar gibi, ben de elimden geldiğince mutsuz olmaya çalışıyordum; hamlet'le raskolnikov arası biri olmaya çabalıyordum, sizin anlayacağınız.

valéry bir yerde nefret edip tiksindiğimiz bayağılıklarla aslında yakından ilgilendiğimizi, bayağı bulduğumuz şeylerle aramızda bir merak ve yakınlık olduğunu söyler.

kendi özel hayatını sıkı sıkıya koruyan, içine kapanık, yalnız, utangaç bir adamdır philip larkin. hiç evlenmemiş, çoluk çocuğa karışmamış, gezip tozmamış, şu veya bu şekilde iyi yaşamaktan ya da hayata sıkı sıkıya bağlanmaktan kaçınmıştır hep.

mario vargas-llosa, kendini "dünyada margaret thatcher'a hayran olup fidel castro'dan nefret eden iki yazardan biriyim." diye tanımlamaya başladı. öteki yazar, daha doğrusu şair philip larkin'di.

salman rushdie: gerçek her zaman olağanüstü, acayip ve ihtimal dışıdır.

bütün modern ulus-devletlerin doğuşunun arkasında bir çeşit etnik temizlik, dil birliğinin sağlanması ve yerel özelliklerin ve iktidarların tahribi yatar.

başbakan erbakan'ın koltuğuna oturur oturmaz, dünyanın en yalnız, en batı karşıtı ve insan haklarına saygısızlığıyla en ünlü libya, nijerya, iran gibi devletlerine ziyarete gitmesi bu taşralaştırma azminin en belirgin işaretleri.

sinemada yalnızca "öteki" ile yüz yüze gelmeyiz; sinemanın gösterdiği her şey bir anda "öteki" oluverir.

o zamanlar niye mimar olmadığımı bana sordukları vakit aynı cevabı başka bir dille verirdim: "apartman yapmak istemediğim için!" apartmandan kastettiğim bir hayat tarzı, bir mimari anlayışıydı.

çetin altan: bizimki gibi köylü toplumlarında ise cinayetlerin zekaya dayalı bir özelliği pek yoktur. kıskançlıktan kafası bozulan koca, kaptığı gibi bıçağı karısını doğrayıverir orada, iş olup biter. yahut kan davasında hazırlıklı dolaşan kişi hasmını görünce beynine boşaltıverir kurşunları. kırsal kesimlerdeki tarla veya su kavgalarında ise çifteyi alıp pusuya yatma geleneği vardır. herkes de kimin kimi neden öldürdüğünü bilir. baltayla kabak yarar gibi pek kabasından işlenen bu tür cinayetler yazarları etkilemediği için bizde polis romancılığı gelişmemiştir.

bugünün istanbulu ve türkiyesi, devletçe işlenmiş faili meçhul cinayetler, sistematik düzeye varmış işkence uygulamaları, düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, kısaca insan haklarının acımasızca çiğnenmesi bakımından dünyanın en önde gelen ülkelerinden biri.

maupassant: paris'in en güzel manzarası eyfel kulesi'nin tepesindedir; çünkü oradan eyfel kulesi görünmüyor.

ben dünyada yazdığı konuyu parmağı ile işaret ederek gösterebilen tek tarihi romancıyım.

türkiye'de özgürlüklerin kısıtlanması, kitapların yasaklanması, farklı düşünenlerin vatan haini ilan edilmesi için her gün çırpınan pek çok gazeteci, köşe yazarı var. sınırlı da olsa zihinsel faaliyet gösterdikleri için bu kişilere entelektüel denebilir belki ama bence onlar entelektüel değil de devleti, hükümeti destekleyen teknisyen konumundalar.

öldürülmek türkiye'deki entelektüeller için önemli bir ihtimaldir. son yirmi yılda türkiye'nin en önemli üç gazetesinin en önemli üç köşe yazarı öldürüldüler. sonra hapis, yazının yasaklanması vs. gelir. yaygın bir şekilde "vatan haini" ilan edilmek, kenara itilmek, işsiz kalmak, gazetedeki köşenizden, işinizden olmak, yazılarınızın yayımlanmaması da birer yöntemdir. ilgisizlik, tepkisizlik de. özellikle ücra taşra kentlerinde entelektüelleri, yazarları öldürür, tutuklar, işkence eder, otuz yıl hapse mahkum ederler de, değil batı dünyasında herhangi biri, istanbul gazeteleri bile bu olaylarla ilgilenmez.

günümüzün tabii ki en büyük entelektüel zevki iyi edebiyat. iyi edebiyat, iyi entelektüelden de az bulunur.

disiplinli modern ordular gibi rafları dolduran ciltli kitaplara düşkırıklığıyla baktım.

