29.11.2012

uzun lafın kısası

antonio gramsci: eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı bir değersizleşme, bir çürüme, bir nihilizm dönemi yaşıyoruz.

mine söğüt: hayat tuhaflıklarla doludur ve katlanılabilir olmasını bu tuhaflıklara borçludur.

carlos fuentes: eğitim olmadan ne ilerleme ne de mutluluk olur; onun olmadığı yerde çürüme, barbarlık ve utanç vardır.

dragan babic: bir kızla bir arada olduğunda, kız yalnızca senin onun vücuduyla ilgili şeyler zırvalamanı tercih eder.

francesco sorti/rita monaldi: en korkunç düşman iki kulağımızın arasında uyuyandır.

herakleitos: insan ruhu bir uzak ülkedir ki ulaşılmaz, keşfe çıkılamaz.

john fowles: toplumun şansı kontrol altına almak için kullandığı yollardan biri de -kölelerinin seçme özgürlüğünü önlemek adına- geçmişin şimdiden daha asil olduğunu söylemektir.

lawrence durrell: din, tanınmayacak derecede yozlaştırılmış sanattan başka bir şey değildir.

paul lafargue: çağımız, çalışma yüzyılıdır, diyorlar; aslında acının, yoksulluğun, kokuşmuşluğun yüzyılıdır.

albert camus: hepimiz zindanlarımızı, cinayetlerimizi, yıkımlarımızı kendi içimizde taşırız.

seneca: hiç kimse bir maskeyi uzun süre taşıyamaz. rol yapma, çok geçmeden asıl doğasına döner.

thomas more: bazen yapacak bir şey kalmadığında zorunluluk sizi cesur kılar.

27.11.2012

el-beyati

nazım hikmet

şiirin şiir olmasından bu yana nice şair vardır inançlarının bedeli olarak özgürlüğünü ve hayatını yitiren. inancı uğruna yurdunun toprağı dışında kalmış, orada özlem dolu bir ömürden sonra ölüp gitmiş nice şair vardır.

şu yirminci yüzyılda bile, çevremize bakarsak, işkencenin, kanın ve baskıların pençelerini en fazla şairlere doğru uzattığını göreceğiz. bana sorarsanız bu durum, insanlığın umudu ve kurtuluşu olan sosyalist düzenin kuruluşuna dek sürüp gidecektir.

işte ıraklı şair dostum el-beyati de benim gibi. her gün, her saat, yurdunun, halkının özlemi içinde. şimdi burada, rusya'da olmasaydı bağdat zindanlarının sağır duvarları arasında çürüyüp gidecekti.

arap ve ırak şiirinin bu içtenlik ve inanç dolu büyük ustasına ırak yöneticileri niçin öyle baskı yöntemleri uygulamışlardır? isterseniz bu sorunun karşılığını yine el-beyati versin. yeşil ay adlı şiir kitabı umutla, aydınlıkla dolu bir yapıttır. bahçelerden, çocuklardan, bağdat'tan, büyük devrimcilerden, ekmekten, türkülerden söz ediyor. niçin sürgün edildi el-beyati? işte bunlardan söz ettiği için. bütün bunları şiirinin temeline vazgeçilmez ve sarsılmaz temalar olarak oturttuğu, hepsini de mertçe, yiğitçe söylediği için.

gerçek bir şair el-beyati. duygularını ve inandıklarını sözcük oyunlarına başvurmadan düpedüz anlatıyor. öyle her akımdan kendine bir pay çıkaran şairlerden biri değil o.

beyrut'ta, mısır'da, moskova'da, başka yerlerde onun şiirini bilenlere, okuyanlara, sevgi ve saygıyla ananlara çok rastladım. onun en beğendiğim yanlarından biri de şu: siyasal şiirlerinde bile insanın içine işleyen bir sıcaklık, bir sevecenlik, bir incelik var.

el-beyati ne zaman yurduna kavuşacak? bilemeyeceğim. ama gönlüm en kısa sürede bunun gerçekleşmesini diliyor. çünkü öyle bir kavuşma aynı zamanda ırak'ın bağımsızlığa ve demokrasiye kavuşmasıdır da.

kendisi bağdat'ta değil, bir gerçek bu. ama şiirleri orada yaşıyor, okunuyor, ezberleniyor.

25.11.2012

psikiyatri ve deliler

gündüz vassaf

psikiyatri bir baskı aracıdır.

sovyetler birliği'nde, 1968'deki prag baharı'ndan bir süre sonra, moskova'daki kızıl meydan'da, ellerinde mendil kadar çekoslovak bayraklarıyla toplanan birkaç sovyet vatandaşı, polis tarafından yakalanır ve bir akıl hastanesine gönderilir. neden? sovyet devletinin gücünü moskova'nın ortasında uluorta eleştiren hiç kimsenin aklı başında olamaz.

ezilenler arasında en az delilerle ilgileniriz. 

akıl hastanelerindeki delilerin özgürlüğü ve kamusal hakları uğruna pek kimse eyleme geçmez. oysa, tüm ezilenlerin içinde, kendi davalarını kamuoyuna yansıtamayan, yansıtmalarına izin verilmeyen, bu özgürlüğe sahip olmayan bir tek onlar var. onların yakınmaları olsa olsa bir başka psikiyatrist tarafından ele alınır ve karara bağlanır. basın toplantıları, protesto gösterileri düzenleyemezler; oy hakları bulunmadığı gibi, özel mülkiyetlerini bile diledikleri gibi kullanamazlar.

nietzsche'nin bir kitabını, van gogh'un bir tablosunu ya da dostoyevski'nin sara nöbetlerinin inceliklerini saatlerce tartışabildiğimiz halde, bir deliyle çok kısa bir süre birlikte kaldığımızda dahi son derece tedirgin oluruz. bir an bile yeter. beklenmedik şeylerden korkarız. delilerin beklenmedik şeyler yapmaları beklenir. bizler ise beklenmedik şeyler karşısında ne yapacağımızı bilemeyiz. tüm mesleki, toplumsal ve cinsel ilişkilerimizde, her şeyi önceden bilmek ve denetlemekten hoşlanırız. gerçekten denetleyemediğimiz tek şey olan düşlerimizi de ya unutur ya da bastırırız.

delilerle ya da delirmiş gibi davranan herhangi bir insanla birlikte olduğumuzda da, bize fiziki bir zarar gelmesinden değil de, beklenmeyenden korkarız daha çok. karşımızdaki kişi üstünü başını parçalayabilir, bir çocuk şarkısı söylemeye koyulabilir, bilmece gibi konuşmaya başlayabilir, öylece suspus oturabilir, kardeşçe bir sevecenlik gösterebilir ya da cinsel imalarda bulunabilir. bunlardan herhangi birini yapabileceği gibi, hiçbirini de yapmayabilir. ama daima tetikte olan bizler, ondan korkarız. onun yapılandırılmamış, özgür, belirsiz davranışları, bizler için, nasıl başa çıkacağımızı bilmediğimiz bir durum yaratır. bu, denetleyebileceğimiz bir durum değildir. denetleme gereksinimi hepimizin içindeki totalitarizmin bir belirtisidir. tümüyle özgür, yapılandırılmamış durumlar bizi rahatsız eder. tıpkı sessizlik gibi. delilerle birlikte olmak da böyledir. önceden üzerinde anlaşmaya varılmış kurallar yoktur. kendiliğinden ortaya çıkan davranışlar olabilir yalnızca. 

