30.11.2008

uzun lafın kısası

balzac: bir kadının çekilebileceği en güzel yer, baştan başa onun olan bir yürektir.

nicholas malebranche: bize mutluluğu getirecek olanlar hiçbir şekilde duyumsanan nesneler değildir.

john adams: bu dünya, olası dünyaların en iyisi olabilirdi; tabii eğer içinde din olmasaydı.

nadine gordimer: eğer sen denizdeki bir balık ya da ormandaki bir aslan gibi kendi işlevlerine eksiksiz uyum sağlayan sağlam bir insansan başka hiç kimseye değer vermezsin.

mario vargas llosa: bir çocuğu mahvetmede kadınların üstüne yoktur.

georges bataille: yürek başkaldırdığı ölçüde insanidir. bu, şu demektir: insan olmak, yasaya boyun eğmemektir.

stefan zweig: belirli bir amaç için yaşanmayan bütün hayatlar bir yanılsamadır.

mariana alcoforado: bana yaşattığın mutsuzluklar için yüreğimin derinliklerinden teşekkür ediyorum sana; seni tanımadan önce yaşadığım sakin günlerden nefret ediyorum.

emerson: gerçekten var olan bir sinek, var olma ihtimali olan bir melekten daha önemlidir.

adalet ağaoğlu: bir adamın fikrinde iki ince gül birden olmaz. birinin suyunu öteki, ötekinin suyunu beriki çalar. ne biri onar, ne öteki.

victor hugo: cehalet dehlizini yok edin, suç köstebeğini de yok etmiş olursunuz.

elias canetti: iktidar hiçbir zaman, profesyonel olarak zihinleri sürekli iktidarla meşgul olan, dalkavukluklarını bilim adamlığı kılığına sokan, her şeyi ya zamanla ya da onların elinde herhangi bir şekli alabilen zorunlulukla açıklayabilen methiyecilerden ve tarihçilerden yoksun kalmamıştır.

28.11.2008

ateşkaralamaları

tomas tranströmer



her sorun kendi diliyle haykırır
bir tazı gibi koşar gerçeğin iz bıraktığı yere

bazı yüzler gördükleri her şeyden daha
açık seçik olurlar

o kasvetli aylarda ancak seninle seviştiğim zaman ışırdı hayatım
ateş böceği nasıl yanıp söner, yanıp sönerse insan bir an
görüp yitirerek izleyebilir onun uçuşunu
karanlık gecede. zeytin ağaçları arasında

o kasvetli aylarda büzülüp cansız kalırdı ruh
oysa doğru sana yönelirdi vücut
gece gökyüzü kükrerdi
gizlice sağdık evreni ve hayatta kalmayı
başardık

karanlıklar cenneti

victor hugo

kör olmak ve sevilmek, hiçbir şeyin tam olmadığı şu yeryüzünde gerçekten de mutluluğun en garip, garip olduğu kadar da nefis şekillerinden biridir.

bir kadının, bir kızın, bir kız kardeşin, sevimli bir varlığın sürekli olarak yanı başınızda bulunması, ona ihtiyacınız olduğu için, sizden vazgeçemediği için bulunması, varlığı sizce vazgeçilmez olan kişi için vazgeçilmez olduğunuzu bilmeniz, onun size olan şefkatini size ayırdığı zamanın miktarıyla mütemadiyen ölçebilmeniz ve kendi kendinize, bütün vaktini benim için harcadığına göre, demek bütün yüreğiyle bana ait, diyebilmeniz; yüzün yokluğunda da düşünceyi görebilmek, dünyanın karanlığı içinde bir varlığın sadakatini fark etmek, bir elbise hışırtısını bir kanat sesi gibi duymak, onun gelişini, gidişini, çıkışını, girişini, konuşmasını, şarkı söylemesini işitmek ve bu adımların, bu sözlerin, bu şarkının merkezi olduğunuzu düşünmek; her dakika kendi çekici gücünüzü göstermek, sakat olduğunuz nispette kuvvetli olduğunuzu hissetmek, karanlığın içinde, karanlık sayesinde bu meleğin çevresinde döndüğü yıldız haline gelmek, bütün bunlar eşi az bulunur bahtiyarlıklardır.

hayatın en yüce mutluluğu sevildiğinden emin olmaktır. sırf kendisi için sevildiğinden ya da daha iyi bir deyişle, kendisine rağmen sevildiğinden insanın emin olması: işte, körde bu güven vardır. bu felakette hizmet edilmek demek, okşanmak demektir. körün eksikliğini çektiği bir şey var mıdır? hayır. çünkü sevgiye sahip olunca, ışığı kaybetmek hiçbir şey değildir. hem ne sevgi!

baştan başa erdemden ibaret bir sevgi! tam güvenin olduğu yerde körlük kalmaz. ruh, el yordamıyla ruhu arar ve bulur. ve bu bulunmuş, sınanmış ruh bir kadındır. bir el size destek olur, onun elidir bu; bir ağız alnınıza dokunur, onun ağzıdır bu; tam yanı başınızda bir nefes duyarsınız, odur bu. her şeyi ondan almak, dininden merhametine kadar her şeyi, asla terk edilmemek, size yardım eden bu tatlı zaafa sahip olmak, bu sarsılmaz saza dayanmak, kendi ellerinizle ilahi takdir'e dokunmak, onu kollarınız arasına alabilmek. elle dokunulabilen tanrı, ne sevindirici şey!

yürek, bu semavi karanlık çiçek, esrarlı bir açılış gösterir. karşılığında bütün aydınlıkları verseler bile, bu karanlık verilmez! melek ruh buradadır, hep buradadır; uzaklaşsa bile geri gelmek için uzaklaşır; rüya gibi silinip gerçek gibi yeniden ortaya çıkar. yaklaşan sıcaklığı duyarsınız: işte o, buradadır. huzurla, neşeyle kendinizden geçersiniz, gece içinde yayılan bir ışıksınızdır. ve bin bir küçük ihtimam. bu boşluk içinde muazzamlaşan hiçlikler. kadın sesinin sizi avutmakta kullanılan ve sizin için kaybolan evrenin yerini alan en anlatılması imkansız baştan başa erdemden ibaret bir sevgi! insan ruhla okşanır; bir şey görmez, fakat tapınıldığını hisseder. bir karanlıklar cennetidir bu.

