31.08.2015

uzun lafın kısası

andre malraux: bir insan yaratmak için dokuz ay gerekir; öldürmek içinse bir gün yeter.

bertrand russell: eğer iş adamlarının zenginleşme arzuları başkalarını yoksullaştırma arzularından daha güçlü olsaydı, dünya çarçabuk bir cennete dönerdi.

christine arnothy: ahlaklı olmak fakirlere has bir şeydir. daha tahammüllü olsunlar diye.

erik orsenna: gerçeğin özelliklerinden biri de az bulunurluktur. az bulunurluk, yani pahalılık.

hakan günday: ne yapmak istediğini bilememek kadar acı verici bir şey daha yoktur.

jean baudrillard: insan hiçbir zaman, karın içindeki vahşi bir hayvanın güzelliğine, gri filin yumuşak melankolisine, yeşil karıncaların basiretine ulaşamayacak.

mehmet eroğlu: büyük bir yürek taşımak her zaman başa beladır.

alexandre dumas: politikada insanlar yoktur, düşünceler vardır; duygular yoktur, çıkarlar vardır; politikada bir adam öldürülmez, bir engel ortadan kaldırılır.

oscar lewis: ölüler bağışlanır, hayatta olanlar değil.

sadi şirazi: düşünceli insanlar dünyadan götürecekleri her şeyi yanlarına alırlar; alçak adamlarsa mallarını hasretle arkalarında bırakırlar.

klaus schröter: toplum sıradışı insanı ikiyüzlülüğe zorlar.

şükrü erbaş: biz bir kentten gideriz kent boşalır, bir evden koparız ev küçüldükçe küçülür, bir insandan ayrılırız dünyanın en büyük yabancısıdır.

30.08.2015

devrim

yuval noah harari

insan bir şempanzeden ya da kurttan bireysel olarak çok daha zeki olduğu ya da daha becerikli parmakları var diye değil, homo sapiens kalabalık gruplarla bile esnek işbirliği yapabilen tek tür olduğu için dünyaya hükmediyor.

ama devrim için kalabalıklar asla yetmez. devrimler çoğu zaman büyük kitlelerle değil, olayları ateşleyen küçük gruplarla başlar. devrim için, "kaç kişi bizi destekler?" diye değil, "destekleyenler ne kadar etkin işbirliği yapabilir?" diye sormanız gerekir.

rus devrimi 180 milyon köylü çar'a karşı ayaklandığında değil, bir avuç komünist kendini doğru zamanda doğru yerde bulduğunda başlamıştır. 1917'de 3 milyonluk rus orta ve üst sınıfına karşılık komünist parti'nin yalnızca 23 bin üyesi vardı. ancak komünistler iyi organize olarak dev rus imparatorluğu'nu ele geçirmeyi başardılar. rusya'da otorite çar'ın zayıf ellerinden kerensky'nin geçici hükümetinin titreyen ellerine kayarken, komünistler tüm gücü ellerine geçirdiler.

komünistler 1980'lerin sonuna kadar ellerindeki gücün farkında değildi. seksen yıl boyunca etkin organizasyon yöntemleri sayesinde iktidarlarını korumayı başaran komünistler, bir noktadan sonra etkili organize olamadıkları için koltuklarını kaybettiler.

21 aralık 1989'da romanya'nın komünist diktatörü nikolay çavuşesku, bükreş'in merkezinde kitlesel bir miting düzenledi. birkaç ay önce sovyetler birliği doğu avrupa'daki komünist rejimlere verdiği desteği kesmiş, berlin duvarı yıkılmış, polonya, doğu almanya, macaristan, bulgaristan ve çekoslovakya'da devrimler yerle bir olmuştu.

1965'ten beri romanya'yı yöneten çavuşesku, temeşvar'da patlak veren isyanlara rağmen bu fırtınaya direnebileceğine inanıyordu. gelişmelere karşı bir önlem olarak romanyalılara ve tabii dünyanın geri kalanına, nüfusun çoğunluğu tarafından hâlâ sevildiğini, en azından etkili olduğunu göstermek amacıyla bükreş'te dev bir miting düzenledi. çatırdayan partisi meydanı dolduracak yaklaşık 80 bin kişi topladı, ülkenin dört bir yanında herkes işini gücünü bırakıp radyo ve televizyonların başına geçmeleri konusunda uyarıldı.

görünüşte coşkulu tezahüratlar koparan kalabalığa, geçmişte defalarca yaptığı gibi sarayının meydana bakan balkonundan seslendi çavuşesku. beraberinde eşi elena, parti liderleri ve bir koruma sürüsü eşliğinde, artık alametifarikası olmuş kasvetli konuşmalarından birine başladı. sekiz dakika boyunca kalabalıktan yükselen alkışlarla durumdan memnun, romanya sosyalizminin şanlı tarihini övüyordu. sonra işler rayından çıktı.

tarihin canlı kaydını izlemek isterseniz, "çavuşesku olaylı son miting" diye aratarak youtube'da kendi gözlerinizle görebilirsiniz. youtube'daki videoda görülebileceği gibi, "bükreş'teki bu muhteşem etkinliğin katılımcılarına ve organizatörlerine teşekkür etmek isterim." diyerek uzunca bir cümleye başlayan çavuşesku, olanlara inanamayarak şaşkınlıktan dili tutulmuş ve gözleri fal taşı gibi açılmış halde giderek sessizleşti. cümlesini bitiremedi. göz açıp kapayıncaya dek, tüm düzenin nasıl çöktüğünü gözlemleyebilirsiniz. fitili dinleyicilerden birinin yuhalamaya başlaması ateşledi. sesini çıkarmaya ilk cüret eden o kişinin kim olduğu bugün hâlâ tartışma konusudur. sonra biri diğerini takip etti ve saniyeler içinde kitleler ıslıklamaya, yuhalamaya ve bağırmaya başladı: "temeşvar! temeşvar!"

tüm bu yaşananlar romanya televizyonlarında naklen yayınlanırken, nüfusun dörtte üçü ekranlara kitlenmiş yürekleri ağzında olanları izledi. kötü şöhretiyle nam salmış gizli polis teşkilatı "securitate" hemen yayının durdurulmasını emretti ancak televizyonlar emirlere uymadı. kameraman elindeki kamerayı gökyüzüne çevirdi, izleyiciler balkondaki parti liderlerinin yaşadığı paniği göremediler ama ses kaydetmeye ve yayına devam eden teknisyenler sayesinde olan biteni dinlemeyi sürdürdüler.

tüm romanya yuhalamaların karşısında sanki mikrofonda teknik bir sorun varmış gibi davranıp "alo! alo!" diye bağıran çavuşesku'yu duydu. eşi elena, "sessiz olun! sessizlik!" diyerek kalabalığı azarladı, ta ki çavuşesku hâlâ naklen yayın yapan televizyon ekranlarında eşini susturana kadar: "asıl sen sessiz ol!" daha sonra meydandaki heyecanlı kalabalığa döndü ve yalvarırcasına rica etti, "yoldaşlar! yoldaşlar! sessiz olun, yoldaşlar!" bir düzenin yıkıldığı an. çavuşesku şaşkınlıktan donakalmış, gözlerine inanamıyor. ne var ki yoldaşların sessiz olmaya niyeti yoktu. bükreş'te toplanan 80 bin kişi, balkondaki kürk şapkalı yaşlı adamdan daha güçlü olduğunu fark ettiği an komünist romanya unufak oldu.

asıl hayret verici olansa, sistemin çöktüğü o andan çok, onlarca yıl nasıl ayakta kalmayı başardığıdır. devrimler neden bu kadar nadir gerçekleşir? kitleler teoride harekete geçip önlerine geleni paramparça edebilecekken, neden balkondan onlara emreden bir adama amade, bazen yüzyıllar boyunca alkışlayıp tezahürat etmeye devam ederler?

