28.02.2011

uzun lafın kısası

david mamet: oğlan kıza "ne güzel bir elbise!" der; "altı haftadır sevişmedim." demez.

arthur rimbaud: tiksinirim mesleklerin tümünden. işçiler ve ustaları, köylüdür, hepsi iğrençtir. kalem tutan eldir üstün olan, çift süren el değil.

mihail lermontov: bazı insanların alınyazılarında inanılmaz serüvenler yazılıdır.

e.m. forster: her inanç mümkün olduğunca az başvurulması gereken bir katılaşma süreci, bir tür zihinsel donmadır.

jose ortega y gasset: bu dünyada hiçbir şey, kitle kültüründeki kötü zevk kadar bulaşıcı değildir.

catherine clement: bütün iktidarlar cenaze törenleriyle yaşarlar. herhangi bir yerde yönetilecek bir ölü hep vardır.

tolstoy: yalnızca budalalar şanslarına güvenerek kumar oynar.

machiavelli: akıllı hükümdar, yurttaşlarını her zaman ve her durumda kendisine muhtaç bırakmalıdır. onların sürekli olarak bağlılığını sağlayacak tek yol budur.

david harvey: kendine iyi bir takım elbise edin; savaşın yarısını kazandın demektir.

peter ackroyd: methe kıymet vermek budalaca bir çılgınlıktır. en güzel şeylerin daha az hayranı olur; çünkü ahmakların sayısı ehil insanlardan ziyadedir.

turgenyev: bir katilin kurbanından daha uzun yaşaması saçmalıktır.

franz kafka: rahatını kaçıran ne? kalbinin kararını nedir bozup dağıtan? kapının tokmağına el süren kim? kim sokaktan sana seslenip de açık kapıdan girip yanına gelmeyen?

26.02.2011

the body of the dead christ in the tomb

dostoyevski


çarmıhtan henüz indirilmiş isa görülüyordu resimde. bana hep ressamlar çarmıha gerilmiş ya da çarmıhtan indirilmiş isa'yı yüzüne sıradışı bir güzelliği çağrıştıran çok hoş bir gölge vererek çizerlermiş gibi gelir. uğradığı en korkunç işkenceler sırasında bile onun bu güzelliğini koruduğunu vurgularlar. bu isa tablosunda ise güzellikten en ufak bir iz yoktu. daha çarmıha gerilmeden önce büyük acılar çekmiş, yaralar almış, işkencelerden geçmiş, sırtında haçını taşırken muhafızlarca dövülmüş, halk tarafından taşlanmış, haçın altında ezilmiş ve sonunda altı saat çivilemiş olarak haçta kalma acısını yaşamış bir insanın ölüsüydü. aslında bu yüz çarmıhtan daha şimdi indirilmiş birinin yüzüydü; dolayısıyla da hala pek çok canlı, sıcak şeyi barındırıyordu; öylesine ki, ölünün yüzünden sanki şu anda duymakta olduğu acıları okumak mümkündü. doğallıktan hiç sapılmamıştı resimde; çekilen böylesi acılardan sonra kim olursa olsun insanın ölüsü gerçekten de böyledir. kilisenin, hristiyanlığın daha ilk yüzyıllarında isa'nın simgesel değil gerçek anlamda acı çektiği, dolayısıyla da haça gerilmiş bedeninin tümüyle doğa yasalarının hükmü altında olduğu yolundaki görüşünü biliyorum. resimdeki isa'nın yüzü yara bere içindeydi; aldığı darbelerden kanamış, çürümüş, şişmiş, morarmış, parçalanmıştı; gözleri açıktı, göz bebekleri kaymıştı; kocaman göz akları ölümün donukluğunu yansıtıyordu. ama tuhaftır, işkencelerden geçmiş bu insan ölüsüne bakarken insanın aklına tuhaf bir soru geliyordu: eğer bütün onu izleyenler, öğrencileri; ama özellikle de gelecekteki havarileri, müritleri, ardı sıra yürüyen, haçın çevresinde duran kadınlar, ona iman eden, tapan bütün o insanlar, eğer o sırada o tam böyle bir ölü idiyse -ki kesinlikle böyle olmalıydı- böylesi eziyetler çekerek can vermiş birinin dirilebileceğine nasıl inanmışlardı? insanın aklına burda ister istemez madem ölüm böylesine dehşet verici, doğa yasaları böylesine güçlü, o zaman bunlar alt edilebilir mi? sorusu geliyor. yaşarken, yasalarına boyun eğdiği doğayı alt eden ve "talifa kumi" diye bağırarak ölü genç kızı, "lazar, çık dışarı" diyerek ölü lazar'ı dirilten o, bu yasalarla baş edemedikten sonra biz nasıl baş ederiz? bu tabloya baktığında doğa insanın gözünde çok güçlü, çok büyük, acımasız bir hayvan ya da bundan da çok, evet, ne kadar tuhaf olsa da, bundan da çok, yepyeni bir büyük makine gibi canlanıyor: çok değerli bir varlığı, tek başına bütün doğaya, onun yasalarına ve hatta belki de yalnızca onun ortaya çıkmasına vesile olmak için yaratılmış olan bütün yeryüzüne bedel, son derece değerli, eşsiz bir varlığı yakalamış, anlamsızca, bönce içine almış, parçalara ayırmış ve yalayıp yutmuş bir makine.. bu tabloda belki de, özellikle, herkesin boyun eğdiği ve sizi de ister istemez etkisi altına alan o karanlık, küstah, anlamsız/sonsuz güç canlandırılmış. ölünün çevresinde yer alan ve hiçbirini tabloda görmediğimiz insanlar o akşam bir anda bütün umutlarını; hatta belki de inançlarını paramparça eden korkunç bir acıyı ve kuşkuyu yaşamış olmalıydılar. asla kurtulamayacakları bir düşünceyi de içlerinde götürerek her biri bir yana dağılıp gitmişti belki de. öğretmen de eğer idam edilmeden önce kendisinin şu tablodaki halini görebilseydi, çarmıha kendiliğinden çıkar ve şimdi olduğu gibi ölür müydü? tabloya baktığınızda işte bu soru da karşınıza dikiliyordu.