fırtına

hilmi yavuz


akşam ıssız bir ağaç biçiminde
sırrı dökülmüş aynalarda görünür
(bakmak, uzaklara dokunmaktır
sen benim en alımlı gözlerimsin)
bakışını duyar gibi güllerden
tıpkı enli ve kalın hüzünlerden
bana bir gülümseme biçer gibisin

benim özel bir tarihim olmadı
başlamak için en ilkel gereçlerle
ilk kumaşı biçenlerin tüylü sıkıntısına
duyulurdu bungun ve boğunuk
sağrıları tere batmış at biçimlerinin
sazlıklarda doludizgin koşturulduğu
(sen benim fırtına gecelerimsin)

fırtına başlatılır ilk tecimevlerinde
ölü testiler toprak günlerden
ayı postlarından kürkleri iznikli çömlekçilerin
gemi direkleri gibi sağlam yalnızlıkları
cam dışlarında büyürdü fesleğenler

gümüş koşumlar yaptılar
usta işi bakışlara vurmak için
sürerdik acı mısır ekmeğini harlı fırınlara
otlarda sürülerimiz yıldızlı göl gecelerinde
fırtına çıktı içeri aldık fesleğenleri

26.11.2008

o kız

haruki murakami

altı ay oldukça eğlenceli geçti ders verme işi. gerçi zaman zaman beni şaşırtan ya da biraz garip bulduğum şeyler olmuyor değildi; ama özellikle önemsemiyordum onları. sonra, konuşmalarımız ilerledikçe, birine karşı şiddetli bir kin duyabileceğini gördüğümde, biraz ürker gibi oldum, bu huyu bana tümüyle anlamsız ve mantık dışı geldi. ama genelde içgüdüm öylesine sağlamdır ki gerçekten ne düşündüğünü kendi kendime sorar oldum. hepimizin kusurları vardır, değil mi? öte yandan, ben onun piyano öğretmeninden öte bir şeyi olmadığımdan onun huyları da, iyiliği de beni kaygılandırmamalıydı. doğru düzgün çalışsın, benim için yeterliydi. sonra da açık söylemek gerekirse, onu enikonu seviyordum. ne var ki, fazla kişisel konulara girmemeye karar vermiştim. içgüdümle, bunu yapmamam gerektiğini seziyordum. bu yüzden, bana benimle ilgili ne sorarsa sorsun, aşırı bir merak gösterse bile, ona sadece önemsiz şeyleri söylüyordum. nasıl yetiştiğimden, hangi okula gittiğimden öteye gitmiyordu anlattıklarım. o, hakkımda daha çok şey bilmek istediğini söylüyordu bana. ona, bunun pek bir işe yaramayacağı, sıradan bir koca ve çocukla, alelade bir yaşam sürdüğüm ve zamanımı evimle ilgilenerek geçirdiğim yanıtını veriyordum. o zaman bana yakarır gibi bakıyor ve beni sevdiğini söylüyordu. bana böyle baktığını görmek, bende bir sarsıntı yaratıyordu. ama hoşuma da gitmiyor değildi. gene de ona asla gerektiğinden fazlasını söylemedim.

bir gün, aylardan mayıstı galiba, ders sırasında bana, kendini iyi hissetmediğini söyledi. yüzü sararmış ve boncuk boncuk terlemişti. o zaman ona eve dönmeyi mi yoksa başka bir şey yapmayı mı istediğini sordum; ama o, toparlanmak için birkaç dakika yalnız uzanmayı yeğledi. ben de onu odama götürmeyi önerdim ve yatağıma kadar neredeyse taşımak zorunda kaldım. onu odama götürmüştüm; çünkü salondaki kanepe çok küçüktü. başıma dert açtığı için benden özür diledi; ben de ona bunun için kaygılanmamasını söyledim. sonra da bir şey içmek ister mi, diye sordum. istemedi ve benden sadece yanından ayrılmamamı rica etti; ben de, gerektiği sürece yanında kalıp bekleyeceğimi söyledim. az sonra, benden, özür dileyerek, sırtını ovmamı istedi. acı çekiyor gibiydi. öyle ter döküyordu ki hemen istediğini yaptım, o zaman bana dedi ki: "bağışlayın ama lütfen sutyenimi çıkarır mısınız? beni rahatsız ediyor da." çıkardım, siz yerimde olsaydınız ne yapardınız? gömleği çok dar olduğu için, sutyeninin kancalarını açmadan gömleğin iliklerini çözdüm. 13 yaşında bir kız için, göğsü adamakıllı gelişmişti, benimkinin en az iki katıydı. zaten sutyeni de büyüklere göre, epey kaliteli bir modeldi. ama ne de olsa, bunun da önemi yoktu, değil mi? ve ben de onun sırtını ovmayı sürdürdüm, aptal gibi. o hep öyle özür diliyordu, gerçekten samimi bir sesle ve her defasında da ben ona, bunun önemli olmadığını yineliyordum.