çavuşesku ve adamları üç hayati koşulu sağlayarak 20 milyon romanyalıyı kırk yıl boyunca yönetmeyi başardı, öncelikle sadık komünist parti bürokratlarını ordu, sendika hatta spor kulüpleri gibi tüm işbirliği ağlarının başına yerleştirdiler. ikinci olarak anti-komünist işbirliğine hizmet edebilecek ne siyasi ne ekonomik ne de sosyal bir organizasyonun var olmasına izin verdiler üçüncü ve son olarak, sovyetler birliği ve doğu avrupa'daki kardeş komünist partilere sırtlarını dayadılar ara ara yaşanan gerilimlere rağmen, bu partiler ihtiyaç anında birbirini destekledikleri gibi sosyalist cennetlerine yabancıların burunlarını sokmalarına da engel oldular. bu şartlar altında, yönetimdeki elitlerin onlara yaşattığı tüm zorluklara ve sefalete rağmen 20 milyon romanyalı etkin bir işbirliğiyle hiçbir muhalefet geliştiremedi.

çavuşesku bu üç koşulu sağlayamaz olduğunda yitirdi kudretini. 1980'lerin sonunda sovyetler birliği desteğini çekince komünist rejimler domino taşı gibi devrilmeye başladı. aralık 1989'a gelindiğinde çavuşesku dışarıdan hiçbir destek alamadığı gibi tüm çevre ülkelerde yerel muhalefetler doğuyordu. ikinci olarak, komünist parti'de görüş ayrılıkları başlamıştı. ılımlılar kendilerini bir an önce çavuşesku'dan sıyırıp daha geç olmadan reformlara başlamayı umuyordu. üçüncüsüyse bükreş'te bir gösteri düzenleyen ve bunu naklen yayınlayan çavuşesku'nun, devrimcilere kendi güçlerini fark edecekleri ve karşısında toplanabilecekleri mükemmel bir fırsatı altın tepside sunmasıydı. bir devrimi yaymak için televizyondan daha hızlı bir yöntem olabilir mi?

balkondaki sakar yöneticinin ellerinden kayıp giden güç, tabii ki meydandaki kitlelerin eline geçmedi. kalabalık ve coşkulu olsalar da nasıl bir araya gelerek organize olacaklarını bilmiyorlardı. tıpkı 1917'de rusya'daki gibi güç, tek sermayesi iyi işbirliği olan küçük bir grup siyasi aktörün eline geçti. romanya devrimi, komünist parti'nin ılımlı kanadının perde arkasından durumu yönetmek için bir maske olarak kullandığı, kendini romanya ulusal kurtuluş cephesi olarak tanımlayan grup tarafından gasp edildi. cephenin ayaklanan kitlelerle hiçbir gerçek bağı yoktu, orta kademeli parti yetkilileriyle doluydu ve komünist parti merkez komitesi eski üyesi ve bir dönem propaganda sorumlusu ion iliescu tarafından yönetiliyordu. iliescu ve yoldaşları kendilerini demokratik siyasetçiler olarak yeniden tasarlayıp ellerine geçen her fırsatta devrimin liderleri olduklarını ilan ettiler. çok geçmeden geçmiş deneyimleri ve sahip oldukları yakın ilişki ağlarını kullanarak ülkenin kontrolünü ele geçirip sömürmeyi sürdürdüler.

komünist romanya'da her şey devlet mülkiyetindeydi. demokratik romanya varlıklarını hızla özelleştirip, ne olup bittiğinin gayet farkında ve birbirinin ekmeğine yağ sürmek için işbirliği yapan eski komünistlere sudan ucuza sattı. ulusal altyapıyı ve doğal kaynakları idare eden devlet şirketleri, eski komünist yetkililere yok pahasına peşkeş çekilirken, parti neferleri üç beş kuruş ödeyerek servetlerine servet kattılar. ion iliescu'nun çalışma arkadaşları bakanlar, meclis üyeleri, banka yöneticileri ve multimilyonerlere dönüşürken kendisi de romanya başkanı seçildi. o günden bugüne ülkeyi yöneten yeni romanyalı elitler, eski komünistlerden ve onların ailelerinden oluşuyor. temeşvar ve bükreş'te kelle koltukta yola çıkan kitleler kendi çıkarlarını koruyacak kurumlar yaratmayı ve nasıl işbirliği yapacaklarını bilemeyince arta kalanlarla yetinmek zorunda kaldılar.

2011'de kader ağlarını mısır devrimi için de aynı şekilde ördü. 1989'da televizyonun yaptıklarını 2011'de facebook ve twitter başardı. yeni medya, kitlelerin uyumlu şekilde hareket etmesine yardımcı oldu, böylece binlerce insan doğru zamanda mübarek rejimini devirmek üzere meydanlara döküldü. ancak 100 bin insanı tahrir meydanı'na toplamak mühim bir başarı olsa da siyasi mekanizmaya hakim olup gizli odalarda anlaşmalar yaparak ülke yönetmek bambaşka bir iştir. sonuç olarak göstericiler, mübarek devrilince oluşan boşluğu dolduramadı. mısır'ı etkin bir şekilde yönetmek için organize olmuş yalnızca iki kurum vardı: ordu ve müslüman kardeşler. devrim önce müslüman kardeşler, sonunda da ordu tarafından gasp edildi.