psikiyatrist, bireysel deliliğimizi frenleme ve sınırlama konusunda bize yardım ederken, aynı zamanda totaliter kolektif deliliğe uyum sağlamaya ve onu paylaşmaya yöneltir bizi. onun işi, topluma ayak uydurmamızı sağlamaktır. toplumun durup düşünecek zamanı yoktur. o hep hareket halindedir. bu tempoya ve strese dayanamayıp saf dışı kalan bazı bireyler olduğunda ya da bu tempoyu belirleyen idoller öldüğünde, başkaları hemen onların yerini alır. toplumun temposuna ayak uyduramamak, onun akışını ve sürekli değişen standartlarını yakalayamamak, psikiyatrist için de bizim için de psikolojik sorunların belirtisi sayılır. bu bağlamda, psikiyatriste giden kişi, yeniden yarış pistine çıkmadan önce yağlama servisinde teknik bakım gören bir yarış arabasına benzer. yarışın kendisi asla sorgulanmaz. tersine, yarışı sorgulayanlar psikiyatrist tarafından sorgulanırlar. 

kolektif deliliğin zirveye tırmandığı noktada, bireysel delilik şiddetle reddedilir. alman totalitarizminin sistematik olarak ortadan kaldırdığı ilk grup, deli diye anılan kişilerdi, akıl hastalarıydı. toplumun kolektif deliliğine kendini kaptırmayan tek kesim de yine onlardı; çünkü bireysel delilik, bireye özgüdür.

deli, uygarlığın anti-kahramanı olacaktır. standartlaştırma ve totalitarizmin her yere ve her şeye nüfuz etmesine rağmen hala deli olmayı başarabilenler, gerçekten çok güçlü ve eşsiz bireylerdir. "deli" sözcüğünü hafife almamalı; çünkü bu ayrıcalık pek az insana verilebilir. beraberinde çok büyük acılar getiren bir ayrıcalıktır bu. bu acılar nadiren hafifletilebilir. deli öylesine yalnızdır ki tuttuğu yolda, dünya ve evrenle duygu birliği içinde olsa bile, övgü ve cezanın da ötesindedir o.

23.11.2012

game of thrones

herkesin bir zayıf noktası vardır.

halkın sadık kalmasını sağlamanın tek yolu düşmandan daha çok senden korktuklarından emin olmaktan geçer.

bir kadının tek silahı gözyaşları değildir. en iyisi bacaklarının arasındadır.

insanlar ısınmak için bok yakılması gereken yerlerde yaşamamalı.

arkadaşı olmayan adamın gücü de olmaz. kimse bu dünyada yardım almadan hayatta kalamaz.

bütün hükümdarlar ya kasaptır ya da et. hangi büyük şey ölüm veya zulüm olmadan başarılmıştır?

hiçbir manzara giden kadınları seyretmeye benzemez.

"kralım ben" demek zorunda kalan adam gerçek kral değildir.

güç, insanların olduğuna inandığı yerdedir. bir numaradır. duvarda bir gölgedir. çok küçük bir adamın bile çok büyük bir gölgesi olabilir.

tanrılar haysiyetli olmamızı isteselerdi, ölürken osurmamıza izin vermezlerdi.

çetin yerlerden çetin erkekler çıkar. çetin erkekler de dünyaya hükmeder.

zengin adamlar, aldıklarından fazlasını vermeden zengin olmazlar.

yüzyıllık yalnızlık

gabriel garcia marquez

insanlar birinci mevkide giderken edebiyat yük katarına atılırsa, dünyanın anası bellenmiş demektir.

insanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.

hastalık bir kez eve girmeyegörsün, kimse yakasını kurtaramaz.

hiçbir şeyi aceleye getirmek iyi değildir.

arcadio, iktidarın güvenliğini ilk tattığı yıkık sınıfta, aşkın tedirginliğini ilk duyduğu odanın birkaç adım ötesinde hazırlanmakta olan ölümünü gülünç buluyordu. ölümü umursadığı yoktu; ama yaşam çok şey demekti. o yüzden de idam hükmü verildiği andaki duygusu korku değil, özlem oldu. son dileğinin ne olduğu soruluncaya dek ağzını açmadı.

son satıra gelmeden önce, o odadan bir daha çıkamayacağını anlamış bulunuyordu. çünkü elyazmalarında aureliano babilonia'nın şifreleri çözdüğü anda aynalar (ya da seraplar) kentinin rüzgarla savrulup yok olacağı, insanların anılarından silineceği ve yazılanların evrenin başlangıcından sonuna dek bir daha yinelenmeyeceği yazıyordu. çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkum edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olamazdı.

22.11.2012

cevdet bey ve oğulları

orhan pamuk

kadınlarımız köle gibi, ramazan'da oruç tutmayan mahkemeye çıkarılır.

hayat iyi yaşamaktır.

içki insanı günlük hayatın ötesine geçirir. yüzeysel şeyleri aşmasına yardımcı olur.

bedelini ödemeden hayatında derinlik arıyor.

hölderlin: tıpkı muhteşem bir despot gibi doğu, gücü ve göz kamaştıran ışığıyla insanları yere çalar; orada daha yürümeyi öğrenmeden diz çökmek, konuşmayı öğrenmeden dua etmek zorunda kalır.

durup derinlemesine düşünmek... bu insanı işte mutsuz yapar. türkiye'de böyle düşünmek insanı toplumun dışına iter.

doğu, karanlığın ve köleliğin ülkesidir.

türkiye'de insan hiçbir şeye aklıyla inanamaz. ya onlar gibi allah'a inanırsın, ya da hiçbir şeye. çünkü her şey sahte burada. her şey taklit! her şey yalan, ikiyüzlülük, kandırmaca dolu.

bu millet temiz giyinmeyi, doğru dürüst konuşmayı, her sabah yıkanıp tıraş olmayı ne zaman öğrenecek?

şimdi bir serbest seçim yapılsa, ikinci, üçüncü partilere izin verilse bütün hacılar, hocalar, madrabazlar meclis'e girer. o zaman onların meclis'e girmesini önleyecek kanunlar koymalı: mesela din siyasete alet edilemez, üniversite bitirmemişler milletvekili olamaz, sonra tüccarlar ve ağalar meclis'e giremez. sonra halkı da iyi insanları seçecek bir şekilde eğitmeli!

idealizm iyi bir şeydir; ama bana kalırsa hayatta elle tutulur bir şey yapmak daha iyi bir şeydir!

inkılap halkın hayrına olanları, halka rağmen, fakat halk için, halka getirmek işidir.

insanın başka bir özelliği olmayınca başkaları ondan öyle söz eder: iyi insan.

ben ne olmak istemediğimi biliyorum; ama ne olmak istediğimi bilmiyorum!

neşelenin, coşun, hayatın içine girin. yaşayın! anlaşın çevrenizle, uzlaşın! yoksa çok mutsuz olursunuz!

ilkesiz, eleştirisiz bir birlik hemen çözülmeye mahkumdur!

aradıkların odanda değil dışardadır (nazım hikmet)

burası türkiye! gerçeğin kendisiyle değil, kötü bir taklidiyle karşı karşıyayız!

eskileri bir bütünlük içinde sanmak eskiler kadar eski bir yanılgıdır!

başkalarının hatıra defterleri her zaman ilgi çekicidir!

ars longa, vita breve: sanat uzun, hayat kısadır. (hipokrat)

türkiye'de resim yapmak, insanın bağıra bağıra konuşması gereken bir ülkede dilsizliği seçmek gibi bir şey.