çok geçmeden hıçkırmaya başladı. "ne var?" diye sordum ona. "hiç." "mutlaka bir şey var. bana söyle, açıkça." "bazen böyle olur bana. elimden bir şey gelmez. kendimi üzgün ve yalnız hissederim, kimse bana yardım edemeyecekmiş ve herkes benim varlığımla alay ediyormuş izlenimine kapılırım. öyle acıdır ki işte sonucu böyle olur. geceleri uyuyamaz olurum, iştahım kaçar. tek avuntum size gelmek." "anlatsana bana neden böyle oluyorsun. seni dinliyorum."

bana ailevi sorunları olduğunu açıkladı. annesini ve babasını bir türlü sevemiyormuş ve onlar da onu sevmiyorlarmış. babasının yaşamında bir başka kadın varmış ve eve pek seyrek gelirmiş ve bu durumun yarı yarıya delirttiği annesi ise hırsını kızından çıkartırmış, annesinden dayak yemediği gün neredeyse yok sayılırmış. evine dönmek istemiyordu. ve bunu söylerken hıçkırıyordu. o güzel gözlerine yaşlar dolmuştu. tanrılar bile kayıtsız kalamazdı bu manzaraya. bense onunla işte şöyle konuştum: ona, eve dönmemesinin gerçekten çok zor olduğunu söyledim ve biraz oyalanmak için ara sıra, derslerin dışında da bana gelmesinin yeterli olacağını ekledim. o zaman özür dileyerek ve eğer ben olmasaydım, ne yapacağını bilemediğini söyleyerek bana sımsıkı yapıştı. onu terk etmemem için yalvarıyordu bana; çünkü eğer onu bırakırsam, gidecek başka yeri yokmuş. onu bir çocuk gibi yatıştırmaya çalışmak için, başını okşayarak kucaklamaktan başka bir şey yapamazdım. o sırada o da beni okşamak için elini sırtıma sokmuştu bile. ve yavaş yavaş kendimi çok garip duygulara kaptırmaya başladım. sanki bedenim alev alıyordu. kendinizi benim yerime koyunuz: kollarımın arasında dosdoğru bir dergiden fırlamışa benzeyen güzel bir kız vardı ve bu kız, olağanüstü kösnül bir biçimde, sırtımı okşamaktaydı. kocam bile bu kızın tırnağı olamazdı, bu açıdan. her okşayışta, bedenimin çivilerinin biraz daha oynadığını duyumsuyordum. inanılmaz bir şeydi, anlıyor musunuz. kendime geldiğimde, ne gömleğim vardı ne de sutyenim ve göğsümü okşamaktaydı. işte ancak o zaman, bir lezbiyenin eline düştüğümü anlayabildim. bu önceden de başıma bir kez gelmişti. lisede, üst sınıftan bir kızla. bu yüzden ona, bunu yapmamasını söyledim ve durmasını istedim. "ne olursunuz. sadece birazcık. öyle mutsuzum ki. size yalan söylemiyorum. sizden başka kimsem yok. benden yüz çevirmeyin." sonra, elimi tutup göğsüne koydu. olağanüstü göğüsleri vardı, o kadar ki, onlara dokununca boğazıma bir şey tıkandı. artık ne yapacağımı bilemiyordum, anlıyor musunuz ve daha ileri gitmemek gerektiğini aptal gibi yinelemekten öte bir şey yapmak gelmiyordu elimden. bedenimin neden kendini geri çekmediğini bilmiyorum. lisedeyken kendimi kolayca kurtarabilmiştim ama burada, olanaksızdı. bedenim artık beni dinlemiyordu. sol eliyle elimi göğsünde tutuyordu sıkı sıkı, bir yandan da, meme uçlarımı yalar ve hafif hafif ısırırken, sağ eli sırtımı kalçalarımı ve kabaetlerimi okşuyordu. düşünüyordum da, inanılmaz bir şey bu, kendini, perdeleri kapatılmış bir odada, 13 yaşında bir kız tarafından çırılçıplak soyulmuş -çünkü ben ayırdına varmadan, giysilerimi teker teker çıkarmıştı- okşamalarının altında kıvranır bir durumda bulmak! aptallık değil mi? ama o sırada, biliyor musunuz, büyülenmiş gibiydim. bir yandan meme uçlarımı emerken bir yandan da bana durmadan: "öyle kederliyim ki. sizden başka kimsem yok. beni kendinizden uzaklaştırmayınız. gerçekten çok yalnızım." diyordu ve ben de hep, bunu yapmaması gerektiğini söylemeyi sürdürüyordum.

bu epey sürdü, sonra sağ eli yavaş yavaş aşağı indi. çamaşırımın üstünden dokundu bana. o sırada, zaten bir süredir ıslanmış durumdaydım. bundan utanıyorum; ama ilk kez böylesine ıslanıyordum ve zaten böyle bir şey bir daha hiç olmadı. o zamana değin kendimi hep, cinsel açıdan oldukça basit sayardım. bu yüzden, bu olanlar beni oldukça şaşırtmıştı. sonra, o tatlı ve incecik parmaklarını çamaşırımın içine soktu ve.. söylesenize, aşağı yukarı gözünüzde canlandırabiliyorsunuz, değil mi? açıklaması zor, biliyor musunuz? bir erkeğin o iri, pürtüklü parmaklarıyla yapabileceğinden tümüyle farklı bir şey. sizi temin ederim, inanılır gibi değil. sanki sizi bir kuştüyüyle gıdıklıyorlar. çözülmeye hazırdım. ama o yarı bilinçli durumumda bunu yapmamam gerektiğini biliyordum. tek bir kez kendimi tehlikeye atacak olursam, bunu hep sürdürürdüm ve böyle bir sırla yaşantımı büsbütün arap saçına döndürürdüm, besbelli bir şeydi. sonra da kızımı düşündüm. beni görse, ne olurdu? her cumartesi saat üçe değin benim ailemi ziyarete giderdi kızım; ama ya bir şey çıkarsa da habersizce döner gelirse ne yapardım? bunu düşündüm. ve olanca gücümü toplayarak doğruldum, bağırdım: "yalvarırım, dur!" ama durmadı. iç çamaşırımı çıkarmış ve beni yalamaya başlamıştı, öyle utangaçtım ki kocamın bile bunu yapmasına izin vermemiştim ve işte 13 yaşındaki bir kız beni coşkuyla yalıyordu şimdi. tümüyle kendimden geçmiştim, biliyor musunuz? ağlamak üzereydim. üstelik, olağanüstü bir şeydi bu yaşadığım, sanki cennete yükseliyordum. "dur!" diye bağırdım gene ve onu tokatladım. var gücümle. ve o da sonunda durdu. sonra doğruldu ve uzun uzun baktı bana. o sırada, ikimiz de çırılçıplaktık ve yatakta yarı doğrulmuş, birbirimizin yüreğini okumak istercesine, bakışıyorduk. o 13 yaşındaydı, bense 31.. ama vücudunu görseydiniz! altüst olmuştum. şimdi bile, çok iyi anımsıyorum, biliyor musunuz? bunun 13 yaşında bir kızın bedeni olduğuna hiç inanamıyordum ve hala da inanamıyorum. onunkinin yanında, benim vücudum ağlanacak kadar çirkindi. bu doğru, inanın.