kuvayı milliye

nazım hikmet


aslolan hayattır

öyle günlerde yaşıyoruz ki
ben bir iş yapabildim diyebilmek için
hep alnının ortasında duyacaksın ölümü

yaşamak ümitli bir iştir sevgilim
yaşamak
seni sevmek gibi ciddi bir iştir

içimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti

zevcem
ruhu cevanım
hatice pirayende
ölümü düşünüyorum
geçen ömrümüzü düşünüyorum
kederli
rahat
ve hodbinim
hangimiz ilk önce
nasıl
ve nerde ölürsek ölelim
seninle biz
birbirimizi
ve insanların en büyük davasını sevebildik
-dövüştük onun uğruna-
"yaşadık"
diyebiliriz

insanların hünerleri çoktur
insanlar
sevilmeden de sevmesini bilirler

tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar

dövüşememek
bir mavzer kurşunu kadar olsun
bilfiil
doğrudan doğruya
ancak kavgada vurulan acı duymaz
ve kavga edebilmek hürriyetidir
en mühimi hürriyetlerin

25.02.2011

hasan sabbah

harold lamb

kendine soruyorsun, kim bu hasan diye. duy işte! hasan biçare bir can, öncelikle yaşamın bir talebesi. iyi olan, insanların vücudunu olduğu kadar, ruhlarını da yöneten hükümdarların ve vezirlerin bilgeliğini kazanmaktır. kahire'nin silahlı muhafızları tarafından sokak köpekleri gibi kamçılandım, günahı da tattım, teselli olsun diye kendimle alay da ettirdim. evet, çok küçük yaşta bir çocuk babası oldum. fakat, kahire'de ismaili mezhebinin üstatlarından, senin deyiminle "yediler"den, bilgeliği öğrendim. deniz üzerinde yolculuk yaptım, deniz seviyesinin de altındaki celile gölünün yanında bulunan tiberias'ta kabala alimlerinin, o yaşlı adamların ayaklarının dibinde oturdum. neyse, bu kadarı yeterli. çok sözü sevmiyorum ve sen de üzerinde yıldızların doğduğu belirsiz toprakların gizlerini yeterince inceledin zaten. bilgelik meyvesinin acı çekirdeğini tattım. ulaştığım nokta şu: tanrı yoktur. dünyadaki dinleri yaşlı kadınlara benzetiyorum. güzel ve bereketli oldukları çağlar çok gerilerde kalmış. batıl inançların kuru kemiklerine dönüşmüşler. sonunda onlardan geriye kutsal emanet mahfazalarında saklanan öteberiden başka hiçbir şey kalmayacak. mekke'deki hacer'ül-esved, demire benzeyen tuhaf bir taştan başka ne ki? söylemek istediğimi dünyadaki insanlara ifade edebilme fırsatını yakalayabilseydim, şöyle derdim: "bütün tapınakları ve tahtları yıkın. tahtlarda oturanlar ve tapınakları yönetenler, alçakça yalanları kendilerine siper etmiş sıradan insanlardır." allah'a tapan müslümanlar, zamanın başlangıcında güneşe armağanlar sunan putperestlerden daha bilge değiller. doğru değil mi?