21.11.2012

din

george santayana: doğaüstüne duyulan inanç, insanın talihinin en kötü olduğu anda girdiği umutsuz bir bahistir.

lord byron: herkes gerçekleşmesini çok istediği şeylere inanmaya meyillidir. bu ister bir loto bileti, ister cennete gidiş bileti olsun.

samuel p. putnam: insan bilincindeki son batıl inanç, dinin iyi bir şey olduğu hakkındadır.

matt berry: inanç, kişinin kendi bütünlüğünü korumak yerine tanrı'nınkini koruma girişiminin bunaltıcı bir sonucudur.

john bice: kişisel dini inançların büyük bir oranı hakkında, kişinin ailesinin inançlarına ya da içinde yetiştiği kültüre bakılarak doğru bir tahmin yürütülebilir. dindarların kendilerine "benim dini inançlarım mantık ve kanıtlar üzerine mi inşa edilmiş, yoksa bana aşılanmışlar mı?" diye sormaları gerekir.

pearl s. buck: insanlara duyduğum inançtan başka bir inanca ihtiyacım yok.

buddha: sadece size böyle söylendiği ya da nesilden nesile aktarıldığı veya dini kitaplarınızda yazılı olduğu için ya da öğretmenleriniz ve büyükleriniz böyle istediği için bir şeye inanmayın. fakat gözlem ve analiz sürecinin ardından, bir düşüncenin mantığınıza uyduğunu, iyi nitelikler taşıdığını ve herkese faydası dokunacağını fark ederseniz onu kabullenin ve ona göre yaşayın.

richard burton: din üzerine çalışmalarımı sürdürdükçe, insanın kendisi dışında hiçbir şeye tapmadığından giderek daha fazla emin oluyorum.

20.11.2012

sınıf

rıfat ılgaz



doğdun doğalı ne oyun gördün, ne oyuncak
uyu benim maviş kızım
dem geçecek, devran geçecek
keloğlan murada erecek
sökülecek hasbahçenin çitleri
ağlayan nar gülecek

tek suçumuz hür insanlar gibi konuşmak
kitaplar suç ortağımız

yoklama defterinden öğrenmedim sizi
benim haylaz çocuklarım
sınıfın en devamsızını
bir sinema dönüşü tanıdım
koltuğunda satılmamış gazeteler

seni tek başına yetiştirmedik
gül yetiştirir gibi saksıda
bir limonlukta büyütmedik seni
kırağı çalmaz diye acı patlıcanı
salıverdik sokağa

her işe aklı yatan çocuğum
kalktığın zaman tahtaya
yüzünün kızarması neden
ayağında sağlamca bir pabuç
sırtında bir ceket yok diye mi
ne var bunda sıkılacak
utanmak bize düşer çocuğum
eğer çalışmadığın içinse
bildiklerin sana yeter
notun eskiden verilmiş
bilmediğin şahıs zamirleri olsun

bizim gayretimiz getirir de yazı
tadını başkaları çıkarır
kimin için bırakırız sıcak yatağı
fabrika düdüklerinden önce
bu kör boğaz için değil mi bütün çilemiz

19.11.2012

deliliğin dağlarında

h. p. lovecraft

insanın bu gölgeli delilik dağlarının eteklerinde kendi hayal gücüne mukayyet olması lazım.

bazı deneyimler ve imalar vardır ki, insanı iyileşmesine izin vermeyecek denli derinden yaralarlar ve geriye sadece o ilk dehşeti çağrıştıran, artmış bir hassasiyet bırakırlar.

geriye bakmaktaki asıl güdümüz belki de takip edilenin takipçisinin doğasını ve yönünü kestirmek için kullandığı, atalarından kalma içgüdüsünden başka bir şey değildi. kim bilir, belki de duyularımızdan birinin bilinçaltında sorduğu bir soruya kendiliğinden cevap arayışıydı.

anlatmam gereken gerçeklerden kaçınılmaz olarak kuşku duyulacak; yine de eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri çıkaracak olsaydım, geriye hiçbir şey kalmazdı.

18.11.2012

hayır

adalet ağaoğlu

her gerçek başlangıç ölümle eşdeğerdir, ölümü seçmek kadar yüreklilik ister.

sanat, içinde yaşanabilecek tek dünyadır. insanın gerçekten özgür olduğu tek yerdir.

parçalanmış değerler karşısında hayatla uyum sağlamak ikiyüzlülüktür.

aşkın kayığı
günlük yaşama çarptı (mayakovski)

faşizm yalnız topla, tüfekle, insanların kıçına cop sokmakla olmaz. haddini bilmezliğin, bırakın aydına, insana saygısızlığın her biçimi faşizmin ta kendisidir.

lin-po: bu dünyadaki yaşam, özlemi çekilen bir yaşam değildir.

bütün iyi ve güzel kitaplar bilinç anlarımızı ışıldatan kitaplardır. bütün tablolar, heykeller, müzik parçaları. avuçlarımızdan kaçan ne varsa, ancak onlarla yakalayabiliyoruz.

hayat; küçükmüş, büyükmüş, azmış, çokmuş demiyor, insanı her olguda yeniden sınıyor.

don't go gentle into the good night
rage, rage against the dying of the light (dylan thomas)

hayat değişecekse, kendini değiştirebilenlerle değişecek, yinelenişe ayak uyduranlarla değil.

elias canetti, büyük bir açıklıkla belirtiyordu: geleceğin gerçeği hem aydınlık hem karanlık, yani parçalanmış bir gerçekliktir.

herkesi, kendi küçük delilikleri ayakta tutar.

tek bir koltuğun bile bulunmadığı yerde yepyeni bir oturup kalkma, yepyeni bir yaşama biçimi elde edilir.

bir şeftalinin, bir üzümün tadı. yaşam başka ne ki?

antonin artaud: isteyerek kopardım kendimi yaşamdan, yazgımı değiştirmek istedim.

fazla aydınlık da sis kadar aldatır. göz kamaşır, hamlıklar örtülür, keskinlikler yumuşar.

edinilmiş alışkanlıklar gibi, incelikler de her zaman pusuda bekler; kendisini gösterebileceği aralıklar kollar; yoksa da yaratır.

kendi hayatını yaşayamayan, başkalarınınkini de öldürür.

hiçbir düş, hiçbir tasarı, hiçbir özlem sandıklarda kalmamalı.

her durumda özgür kimliğimizi koruyabilmek ancak edimle söylenebilecek şu iki sözcüğe bağlı: yinelemeye hayır! aynılaşmaya hayır! aynılığa hayır! her durumda özgür kimliğimizi koruyabilmek ancak edimle söylenebilecek şu tek ve son söze bağlı: hayır!

16.11.2012

paris sıkıntısı

charles baudelaire

bir dili ustaca kullanmak bir tür çağrışımcı büyü uygulamaktır.

güzelliği severdim; tanrısal ve ölümsüz olsaydı eğer.

güzeli incelemek bir düellodur ve bu düelloda sanatçı daha yenilmeden önce korku çığlıkları atar.

saf düşle, çözümlenmemiş izlenimle karşılaştırıldığında, kuralları konmuş sanat, olumlu sanat sövgüden başka şey değildir.

oy! zavallı köpeğim! yazık ki sen de, bu hazin yaşantımın iğrenç yoldaşı olan sen de, tıpkı halka benziyorsun, önlerine güzel kokular korsan öfkelenip kızarlar, özenle seçilmiş çöplük isterler.

kişi kıvancın sonsuzluğunu bir saniye olsun bulmuşsa, lanetlenmiş ne çıkar?

kokulu göğsünüzü şişiren iç çekişleriniz benim için ne anlam taşıyabilir civan yosmam? kitaplarda öğretilen bu yapmacık gösterişler, nedeni acıdan bambaşka olan bu bitmez tükenmez hüzün benim için ne anlam taşıyabilir? gerçek mutsuzluğun ne olduğunu size öğretmek geliyor bazen içimden.