niçin durmamız gerektiğini sordu bana. "bundan hoşlandınız, değil mi? başından beri biliyorum. hoşunuza gidiyor, değil mi? bunu hemen anlamıştım, biliyor musunuz? bir erkekle yapmaktan çok daha zevkli, siz de öyle düşünmüyor musunuz? zaten, bakın nasıl ıslandınız. size daha da çok zevk verebilirim. bakın bu doğru. sizi öyle mutlu edebilirim ki artık bedeninizi duyumsamaz olursunuz. bunu istiyorsunuz değil mi?" ama biliyor musunuz, tam da söylediği gibiydi. inanın bana. kocamla olduğundan çok daha iyiydi ve devam etmesini istiyordum. ama bu, olanaksızdı. "haftada bir kez yapalım bunu. yeter. kimse bilmeyecek. ikimizin arasında sır olarak kalacak, istersiniz, değil mi?" dedi o zaman bana. ama ben kalktım, sabahlığımı giydim, sonra da ona, gitmesini ve bir daha hiç gelmemesini söyledim. işte o zaman baktı bana. gözlerinde, her zamankinin tersine, hiç derinlik yoktu. bir kartona çizilmiş gibi dümdüzdüler. bomboştular. bir süre bana baktıktan sonra, sessizce giysilerini aldı, inadına yavaş yavaş giyindi, karşımda kendini sergilemek istercesine, sonra da piyanonun olduğu odaya döndü, çantasını karıştırıp fırçasını aradı, saçlarını fırçaladı, dudaklarındaki kanı mendiliyle sildi, çıkmak için ayakkabılarını giydi. gitmeden önce, bana dedi ki: "siz lezbiyensiniz, biliyorum. istediğiniz kadar anlamazlıktan gelin, ömür boyu, öyle kalacaksınız."

kız gittikten sonra, bir süre hiçbir şey düşünmeden, oturdum kaldım. nerede olduğumu bile artık kestiremiyor gibiydim. içimin ta derinlerinde, yüreğimin küt küt atışlarını duyuyordum, ellerim ve ayaklarım son derece ağırlaşmıştı ve boğazım da, güve yutmuşum gibi kurumuştu. ama kızım birazdan döneceği için, banyo yapmaya karar verdim. özellikle de bedenimin, o kız tarafından okşanmış ve yalanmış yerlerini yıkamak istiyordum. ama ne kadar sabunlanırsam sabunlanayım, gene de o vıcık vıcıklıktan bir türlü arındıramadım kendimi. gerçi bu sadece bir izlenimdi; ama olmuyordu işte. bunun üzerine, o gece kocamla seviştim. o pislikten kurtulmak için. elbette kocama hiçbir şey söylemedim. konuşamazdım zaten bu konuyu. ondan sadece benimle sevişmesini istedim ve o da seve seve bu isteğimi yerine getirdi. ondan yavaş olmasını ve her zamankinden daha uzun sürdürmesini istemiştim. çok nazik davrandı. olabildiğince uzun sürdürdü. ve son derece zevk aldım. evlendiğimizden bu yana ilk kez böyle şiddetli zevk alıyordum. çünkü bedenim o kızın parmaklarının anısını korumuştu. hepsi bu. müthiş zevk aldım. bunu itiraf etmekten utanıyorum. beni çileden çıkartıyor. işte "sevişmek" bu olmalı ya da "haz!" ama biliyor musunuz, bu da bir işe yaramadı. iki üç gün sonra, hala kız tenime yapışmış gibi hissediyordum. sonra da, gitmeden önce söyledikleri, kafamın içinde dönüp duruyordu. ertesi cumartesi, gelmedi. evde titreyerek bekledim onu, gelecek olursa ne yapacağımı bilemeden. onu beklemekten başka bir şey yapamaz olmuştum. ama gelmedi. bu normaldi. gururlu bir kızdı ve onuruna dokunmuştu. ne ertesi hafta geldi ne daha sonraki hafta.. zamanla unutacağımı sanıyordum; ama başaramadım. evde yalnızken, bir türlü sakin olamıyordum; çünkü o yanımdaymış gibi hissediyordum. ne piyano çalabiliyor ne doğru dürüst düşünebiliyordum. hiçbir şey yapamaz olmuştum.

24.11.2008

suça yatkın insan

alfred adler

anne ve babasının davranışına karşı çıkan çocuk, yönelteceği saldırı için onların en zayıf noktalarını arayıp bulur.

tanınmış bir alman toplumbilimcisi, suç işleyenlerden şaşırtıcı derecede büyük bir bölümünün, suçların önlenmesiyle görevli ailelerden, örneğin yargıç, polis ve gardiyan ailelerinden geldiğini saptamıştır. öğretmen ailelerinin çocukları, gelişimlerini inatla ağırdan alırlar. hekimlerin çocukları arasında şaşılacak denli çok sayıda nevrozluya, rahiplerin çocukları arasında da yine şaşılacak denli çok suçluya rastlanır. anne ve babalarının böbrek ve mesane fonksiyonları üzerinde aşırı önemle durmaları, çocukların kendilerine özgü bir istemleri bulunduğunu anne ve babalarına göstermeleri için ele geçmez bir fırsat oluşturur.

suça yönelik kişiler kendilerinin cesur olduklarını düşünürlerse de, bu bizi aldatmamalıdır; suç, kahramanlığın bir korkak tarafından taklit edilmesinden başka şey değildir. suça yönelik kişiler kendini beğenmişlik karışımı bir kişisel üstünlük amacına ulaşmaya çalışır, birer kahraman olduklarına inanmaya bayılırlar.

suça yönelik kişilerin yaşam öykülerinde sık karşılaştığımız bir şeydir, bu kişiler eğlenmeyi seven bir kızla ilişki kurar hep.