"avrupalılar görse ne der?" bir korku ve bir arzu. onlara benzemeyen yanlarımızı görüp bizi ayıplayacaklar diye hepimiz çok korkarız. hapishanelerde işkencenin azaltılmasını ya da iz bırakmadan yapılmasını bu yüzden isteriz. bazen de onlar gibi hiç olmadığımızı onlara teşhir etmenin zevklerini yaşamak isteriz: islamcı bir teröristin tanınma isteği, papa'yı vuran ilk türk olma isteği böyle duygulardır.

bu içe dönüş tepkim beni hayatın zorluklarından korudu; ama zenginliklerinden de uzak tuttu.

andré gide: bu topraklardan hiçbir şey çıkmamış. onca ırkın, tarihin, inancın ve medeniyetin sürtüşmesinin ve çatışmasının yarattığı kalın köpüğün altında yerli hiçbir şey yok. (istanbul hakkında)

andré gide: türklerin kıyafeti aklınıza gelebilecek en çirkin kıyafet. ve doğrusunu söylemek gerekirse, bu ırk da bu elbiseyi hak ediyor.

andré gide: orada yaşayanları sevemeyince, dünyanın en güzel manzaralarına bile gönül veremiyorum.

andré gide: bu seyahatten payıma düşen hisse, ülkeye duyduğum tiksintiyle orantılı. bu ülkeyi daha fazla sevmediğim için memnunum.

gidé'in güncesinden bir seçme türkçeye çevrilmiş ve milli eğitim bakanlığı tarafından yayımlanmıştır. bu kitapta türkiye hakkında notlar tabii sessizce dışarıda bırakılmıştır.

batılılaşmacı önce avrupalı olmadığı için utanır. sonra avrupalı olabilmek için yaptıklarından utanır (her zaman değil). avrupalı olabilmek için yaptıklarının yarım kalmasından utanır. avrupalı olacağım diye kendi kimliğini kaybetmekten utanır. kendi kimliğine sahip olmaktan ve olmamaktan utanır. zaman zaman şiddetlenip, zaman zaman kabul ettiği bu utançlarından da utanır. bu utançlarından söz edilmesinden de utanır.

israil'in filistin topraklarını zaptettiği, onlara haksızlık ettiği inancındayım. israil'de barışçı, uzlaşmacı bir çevrenin hakim olmasını, anlaşmazlıkların barışla halledilmesini isterim. israil'in filistinlilerden aldığı, üzerinde hala yerleşmiş olduğu topraklardan çıkmasını isterim. ama bu demek değildir ki fkö ile her konuda hemfikirim.

ilk büyük felaketle öğrendiğim şaşırtıcı hayat gerçeği, felaketlerin her zaman mutluluktan daha eğlenceli ve seyredilebilir olmalarıydı.

öte yandan, yakında ama kendisine zarar vermeyecek bir uzaklıkta bir felaket, bir dehşet olduğu hissi gecenin ortasında uyananlar için en iyi uyku ilacıdır.

beklenti gerginliğine, "ne olacağız" havasına karşın, gelecekten hep geçmişte kalmış bir şey gibi söz ediliyor.

sığınmacı kampına giderken, şırnak'ta yaşlı bir kürt bakkalın duvarına asılı bir eski levha görmüştüm: "dilerim benim hakkımda düşündüğünün iki misli senin başına gelir!" kürtlerin hiç bitmeyen çilesi düşünülürse, kötümser bir levha!

bizlere, fotoğraf makinelerine bakan herkes, "gazeteciler yazın!" diye başlayıp devletten, hırsız müteahhitlerden ve belediyelerden haykırarak şikayet ediyorlardı. çıkardıkları şikayet sesleri basında ve medyada iyi yansıtılıyordu; ama büyük ihtimal bütün bu insanlar şikayet ettikleri bu siyasetçileri, devlet adamlarını ve rüşvetçi belediye başkanlarını yeniden seçmeye ve verdikleri oylarla mağrurca övünmeye devam edecekler. ayrıca, bu şikayetçiler de büyük ihtimal hayatlarının bir döneminde yaptırdıkları inşaatların kuraldışı yanlarını onaylatmak için belediyelere rüşvet vermiş, vermemeyi de akılsızlık olarak görmüşlerdi.

cumhurbaşkanlarının rüşveti "pratik" bir iş olarak övdüğü, dolandırıcılarla senli benli olduğu bir kültürde hayali bir gelecekte olacak ve başkalarına zarar verecek depremin korkusuyla müteahhitlerin demir ve çimentodan çalmamalarını, kurallara uymalarını, bunun için fazladan "masraf" etmelerini sağlamak çok zor.

bu yalnızca bir organizasyon sorunu değil! vurmak, bastırmak, korkutmak, yasaklamak ve şiddet kullanmak mantığıyla örgütlenmiş devlet yardım etmeyi, yaraları sarmayı, halka hizmet etmeyi beceremiyor.

ben insanoğluna inanırım ve görüşlerini değiştirdi diye kimseyi ayıplamam.

başka yazarlar hapisteyken, hangi iyi "insan", gidip devletten yazar olduğu için "devlet sanatçısı" unvanını alır?

meclis kapısından alınıp hapse tıkılan milletvekillerinden, sokaklarda sinekler gibi öldürülen gazetecilerden, bir kitap yazdığı için zindanlarda yıllar geçiren yazarlardan, otelle birlikte yakılan aydınlardan size bir kere daha söz etmek içimden hiç mi hiç gelmiyor. siz de bütün bu rezaletlerin, bütün bu gaddarlığın, acımasızlığın, pervasızlığın, adaletsizliğin farkındasınız.

bütün gazeteler ve televizyonlar, dergiler ve radyolar söylenmesi gereken asıl sözü, hiç söylememek için bütün o öteki sözleri söylüyorlar.

madımak otelinde, 17. yüzyılda yaşamış, devletçe idam edilmiş sivaslı halk şairi pir sultan abdal'ı anmak için şehre gelmiş 60-70 kişilik bir yazar, müzisyen, gazeteci topluluğu kalıyordu. ama "şeytana ölüm" sloganlarından kalabalığın asıl hedefinin türkiye'nin en ünlü mizah yazarı aziz nesin olduğu anlaşılıyordu. toplantıya katılanlar arasındaki 78 yaşındaki aziz nesin, salman rüşdi'nin şeytan ayetleri'nin bir kısmını çevirtip başyazarlığını ve kısmen sahipliğini yaptığı aydınlık gazetesinde yayımlamıştı.