28.08.2015

zorba

jean-jacques rousseau

zorba, ancak en güçlü olduğu sürece egemendir.

başkalarına emretmek peşinde olmayan insana boyun eğdirmek çok zordur; en doğru ve becerikli politika insanı bile özgür olmaktan başka bir şey istemeyen insanları kullaştıramayacaktır.

yurttaşlar ancak kör bir tutkuyla sürüklendikleri, kendi üstlerinde olanlara değil de kendi altlarında olanlara baktıklarında egemenlik, onlar için bağımsızlıktan daha değerli hale geldiği, kendileri de başkalarına zincir vurabilmek için kendi zincirlerini taşımaya razı oldukları ölçüde baskı altında tutulmayı kabullenirler.

talihin önlerine çıkaracağı tehlikeleri göze almaya, talihin uygun ya da aksi gitmesine göre egemenlik kurmaya ya da kulluk etmeye her zaman hazır olan tutkulu ve alçaklar arasında eşitsizlik kolayca yaygınlaşır. böylece, insanların gözlerinin bağlandığı, kendilerini yönetenlerin, insanların en küçüğüne sadece "sen ve senin soyun, ulu olun" der demez o küçük adam kendi gözüne olduğu gibi herkesin gözüne de büyük görünmüş olduğu, onun soyundan gelenlerin de soy kütüğünde kendisinden uzaklaştıkları ölçüde yükseldiği, yüceldiği bir zaman gelmiş olsa gerektir.

"onurdan hiçbir şey umut etmeyen" despot hükümdarlık, hükmettiği yerde başka bir efendinin yaşamasına katlanamaz. o konuşur konuşmaz artık başvurulacak ne dürüstlük duygusu ne de görev duygusu kalır. kölelere kalan biricik erdem, körü körüne boyun eğmedir.

efendiler tarafından yönetilmeye alışmış olan insanlar, artık onlardan vazgeçemezler. bunlar boyunduruğu silkip atmaya kalkışırlarsa özgürlükten o kadar uzaklaşırlar ki özgürlüğe karşıt olan dizginsiz, aşırı bir başıboşluğu özgürlük diye aldıklarından yaptıkları devrimler, onları hemen her zaman zincirlerini daha ağırlaştırmaktan başka bir şey yapmayan baştan çıkarıcıların eline düşürür.

durmadan doğadan yakınan çılgınlar, biliniz ki size bütün kötülükler kendinizden geliyor.

troya'nın düşüşü

peter ackroyd

bütün altın şeyler toprağa düşmek zorundadır. yeryüzünde geçici olmayan hiçbir güzellik ya da haşmet yoktur.

bir türk'e asla hediye verme. reddedemez ve karşılığını vermek zorunda kalır.

hayatta, en hayal edilmez romanda bile izin verilmeyen garip rastlantılar olur.

yaşamın amacı nasıl ölüneceğini öğrenmektir.

her şeyi başarmanın dolambaçlı bir yolu vardır.

kalp konusunda kural işlemez.

yeryüzünde aşka eş tutulacak bir güç yoktur.

bir yığın mücevher bir taşın altına gizlenirken duyulan bir anlık korku, yangın bir evin duvarlarını yalarken duyulan bir anlık tehlike, bir ok bir kafatasını delerkenki bir anlık ölüm.. bütün bunlar, bir arkeologun ortaya çıkardığı anlardır. orada yaşamış ve acı çekmiş insanlar için binlerce yıl değil, bir insanın yaşamında önemli az şeyin olabileceği kısacık bir süredir söz konusu olan. yeryüzünde oraya buraya saçılmış durumda bulunan kırılmış çanak çömlek parçaları, pek de değişmişe benzemeyen sıradan insan varlığının işaretleridir. yine de, antik tarihçinin gördüğü değişiklikler ne kadar geniştir! işte arkeologun görevi budur: sonsuz derecede büyükle sonsuz derecede küçüğü bir araya getirmek.

26.08.2015

lavinia

özdemir asaf


sana gitme demeyeceğim
üşüyorsun ceketimi al
günün en güzel saatleri bunlar
yanımda kal

sana gitme demeyeceğim
gene de sen bilirsin
yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim
incinirsin

sana gitme demeyeceğim
ama gitme, lavinia
adını gizleyeceğim
sen de bilme lavinia

24.08.2015

bir garip şair

ülkü tamer

yirmi yıl kadar oluyor. gündüz otobüsüyle izmir'e gidiyorum. şoförün arkasındaki koltuktayım. elimde bir kitap. agatha christie'nin bir romanı. okumaya çalışıyorum. karnım aç. "artık dursak da bir şeyler yesek" diye düşünüyorum.

sonunda, bir lokantanın önünde durduk. kendimi aşağı attım. atar atmaz da, omzuma bir el yapıştı. döndüm, yaşlı bir adam.

"beyefendi, ben en arka koltukta oturuyorum. dikkat ettim, kitap okuyorsunuz. demek ki edebiyata meraklısınız. müsaade buyurun, size şiirlerimi okuyayım."

elini cebine atıp bir tomar kağıt çıkardı. koluma girdi. beni "edebiyata meraklı olmayan öteki yolcular"ın yanından uzaklaştırarak başladı şiirlerini okumaya.

hem okuyor, hem açıklamalar yapıyor:

"beyefendi, dikkat buyurun. istanbul'un iki yakası.. avrupa yakası ile asya yakası.. boğaz köprüsü'nü bu iki yakayı birleştiren bir kolyeye benzetmişim. nasıl buldunuz?"

nasıl bulduğumu söylemem olanak vermiyor ki.. geçiyor bir başka şiire.

"ataköy'e aslında atakent denmeliydi. ata'mızın adına köy değil, kent yakışır. ne dersiniz, beyefendi?"

okudu, okudu. "yolcuların otobüste yerlerini almaları rica edilinceye" kadar.. ne sözünü kesebildim ne bir lokma ekmek yiyebildim.

ondan sonra da bir daha otobüste elime kitap almadım.

22.08.2015

sessizlik yokluğunda

paul eluard


senin portakal saçın dünyanın boşluğunda
ellerimin senden yansılar arayıp durduğu karanlıkla
ve sessizlikle ağır camların boşluğunda

yüreğinin biçimi düşsel
ve yitmiş isteğime benziyor sevgin
ey amber iç çekişler, düşler, bakışlar

ama hep yanımda olmadın sen. belleğim
hala karanlıktır gidip gelişlerini görmekten
senin. zaman aşk gibi kullanıyor sözcükleri

21.08.2015

bahtiyar ol nazım *

vera tulyakova hikmet

benim için bir kitap yaz vera. orada benim insan yanımı anlat. şiirlerimden, oyunlarımdan, bütün yazdıklarımdan daha önemli olan, benim insan yanımdır.

diyalektik materyalizm şimdiye kadar mevcut olan bütün felsefi ve ilmi inkişaf (ilerleme) fikrinin zaruri bir neticesidir.

bugün halkının ve bütün ilerici insanlığın mutluluk ve barış mücadelesinin dışında kalan aydın, ya egemen sınıfın elinde basit bir araçtır ya da havayı zehirlemekten başka bir şeye yaramayan kokuşmuş bir verimsiz ottan ibarettir.

zafer, bütün felaketleri unutturacak kadar kuvvetli bir nesnedir.

dostluk; kafa, yürek ve iş dostluğu, her sahada aynı işi yapmanın dostluğu insanlar arasındaki sevgilerin en harikasıdır.

hikâyeyi bilirsin: isa'nın önüne zina etmiş bir kadını getirmişler. recmetmek gerekiyor. isa: "kimin günahı yoksa ilk taşı o atsın" demiş.