çocukluğunda toplumsal bilinci felce uğratan neden ya da nedenler bulunup çıkarılmadıkça, bir suçluyu ıslah umudundan söz açılamaz. suça yönelik bir kişiye yardım elini uzatabilmemiz ve kendisinde toplumsallık duygusunu uyandırabilmemiz için, söz konusu koşulların onun geleceği üzerinde yapacağı etkileri bilmemiz zorunludur.

büyük çapta sorunları bulunan çocukları üç gruba ayırabiliriz: birincisi yetersiz organlarla dünyaya gelmiş, ikincisi nazlı ve şımarık büyütülmüş, üçüncüsü de ihmal edilmiş çocuklar.

organsal yetersizliği bulunanlar, doğanın kendilerine üvey evlat gibi davrandığı duygusunu taşırlar içlerinde. başkalarıyla paylaşma duyguları eğitim aracılığıyla gerektiği gibi geliştirilmezse, kendi kendileriyle aşırı derecede ilgilenme eğilimi gösterir, başkalarını sultaları altına almak için fırsat kollarlar. benim tanık olduğum bir olayda, ilgilendiği kızın, flört girişimlerini soğuk karşılaması üzerine kendini aşağılanmış hisseden bir oğlan, kendinden küçük ve aptal bir arkadaşını kandırıp kızı öldürtmüştü.

nazlı büyütülmüş çocuklar aşırı sevecen anne ve babalarından bir türlü kopamaz, ilgi alanlarını başkalarını da içine alacak gibi genişletemezler.

hiçbir çocuk yoktur ki tümüyle ihmal edilsin. yoksa süt çocukluğu döneminin ilk aylarından bile sağ çıkamaz. buna karşılık yetimler, evlilik dışı doğmuşlar, istenmeyen, çirkin ve anomalili çocuklar arasında ihmal edilmiş diye nitelendirilebilecek pek çok çocuğa rastlarız. biri ihmal edilmiş çirkin, diğeri şımarık büyütülmüş sevimli olmak üzere suça yönelik çocukların iki ana tipte yer almasını anlamak zor değildir.

ne yazık ki uygarlığımızda insanların çoğu ancak sınırlı ölçüde toplumsal işbirliği duygusuna sahiptir; bu sınırın dışına çıkılmasını gerektiren durumlarda, söz konusu insanlar başarısızlıkla karşı karşıya kalır. bu yüzden zor dönemlerde suça eğilimde bir artış gözlenir. sözünü ettiğimiz yoldan suçun kökünü güvenilir şekilde kurutmaya kalksaydık, insanlardan büyük bir bölümünü tedaviden geçirmemiz gerekirdi. ne var ki her suçluyu ya da suça yönelecek bir kişiyi bu yoldan iyi bir vatandaş yapmak, yakın bir gelecekte gerçekleşecek bir amaç gibi görünmüyor.

bir suçluyu doğru yola yöneltecek tek şey, onun kendi durumunu gereği gibi anlamasıdır.

suç işleyenlere kuşkusuz insanca davranmamız gerekir; ölüm cezasının suçluların gözünü yıldıracağı kuruntusuna asla kapılmamalıyız. ölüm cezası, bazen oynanan oyunun heyecanını artırmaktan başka işe yaramaz. elektrikli sandalyeyle idam edilen suçlular bile idamdan önceki son saatlerini hangi yanlışı yaparak yakayı ele verdiklerini düşünmekle geçirirler.

buddha

carl gustav jung

buddha'nın yaşamını, benliğin gerçeğe dönüşmesi ve ortaya çıkıp öznel bir yaşam olduğunu savunması olarak algılıyorum.

buddha'nın felsefesinde benlik tüm tanrılardan üstündür, insanın ve dünyanın varoluşunun özünü simgeler. benlik, insanın hem kendisinin hem de varoluşunun bilincine varmasını sağlar. o olmasaydı dünya da var olmazdı.

buddha insan bilincinin evrensel değerini görebilmiş ve insan bu ışığı söndürdüğünde, dünyanın bir hiçliğe yuvarlanacağını anlamıştı. schopenhauer'in büyüklüğü de bunu anlayabilmesinde ya da buddha'dan bağımsız olarak bu gerçeği yeniden keşfetmesinde yatar.

22.11.2008

nasihat

edward whymper

son acıklı anı hâlâ havada asılı, bazen de sisin yayılması gibi süzülerek güneş ışığını kesiyor ve mutlu zamanlara dair hatıraları soğukta bırakıyor. sözcüklerle anlatılamayacak ölçüde büyük hazlar, kaldıramayacağım kadar büyük kederler yaşandı. tüm bunlar aklımdayken diyorum ki: istiyorsan tırman. ama cesaret ve dirayetin, aklını kullanmadığın takdirde hiçbir anlama gelmediğini ve anlık bir dikkatsizliğin hayatının mutluluğunu yok edebileceğini sakın unutma. hiçbir şeyi aceleyle yapma; her adımına dikkat et ve her şeyin daha en başındayken, sonunda ne olabileceğini düşün.