"halk ile polisi karşı karşıya getirmek" istemeyen hükümet kararsız kalınca, meraklıların, eğlenmek için toplananların katılımıyla iyice büyüyen kalabalık, akşam bastırırken, oteli yaktı. bütün ülkenin televizyonlardan seyrettiği görüntüye, tıpkı basit oryantalist, şematik ve anti-islam nitelikli propaganda filmlerinde olacağı gibi, kalabalığın duaları ve "işte cehennem ateşi" sözleri eşlik etti. aralarında ünlü şair, yazar ve eleştirmenlerin de olduğu otuz yedi kişi yanarak, boğularak öldü. 78 yaşındaki aziz nesin ise, son anda yetişebildiği itfaiye merdiveninden inerek ve bir itfaiyecinin "linç edilsin" diye kendisini kalabalığın ortasına atmasına rağmen, sopa darbeleriyle yaralanmış olarak kurtuldu.

sivas'taki otelin yakılmasından hemen sonra, yalnız ülkenin kadın başbakanının değil, kamuoyu denilen hakim gücü oluşturanların sesleri de, olayı onaylamadılarsa da, fundamentalist öfkeyi sert biçimde kınamaktan kaçındılar. "orada" oteli yakan kalabalıklar kışkırtılmıştı; şeytan ayetleri'ni yayımlayan biri "oraya" gitmemeliydi vs. herkesin bildiği; ama bildiğini bilmediği ya da söylemekten çekindiği şey "orası"nın, "taşra"nın, özellikle orta ve doğu anadolu'nun bambaşka yerler olduğuydu. insan ilişkilerinin, hukukun, demokrasinin, siyasetin, özgürlük düşüncesinin "orada" aldığı biçimler bambaşkaydı. "orası" da türkiye'nin sınırları içindeydi; ama başka bir ülkeydi de "orası".

on yıl önceki askeri darbe döneminde, kürt kelimesinin bile kullanılmasının yasaklandığı, kürt kimliğinin ve kültürünün ortaya konması için gösterilen her türlü demokratik ve barışçı çabanın şiddet ve işkenceyle ezildiği bir dönemde silaha başvuran pkk'nın prestiji ve gücü arttı. ülkenin ekonomik olarak da bu en az gelişmiş bölgesinin, gelişen sanayileşmenin nimetlerinden yararlanması için hiçbir şey yapılmadı ve bu, ülkenin yalnız kültürel olarak değil, ekonomik olarak da bölünmesine, kürt milliyetçiliğinin yeşermesine yol açtı. pkk'nın acımasız terör yöntemlerine aynı acımasızlık ve kanla cevap veren türk ordusunun savaş yöntemleri de, kendini doğu anadolu'da yaşayan kürtlerin en güçlü siyasi temsilcisi olarak sunmak isteyen pkk'nın işine yarıyor. bugün pkk'ya destek veren gençler, kendi kürt kimliklerinin, radyo ve tv'de yasaklanan dillerinin, en basit demokratik haklarının şiddetle ezilmesi, ekonomik adaletsizlik, bölgesel eşitsizlik, işsizlik kadar, inanılmaz boyutlara varan insan hakları ihlallerine, faili belli olmayan siyasi cinayetlere, kürt gazetecilerinin, milletvekillerinin öldürülmesine ve özellikle her iki yandan küçük köyleri, kasabaları sıkıştıran çirkin savaşa isyan ediyorlar. pek çok kürt, evlerini, topraklarını terk ederek doğu'dan batı anadolu'ya göç ediyor.

bir zamanlar askeri darbeciler tarafından radikal sola karşı bir panzehir olarak düşünülen din ise, siyasal islam'ı körüklemeye yatkın olduğunu çoktan ispatladı.

anadolu mutasavvıflarının sık sık kitaplarına aldıkları eski mi eski bir hikaye vardır, severim. aklı başında genç bir köylü rastlantıyla karşılaştığı bir bilgeden kehanet gibi gözüken bir gerçeği öğrenir. yaşadığı köyün suyuna bir çeşit zehir karışmıştır. bu sudan içen herkes aklını kaçıracak, delirecek, ipe sapa gelmez laflar etmeye başlayacaktır. genç köylü bilgeden öğrendiklerini köye yayıp kardeşlerini, dostlarını uyarmaya çalışırsa da kimseyi inandıramaz. kendi başının ve aklının çaresine bakmak zorunda olduğunu anlayınca köyünü terk eder. bir süre sonra meraktan köyüne geri döndüğü vakit, bilgenin öngördüğü gibi, bütün köyün sudan içip aklını kaybettiğini görür. herkesin ipe sapa gelmez bir dille konuştuğu köy hayatına genelde alışmaya çalışır. ama kahredici olan, şimdi bütün köylülerin kendi dilini ipe sapa gelmez bulması, ona deli muamelesi yapmalarıdır. bir süre sonra bu öyle dayanılmaz gelir ki, köyün aklını ve dilini bozan pınardan kendisi de kana kana içer.