en kötü şey, en kötü haberi bile bilmemektir.

yeryüzünde, reel oldukça, iç bulandıracak hiçbir konu yoktur.

namuslu insanların öfkesi yeryüzünün en güzel, en haklı, en müthiş kuvvetlerinden biridir.

bu dünyada ihtiyarlamamak, kör olmamak, yaşamak için güzel bir şeye bağlanmak ve onunla faal münasebette bulunmak biricik çaredir. sevmek; ihtiyarlığı, hastalığı ve ölümü yeniyor.

diyalektik denen nesne bir acayip şeydir ve hakikat bazen en umulmadık şartlarla tecelli eder.

kötü yüreklerde kıskançlığın en büyük nedeni, bir kadınla erkeğin mutluluğudur. çünkü onlar iki önemli sorunu, sevgi ve sadakat konularını çözmüşler demektir.

yoldaşlar, dünyada insanların kesintisiz dört saat şiir dinleyebildiği tek ülke sovyetler birliği'dir. bunu biliyorum. kendim şair olmama rağmen yarım saatten fazla şiir dinleyemem, en güzellerini bile. fakat siz beceriyorsunuz bunu.

dünyada kaygı ve yoksulluk kadar hiçbir şey yıpratıp yaşlandırmaz kadınları.

vatan sadece dedelerinin mezarları, selvi ve kayın ağaçları değildir. bunların hasretini çekmek zor iştir; ama dayanılır. vatan kavramını gerçek kılan, en basit hayalinden en yüksek amacına kadar, halkının ruhudur! eğer halkından uzak düştüysen ve eğer basit hayallerden en yüksek amaca uzanan yolda, süreci kısaltacak bir katkın olamıyorsa ona, bahtsız bir insansın demektir.

* bu yazıda tırnak içinde olmayan tüm alıntılar nazım hikmet'in sözleridir.

20.08.2015

the incredible shrinking man

jack arnold

küçülmeye devam ediyordum. ne olmak için? bölünemeyecek kadar noktaya küçülmek için mi? neydim ben? hâlâ bir insan mıydım? yoksa geleceğin insanı mı?

başka radyasyon patlamaları olur, başka radyasyon bulutları denizleri ve kıtaları aşarak yayılırsa, diğer canlılar da beni izleyip bu uçsuz bucaksız yeni dünyaya gelirler miydi?

en küçük olmakla sonsuz büyük olmak birbirine ne kadar yakındı!

birden bunların aslında aynı kavramın iki ucu olduğunu anladım. inanılmaz ölçüde küçük olanla inanılmaz ölçüde büyük olan, sonunda devasa bir dairenin uçlarının birleşmesi gibi birleşiyor.

sanki gökleri kavrayabilecekmişim gibi başımı yukarıya kaldırıp baktım. evreni, sayısız dünyaları. tanrı'nın gümüşi örtüsü geceye yayılmıştı ve o anda aradığım cevabı, sonsuzluk bilmecesinin yanıtını buldum.

hep insanın kendi sınırlı boyutları çerçevesinde düşünmüştüm. doğayla ilgili varsayımlar yapmıştım. oysa varoluş doğanın değil, insanın kavrayışı içinde başlar ve son bulur.

gövdemin hiçe dönüştüğünü, hiçleştiğini hissettim. korkularım eriyip yok oldu ve onların yerini kabullenme aldı.

yaratılışın bu büyük görkemi. bunun bir anlamı olmalıydı. o zaman ben de bir anlam taşıyordum. evet, en küçükten de küçük olan ben de bir anlam taşıyordum.

tanrı katında sıfır diye, hiçlik diye bir şey yoktur.

ben hâlâ varım!

aşk

balzac

"aşk, sabrın gündelik ekmeğidir."

aşkın başlangıcıyla yaşamın başlangıcı arasında hoş benzerlikler yok mudur? herkesin yaptığı, çocuğu ninnilerle, tatlı bakışlarla oyalamak, geleceğini pırıl pırıl edecek masallar anlatmak değil midir? umudun ışıltılı kanatları hep onun zevki için açılmaz mı? acıyla olduğu kadar sevinçten de gözyaşları dökülmez mi? hiç yoktan, örneğin sallantılı bir saray yapmaya çalıştığı taşlar ya da toplar toplamaz unuttuğu çiçekler için kavga etmez mi? zamanı yakalayıp ardına koymaya, hayatta ilerlemeye istekli değil midir? aşk, bizim ikinci değişimimizdir.

evlilikte aşk, gerçekleşmesi olanaksız bir hayaldir.

ruh da beden gibi yaşamak için soluk alıp vermek zorundadır. başka bir ruhtan oksijen gibi aşk almaya, onu kendinin bir parçası yapmaya, sonra ona aşk vermeye, zenginleşmeye gereksinimi vardır. bu çok güzel alışveriş olmazsa yürek ölür, havasızlıktan acı çeker ve durur.

ruhların anlaşması yaşamdaki en büyük mutluluk değil de nedir?

aşkta çıkarcı bir aldatmaca gerçeklikten üstündür; işte bu yüzden bunca erkek, aldatmakta usta olan kadınların bedelini bu kadar pahalı öder.

bozulmayan bir dostlukla beraber olmazsa aşk bana geçici bir hovardalık gibi gelir.

en ufak bir hesabı olmadan seven ahmaklar olduğu gibi, severken hesap eden akıllılar da vardır.

bazı kadınlar yüzüstü bırakılınca, âşıklarını rakibelerinin kollarından alıp öldürürler; sonra da ya dünyanın öbür ucuna uçar ya da darağacında ya da mezarda unutuluşu ararlar. diğer kadınlar da boyunlarını büküp sessizce acı çekerler. ölümcül bir yarayla; ama buna teslim olarak, ağlayarak ve bağışlayarak, dua ederek ve son nefeslerine kadar anımsayarak yaşamayı sürdürürler. aşk budur, gerçek aşk, meleklerin bildiği aşk, gururla ayakta duran, kendi kederiyle beslenen ve sonunda ölen aşk.

18.08.2015

hannibal

kötü insanlara kötü şeyler yapmak bize iyi hissettirir. 

yaradılış ile yetiştirilme karşı karşıya geldiğinde ben ikisini de seçmem. bir dna tasarımından yaratılıp kontrol edemediğimiz senaryo ve durumlardan oluşan bir dünyaya doğduk. 

her insan, büyük gaddarlıklar içeren eylemler gerçekleştirme yetisine sahiptir.

herkes kurtarılmış bir günahkarı sever.

akıllı bir psikopat bilhassa sadisttir ve yakalaması çok güçtür. iz sürülebilecek hiçbir güdüsü ve hiçbir düzeni yoktur.

problemli hareketlerin çoğu insan kendinden emin olmadığında meydana gelir.

anormal bir duruma verilen anormal bir tepki, normal bir davranıştır.

kimse, başka bir insanı sevmediği sürece o kişinin bütün yönlerinin farkında olamaz. o sevgi sayesinde, sevdiğimiz kişinin potansiyelini görürüz. o sevgi yoluyla, sevdiğimiz kişinin kendi potansiyelini görmesini sağlarız. o sevgiyi dillendirerek sevdiğimiz kişinin potansiyeli gerçeğe dönüşür.

anılar, anları ölümsüz kılar; fakat unutmak, sağlıklı bir zihne önayak olur.

diğerlerinin kendimizden daha az insanlığa sahip olduğunu görme eğilimi evrenseldir.

hastalarını kişiliksizleştiren psikiyatristler, acı verici fakat etkili tedavilerde daha rahattır.