21.11.2008

gül şiir

ahmet erhan



gece yarısı, karanlık bir bozkırda
ışıklar içinde akan bir tren kadar yalnızım
içinde onca insan, içinde dünya
soluk soluğa, demirden bir ırmağa mahkum
ve bilmeyen sonsuzluk nedir
haklı olan kim bu kargaşada
ateş ve su, yaşam ve ölüm, irin ve şiir
ucu bucağı olmayan bu çığlığın
ortasında nasıl barışılabilir
anlamak isterim, hangi yasa
bir beşikle bir darağacını
aynı ağaçtan, ne adına var edebilir

sorular sormak için geldim şu dünyaya
yasım acıların yasıdır
boynumu üzgün bir çiçek gibi kırıp da
yollara düştüğümde, başımda deniz köpüklerinden
ya da sabah yellerinden bir taçla
yürüdüğüme inanırdım - yanılırdım
geceyi günle, acıyı sevinçle kardığım
bu söylencenin bir yerinde durakladım
ve anlatamadım, konuşamadım bir daha

acını ödünç ver bana, gözyaşlarını
damarlarında uyuyan sevinci ödünç ver
yitirdim çünkü onları da
ilenmiyorum, el çırpmıyorum artık
ne aklımda yaşadıklarım üstüne düşünceler
ne de geleceğime dair bir tasa
gelirken çan çalmıyor yalnızlık
bir adam, bir sokak, bir ev
yüzler, gülüşler, susuşlar boyunca

soruların vardı senin, ne çok soruların
gözlerin dünyayı eleyip dururdu boyuna
bir fısıltı gibi başladı sevgim
çığlık oldu, kağıtlarda çiçek açtı sonra
sonrası.. mutlu bile olduk bazı
artık sen yadsısan da ne kadar
ya da ben bilmiyorum mutluluk nedir
anlatsın yollar, yollar, yollar

şimdi gece, soluğumu verdim içime
az önce kağıtlara gül kuruları serptim
dolaplardan kekik, nane kokuları çıkardım
öylece serptim, seni yazacağım diye
sen ki, deniz görmemiş bir deniz kızısın
aklımın almadığı bir yerde, öylesin
şimdi gece, iki kişilik bu yalnızlık
bize artık yeter de artar bile

dünyanın ölümünü gördüm, suyun toprağın
en yakın dostlarımın birer birer
vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların
ölümünü gördüm; ama kimse
inandıramaz beni öldüğüne sevgilerin
yaşam ki bir kum saatidir usulca akan
dolan sevgilerimizdir biz boşaldıkça
yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır
vereceğimiz tek şey budur dünyaya

şu dağılgan yüreğimi, şu köpüklere imrenen
yüreğimi bir gün yollara atarsam
bir gün bir nehir yataklarına dolarsam, korkarım
suyumun çoğu senden yana akacak
bütün sözcüklere adını ekleyeceğim
güldeniz, gülekmek, gülyağmur, gülşarap
gülaşk, gülşiir, gülahmet, gülerhan
ey gül yaşamım, yitip giden düşlerim

gecelerdi, solgun - sessiz tüterdi yüzün
yatağımda bir kımıltıydın, dilimde türkü
uykusunda konuşurken sesini öptüğüm
varmak için beyninin kıvrak dağ yollarına
kokundu, bedenimi saran o ince buğu
esintisinde usul usul yürüdüğüm
ki değişmem yaseminlerle, portakal ağaçlarıyla

sanki bir kız yürürdü yollarda
evimin sokağına girer, paspasa ayaklarını silerdi
kapımı açardı gümüş bir anahtarla
sanki hep gelirdi, sevişirdik bazı, konuşurduk
tozlu kitapların yığıldığı odalarda
kalırdı duvarlarda gülüşünden bir tını
yatağımda bedeninden bir oyuk

benimse ellerim titrerdi, alnının aklığından
saçlarına saçlarına doğru titrerdi
şimdi kağıtların üstünde gidip gelen ellerim
titremiyor artık, yolunu biliyor şimdi
gece yarılarını çoktan geçti
bu şiir bitmeyince varolmayacak ellerim
ellerim uykusuz, ellerim geberesiye yalnız
süzülüp alçalıyor karanlığa doğru

bütün yaşamım seninle geçiyor belleğimden
seninle var ve seninle sürüp gidecek artık
bir akdeniz kentinde limon koklayan
ve hep ufkun ardına bakan çocuk
acıyı buldu sonunda, kanayan bir gülden
çaldı yüzünü bir yaşamlık
geçer şimdi dumanlı bir kentin sokaklarından
şaire çıkar adı - az buçuk kaçık

yeryüzünden silinmiş ırkların sonuncusuyum ben
oturup da şimdi aşk şiiri yazmam bundan
gülsün köpek sürüsü, lime lime edip
bu dizeleri, satsınlar haraç-mezat
doğru, benden sonra da tufan kopmayacak
ama haykıracağım laflarını tuzla kesip
yitip giden bu aşkı, nefesim tükenene dek

beynime bir sarkaç gibi vuruyor sorular
neresinde yanıldık biz bu yaşamın
hangi el bozdu büyüyü, hangi yazı
acılara hüküm verdi, soldan sağa taşarak
kalbimde yıllardır kabuk bağladı yaralar
ödüm kopuyor, bir gün hepsi birden kanamaya başlayacak diye
yenilmeyeceğim, boyun eğmeyeceğim hiçbir şeye
hep direnen bir yanım kalacak
adımın soluk izi, acının seyir defterinde