şair için her şey, her yer açıktır; bazı yerler ona kapalı görünmüşse, girmek zahmetine katlanmıyor demektir.

parklarda bazı yollar vardır, oralarda daha çok düş kırıklığına uğramış sevi, mutsuz mucitler, kazanılmamış utkular, kırık yürekler, göğüslerinde hala bir kasırganın son iniltileri hırıldayan, kıvançlı ve başıboş gezginlerden uzaklara çekilen o uğultulu ve kapalı ruhlar gelir, diyor vauvenargue. bu loş sığınaklar yaşam topallarının buluşma yerleridir.

çinliler saatin kaç olduğunu kedilerin gözünden anlar.

bir yer varsa sana benzeyen ve her şey güzeldir orda, zengindir, sakindir ve dürüsttür; batı'nın çin'ini kurmuş orda düş gücü, kurup donatmış, yaşamı solumak tatlı, mutluluk sessizlikle evlenmiş orda. gidip orda yaşamalı, orda ölmeli! ancak böyle bir ortamda güzelleşirdi yaşam, evet, -zamanın daha yavaş işleyip daha çok düşünce içerdiği, duvar saatlerinin daha derin ve daha anlamlı bir sesle çaldığı yerde güzelleşirdi yaşam.

çok az masum eğlence vardır.

kimsenin yıkımından kıvanç duymam ben; bir duvar kağıdı gibi derindeki yıkımlarda yansıyan mutsuzlukların hazin zenginliği gerekmez bana.

delileri daha bir delirtir alacakaranlık.

oy gece! oy serinleten yoğun karanlıklar! içimdeki bir şölenin işaretisiniz sizler! işaretisiniz sizler bunalımdan kurtuluşun! ovaların yalnızlığında, başkentin yaşlı labirentlerindeki parlayan yıldızlarsınız, sokak lambalarının ışığı, özgürlük tanrıçasının hava fişeğisiniz!

ne tatlısın, ne hoşsun alacakaranlık! gecenin utkulu ağırlığı altında günün can çekişmesi gibi ufukta hala sürüklenip duran pembe ışıklar, batan güneşin son utkuları üstüne donuk bir kırmızıyı benek benek döken büyük şamdanlar, görülmeyen bir elin doğunun derinliklerinden çekip getirdiği ağır örtüler, yaşamın görkemli saatlerinde, insan kalbinde savaşan karmaşık duygulara öykünüyorlar.

pascal: bütün yıkımların nedeni odamızda kalmayı bilmemizdir.

ne başıboş düşüncelerim varmış, burnumun dibindekini uzaklarda arıyorum. mutluluk da, zevk de önüne ilk çıkan, rastladığın, arzu dolu ilk yerdeymiş. yanan bir ocak, parlak çiniler, midene layık bir yemek, sert bir şarap, çarşafları, pamuk gibi olmasa da, yeni değiştirilmiş koskocaman bir yatak, daha ne isterim ben?"

yalvaran gözlerin sessiz anlamı kadar insanı ürperten şey yoktur; o gözlerde, onları okuyabilen duyarlı insan için hem alçak gönüllülük, hem sitem, kamçılanan köpeğin yaşlı gözlerindeki o karmaşık duygusal derinliğe benzer bir şeyler vardır.

şaşırmaktan sonraki en büyük zevk şaşırtmaktır.

bir insana ummadığını verip onu şaşırtmaktan büyük zevk yoktur.

ruh, öyle ince, çoğu zaman öyle yararsız ve bazen de insanı öyle rahatsız eden bir şey ki, gezerken kartvizitimi yitirsem ruhumu yitirdiğimden daha çok üzülürdüm.

yanılsamaların sayısı insanın insanla ya da insanın nesneyle ilişkileri kadar çoktur. ve yanılsama bitince, yani varlığı ya da olayı bizim dışımızdaki haliyle, asıl haliyle görünce, yarı, hayal görüntünün kaybolmasından doğan eserden, yarı yenilik önündeki, gerçek olay önündeki hoş şaşkınlıktan doğan, garip ve karmaşık bir duyguya kapılırız.

"en korkunç acılar sessiz çekilen acılardır."

küçük alnında inatla direnen bir istem gücü ve kurbanın aşkı var. yine de, kabaran burun kanatlarının bilinmeyeni ve mümkünsüzü esinlediği kaygılı yüzünün altında, tarifsiz bir incelikle tomurcuğundan açılıp atılıyor gülücüğü bir büyük ağzın; kırmızı, beyaz, çok tatlı, bir yanardağ eteğinde açmış yüce bir çiçeğin tansığını düşleten ağzın. kadınlar vardır, elde edip yatmak istersin onlarla; ama bu kadın, bakışlarının altında yavaş yavaş ölmek isteği veriyor bana.

bütün erkeklerin bir melek çağı vardır: bu çağda erkek, orman perisi bulamadığı için meşe kütüğüne bile iğrenmeden sarılır. aşkın ilk evresidir bu. ikinci evrede seçmeye başlar. ancak, işin başka yanını düşünmez, aradığı tek şey güzelliktir. bana gelince, uzun süreden beri, güzel kokularla, süslerle falan çeşnilenmezse narin güzelliğin bile insanı doyurmadığı üçüncü evreyle onurlanmaktayım. hatta, gerçeği söylemek gerekirse, bilinmeyen bir mutluluğu arar gibi, kesin bir sessizlik olan o dördüncü evreyi özlüyorum zaman zaman. ama, melek dönemler bir yana bırakılırsa, kadınların insanın sinirini bozan, tepesini attıran aptallıklarına ve bayağı hallerine karşı ömrüm boyunca herkesten daha duyarlıydım. hayvanlarda en sevdiğim yan o doğal saflıklarıdır.

her hastanın yatak değiştirme tutkusuna kapıldığı bir hastanedir bu yaşam. kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere kıyısında iyileşeceğini sanır.

eşitlik yalnızca eşit olduğunu kanıtlayanın, özgürlük özgürlüğe layık olanın, onu kazananın hakkıdır.

15.11.2012

gerçek

fay weldon

insanlar gerçeğin kesin, tam ve sınırlı olmasını isterler. oysa gerçek daha çok, adım adım tırmanılması gereken bir dağdır. dağın doruğu bulutların arasındadır, çok seyrek olarak görülebilir ve asla ulaşılamaz, hiçbir zaman da ulaşılamamıştır; üstelik bu dağın, bizim algıladığımız görünümü, hangi aşamada durduğumuza ve şu kadarcık tırmanabilmek için bile ne denli yorulmuş olduğumuza bağlıdır. erdem, hep yukarı doğru bakmaktadır, yukarı doğru tırmanmaya çabalamakta ve kimi zaman, tehlikeli olgu ve duygu kayalarının birinden öbürüne kıvançla atlayabilmekte.

gerçek, tuhaf bir şeydir. kat kat soyulması gerekir; bir kez başladın mı geri dönemezsin. kimi zaman bu işe hiç girişmemek, duruma olduğu gibi katlanmak daha iyidir. gerçeğin mutluluk ya da yürek huzuru getireceği garanti edilemez. gerçek tehlikeli olabilir. sözle tanımlanabilecek bir şey bile değildir. daha çok, bilenlerin tırmanmaya çalıştıkları bir dağdır.

cinayet gizli kalmaz derler ya, gerçek de gizlenemez. gerçek, cinayetten daha tehlikelidir. gerçekle baş etmenin sanatı, gerçeği ortaya vurmaktır ama ufak ufak; böylelikle denetimin altında tutabilirsin. yoksa onu düşmanların ele geçirir, senin aleyhine kullanırlar; önce sen konuş; yoksa onlar konuşacaklardır.