on yıldır sürüp gitmekte olan ve yavaş yavaş alışılan bu çirkin savaş türkiye kamuoyunu yalnızca yalana alıştırıp zehirlemedi, ülkenin binlerce yıllık kültürünün temel taşları olan acıma, şefkat, kardeşlik gibi değerleri de hızla kemirdi, öğüttü, yıprattı. televizyon ekranlarında pkk'lı cesedi görmeye kamuoyu alıştırıldı. kimse öldürülenlerin de kendi vatandaşları olduğunu hatırlatmıyor, kimse silaha sarılıp dağa çıkan gençlerin neden böyle yaptıklarını değil sormaya, düşünmeye bile cesaret etmiyor. orta çağ'a yakışan bir görüşle onların "şeytan" olduğuna çoktan karar verilmiş çünkü. neden şeytanla işbirliği yaptıkları ise belki de insanın kendisini de şeytanlaştıracak bir soru olduğu için hiç sorulmamalıydı.

kuzey ırak'ta girişilen en son askeri harekattan çıkan yeni sonuç artık televizyon ekranlarında ceset gösterildiği için üzülmemek değil, gösterilmediği için üzülmek. yıllardır süren savaşın ta hücrelerimize kadar işlemiş zehiriyle kafaları iyice afyonlanmış olan bazıları kuzey ırak'ın işgali sırasında yeterince ceset ele geçirilemediği için bu askeri harekatın başarısından şüpheye düşüyor, kederleniyor, bu üzüntülerini de soğukkanlılığını hızla kaybetmekte olan kamuoyu önünde dile getiriyor, sorular soruyor.

bütün bir kültürün insani değerlerinin ayaklar altına alındığı, binlerce yıldır birlikte dostça kardeşçe aynı topraklarda yaşayan türklerle kürtlerin ağır ağır ve sinsice bir kardeş kavgasına itildiği bir noktadayız.

merkezi bir mantığın olmadığı zamanlarda anadolu'nun tasavvufi şairleri açıklamaktan çok ima etmeyi severlerdi.

devletçe işlendiği herkesçe bilinen "faili meçhul" cinayetler, bir kangren halini almış ve bütün bir kültürü kemiren işkence, karakollarda alelade bir olay haline gelmiş dayak, kitap yasaklatma, toplatma, yazar ve gazetecileri hapsetme türkiye'nin avrupa'ya yaklaşmasına engel.

devletin pervasızca işlediği insan hakları suçlarını, türkiye'nin siyasetçilerinin, sivil toplumun da desteğiyle bir gün durduracaklarını düşünmek çok mu hayalperestlik? batı'dan en lüks tüketim maddelerini almakla, en pahalı batı kıyafetlerine ve parfümlerine sahip olmakla övünen ve batılı olmakla gururlanan yüksek türk burjuvaları işkencenin alışkanlık olduğu bir ülkede yaşamaktan ne zaman utanacaklar? türk olan ve kürtlerin tarihi konusunda yazdığı kitaplar yüzünden on beş yıldır hapiste yatan ismail beşikçi için hepimiz ne zaman suçluluk duymaya başlayacağız da sesimizi yükselteceğiz? batılılaşma ne zaman ruhsuz bir makineleşme ve tüketme isteğinden çok eleştirel düşünce ve hoşgörü olarak anlaşılacak? aşikar bir haksızlığa tanık olduklarında, türk vatandaşları polis dayağı, asker yasağı ve devlet korkusundan önlerine bakıp fısır fısır konuşacaklarına, ne zaman başlarını kaldırıp açıksözlülükle itiraz edebilecekler?

faili meçhul cinayetlere, mafya benzeri ölüm ve uyuşturucu çetelerine bulaşmış eski polis şefleri itibar kazanmak için siyasal islam'a karşı atatürkçü havaları atıyorlar.

18.01.2011

yurttaş kane

orson welles

bir gün küçük bir amerikan şehrine konferans vermek için gider; fakat müthiş bir tipiyle karşılaşır. salonda ancak bir avuç dinleyici vardır. üstelik kimse de çıkıp welles’i dinleyicilere takdim etmez. bunun üzerine welles bunu da üzerine alıp konuşmasına şöyle başlar: "bayanlar, baylar. biraz kendimden bahsedeceğim. broadway’de oyunlar sahneye koyarım, aynı zamanda bu oyunları yönetirim, sahneye de çıkarım. senaryo yazarım, film çeviririm, aynı zamanda filmlerde oynarım. radyo için oyunlar yazar, bu oyunları yönetir, temsile katılırım. keman, piyano çalarım. resim ve karikatür yaparım, kitap yayımlarım. hem romancı hem illüzyonistim.” bunun ardından bir avuç dinleyicisini süzdükten sonra konuşmasını şöyle bağlar: “benim bu kadar kalabalık, sizinse bu kadar tenha oluşunuz ne tuhaf, değil mi?"