16.08.2015

sanat

jean-claude carriere / umberto eco

carriere: kuralları uygulamakla yetinirseniz sürpriz, parıltı, ilham namına ne varsa uçar gider.

eco: çağdaş sanat modern insanı kurtuluşa götürecek yoldur; algı ve zeka düzeyinde ona kaybettiği özerkliğini yeniden kazandıracaktır.

carriere: yaratıcı akımlar birbirini tanıyan ve aynı anda aynı arzuları paylaşan küçük gruplardan çıkmıştır daima.

eco: iki olayı alışılagelmişin dışındaki bağlarla bir araya getirmek; ölçünün dışına çıkmayı, eleştirel düşünceyi, kültürel bir kararı ve ideolojik bir seçimi gerektirir.

carriere: aleladelik zaruri bir yol eşyasıdır; en azından yolculuğa çıkarken.

eco: hiçbir zaman başkalarının budalalığının verdiği gözdağına pabuç bırakmamak gerekir.

carriere: gerçek ya da sahte tüm kahinlerin özelliği, daima yanılmaktır.

eco: sanat yapıtı bağlantılara ve deneyimlere dayanarak haz alınması gereken bir nesne değil; keşfedilmesi gereken potansiyel bir giz, oynanması gereken bir yol ve hayal gücünü harekete geçiren bir uyarandır. 

carriere: bilgi, kafamızı doldurmuş olduğumuz ama her zaman işe yarar bir zemin bulamayan şeydir. irfan, bilginin bir hayat tecrübesine dönüşmesidir.

eco: gerçek koleksiyoncu, sahip olmaktan çok arayıp bulmakla ilgilenir.

carriere: en büyük yazar belki de hiçbir şeyini okumadığımız yazardır. şöhretin zirvesinde sahip olabileceği tek şey isimsizliktir.

14.08.2015

okumak


umberto eco / jean-claude carriere

carriere: cehalet etrafımızı sarmış durumda. genellikle küstah ve sahip çıkanı çok. hatta kendi propagandasını yapıyor. kendinden emin, her şeye burun kıvıran siyasetçilerimizin ağzından egemenliğini ilan ediyor. hep tehdit altında olan, kendinden şüphe eden, kırılgan ve değişken bilgiyse, ütopyanın son sığınaklarından biri şüphesiz.

eco: ortak hafıza da kişisel hafıza da gerçekten olup bitmiş şeylerin fotoğrafları değildir. yeniden yapılandırılmış şeylerdir.

carriere: öğrenmek, öğrenilen bir şeydir.

eco: anlamsız olan kadar, üzerine yorum üretebilen bir şey yoktur.

carriere: bazıları için dünyayı olduğu gibi kabul etmek imkansız. dünyayı baştan yaratamadıklarından, ne pahasına olursa olsun yeniden yazmaları gerekiyor.

eco: küreselleşmeyle birlikte herkesin aynı şekilde düşüneceğine ikna olmuştuk. her açıdan bunun tersi olan bir sonuç var elimizde: küreselleşme ortak deneyimin parçalanmasına katkıda bulunuyor.

eco: eski ve değerli bir kitapta satırların altını çizmemek veya sayfa kenarlarına yazmamak gerek. ama bir de, james joyce'un elinden çıkmış notlarla dolu eski bir kitap nüshasının nasıl bir şey olacağını düşünelim. bu durumda, ön yargılarımdan vazgeçiveriyorum.

carriere: bir kere soyuldum. hırsızlar televizyonu, radyoyu, ne olduğunu hatırlamadığım bir şeyleri daha aldılar; ama tek bir kitaba dokunmadılar. 10 bin avroluk hırsızlık yaptılar; oysa bir tek kitap alsalardı o miktarın 5 ya da 10 katını ceplerine koyarlardı. demek ki cahillik bizi koruyor.

12.08.2015

şeytan

murathan mungan

genel olarak, yobazlık, bağnazlık, yalnızca inanç ya da düşünce dünyası için tanımlanmakla birlikte, daha çok toplumsal dokudan beslenen ağır psikolojik süreçler içerir. bu yüzden düşünsel olduğu kadar psikolojik arazlardır da. bağnazlık, bazı bünyelerde psişik bir tutku gereksinimi haline geldiği için, kendine mutlaklaştıracağı bir "nesne" arar. bu kimi zaman bir din, kimi zaman bir ideolojidir. düşüncenin "imanlaştırılması", kişisel saplantıların, kendini ilahi nedenlerle gerekçelendirmesine kadar uzanan karmaşık, çok yönlü arızi süreçler içerir. çeşitli düşmanlar yaratıp sonra da kendilerine bu düşmanı mahvetmeye adanmış ömür biçenlerin bütün kaderleri, kendilerinden kaçmak üzerine kuruludur. bu çeşit insanlarda düşman kovalamak, "vatan-millet sevgisinden" çok, kendinden kaçmanın bir yoludur. kovaladıkları kendi şeytanlarıdır.

10.08.2015

dizeler

goethe


ne zaman parçalayabilir ne de herhangi bir güç
yaşayarak kendini geliştiren belirlenmiş biçimi

halk ve hizmetçi ve ermiş kişi
her zaman teslim ederler ki
yeryüzü çocuklarının en yüce mutluluğu
sadece insanın kendi kişiliği

düşmanlarından ne yakınırsın
senin olduğun gibi oluşunu
sessizce, sonsuz bir suçlama olarak gören
dostların gibi mi olsalardı

etkili olamıyorsan, her şey ruhsuz kalıyorsa, kendini üzme
bataklığa düşen bir taş halkalar oluşturmaz

bana yaşam bağışlanıncaya dek
beklediysem olmak için
henüz yeryüzünde değildim
kavrayabildiğiniz gibi
görseniz, nasıl tavır aldıklarını
kendileri biraz ışısınlar diye
beni yadsımaya hazır olanların

bir altın ortanın dostu olan herkes
uzak tutar kendini hem köhneliğinden barakanın
hem de akıllıysa eğer
kıskanılası parıltısından sarayın
tepedeki ladin, rüzgarın en sertiyle devrilir
dağın zirvesi karşılaşır yıldırımla ilk önce
yüksek kuleler çöktüklerinde neden olurlar en büyük yıkıma

başkalarını onurlandırdığımızda
kendimizi soysuzlaştırmak zorundayız

okumalar okuması

alberto manguel

okumak, yaratıcı etkinliklerin en insani olanıdır.