14.11.2012

bir düğün gecesi

adalet ağaoğlu

aşkın düğünü, kendisidir.

içime yumulup kalmışım. geceler boyu bir tek şey boyuyorum. garip bir tutsaklığın, ilk kez yüz yüze gelinen türden bir yalnızlığın resmini boyuyorum.

"kibir küçüklüktür. ahlaklı insan kendini olduğundan fazla görmeyendir."

coşku ve akıl, mantık ve iyi niyet hiçbir zaman aynı yerde, hele bir bozgun noktasında asla buluşamaz diyebilecek robotlar hala var bu yeryüzünde.

insan kitaplardan ve kürsülerden iyice yere indi mi, artık batsan da, çıksan da yürürsün.

kaş çatmanın, insanlığı geri itmenin gereği yok. ne yaparsan yap, insan gibi yap. ne yaparsan yap, kendinden kaçmadan yap. yalnız başka güçlüklerden değil, kendi güçlüklerinden de kaçmadan yap. devrimse de, sevdaysa da. birini iyi yapan, ötekini de iyi yapar zaten.

insan duygu gölüne balıklama ne zaman dalacağını önden hiç kestiremez. bunun için de en uygun zaman, gerginliğin en uç noktaya vardığı anda sevginin de en uç noktaya vardığı an olmalı.

sevdaya sırt çevrilmez; gençlik, sevdasıyla da, devingenliğiyle de kendini yaşamalıdır.

karl marx: gençliğin eylem biçimi küçük burjuvanın eylem biçimidir. küçük burjuva davranışlarının serüvenciliği, kaypaklığı, sorumsuzluğu ve şiddete, teröre yatkınlığı gençlik eylemlerinde de görülür.

allah kahretsin ya.. bu maskara gece, bu mağmum düğün, en çok gülenimizi en çok ağlatıyor. en aldırmazımız en çok yaralanıyor.

intihar etmeyeceksek içelim bari!

13.11.2012

demokrat parti

uğur mumcu

bundan 10 yıl önce, şimdi "masal saati"nin okunduğu saatlerde bütün türkiye radyoları, yassıada duruşmalarını yayınlardı. gazi osman paşa marşı ile başlayan yayın tok sesli bir spikerin açıklamaları ile devam eder ve yüksek adalet divanı başkanı salim başol, sanıkların "bağlı olmayarak getirildiklerini" bildirerek duruşmaya başlardı. 1950-60 devrinin dehşetengiz politikacıları, başol'un karşısında küçüldükçe küçülürler, "hatırlamıyorum reis beyfendi", "keşke bizi uyarsalardı", "ben cahil bir adamım, bu işleri ne bilirim" diyerek suçlarına özür ararlardı. yassıada duruşmaları, memleketi 10 yıl yönetmiş olan kadronun zavallılığını, korkaklığını, köksüzlüğünü ispat etmiş, demokrasi adına yola çıkmış siyasetçilerin, hangi çıkarları temsil ettiklerini ortaya koymuştur. bu bakımdan yassıada duruşmaları uydurma demokrasinin ibret tablolarından biri olmuştur.

yassıada'da yüksek adalet divanı'nda üniversite olayları görüşülürken, divan başkanı, sanık başbakan adnan menderes'e "üniversitenin temelinin altına gireceğim" şeklinde söylemiş olduğu bir sözü hatırlatmış ve "üniversitenin temelinin altına girersen, üniversite işte böyle başına yıkılır" karşılığını vermişti. üniversite duvarları siyasal iktidarlar için hiç de tekin yerler değildir. hukuk dışı yollarla, görev yaptıklarını sanan emniyet amirlerine de yassıada tutanaklarını gözden geçirmelerini salık veririz. bu tutanaklarda eski meslektaşlarının ifadelerine rastlayacaklardır. unutmasınlar ki, anayasa dışı her davranışın hesabı sorulacağı gibi, görevlerini kötüye kullanan devlet memurları da bir gün hesap vereceklerdir. bugünlerin hiç de uzak olmadığını, yaşayacağımız olaylar ispat edecektir!

yassıada duruşmaları sonunda, bir devrin siyasetçileri, anayasayı şiddet yoluyla değiştirdikleri için çeşitli cezalara çarptırıldılar. başbakan ile iki bakan bu gerekçe ile asıldılar. suç: anayasayı şiddet yolu ile değiştirmek. ceza: ölüm. demek ki, anayasa ihlali dediğimiz suç, gerçekten son derece önemli. umulurdu ki, 27 mayıs ihtilalinden sonra gelen iktidarlar, yassıada kararları karşısında son derece dikkatli olacaklar ve anayasayı ihlalden kaçınacaklar.

bir başbakan ve iki bakan bu hukuksal gerekçelerle asıldılar. devletin kuvvetlerini, anayasayı uygulamama yolunda kullanmak, anayasada yetki alanları çizilmiş devlet kuvvetlerinin işleyiş koşullarını değiştirmek, bazı kurullara olağanüstü devlet yetkileri vermek, anayasayı ihlal suçunun gerekçeleri olarak sıralanmaktadır. gerçekten, anayasa ve ceza hukuku açısından durum gerekçelerde açıklandığı gibidir.

kurtuluş savaşı bir "kutsal isyan"ın ulusal bilincidir. 27 mayıs 1960 devrimi de, 1946 anti-kemalist sandık darbesine ulusal tepkidir. demokrat parti, toprak ağalarının ve uluslararası kapitalizmin örgütüydü. türk halkı bu devrede, sadece geriliğe, karanlığa ve uyduluğa mahkum oldu. amerikan emperyalizmi, kuran kursları, imam-hatip okulları, nur tarikatları, namussuz ve satılık politikacılarla türkiye'yi yönetmişlerdi.

demokrat parti, 1945 yılında hazırlanan toprak kanunu'na muhalefet eden 4 milletvekili tarafından kurulmuştur. siyasal tarihimizde "dörtlerin takriri" adıyla anılan bu muhalefetin önderleri bayar, menderes, koraltan ve köprülü'dür. bütün tutucu partilerin bugün bayrak yaptıkları 1946 ruhu, temelinde büyük toprak mülkiyetinin yattığı bir sağcı sandık darbesidir. büyük toprak mülkiyetini korumak için girişilen bu hareket, bir süre sonra ticari kapitalizmle bütünleşerek demokrat parti iktidarını oluşturmuştur. aynı yıllarda, devrimci düşünceye, aydınlara, sanatçılara karşı takınılan faşist tutumu, bu karşı devrim koşulları içinde değerlendirmek gerekir. köy enstitüleri'nin kapılarına kilit vurup imam-hatip okulları'nı açmak, devrimci örgütlenmeyi yasa yoluyla önlemek çabaları, hep bu parlamenter faşizmin gerekleriydi. bu koşullarla gelişen ve güçlenen bir iktidar, 10 yıllık bir devreden sonra "anayasayı tağyir, tebdil ve ilga" etmekten sanık olarak yargılanmış ve mahkum olmuştur.

medianeras

gustavo taretto

21. yüzyılda boş bir "gelen kutusu"ndan daha moral bozucu ne olabilir ki?

martin: internetten tanıştığın biriyle yaptığın buluşmalar mcdonalds menüleri gibi. fotoğrafta daha büyük ve daha lezzetli görünüyorlar. her ne zaman biriyle buluşsam, big mac'te yaşadığım aldatmacanın aynısını yaşıyorum.

buenos aires kontrolsüz ve çarpık bir şekilde büyüyor. terk edilmiş bir ülkenin aşırı kalabalık şehri. bu şehirde binlerce bina gökyüzüne doğru yükseliyor. gelişigüzelce. uzun bir binanın yanında kısa bir bina. orantılının yanında orantısız. fransız tarzının yanında ise tarz yoksunu bir bina. bu çarpıklıklar muhtemelen mükemmel bir şekilde bizi temsil etmekte. estetik ve ahlaki çarpıklıklarımızı.