araştırma paniğe kapılan insanların durumunu iyice açığa vurmaktaydı: o gece birçok amerikalı merihlilerle karşılaştıklarını iddia etmekteydiler. birçok new yorklu göktaşlarının kıvılcımlar saçarak düştüğünü görmüştü. panik sırasında kaçan biri merih’ten gelen bir uzay gemisinin yere indiğini, içinden çıkan birçok yaratığın yeryüzüne dağıldığını söylemekteydi. kocasıyla birlikte panayırdan dönmekte olan bir kadın da, radyo yayınını dinlediği vakit kocasına “ben zaten böyle olacağını biliyordum, panayıra gideceğimize kiliseye gitmeliydik bugün” diyordu.

william randolph hearst: kötü kurumlardan ve kötü siyasetlerden ancak cinayetle kurtulunabiliyorsa, cinayet işlenmelidir.

insanları çeşitli davranışları, sözleriyle aktarmak, bunların toplamından bir yargıya varmayı okuyucuya bırakmak, bunu yaparken belli bir tarih sırasına bağlanmamak.

yurttaş kane, konusunun sağlamlığı, karakter çözümlemesindeki inceliği, anlatımının canlılığı, sinemanın olanaklarının tümünden yararlanışı, yürekli denemelere girişmesi, sinema dilini zenginleştirmesi, sinemaya yeni ufuklar açması, kendinden sonraki sinemacıları etkilemesi bakımlarından sinema tarihinde bir dönüm noktası meydana getiren başyapıtlardandır.

welles ise, yapıtının her görüntüsüne kişiliğinin damgasını vuran; senaryocu, yönetmen, yapımcı, oyuncu ve geri kalan bütün çalışmaların yöneticisi olarak sinemada az rastlanır “tüm yaratıcı”ların arasında yer almaktadır.

gerçek aşk yoktur asla
bilirim, ben de oynadım
bu oyunu, gerçek sandım
mavi alevde kelebek gibi
sonunda yine de yandım

bir adamın ne yaptığını söylemek yetmez, bunu niçin yaptığını da söylemeli.

biliyor musunuz, bay bernstein, bu kadar zengin olmasaydım belki de gerçekten büyük bir adam olacaktım.

aklınız fikriniz çok para kazanmakta olduktan sonra çok para kazanmak marifet değildir.

bay carter, başlık ne kadar büyük olursa haber de o kadar önem kazanır.

insanlar iki bin yıldan beri heykel yapıyor; oysa ben ancak beş yıldır alıyorum.

kane bütün zamanını, elindeki her şeyi kaybetmekle geçirirdi.

yaşlılık.. bay thompson.. sona ermesi istenmeyecek tek hastalık da budur.

herkesin gözlerinin üstüne dikildiği bir salonda bulunmanın yaptığı etkiyi bilmiyorsun.

başkanın çocuğu

fay weldon

hayatta hiçbir şey insanın umduğu gibi çıkmaz.

her gün görülen bir şeydir bu: ırz düşmanlarıyla, dolandırıcılarla, çok eşliler ve gedikli çapkınlarla evli olan kadınlar, her şey ortaya çıkınca hayretler içinde kalırlar. hayır, sayın yargıç, hiç haberim yoktu. elleri kan içindeydi ama, tavşan öldürdüm, diyordu; yeleğinde rimel izi vardı ama, kalemim aktı, diyordu. ben de inandım ona. evlilik, aldatmacanın üreme ortamıdır.

hiçbir şey kaybolup gitmez, kaybetmeyi her şeyden çok istediğimiz şeyler bile. her şey zaman içindeki belirli bir noktaya doğru akar. geleceğimiz, geçmişimize göre koşullanır, hem de geçmişimizin bütünüyle; yalnızca seçtiğimiz, övünç duyduğumuz bölümleriyle değil. yapılacak tek şey hiçbir şey yapmamaktır; hiçbir şey dememek, bildiğini sımsıkı kendine saklamak.

insanlar "doğru" dedikleri şeyleri kaldıramaz aslında. çoğunluk böyledir. hepimiz hoşumuza giden masallarla haşır neşirizdir; sevildiğimiz, esirgendiğimiz, gerekli olduğumuz masallarla.

gözlerinin görmesi insanı, karanlıkta çırpınmaktan daha büyük bir yalnızlığa gömebiliyor.

nevrotik insanlarda duygularla savunmalar yanlış döşenmiştir, bir parke döşemesinin örnekleri çarpık yerleştirilmiş gibi. parkeleri sökmek, ayırmak, yeniden dizmek ve doğru olarak baştan yerleştirmek gerekir.

insanın, peşimde birileri var diye düşünmesi ille de peşinde kimse yok anlamına gelmez.

yaşlıların, gençlerin arasına karışmayıp kendi başlarına olmaları yeğdir ve son irdelemede bütün iyilikler anlamsız, bütün tatlılıklar lezzetsizdir. bu gerçekleri zamanından önce öğrenmektense insan sağır, topal ve kör olsun, daha iyi.

değerli olan hiçbir şey yok pahasına elde edilemez.

çok zamanımız yok, her şeyin sonu ölüm. ne geçmişe fazla yas tutun, ne geleceğe fazla korkuyla bakın ne de başka insanların dertlerine çok zaman harcayın; yoksa bugününüz hepten eriyip yok olur.