şimdi gece, bin dokuz yüz seksen ikiyle
üç yüz altmış beşi çarp - oradayım işte
yorgun değilim, umarsızım yalnızca
geçmişle geleceğin öpüştüğü yerde
bir nokta gibiyim ve çoktan dürüldü defterim
uçurumlar üstünde uçuşur dizelerim
onlara köprü olacak bir beden yoksa da

bu benim yalnızlığım, dalsızlığım benim
kana kana içtiğim çeşmelerden susayarak ayrılmak
titreyen bir ışık karanlıklarda
onu kim görebilir, kim tanıyabilir
sonu da hep bir soruyla karşı karşıya kalmak
boynumun borcu bu, ödenmedi yıllardır

her aşktan böyle bir şiir kaldı bende
yaşamımın bir dilimini özetleyen
unutuşun çiçekleri bunun için hiç açmıyor
donuyor bir gülüş tek bir dizede
yaşanmış yüzlerce anı, buruk bir özlem
çivileniyor beynimin bir yerlerine
geride -hayır- acılar filan da kalmıyor
bir boşluk yalnızca, uçurumlara özenen

nefret ediyorum ve seviyorum seni
girdiğin bütün kapıları açık bırak
birazdan git diyebilirim çünkü
çağım yalnız bırakmıyor beni
ellerini tutuşumda, usulca öpüşümde dudağını
çağım aramızda çekilen kanlı bir bayrak
uzayan, akan bir irin yolu gibi

sözcükleri güden çobanları var kalbimin
beynimin yaşamı saran kıskaçları
bitsin dediğim yerde bunun için başlıyorum
yitirdiğim her şeye dönüp de bakmam bundan
sensin yalnızlığa uzanan yolların düğüm yeri
ama şu anda içimde öyle çoğulsun ki
böyle irkilmezdim dünyayı kucaklasam

çapraz yalnızlıklar astım göğsüme
yollarda bir savaşçı gibi yürüdüğüm doğrudur
gözlerle, dillerle kuşatılmış bir ülke
kalbimdir ona tek sınır
susmayı bunun için severim bir çığlık gibi
donup kalır sesim kendi göğünde
onu ne anlayan, ne de duyan bulunur

yaşamım sonsuz bir hac yolculuğuna dönüşüyor burada
kendi içimde ya da uzak yollarda
bulduğum ve yitirdiğim bütün varlıklar
bir mozayiğe biçim veriyorlar sessizce
bende dünyanın acısıyla sevinci öpüşüyor
ırmakların birleştiği o nokta benim
itilip tekmelendiğim bütün kapılarda
bana atılan her taş şimdi çiçek açıyor

bir gün anlarsın beni neden suskunum
dünya içimde konuşurken böyle
bedenimi aşıyor yorgunluğum
karşında oturduğum masalardan dökülüp saçılıyor
bu öyle bir çığlık ki, susuşlar kalıyor geride
ondan öte her söz bir saçmalığı büyütüyor

adını çoktan unuttum, yüzün aklımda
ve bu şiiri neden sana adadığımı bilmiyorum
ama her güzellik nasılsa kendi adını bulur
bunun için ben gül dedim sana
yine de bir çiçeğe bunca yağmur yağarsa
kökleri toprağı saramaz olur
üstüne titrediğim her şeyi yitirmeyi öğrendim çoktan

söylenecek bir tek sözüm kalmazsa
çizerim yüzünü kuşların kanatlarına
her çırpınışta gökyüzüne dağılır
yüzün, hücrelerine varana dek uçuşur

kağıtların aklığına aşkın tortusu çöküyor
parklar, sokaklar, söylenmiş ya da söylenmemiş sözler

yazdıkça biraz daha unutuyorum seni
ve her yerde düş tacirleri, şiirseviciler
bir şeyleri yorumlayıp duruyorlar aptalca
büyüteçlerle inceliyorlar şu yitik ömrümüzü
ben aşkın son hasatçısı, son peygamber
gülünç, soyu tükenmiş bir varlığı oynuyorum boyuna

sana artık bir sığınak olsun bu şiir
noterlere ver onaylasınlar - her hakkı saklıdır
düşün, kalemimi sen tuttun yazarken
yeni okula başlayan bir çocuğa yardım eder gibi
öyle acemilikler yaptım ki ben
hiç kalır bu şiir onların yanında ve
nasıl ayaktayım diye şaşıyorum bazen

görüp göreceği son şey bu şiirdir dünyanın
çığlığımdan arta kalan bunlar olacak
aklımın son kırıntılarını da burada harcıyorum
bundan böyle ibreler hep eskiye vuracak
yakınmıyorum, yerinmiyorum hiçbir şeyle
kalırsa odalarda unutulmuş birkaç şiir
bir yeniyetmenin altını çizeceği dizeler benden
senin adın nasılsa bir gün hepsini tamamlayacak

yürekteki ok

cevat çapan



kasırga nasıl sökerse
meşeleri kökünden
öyle sarsıyor yüreğimi aşk
(sappho)

batan gün her sabah yeniden doğar
ama bu bizdeki süreksiz ışık
bir kere söndü mü ötesi gece
(catullus)

ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları
kainat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar
üstüne eğilirken ey akşamın pınarı
sanırdım ciğerimde kanın kokusu var
ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları
(charles baudelaire)

dudak dudağaydı soluğumuz ve göz göze
aynalarımız içinden birbirimize uzanmış
deniz hafifçe sallıyor sessizliğinin dibinde sözlerimizi
ve dalga alıp götürüyordu son anıyı
geçip giden ay görüverirse gecesinde
çakıl çarşaflarda yatan şu bitkin gövdeleri
(andre verdet)

bir yıldız ve bir damla gözyaşım
değdiler birbirlerine ve birden
bir tek damla oldular
tek bir yıldız
kör olup kaldım sevda ile
ve sevda ile kör olup kaldı gökyüzü
bütün evrendi -ne fazla ne eksik-
yıldızın kaygısı, gözyaşının ışığı
(juan ramon jimenez)

inci çiçeklerinin
solgun ıslak yapraklarınca suskun
yattı yanımda şafakta
(ezra pound)

kolayca açar beni en ürkek bir bakışın
parmaklar gibi kapamış olsam bile kendimi
sen hep yaprak yaprak açarsın beni, baharın
-dokunup ustaca, gizlice- açışı gibi ilk gülünü
(e.e. cummings)

öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
orada bütün ümitsizleri bekleyen ölüm
öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde
(louis aragon)