hiçbir mantığı olmayan bu binalar, kötü planlamanın eseri. tıpkı hayatlarımız gibi: nasıl yaşamak istediğimize dair hiçbir fikrimiz yok. buenos aires, sanki bir mola yeriymiş gibi yaşıyoruz. bir "kiracı kültürü" yaratmışız. binalar daha küçük binalara yer açmak için giderek küçülüyorlar. evler oda sayılarına göre ölçülüyor ve balkonu, oyun odası, hizmetçi odası ve kileri olan 5 odalılarla, "ayakkabı kutusu" olarak bilinen tek odalılar arasında değişiyor. insan eli değen her şey gibi, binalar da bizi birbirimizden ayırıyor. bir ön giriş, bir de arka giriş var. ferah ve basık evler var. seçkin insanlar a ya da bazen de b blokta oturuyorlar. harfler ilerledikçe apartman kötüleşiyor. vaat edilen manzara ve ışık nadiren gerçekle örtüşüyor. nehrine sırtını dönen bir şehirden zaten ne beklenebilir ki? ayrılıkların, boşanmaların, aile içi şiddetin, kablolu kanal sayısındaki patlamanın, iletişim eksikliğinin, umursamazlığın, uyuşukluğun, depresyonun, intiharların, asabiyetin, panik atakların, obezitenin, gerginliğin, güvensizliğin, melankolinin, stres ve hareketsiz yaşam tarzının mimar ve mühendislerin suçu olduğundan adım gibi eminim.

intihar hariç bu hastalıkların hepsi bende var. işte bu benim tek odalı evim. 120 metrekare ve nefes almayan bir akciğer için bir tane küçücük penceresi var. santa fe, 1105 numara. 4. kat. h blok. bilgisayarın başına 10 sene önce oturdum ve başından sanki hiç kalkmadım. gelecekte internet var mı bilmiyorum ama benimkinde var: sayfa tasarımı yapıyorum ve burası benim siber uzayım. işimi iyi mi yapıyorum yoksa erken mi başladım bilmiyorum ama başımı kaşıyacak vaktim olmuyor. psikiyatrımın fobi sayfasını yaparak başlamıştım: fobi onun uzmanlık alanı, ona da haftada 2 kez bu yüzden gidiyorum.

bilgisayar oyunu bağımlılık yapıyor. hap bağımlısı olmak istemeyen uykusuzlar için birebir. psikiyatrım fobimden kurtulma yolunda ilerlediğimi söylüyor. sürekli nükseden, ciddi panik ataklar yüzünden kendimi yıllardır eve kapatmış durumdayım. oyunlarda, uzman seviyesinde 17 şampiyonluk kazandım. 4 defasında yenilgi yüzü görmedim, 9 defa da gol kralı oldum. federer'i wimbledon'da 4 kere yendim. corleone ailesinin "baba"sı oldum. tamamen soyutlanmıştım. korkuyordum. psikiyatrım şehir korkumu yenmem için bir strateji geliştirdi: fotoğraf çekmek. şehri ve insanları yeniden keşfetme yolu. gözle görülmeyen güzellikleri arama sanatı.

gözlem yapmak hem var olmak hem de olmamaktır. ya da farklılaşmaktır.

kendi kendimi oyalıyorum. otobüse ya da taksiye binmiyorum. metroyu daha az kullanıyor, uçağa ise hiç yaklaşmıyorum. sadece yürüyorum ve yaşam çantamı yanımdan ayırmıyorum. içindekiler ise: 10 mega piksel kameralı bir leica dlux 3. rivotril damla, 2.5 mg. amoksisilin 500. ibuprofen. güneş gözlüğü. plastik bir yağmurluk. 21 parçalı isviçre çakısı. el feneri ve bataryası. 3 paket prezervatif. bozukluk halinde 400 peso. içinde 8.000'den fazla şarkı olan 60 gb'lık bir ipod. 3 tane tati filmi. bir defter. son olarak da bir kaza ya da panik atak durumda nasıl hareket edileceğine dair plastik bir kart. çantanın ağırlığı 5.8 kg, yani ağırlığımın %7'si.

mariana: 2 yıldır mimarım ama henüz bir şey inşa etmiş değilim. ne bir bina, ne bir ev, ne de bir banyo. hiçbir şey. sadece içinde yaşanamayan maketler yaptım ve tek sorun boyutları değil. diğer yapılarla da aram iyi olmadı. yaptığım tüm desteklere rağmen, 4 yıllık ilişkim çöküverdi. hayatım bir oyun olsaydı, 5 kare geri gitmek zorunda kalırdım. işte bu yüzden buradayım: 27 kutuya sığan düzensiz hayatımla, 12 metrelik naylonun üzerine oturmuş, hava kabarcıklarını patlatıyorum, böylece kendimi patlatmamış oluyorum. bu benim yeni ama eski ayakkabı kutum, şu saçma 5 basamak da onu "dubleks" yapıyor. ve bu acayip şey; yarı pencere, yarı balkon, tüm yıl boyunca hiç güneş görmüyor. santa fe bulvarı, 1183 numara. 8. kat. g blok. gastritin g'si.

bir gezegenin çok küçük bir parçasıyım, o gezegen bir sistemin parçası, o sistem de bir galaksinin parçası. binlerce galaksi de evrenin bir parçasını oluşturmakta. bu durum bana, sınırsız ve sonsuz bir bütünün parçası olduğumu hatırlatıyor.

kimi aradığımı biliyorken, onu bulamıyorsam, kimi aradığımı bilmeden, onu nasıl bulacağım?

farklı biriyle nasıl bu kadar yakın olunabilir? 4 yıllık ilişkiden çıkardığım aptal sonuç işte bu. 4 yıl, yani 48 ay. 1460 gün. yanlış biriyle birlikte geçen 35.040 saat. bir gece ona baktım ve her şeyi fark ettim: ilk kez, uzaktı, sanki tamamen yabancı biriydi. birden bir yabancıyla yalnız kaldığımı hissedince, tüylerim diken diken olmuştu. ve işte buradayım: onunla birlikte yaşamak için terk ettiğim aynı evdeyim. aynı aynanın önündeyim. tam 4 yıl sonra.

internet beni dünyaya yaklaştırsa da, bir o kadar da hayattan uzaklaştırıyor. internetten bankacılık işlemlerini yapıyorum, dergilerimi okuyorum, müzik indiriyorum, radyo dinliyorum, yemek siparişi veriyorum, film izliyorum, sohbet ediyorum, ders çalışıyorum, oyun oynuyorum, seks yapıyorum, araştırma yapıyorum.

dinlerin tipik özelliğidir; olanaksızı vaat ederler, böylece talep ettikleri fedakarlıklardan pişmanlık duymazsın.

pablo ile olan ilişkim dijital çağ ile uyumluydu. başlarda aldığım fotoğraf makinesi ile 4 yılın tamamını belgeledim. ilk yıl 380 fotoğraf çekmişim. ikinci yılda 176. üçüncü yılda 97. son yılda ise 4. basit, geri dönüşümsüz bir şekilde, 38.9 mb'lık geçmişi çöp tenekesine gönderiyorum. keşke kafam da laptopum gibi çalışsaydı da, her şeyi bir tıkla unutabilseydim.