17.01.2011

mucize

buket uzuner

insan yaşarken eğrileri ve eksikleriyle rahatsız olduğu, beslenemediği "doğduğu topraklara" gerektiği zaman veda edemezse, bağnaz bir ulusalcılığın yakasına yapışma tehlikesi belirir. renk yelpazesi ve bakış açısı daralabilir. vaktinde, henüz alma kapasitesi yüksekken görülecek dünya, yetenekli ve yaratıcı ruhun en besleyici gıdasıdır. zamanı geçtikten sonra, ön yargı ve koşullanma illeti gözlerin, ellerin ve yüreğin en ince kıvrımlarını nasırlaştırır ve artık yurt dışında yalnızca bir turist olma şanssızlığı kalmıştır ortada.

onun uğruna nelere katlanır, nelerden yoksun kılar, nasıl da bunaltırız kendimizi. tutsaklığımızın adıdır vazgeçilmezlik çoğu kez. doğumdan ölüme dek sürecek ve asla kazanılamayacak birinci vazgeçilmezliğin adı, zamana karşı verilen savaş olarak çıkar karşımıza. kendimize karşı açtığımız savaşlar yanı sıra töreler, dinler ve kan bağıyla ilgili olanlar ve bütün bunların yarattığı şoklar, acılar, yalnızlıklar.. en fenası keder. çünkü vazgeçilmezin önlenemez yol arkadaşı "zorunluluk", hiçbir mutlu duygunun yanıbaşında var olmasına şans tanımaz. "mecburiyet", bütün özgürlüklerin ve aşkların sonudur.

"münih hayvanat bahçesinden bir kurt kaçmış ve yaşlı bir kadın tarafından bulunmuştu. polisler geldiğinde yaşlı bayan, kurdun başını okşamakta, kurt da onun elini yalamaktaymış. hiçbir şeyden emin olamıyorum; ama belki de kurtlar iyiye doğru evrimleşmekteler. yaşlı bayanlar da öyle. belki de yaşlı bayan kaçıktı. bir şeyler bulanlar genellikle kaçıklardır." (romain gary)

ancak yüreği öpülürse
öpülürse yüreği duyulur sesi
ruhun gizli sularında
sessizce uyuyan derinde

mucizeler, ancak onlara inananlarca yaşanır ve aşk bir mucizedir. sevinçten çıldıracak, özlemden çıldıracak ve heyecandan çıldıracak bir aşkı tanımamış olanlar, mucizelere de inanmazlar. oysa aşk mucizesini yaşayanlar, aşkın doruk noktasında yaşanan cinselliği betimlemeye çalışmanın bir cinayet olduğunu bilirler. o ancak yaşanır. ve yaşandıktan sonra, cinselliğin bütün öbür halleri artık renksiz, tatsız ve yoksul kalacaktır. çünkü aslını gören göz, en iyi öykünmeden bile incinir. aslını tanıdıktan sonra, ancak onunla heyecanlanır, mutlanır, onunla doyumlanır. ancak!

sokrates'in ölümü

platon

sokrates: artık gidip yıkanma zamanı geldi. zehri içmeden önce yıkanmak yerinde olur sanırım. bir ölüyü yıkama işini kadınlara bırakmamalı.

kriton: peki sokrates; buradakilerden ve benden, çocukların ve daha başka şeyler üstüne isteklerin nedir? ne dileğin varsa söyle; sevdiğimiz için seni, canla başla yaparız.

sokrates: ne mi istiyorum sizden? her zaman ne istedimse onu: kendinize iyi bakın; böylece hem benim için, hem benimle ilgili her şey için hem de kendiniz için gereğinde yapılacak olanı seve seve yaparsınız; şimdiden söz vermeseniz bile. ama kendinize bakmazsanız, eskiden ve bugün konuştuklarımızdan çıkan sonuçlara göre yaşamazsanız, ne kadar söz verseniz, ne kadar yemin de etseniz boştur.

kriton: peki, öyle olsun. elimizden geleni yaparız. ama nasıl gömelim seni? onu söyle bari.

sokrates: nasıl isterseniz öyle. ölünce artık tutamazsınız ki beni, kaçmış olurum elinizden.

bunları söylerken, tatlı tatlı güldü, bize doğru bakarak konuştu yeniden:

"dostlar, kriton'u bir türlü inandıramıyorum ki, asıl sokrates şu anda sizlerle konuşan, her sözüne belli bir düzen veren sokrates'tir. ona kalırsa, ben biraz sonra ölecek olan sokrates'im, nasıl gömüleceğini sorduğu sokrates.."

bu sözler üzerine sokrates kalktı, yıkanmak için başka bir odaya gitti. kriton da onunla gitti. "bekleyin" dedi bize. biz de kendi aramızda konuşarak bekledik, o gün orada söylenen sözler üzerinde durduk. başımıza gelen felaketin büyüklüğünü, sokrates'le bir baba kaybettiğimizi, ömrümüz boyunca yetim kalacağımızı söyledik birbirimize.

yıkandıktan sonra, çocukları geldi yanına. ikisi çok küçük, biri büyükçe üç çocuğu vardı. kadınlar da girdi içeri. sokrates onlarla kriton'un yanında konuştu, öğütler verdi, son isteklerini söyledi. sonra kadınlarla çocukları dışarı çıkarttı, bizim yanımıza geldi.

bir hayli kalmıştı yandaki odada; güneş de batmak üzereydi. gelir gelmez oturdu, fazla bir şey konuşulmadı artık. on birlerin adamı içeri girdi. sokrates'in önüne gelerek:

"sokrates" dedi, "sen başkaları gibi değilsin; onlara hakimlerin adına zehri içmelerini söylediğim zaman kızıyorlar bana, küfrediyorlar. sen buraya gelmiş insanların en değerlisi, en anlayışlısı, en iyisisin. bunu birçok davranışların gösterdi bana. bugün bile, bana hiç kızmadığını görüyorum. ölümüne kimlerin sebep olduğunu, kimlere kızman gerektiğini biliyorsun da ondan. haydi uğurlar olsun. madem kurtuluş yok, bari rahat ölmeye çalış."

sözlerini bitirirken başını arkaya çevirip ağladı ve gitti. sokrates arkasından: "sana da uğurlar olsun, dediğin gibi yaparım." dedi. sonra bize döndü: "ne iyi adam" dedi, "buraya geldim geleli sık sık görmeye geldi beni, zaman zaman da konuştuk onunla; az bulunur böylesi; bugün de candan ağladı benim için. haydi kriton, dediğini yapalım adamın. getirsinler zehri hazırsa, değilse söyle de ezsinler."

o zaman kriton: "evet ama" dedi, "güneş daha batmadı sanıyorum, dağların üstünde olacak. hem sen de bilirsin ki, çokları zehri geldikten çok sonra içerler. daha önce güzel yemekler yer, şarap içerler; bazıları isterse dilediğiyle sevişir bile. madem vakit var, acele etme sen de."

"kriton" dedi sokrates, "o adamlar böyle yapmakla haklıdırlar; çünkü bununla bir şey kazandıklarını sanırlar; bense yapmamakta haklıyım; çünkü bir şey kazanacağımı sanmıyorum. zehri biraz daha geciktirmekle kendi kendime gülünç olurum; hayata boşuna yapışıyorum, tükenmek üzere olan bir şeyi tutmaya çalışıyorum diye. haydi, haydi dediğimi yap, boyuna karşı koyma bana."

bunun üzerine kriton köşede bekleyen uşağa işaret etti. uşak çıktı, biraz sonra zehri verecek adamla döndü. bu adam ezdiği zehri bir tas içinde elinde tutuyordu; onu görünce sokrates: "gel bakalım ahbap" dedi, "bu işleri en iyi bilen sensin, söyle bana yapacağımı."

"kolay" dedi adam, "içtikten sonra odanın içinde dolaşırsın, bacaklarında bir ağırlık duyunca uzanırsın, zehir de yapacağını yapar."

bu söz üzerine tası uzattı. sokrates tası aldı ve inanır mısınız ekhekrates? ne kılı kıpırdadı, ne rengi attı, ne bir şey. her zamanki boğa bakışını, alttan alttan adama çevirerek: "ne dersin?" dedi, "bu içkiden tanrı için biraz dökmeye izin var mı, yok mu?"

"sokrates" dedi adam, "zehri tam yeteceği kadar eziyorum."

"anlıyorum" dedi sokrates, "ama herhalde tanrılara dua etmeme izin vardır; öteye gidişim daha kolay olsun diye; dilerim öyle olsun." bunu söyler söylemez hiç yüzünü buruşturmadan tası su içer gibi dibine kadar dikti.

o ana kadar hepimiz ağlamamak için kendimizi zor tutmuştuk; ama zehri içtiğini görünce dayanamadık artık. ben de boşandım. başıma çektiğim örtünün altında ona değil, kendi kendime, böyle bir insanın dostluğundan olacağıma ağlıyordum. kriton benden önce boşanmış, kalkıp uzaklaşmıştı. başından beri ağlayıp duran apollodoros, şimdi gözyaşlarına acılı, öfkeli bağrışmalarını da kattı. onun bu hali sokrates'ten başka oradakilerin yüreklerini sarstı.

sokrates: "ne oluyorsunuz" dedi, "ne tuhaf adamlarsınız, insan böyle uğursuz sözler duymamalı ölürken. haydi, tutun kendinizi, dayanıklı olun!" bunu duyunca utandık hep, yaşlarımızı tuttuk. o, odada dolaşıp duruyordu. bir ara, "bacaklarım ağırlaşıyor" dedi. adamın söylediği gibi sırtüstü uzandı. o sırada adam elini bastırıp sokrates'in bacaklarını yokluyordu. ayağını kuvvetle sıkıp sokrates'e acı duyup duymadığını sordu. "hayır" dedi sokrates. adam daha yukarıları sıktı ve bize katılaşıp soğumaya başladığını gösterdi. göğsüne dokunarak, "soğuma yüreğine yaklaşınca gidecek." dedi. soğuma karnına doğru yayılmıştı ki, yüzüne örttüğü örtüyü kaldırdı, şu sözler dudaklarından çıkan son sözler oldu:

"kriton" dedi, "askleipos'a bir horoz borcumuz var, dostlar ödemeyi unutmasın sakın."

"peki öderiz" dedi kriton, "başka bir diyeceğin yok mu?"

cevap vermedi sokrates, bir an sonra birden kasıldı. adam yüzünü iyice açtı, sokrates'in bakışı donmuştu. bunu görünce kriton ağzını ve gözlerini kapadı.

işte ekhekrates, dostumuzun, zamanımızda tanıdığımız insanların en iyisi, en bilgesi ve en doğrusunun ölümü böyle oldu.