üç kibrit çaktım karanlıkta arka arkaya
birincisi yüzünü görmek için toptan
ikincisi gözlerini görmek için
üçüncüsü ağzını görmek için
sonra kararttım dünyayı
hatırlamak için bütün bunları
kollarımda sıkarak seni
(jacques prevert)

binbir zambak ekiyorum hayatın tarlalarına
ak alınlı rüzgara binbir çocuk
iyilik tüten güzel sağlıklı çocuklar
ve ufka nasıl bakacaklarını biliyorlar
ezgilerle yükselirken adalar
(odisseus elitis)

benim için hep dingin bir coğrafya oldu bedenin
uysal deniz suyunun gökkuşaklarıyla çevrili
ve sert rüzgarlarına adanmış kız kadırgaların
bin yıllık kepezlerin açığından yelkenler fora
aşıp geçen yıldızların ulu burnunu
(andre verdet)

dudaklar, öpüşler, aşk; her şey yeniden doğar
ölümsüz, o yalın unutuşla
gecenin kızlarıdır yıldızlar
(octavio paz)

"şairlerin gerçek yaşamöyküleri, onların yapıtlarıdır."

20.11.2008

karanlığın günü

leyla erbil

komşunu kendinde olanla imrendirmeyeceksin.

sen tutar ömrünü, cem sultan'ı kimin zehirlediğini araştırmaya adarsın, diyelim, cem sultan'ı fransızlar, diyelim ruslar zehirlemiş olsun, bundan sonra neyi değiştirir? ya da beriki, dante'nin divina commedia'sını ebul-ala maarri'nin, risalet-ül gufran adlı kitabından aynen çaldığını ispat etmekle tüketir hayatını; doğrudur da, çalmıştır, biliniyor da pekala, amma, ne fayda, gerçek artık o gerçek değildir, gerçek kaymıştır artık. divina commedia, dante'nindir! maarri'nin adı yoktur ortada. bütün dünya öyle biliyor ve böylece gerçek olmayan gelmiş gerçeği silmiş, yalanı yanlışı kazımıştır beynimize. eğer insanın içinde gerçek tutkusu cayılmaz ve yüce bir duygu olsaydı bu yanlışları benimseyemezdi insanoğlu. dante'yi değil, maarri'nin adını anardık. haklılık, ihanet, insanlık suçu; bunlar gerçek karşısında hayalet gibi kalmış, eskimiş kavramlardır, hiçbir şeyi değiştirmez gerçeği anlatmak!

şu emperyalizmin işlediği en ağır insanlık suçu nedir biliyor musunuz? dünyanın, insanların hala bağımsızlık, demokrasi, özgürlük gibi kavramlar yüzünden mücadeleye girebileceklerini ve kazanabileceklerini sandırtmasıdır! o istemeden, sanki yüce idealler uğruna, vatanseverlik adına çarpışabileceği ve dünyanın değiştirilebileceği umudunu besletmesidir. umudu körüklemesi, kışkırtmasıdır.

bugün milletler kendi kaderlerini kendileri saptayamazlar, bu kader başka güçlerce tanzim edilmiştir, edilmektedir ve edilecektir de.

ben o senin dediğin insan onuru sorununa geçmedim henüz. ben "batı'da da böyle oluyor bu işler!" demelerine karşı çıktım. batı'da oluyorsa ya da doğu'da da oluyorsa, yedi düvelde de aynen oluyorsa, mübah mı sayılacak günahlar, buna yanıt istedim.

"bu en iyisidir, bunu okuyun!" demek hakkını -halktan çok daha kültürlü olduğumuzdan ve kültürümüzün halkın aklının almadığı ve anlayamadığı bir şey olduğundan- kendimizde gören küçük burjuva buyurganlarıydık. onlarsa neye uğradığının farkına varamamış, kendi tiyatrosundan, kendi sinemasından, yazarından, resminden yoksun -daha önce böyle zevkleri tatmadığına göre neden yoksun olduğunu da bilemeyen- sazını çalıp türküsünü söyleyen, el çırpıp göbeğini atarak, bazı bölgelerde halay çekerek, bazı bölgelerde horon tepip hampir çekerek, bizden iyi eğlenip giden, bizi gereksinmeyen insanlardı.

peygamberimiz bir seferden dönüşünde, yolda "ey eshabım, şimdi küçük cihat bitti, büyük cihat başlıyor!" demiş; eshabıkiram, "efendim, büyük cihat nedir, kiminledir?" dediklerinde, "büyük cihat, kendi nefslerinizle yapacağınız cihattır!" diye açıklamıştı. 

bir kızla birlikte olmaktan utanıyor da gene birlikte oluyorsa bir delikanlı, o kızın ağına düşmüş demektir.

herkesin yaptığı iş, meydana getirdiği eser mizaç ve karakterinin aynasıdır. herkes yaratılışına göre davranır.

halkların kimi kazançlar elde ettiği doğru değildir, dostum. biz değişik zaman dilimlerinden bakıldığında öyle sanırız. halklar bugünün yeni teknikleriyle kuşatılmış bir dünyada, eski aşağılanmış durumlarını yeni biçimler içinde yaşamaktadırlar. bu biçimlerden biri de demokrasidir. bugün hitler yahudi öldüremiyor, onun yerine yahudiler öldürüyor; üstelik hitlercileri de değil. kölelik nereden kalktı? olsa olsa adı değişti!

insan anasının karanlık karnından bile mücadele ile kurtulur.

susma hastalığı dil tutulması değil hiçbir şeyi konuşmaya değer bulmama hastalığı olmalıdır.

yaşam öğretir kendini insana.. kedi, öz yavrusunu yer; insan, kendine yetemediğinden zulmeder, erkek diş biler kadına, kadın kocasını aldatır akla gelmez biçimde, kendi karmaşası dışında tertemiz kalmaya izin vermer yaşam, kendini savunmaya, hilekar olmaya sürükler senş, alıştırır kötülüklerine katar.