şu kablolardan ne zaman kurtulacağız? hangi süper zeka nehir manzarasını binalarla, gökyüzünü de kablolarda kapattı acaba? kilometrelerce uzanan bu kablolar bizi birleştirmek için mi, yoksa ayırmak için mi? kimse dışarı çıkmıyor. cep telefonları, bizi hep birbirimize bağlayacağını vaat ederek, dünyayı işgal etmiş durumda. mesaj çekmek ise, en güzel dillerden birinin sözcük dağarcığını ilkel, sınırlı ve kısık kelimelere indirgeyen, 10 tuşlu bir sistem. ileri görüşlü insanlar, geleceğin fiber optik kablolardan oluşacağını söylüyorlar. evlerimizi işyerimizden bir tuşla ısıtabileceğimiz açıklandı. tabii ya! ne de olsa, evde yolumuzu gözleyen hiç kimse olmayacak. sanal ilişkiler çağına hoş geldiniz.

12.11.2012

kendiyle barışmak

goethe


acılara gebedir tutkular! kim yatıştırabilir
çok şeyler yitirmiş bir yüreğin ürkekliğini
hızla uçup giden zamanlar, şimdi nerededir
boşunadır artık en güzelin sana nasipliği
bulanıktır ruh, karmakarışıktır başlangıçlar
dünyanın yüceliğini de algılamaz olur duyular

işte o anda yükselir müzik, melek kanatlarının titreşimleriyle
milyonlarca ve milyonlarca ezgiden oluşma bir örgü gibi
alabildiğine sızmaya başlar insanın bütün benliğine
doldurur içine sonrasız bir güzelliği
bir hazza dalar gözler, algılar yüce bir özlemle
hem ezgilerin, hem de gözyaşlarının kutsal değerini

ve böylece rahatlayan çarpıntılı yürek hisseder ki
yaşamaktadır, çarpmaktadır ve çarpmak ister hala
o olağanüstü cömert armağana içten teşekkürlerini
sunmak için kendi kendini yanıtlarcasına
işte o anda -ah, hep sürebilse ne olurdu-
yaşanmıştır artık müziğin ve aşkın çifte mutluluğu

ingiliz müziği

peter ackroyd

kendine karşı dürüst ol. o zaman başkalarına karşı da dürüst olursun.

düşler çok özel şeylerdir. sıradan dünyadaki herhangi bir şeyden çok daha fazla gerçek olabilirler.

st. augustine: gördüğünü yorumlayabilen kişi, onu yalnızca görmüş olandan daha yüce bir peygamberdir.

mutsuz olduğunda küçülüyorsun, daralıyorsun. hiç kimseciklerle kaynaşamıyorsun. gökyüzü üzerine çöküverecek sanıyorsun.

gerçek, herhangi bir uydurma öyküden daha tuhaftır.

hiçbir şeyden hiçbir şey çıkmaz.

dünya bir denizdir: içinde mutlaka hepimizin boğulması gereken denizdir, dünya.

günün sıcağının yolunu kesmek için onların sözcüklerini kendimizinkilerle karıştırıp dokuyarak dünyaya karşı barikat oluşturmak amacıyla da pekala kullanabiliriz kitaplarımızı.

kitaplar eskimez. onların gösterişli bir bilgelikle, buluşla yeniden can kazandırılmaya gereksinimleri vardır.

en iyi yürüyüş, belleğin yolunda yapılandır.

platon: müzik, şarkıcılar topluluğunu ya da bir araya toplanmış şarkıcıları onun aracılığıyla yönettiğimiz bilgidir.

yürümek en iyi ilaçtır derler. günde üç saat yürüyen kişi 7 yılda dünyanın çevresine eşit yol almış olur.

gerçek her zaman dürüstçe arandığı yerde bulunur.

insanın çerçevesi, doğadaki herhangi başka bir nesneden daha çok yılansı çizgilerden oluşmuş kısımlara sahiptir.

enerji her şeyi değiştirir. enerji ve hayal gücü dünyayı değiştirebilir.

hiçbir şey yitip gitmez: hep kalır o düşünceler, havada asılı.

joshua reynolds: hiç yoktan hiçbir şey var olamaz.

düş, dünyanın gizli yaşamını açığa çıkarır.

11.11.2012

kadın

nancy julia chodorow

kadın olmanın sorunu budur: öteki kadınlar için benzersiz değilsinizdir.

bilinç dışı, bastırılmış arkaik cinsel isteklerden oluşur; bastırma ve direnme, erken gelişim dönemi ve bu dönemdeki iniş çıkışlar etrafında -ve aracılığıyla- örgütlenir; oidipus kompleksinin çözümlenmesiyle de kalıcı olarak yapılanır.

kadınlar erkeklere göre kendilerini mahremiyet ve bağımlılık içinde daha rahat hissetmeye yatkındır; oğlan çocuklar fiziksel olarak kız çocuklardan daha saldırgandır; kadınlar histeriye, erkekler saplantıya eğilimlidir; oğlanlar dışavurur, kızlar içe atar.

insanlar kendi zihinsel semptomlarını kendileri yaratır.

10.11.2012

orlando

virginia woolf

felaket ve ölüm, her yeri kaplar. insan hayatı mezarda sona erer. kurtçuklar bizi yer.

sağaltıcı önlemler midirler, en incitici anıların, hayatı sonsuzca sakatlayabilecek olayların şiddetlerini törpüleyen ve bunların en çirkin, en alçakça olanlarını bile bir ışıltıyla, akkorlukla yaldızlayan kara bir kanatça silinip süpürüldükleri esrimeler midirler? karmaşası bizi paramparça etmesin diye ara sıra ölümün parmağı hayatın üstüne mi uzanmalıdır? ölümü her gün ufak dozlarda almazsak yaşama gailesinin altından kalkamayacak biçimde mi yaratılmışızdır? hem sonra, en gizli davranışlarımızın içine işleyen ve bizlerin rızamız olmaksızın en değerli varlıklarımızı değiştiren bu garip güçler nelerdir? acısının aşırılığı yüzünden bitip tükenen orlando bir haftalığına ölmüş de sonra yeniden mi dirilmiştir? ve hal böyleyse, ölümün mahiyeti nedir?

peru'nun tüm altınları ustaca yazılmış bir satırı satın alamazlar.

ün, kolları kasan bir örme paltodur, yüreğe gem vuran gümüşten bir gömlektir, bir korkuluğu kaplayan boyalı tenekedir. ün insanı kısıtlar, ona engel olurken tanınmamışlık gibi bir sis gibi sarardı onu, tanınmamışlık karanlık, geniş ve özgürdü; tanınmamışlık zihnin hiçbir engelle karşılaşmadan özgürce yol almasına izin verirdi. tanınmamış insanın üstüne karanlık merhametle dökülür. kimse nereye gidip geldiğini bilmez. gerçeği arayıp gerçeği dile getirebilir; yalnız o özgürdür; yalnız o doğrucudur, yalnız o huzurludur.

harpya: yunan mitolojisinde yer alan, adları "kapıp kaçanlar" anlamına gelen, kadın başlı, geniş kanatlı, sivri pençeli bir çeşit yırtıcı kuş.

ben uyuyan yavru geyiklerin koruyucusuyum; kıymetlimdir kar ve yükselen ay ve gümüşsü deniz. örterim kaftanımla çilli tavuğun yumurtalarını ve istiridyeyi; örterim ayıpları ve yoksulluğu. zayıf, karanlık ve kuşkulu ne varsa üstüne iner duvağım. bunun için konuşma, açık etme! sakın, ah sakın!

ben insanların hicap dedikleriyim. bakireyim ve hep öyle olacağım. bitek tarlalarla ve doğurgan bağlarla işim yok benim. çoğalmak iğrençtir bana ve elmalar tomurcuklanıp sürüler yavrulayınca kaçar, kaçarım. pelerinimi kapatırım üstüme. saçlarım gözlerimi örter. görmem. sakın, ah sakın!

gerçek, iğrenç içinden çıkma sakın. daha derinlere saklan, korkunç gerçek. çünkü sen bilinmemesi ve yapılmaması gereken şeyleri acımasız gün ışığında göğsünü gere gere sergilersin; utanç verici olanı gözler önüne serersin; karanlıkta olanı apaçık edersin. saklan! saklan! saklan!