15.01.2011

oz

bir adamın çöpü, başka bir adamın zenginliğidir.

gerçek can sıkıntısı nedir biliyor musun? gerçek can sıkıntısı, hem otuzbir çekmek istemek hem de aynı zamanda istememektir.

hayat, zamanın boşa harcanmasıdır.

öfkeyi ve şiddeti sürekli taşımak, kişiyi akıl hastalıklarına, depresyona, endişeye, felçlere, kalp rahatsızlıklarına ve kalp krizi tehlikesine yaklaştırır. kim bilirdi ki? affetmek sağlığınıza yararlıdır. 

bazen en kötü şey, olabilecek en lanet şey, bütün hislerinin son sürat çalışmasıdır.

ölüm, ölenlerden çok hayatta kalanlar için zordur. ölüm sadece arkada kalanları yaralar.

ölüm nedenlerinin beşinci sırasında kazalar var. ama siz de gayet iyi biliyorsunuz ki kaza diye bir şey yoktur. kendimizi suçlamamak için kullandığımız saçma bir kelimedir sadece. kendinize hangi lanet yalanı söylerseniz söyleyin, ölümün en büyük nedeni bizleriz, insanoğlu ve bize karşı bir tedavi yok.

hayat, her nereye gittiğin ve gideceğindir.

çöplükle hapishanenin bir farkı yok. sadece hapiste, bizim attığımız çöpler, denizde yüzen, kıyıya vuran çöpler, insan hayatları.

neden bütün iyi şeyler yanlarında kötü şeylerle beraber gelmek zorunda?

incir reçeli

aytaç ağırlar

hatunun, sabah uyandığında yanında olmayanı makbuldür.

aşk yok, aşk. evet, birbirini seven iki insan yazmışsın ama yaşamıyor, soğuk; anladın mı? soğuk. gerçi aşkın kralını da yazsan bu devirde para etmez. bak, eğer para edecek bir şey yazmak istiyorsan şöyle sulu bir komedi yaz. belden aşağı olsun, boşver. akıllı ol oğlum, insanlar buna gülüyor. eskidendi o fakir çocuk, zengin kız ayakları. insanların bin tane derdi var artık, ekmek derdinde millet gülecek yer arıyor. kimsenin aşkı, kimsenin sikinde değil. lan televizyona 50 tane skeç yazıyorsun. seç aralarından bir tip. yaz şöyle götlü göbekli bir senaryo, çekelim ya.

bütün büyük sanatçıların kıymeti öldükten sonra anlaşılmıştır.

babam: "her haltı biraz yapacağına birini adam gibi yap, yeter." derdi.

bu ülkede, hiv virüsü taşıyan hastaların elini doktorlar bile sıkmıyor.

çocukken, oturduğumuz mahallede arkadaşlarımla saklambaç oynardık. saklandığım yerde bulamayacaklar beni diye ödüm kopardı. heyecanla beklerken çişim gelirdi. her defasında bunu bahane ederek çıkardım saklandığım yerden. sobelemezlerdi beni. hastalığımı öğrendikten sonra da hep saklandım. saklandığım yerden hiç çıkmadım. birçok şeye ihtiyaç duydum ama, sıktım dişimi. çünkü insanlar acımasız, tahammülsüz. hemen sobelerlerdi beni. sonra sen geldin. saklandığım yatağın altına başını uzattın.

sana dokunmak hayatın içinde durup dinlenmek gibi. sana dokunmak nefes almak gibi. sana dokunmak tüm kelimeleri yakmak gibi. sana dokunmak tüm insanları affetmek gibi. sana dokunmak hayatı temize geçmek gibi. sana dokunmak ölüme inat gibi.

ben insanları, arabanın camına vuran yağmur damlalarına benzetiyorum. bazen, bir damla aşağı doğru kayarken başka bir damlaya karışıp güçlenerek daha hızlı ilerler. ben de sana karıştım  aşkım. insanlar acımasız, savurgan. hiçbir şeyin sonu gelmeyecekmiş gibi davranıyorlar. bir gün şoförün camı açabileceğini hiç düşünmüyorlar.

bana nefes alan hiçbir şeyi sevme hakkı vermediler, ben de incir reçelini sevdim. incir reçeli sendin aşkım. şimdi kapat gözlerini. yapacağın güzel şeyleri düşün. beni unut demeyeceğim; çünkü ben seni unutamazdım. ama sakın hayata küsme. ben yaptığın her şeyde yanında olacağım. sabah yine, radyonun sesiyle uyanacaksın. enerjiyle yatağından fırlayıp radyoyu kısacaksın. sonra pencereyi açıp dışarı doğru gerineceksin. dışarıda  hikayelerini anlatmanı bekleyen binlerce hayat var. hepsi de anlaşılmayı bekliyor, benim gibi. yaz aşkım. hiç durmadan yaz. birbirlerine anlat onları. birbirlerine değerek, dokunarak yaşayabilmenin güzelliklerini anlat. birbirlerine karışmayı anlat. yaşam savaşı içinde, yaşamayı, yaşatmayı unuttuklarını anlat. sevişmeyi anlat onlara. en zor anlarda bile, hiç ayrılmamacasına tek vücut olabilmeyi anlat. yalnız yürümek zor. kolayını anlat. şimdi aç gözlerini aşkım. söz veriyorum. her şey çok güzel olacak. ben sana karıştım aşkım. artık daha güçlüsün. bir gün şoförün aniden camı açabileceğini anlat.