asla iki kez aynı kitabı okumazsınız.

somerset maugham: iyi bir kitap yazmanın üç kuralı var. ne yazık ki, kimse ne olduklarını bilmiyor.

g. k. chesterton: her sıradan kitabın içinde bir yere, gerçekte bütün geri kalanının onlar için yazıldığı beş ya da altı kelime gömülmüştür.

yazmakta başarı, minik, kırıldı kırılacak şeylere bağlıdır ve dehanın bütün engelleri aşabileceği doğru olsa da, sadece yetenek çoğu yazarın genelde mecbur kaldığından daha az kalabalık, daha az rahatsız edici zihinsel ortamlar gerektirir.

gay edebiyat fikri üç açıdan suçludur: önce, ya yazarlarının ya da karakterlerinin cinselliğine dayanan dar bir edebi kategori ima ettiği için; ikincisi, tanımını nasılsa edebi bir biçimde bulmuş dar bir cinsel kategori ima ettiği için; üçüncüsü, belirli bir cinsel grup için kısıtlı bir insan hakları dizisini savunan dar bir siyasi kategoriyi ima ettiği için.

"ah, aşktır, aşk, dünyayı döndüren." (lewis carroll)

thomas browne: hiç kimse sadece kendisi değildir; pek azı o adı taşısa da pek çok diyojen ve pek çok timon olmuştur. insanlar tekrar tekrar yaşanır, dünya geçmiş çağlarda nasılsa şimdi gene öyledir; o zaman hiç yoktu ama o zamandan beri ona paralel olan biri olmuştur ve adeta onun dirilmiş benliğidir.

henry david thoreau: ilkeden, hakkın algılanması ve yerine getirilmesinden doğan eylem, şeyleri ve ilişkileri değiştirir; temelde devrimcidir ve daha önce olmuş olan hiçbir şeyden tam olarak ibaret değildir. sadece devletleri ve kiliseleri bölmekle kalmaz, aileleri de böler; evet, bireyi böler, ondaki şeytani ile ilahiyi birbirinden ayırır.

northrop frye: yoz bir ağaç ancak yoz meyveler verebilir ve savaştan, bu kötücül, canavarca dehşetten bir iyilik çıkartılabileceği fikri, ne kadar acınası ve hüzünlü olsa da, habis bir ilüzyondur.

northrop frye: kitaplar, içlerinde yaşanmak içindir.

cervantes: tarih, hakikatin annesidir; zamanın rakibi, edimler deposu, geçmişin tanığı, şimdinin örneği ve modeli, gelecekteki bütün çağlara bir uyarıdır.

edebiyat çözüm önermez ama ortaya iyi açmazlar atar.

her terör eylemi, kendi mazeretini protesto eder.

isaac babel: hiçbir demir, kalbi tam yerine konmuş bir noktanın kuvvetiyle hançerleyemez.

robert louis stevenson: hayattaki görevimiz başarılı olmak değil, en iyi ruh haliyle başarısız olmayı sürdürmektir.

voltaire: bütün olaylar muhtemelen dünyaların en iyisinde buluşur.

aldous huxley: birlikte yaşarız, birbirimizi etkiler ve birbirimize tepki gösteririz; ama daima ve her halükarda kendi başımızayız. din kurbanları arenaya el ele girer, tek başlarına çarmıha gerilirler. aşıklar kucaklaşarak yalıtılmış coşkularını tek bir kendini aşmışlıkta umutsuzca kaynaştırmaya çalışır, nafile. doğası gereği, cisim bulmuş her ruh yalnız halde ıstırap çekip zevk almaya mahkumdur.

gustave flaubert: aptallık, sonuçlandırma arzusundan ibarettir.

hiçbir çeviri masum değildir.

imkansız şeyler mükemmel olma eğilimi gösterir.

bertrand russell: hayatım boyunca, bana hep insanın akılcı bir hayvan olduğu söylendi. bunca yıl boyunca, bir kere bile bunun böyle olduğuna ilişkin bir kanıt bulmuş değilim.

kütüphaneler toplumun hafızasıdır.

charles baudelaire: insan beyni, muazzam ve doğal bir palimpsesten başka nedir ki?

kravat

~how i met your mother

- kravatım nasıl olmuş?

"şükürler olsun. barney stinson düğününden hemen önce çağırınca dolaba ölü bir fahişe mi tıktı acaba diye düşünüyor insan."

- bu daha mı iyi?

"bak, kravatın harika. hem düğünden önce böyle strese girmen çok doğal."

- strese girdiğim yok. sadece bu kravatı taktığım zaman bir daha çıkaramayacağım geldi aklıma. bu kravatı sonsuza dek takmam gerekecek. kravat şu an incecik olabilir ama ya ileride şişmanlayıp bana emirler yağdırmaya başlarsa? hata mı ettim yoksa? diğer kravatla daha mı mutlu olurdum? ted, sana önemli bir sır verebilir miyim?

"evet, tabi."

- aslında kravattan bahsetmiyorum.

"anlamıştım, barney."

9.08.2015

tanrı'nın resmi

ken robinson

geçenlerde harika bir hikaye duydum, anlatmaya bayılıyorum, resim dersindeki küçük bir kız hakkında. altı yaşında, en arkada oturmuş, resim yapan bir kız. öğretmenine soracak olursanız bu küçük kız derse hemen hemen hiç ilgi göstermiyordu. o gün hariç. o gün nedense bütün ilgisi yaptığı resimdeydi. öğretmenin ağzı açık kalmış tabii bu durum karşısında. kızın yanına yaklaşmış ve sormuş: "ne çiziyorsun?" "tanrı'nın resmini çiziyorum." demiş kız. "ama hiç kimse tanrı'nın nasıl göründüğünü bilmiyor." demiş öğretmen. "problem değil, bir dakika içinde bilecekler." demiş kız.  

bütün çocuklar inanılmaz yeteneklere sahiptir ve bizler onları harcıyoruz, hem de acımasızca. bana sorarsanız şu an yaratıcılık en az okuryazarlık kadar eğitimde önemli ve bizler ona aynı statüdeymişçesine muamele etmeliyiz.