çingenelerde "güzel"i karşılayan bir sözcük yoktur.

insanoğlunun bağrında hiçbir tutku başkalarını kendi inandıklarına inandırma arzusundan daha güçlü değildir. hiçbir şey kendisinin yüce saydığı bir şeyi başkasının küçümsediğini sezmek kadar insanın mutluluğunu kökünden sarsıp içini öfkeyle dolduramaz.

semti semte kırdıran, mahalleyi mahallenin mahvolmasını istemeye iten hak sevgisi değil, üstün gelme isteğidir. her biri doğrunun galip gelmesinden ve erdemin yüceltilmesinden çok kafasının dinç olmasının ve kendine boyun eğilmesinin arayışı içindedir; ancak bu ahlak dersleri son derece sıkı olup tarihçiyi ilgilendirir ve ona bırakılmalıdır.

hiçbir şey karşı koyup sonra teslim olmaktan, teslim olup sonra karşı koymaktan daha harika olamaz. gerçekten de ruhu başka hiçbir şeyin yapamayacağı kadar coşturuyor. öyle ki, sırf bir denizci tarafından kurtarılmanın zevkini tatmak için kendimi tutup denize atmayacağımdan pek emin değilim.

bir kadının bileklerini gördünüz diye direğin tepesinden düşersiniz. kadınlar sizi övsünler diye kukla gibi süslenir püslenir, sokaklarda geçit yaparsınız; size gülmesin diye kadını eğitimden yoksun bırakırsınız; en çelimsiz eksik etek tazelerin bile esiri olup yine de dünyaları siz yaratmışçasına kasılırsınız.

dünyanın yönetimini ve düzenini başkalarına bırakmak; askeri hırslardan, güç sevdasından ve bütün diğer erkeksi tutkulardan arınmış olmak çok daha iyi; eğer insan böylece insancıl ruhun bildiği en yüce hazların dolu dolu tadına varabilecekse çok daha iyi; bu hazlar ki derin düşünce, yalnızlık ve aşk.

gürültüden sonra sessizliğin daha yoğun olduğu hala bilimsel olarak kanıtlanmamıştır. ancak insana ilanı aşk edildikten sonra yalnızlığın daha bir belli olduğuna pek çok kadın tanıklık edecektir.

önemsiz ayrıntılarmış gibi görünseler de giysilerin bizleri sıcak tutmaktan daha önemli işlevleri vardır. bizim dünyaya bakışımızı ve dünyanın bize bakışını değiştirirler. bizlerin giysileri değil, giysilerin bizleri giydikleri görüşünü destekleyecek pek çok şey var: biz onlara bir kol ya da göğüs biçimi verebiliriz; oysa onlar yüreklerimizi, beyinlerimizi, dillerimizi gönüllerince biçimlendirirler.

çoğu zaman, bir saatlik suskunluk her şeyden daha esriticidir.

yanılsamaların gerçekle çarpıştıklarında paramparça oldukları herkesçe bilindiğinden, yanılsamanın hüküm sürdüğü yerde gerçek mutluluk, gerçek zeka, gerçek derinlik barınamaz.

bir saat önce uğranılan kadar büyük bir düşbozumu insanın kafasını allak bullak eder. her şey eskisinden on kat açık ve çıplak görünür. bu, insan ruhu için çok tehlikeli bir andır. böyle anlarda kadınlar rahibe, erkekler rahip olurlar; böyle anlarda varsıllar bir imzayla varlıklarından olurlar ve mutlular et bıçağıyla boğazlarını keserler.

bir şair okyanusla aslanın bileşimidir. biri sizi boğarken öbürü kemirir. dişlerden kurtarırsak canımızı, dalgalara boyun eğeriz. yanılsamayı yıkan biri hem canavardır hem de taşkın su. dünya için atmosfer neyse, ruh için yanılsamalar odur. o güzelim havayı dürüp kaldırırsanız bitkiler ölür, renkler solar. üzerinde yürüdüğümüz dünya kavrulmuş kor halini alır. bastığımız sönmemiş kireçtir ve alev alev parke taşları ayaklarımızı yakar. gerçektir bizi mahveden. hayat bir düştür. uyanmak bizi öldürür. düşlerimizi çalan hayatımızı da çalmış demektir.

şimdilik tek çıkar yol camdan dışarıyı izlemek. serçeler vardı, sığırcıklar vardı; her biri kendince uğraşlara dalmış birkaç güvercin ve bir iki karga vardı. biri bir solucan bulur, öteki bir salyangoz. biri uçup bir dala konar, bir başkası çimenlerin üstünde hoplayıp zıplar. derken yeşil çuha önlüklü bir uşak avluyu geçer, herhalde kilerde hizmetçi kızlardan biriyle bir dümen peşindedir; ama avluda gözle görülür bir kanıt konmadığı için önümüze, ummaya devam edip burada bırakmalıyız işi. kalınıyla incesiyle bulutlar alttaki çimenlerin rengini bir parça değiştirerek geçerler. güneş saati her zamanki gibi üstü örtülü biçimde zamanı bildirir. insanın zihni bu hayat denen şey konusunda boşu boşuna, yararsızca bir iki soru sormaya başlar. hayat diye bir şarkı tutturur, daha doğrusu ocak üstündeki çaydanlık gibi mırıldanmaya başlar. hayat, hayat, sen nesin? aydınlık mısın, karanlık mısın, uşak yamağının çuha önlüğü müsün; yoksa çimenlerin üstünde sığırcık gölgesi misin?

selam doğal arzu! selam mutluluk! kutlu mutluluk! ve hazzın her türlüsü; biri solsa, öbürü sarhoş etse de çiçekler ve şarap, selam size ve pazarları londra dışına iki buçuk şilinlik biletler, karanlık bir kilisede ölüm üzerine ilahiler okumak ve herhangi bir şey, daktiloların tıpırtısını, mektupların dosyalanışını, imparatorluğu bir arada tutan halkaların ve zincirlerin dökümünü durduracak, allak bullak edecek her ne varsa, selam. tezgahtar kızların dudaklarının üzerindeki çiğ kırmızı yaylar (sanki aşk tanrısı başparmağını kırmızı mürekkebe batırmış da geçerken beceriksizce nişanını bırakmış) size bile selam. selam mutluluk! kıyıdan kıyıya koşan balıkçı kral ve doğal arzunun tüm karşılanışları, ister erkek romancıların söyledikleri şey olsun; ister yakarış; ister yadsıyış; hangi biçimde gelirse gelsin, selam! ve dileriz daha fazla ve bilinmedik biçimlerde gelir. çünkü ırmak yatağında karanlık akar -keşke sözcüklerin anıştırdıkları gibi "düş kurar" olabilseydi- hem de her zamanki nasibimizden daha bulanık ve beter; düş kurmadan ama canlı, kendinden hoşnut, akıcı, her zamanki gibi zeytin yeşili gölgeleriyle kıyıdan kıyıya apansız ok gibi fırlayıp gözden yitiren kuşun kanadının mavisini bastıran ağaçların altından.

her şey dingindi. neredeyse gece yarısıydı. ay kırların üstünde ağır ağır yükseldi. ışığı toprağın üstüne bir hayalet şato dikti. malikane bütün pencereleri gümüşe bulanmış duruyordu. ne duvar vardı ne varlık. her şey hayaldi. her şey dingin.