çocuklar yanlış yapmaktan korkmuyorlar. yanlış yapmak yaratıcı olmakla aynı şeydir demek istemiyorum. bildiğimiz şu ki, eğer yanlış yapmaya hazırlıklı değilseniz, hiçbir zaman orijinal bir şey bulamazsınız. zamanla yetişkin olduklarında, çoğu çocuk bu kapasitesini yitiriyor. yanlış yapmaktan korkar hale geliyorlar. firmalarımızı da bu şekilde yönetiyoruz. hataları damgalıyoruz. mevcut ulusal eğitim sistemlerimizde de bir çocuğun yapabileceği en kötü şey "hatalar"dır. sonuç şu ki insanları yaratıcı kapasitelerinin dışına yönelik eğitiyoruz. picasso bir keresinde, bütün çocukların sanatçı olarak doğduklarını söylemiş. problem, büyüdüğümüzde de sanatçı olarak kalabilmekte. şuna yürekten inanıyorum: bizler yaratıcılık özelliğimize yönelik değil, aksi yönde büyüyoruz. daha doğrusu, ondan uzaklaştırılacak şekilde eğitiliyoruz. peki, neden böyle oluyor?

dünya üzerindeki her eğitim sistemi aynı konu hiyerarşisine sahip. nereye giderseniz gidin. öbür türlü olacağını sanıyorsunuz ama öyle değil. en tepede matematik ve diller, sonra insani bilimler ve en altta sanat. dünyada her yerde. yine her sistemde, sanat dahilinde de bir hiyerarşi var. resim ve müziğe normal olarak daha fazla ağırlık veriliyor okullarda, drama ve dansa kıyasla. gezegenimizde çocuklara her gün matematik öğrettiğimiz gibi dans öğretilen bir eğitim sistemi yok. neden? neden olmasın? bence bu soru daha önemli. matematiğin çok önemli olduğunu düşünüyorum; ama dans da öyle. eğer izin verilirse çocuklar her zaman dans ederler, hepimiz ederiz. hepimizin vücudu var, değil mi? bir toplantı mı kaçırdım? gerçekten, olan şu ki, çocuklar büyüdükçe, onları belden yukarı doğru artan bir şekilde eğitmeye başlıyoruz. daha sonra kafalarına odaklanıyoruz ve hafifçe bir tarafa doğru.

eğer bir uzaylı olarak eğitimi ziyaret edecek olsanız ve deseniz "halk eğitimi ne içindir?" eğer çıktıya bakacak olursanız, eğitimin bütün amacının şu olduğu kararına varırsınız: bütün dünyada üniversite profesörleri yetiştirmek. öyle değil mi? en tepedeki insanlar onlardır. profesörler hakkında acayip bir durum var, tecrübeme dayanarak söylüyorum, hepsi değil ama, genellikle birçoğu kafalarının içinde yaşıyorlar. orada yaşıyorlar ve kısmen de bir tarafa doğru. hatta kelimenin tam anlamıyla bedenlerinden soyutlanmışlardır neredeyse. öyle ki, "beden" onlara tek bir şey ifade eder, o da kafalarını taşımak için yegane araç olmasıdır. kafalarını toplantılara bu şekilde götürürler. insanın beden dışı deneyim yoluyla kendini yukarıdan görebilmesine bir kanıt istiyorsanız profesörlerin konuştuğu konaklamalı bir konferansa katılın ve son gece eğlencesi olan diskoya gidin onlarla beraber. orada göreceksiniz, yaşını başını almış kadınlar ve erkekler kontrolsüz bir şekilde, ritim ile uyumsuz bir halde kıvırıyorlar, bekliyorlar ki bitsin, böylelikle eve gidip bu gece hakkında bir makale yazabilsinler.

şu anda bizim eğitim sistemimiz akademik yetenekler göz önünde bulundurularak dizayn edilmiştir. bunun böyle gerçekleşmesinin de bir sebebi vardı. bütün sistem 19. yüzyıldan önce, dünya çapında ortalıkta herhangi bir eğitim sistemi yokken ilk defa ortaya çıktı. hepsi endüstrileşmenin ihtiyacını karşılamak üzere oluşturuldu. bu yüzden hiyerarşinin temelinde iki fikir var. birincisi, en tepede iş sahası için en faydalı konular yer alacak; hatta bu yüzden büyük ihtimalle siz de okuldayken hoşlandığınız şeylerden, eğer böyle devam ederseniz bir işe sahip olamayacağınız söylenerek uzaklaştırıldınız. öyle değil mi? müzikle uğraşma, müzisyen olmayacaksın; resim yapma, ressam olmayacaksın. iyi tavsiye; fakat şimdi görüyoruz ki büyük bir yanılgı. bütün dünya köklü bir değişim girdabına girdi. ikincisi, zeka algımızı domine eden akademik yetenek; çünkü sistemi üniversiteler dizayn etti. eğer bütün dünyadaki eğitim sistemlerini düşünürseniz, halk eğitimi öğrencileri üniversiteye hazırlayan bir süreçten öte bir anlam taşımamaktadır. sonuç olarak birçok yetenekli, zeki, yaratıcı insan aslında hiç de öyle olmadıklarını düşünüyor; çünkü okulda iyi oldukları şeylere değer verilmiyor ya da daha fenası küçümseniyor. bence bu şekilde devam ederek durumu kurtaramayız.

unesco'ya göre gelecek 30 yılda dünya çapında tarihin başlangıcından bu yana olduğundan daha fazla insan mezun olmuş olacak. daha fazla insan, bu konuştuğumuz bütün bu şeylerin bileşimi, teknoloji ve onun dönüşümü iş, demografi ve nüfustaki dev patlama. birden, lisans derecelerinin pek kıymeti kalmadı. doğru değil mi? ben öğrenciyken eğer lisans dereceniz varsa bir işiniz olurdu. eğer işiniz olmadıysa bu istemediğiniz içindi; ama şimdi lisans derecesine sahip çocuklar eve video oyunu oynamaya geri dönüyorlar; çünkü bir önceki işinizde lisans derecesine ihtiyacınız varken şimdi master'a ihtiyacınız var ve şimdi bir başkası için de doktoraya ihtiyacınız var. bu bir akademik enflasyon süreci. bu demek oluyor ki bütün sistem ayaklarımızın altından kayıp gitmekte. zeka algımızı köklü bir şekilde yeniden düşünmeye ihtiyacımız var.

gelecek için tek umudum insan ekolojisi için yeni bir anlayışı bizlere adapte etmek, ki bu anlayış dahilinde insanın sahip olduğu kapasitenin ne kadar zengin olduğunun farkına varmak. eğitim sistemimiz, bizlerin dünyayı belli bir yeraltı zenginliği için kazdığımız gibi aklımızı kazmakta. gelecek için bu şekliyle aklımız yeterli hizmeti veremeyecek. çocuklarımızı eğitirkenki ana prensiplerimizi yeniden düşünmeliyiz. jonas salk'tan mükemmel bir alıntı yapacağım: "eğer bütün böcekler dünyadan yok olacak olsaydı, 50 yıl içerisinde dünyada hayat sona ererdi. eğer insanoğlu dünyadan yok olsaydı, 50 yıl içerisinde bütün yaşam kendini yeniler ve gelişirdi." ve o haklı.

bugün burada kutladığımız şey insanın sahip olduğu hayal gücüdür. bu bir hediyedir bizler için. bu hediyeyi kullanırken dikkatli olmalıyız; akıllı davranarak, bu senaryoların gerçekleşmesine meydan vermemeliyiz. bunu yapabilmemizin tek yolu, yaratıcı kapasitelerimizi görmek, onların zenginliğinin farkına varmak ve çocuklarımızın bunu gerçekleştirmek için son umudumuz olduğunu görmek olacaktır. hedefimiz onların varlığını bir bütün olarak eğitmektir, ki böylelikle onlar bu gelecekle yüzleşebilsinler. bu arada biz bu geleceği göremeyebiliriz; ama onlar görecekler. bizim işimiz, onların bu gelecekten ortaya bir şeyler çıkarmalarına yardım etmek.

rosshalde

hermann hesse

insan ne kadar öğrense yine de öğrenmediği çok şey kalıyor.

bazen insanın içindekileri dökmesi çok iyidir. ama bize acı verecek, bizi üzecek şeyleri boyuna eşelemekten sakınmalıyız.

her şey bilinemez ki.. pek çok şey görülebilir yalnız ve güzel oldukları için de sevinmek gerekir, o kadar.

iyi bir eğitim ve sağlam bir irade, bütün kalıtsal yatkınlıklardan daha ağırlıklıdır. doğruluk nedir, dürüstlük nedir, bunu bilebilir ve öğrenebiliriz; önemli olan da budur işte. yoksa insanın içinde atalarından hangi gizleri barındırdığını kimse tam kestiremez; onun için en iyisi bunu kendine pek dert etmemektir.

kendime tanıdığım özgürlükten daha azını sana tanımam haksızlık sayılır.

bütün hastalıklar iyileştirilebilir. bazı kimseler vardır, diş ağrısıyla yatağa girer, birkaç gün içinde bu dünyadan göçüp giderler; bazıları da vardır, en ağır bir hastalığın bütün belirtilerini gösterir; ama hayatta kalırlar.

8.08.2015

kedi hikayeleri

julia bachstein

lloyd alexander: her kedi kendi içinde bir krallıktır. biz kendimizi bir başkasının bizi yönetebileceğinden daha iyi yönetiriz. ne yazık ki siz insanlar için aynı şeyi söylemek mümkün değil.

jerome k. jerome: bir kediyi boş laflarla, bir köpeği kandırdığınız gibi kandıramazsınız.

adie suehsdorf: onunla birlikte yaşadıklarımız, onun fikri olmayan her şeye inatçı, mutlak bir direniştir. ara sıra söz dinler görünür ama bu daha ziyade, bizim isteklerimizin onun zaten beslediği niyetlerle şanslı bir kesişmesidir. esasen kedi sadece kendi iradesinin peşinden gider. insanlar için bu, daimi bir meydan okumaya denk, hayranlık uyandırıcı olduğu ölçüde öfkelendirici bir özelliktir. bununla boy ölçüşmek cesaret ve güçlü bir karakter gerektirir. öfken hayranlığından büyükse, evcil hayvan olarak kedi besleyemezsin.

d.l. stewart: kediler vefasız, sinsi ve kibirli olabilirler; ama aptal olmadıkları kesin.

rudolf geck: kedilerin top, fındık ve makarayla oynadıkları tatlı oyunları hiç izlemememiş biri, hiçbir şey yaşamamış demektir. aynı şekilde, bir kedinin oda temizlenirken sağı solu silen paspasın üzerine atlıkarıncaya biner gibi çıkıp dolaşmasını, çiçekleri koklayışını, tül perde iplerini sallamasını, kanepe ve sandalyelerin üzerine çıkıp kudurmasını, tembel bir zarafetle sobanın önüne kurulmasını ya da dikkatli adımlarla çalışma masasının üzerindeki kağıt karmaşasının içinden geçişini keyifle izlememiş biri, kendini seçkin bir zevkten mahrum bırakmış sayılır. insanın kendi sıkıntılı hayatına ara verip dinlenmesi için bu hayvandan alacağı katıksız hazzın üstüne yoktur.

kediniz hep yakınınızdadır
özellikle de siz onu görmediğinizde (werner fuld)

damon runyon: kediler kadınlar gibidir, aşkları uzun sürmez.

jerome k. jerome: kediler ve topluma ayak uyduramayanlar bana bu dünyada vicdan sahibi yegane varlıklarmış gibi geliyor. kötü ve yanlış bir şey yapan bir kediyi izle; eğer ki yakalayabilirsen; onu bir şey yaparken birisi görecek diye çok tedirgin olur ve eğer yakalanırsa, kaşla göz arasında yapmamış havalarına bürünür, yapmayı düşünmemiştir bile. aslında tam başka bir şey, tamamen farklı bir şey yapmak üzeredir. insan neredeyse ruhları olduğuna inanacak.

john coleman adams: öyle hayvanlar vardır ki, insandan daha insandırlar.

mark twain: eşleri ya da çocukları olmayan müşfik yaratılışlı erkekler, bir şeyleri sevmeye mecbur olduklarından evcil hayvanlarla meşgul olurlar.

damon runyon: kediler kadınlar, kadınlar da kediler gibidir. her ikisi de çok nankördür.

türkü

mayakovski


fransızca bilir
harika bölmeler
çarpmalar yapar
fiilleri hiç sektirmeden çekersiniz
hadi, çekin bakalım
yalnız söyleyin hele
bilir misiniz
bir evle birlikte türkü çağırmayı
tramvayın dilinden anlar mısınız

perspectif

özdemir asaf


senin içine girdiğim zaman
dışımda kalıyorsun
senin dışından sana bakınca
içime sığmıyorsun

7.08.2015

yan değiniler

ludwig wittgenstein

ölüm, bir yaşam olayı değildir. ölüm yaşanmaz.

ilkin gezginliğe çıkman gerek; ancak sonra, yurduna dönebilir, o zaman da ötekileri anlayabilirsin.

kendini aldatmamaktan daha zor bir şey yok.

insanlar iyiye doğru götürülemezler; ancak şuraya buraya götürülebilirler. iyi, olgu uzamının dışında yatar.

yüz, bedenin ruhudur.

insanın -belki de halkların- hayret duymaya uyanmaları gerekir. bilim, onları yeniden uyutmanın aracıdır.

kendi zamanından önce olmakla yetineni, gün gelir, yakalar zamanı.

yetenek taze suların sürekli çağladığı bir kaynaktır. ama bu kaynaktan doğru biçimde yararlanılmazsa değersizleşir.

doğaüstünü ancak doğaüstü olan dile getirebilir.

yalnızca tinle üflenmiş boş bir balon gibi ortalıkta gezinmek zorunda olmak utanç verici bir şey.

iş, senin gurur binanı yıkmakta. korkunç bir uğraş gerektiriyor bu da.

düşünceler de bazen olgunlaşmadan düşer ağaçtan.

çocuk kötüdür; ama kimse ona başka türlü olmayı öğretmez ki; ana babası da gösterdikleri budalaca yakınlıkla daha da beter ederler onu.