23.02.2011

muhteşem senyora

catherine clement

insan yorgun olunca her şeyin her şeyle ilişkisi vardır.

uykuya dalmak için hiçbir şey, kentin gecesindeki gizemli parıltıların, görünmez konuşma yankılarının yerini tutamaz. şenlikli bir sessizlik.

katile karşı duyulan arzu, şehvet uyandıranların en güçlüsüdür.

kötülük doğal değildir, insandan kaynaklanır.

gerici rejimlerde müziğin her zaman yasaklanmış olması şaşırtıcı değildir. müzik bedeni ve düşünceleri uyarır. düşünce aşk gibi heyecandan doğar. 

hiçbir hac yolculuğu masum değildir. 

yeni filozoflar çöp tenekelerini karıştırmazlar, tekme ile devirirler, boşaltırlar. ayıklama yapmazlar, koklarlar, kokuyu değerlendirirler. ve çöplüğe burunlarını tıkarlar: "yakın şu çöpleri!"

çelişkilerin üstesinden gelmek hasara yol açmadan yürümez.

düşünmek, kutsal olana saygısızlıktır.

kendimizi hiçbir zaman evimizdeki kadar rahat hissedemeyiz.

dini açıdan şiddet göstererek bir imparatorluk elde tutulamaz; yoksa parçalanma tehlikesiyle karşılaşır insan.

banyo suyuyla birlikte bebeği de atmamak gerekir.

hırsımla savaşmayı hiç öğrenemedim; alçaklığın ne olduğunu bilirim, başkalarında fark ederim bunu, cezasını veririm ama yine de ona kapılmadan edemem.

imparatorluk bağışlar ama öldürür, özgürlükten yanadır ama kördür.

kader bir orospudur, hem de gönlü çok rahat bir orospu. karşından bir saç perçemi uçurur, kaçamak bir öpücük kondurur, sonra da uçar gider.

22.02.2011

efendi ile uşağı

tolstoy

yanılmak ve hayal kurmak cesaretini göster.

insan paraya fazla değer vermemeli. kitapta bile yazılı, paradan daha fazla günah getiren nesne yoktur.

richard gustafson: efendi denilen kişi, insanlarla ilişkisini kesmiş biridir.

bir kar fırtınasında yolumu kaybettim. biri bana ileride sıcacık ateşlerle dolu bir kasaba olduğunu söyledi. ama böyle düşünmesinin ve benim de ona inanmamın sebebi, o ateşlere, o kasabaya ulaşmayı istememizdi. yeniden harekete geçip yollara düştüğümüzde ateşlerin orada olmadığını gördük. ama sonra başka biri belirti karların içinde. bir süre ortalıkta dolandı, yola doğru yürüdü ve "arabanızla ilerlemeyi bırakın, gözlerinizin içinde ateşler yanıyor; nereye giderseniz gidin kaybolacak, telef olacaksınız siz" diye bağırdı bize. "bu üzerinde durduğum yol sağlamdır, buradan yol sayesinde kurtulacağız." körleşmiş gözlerimizde parıldayan ateşlere inandığımız vakit, ileride bir kasabanın, sıcak bir kulübenin, bir kurtuluş, bir dinlenme ümidi olduğunu görüyorduk; şimdi ise önümüzde sağlam bir yol vardı yalnızca. gözlerimizde yanan ateşlere uyarsak kesin donacaktık; yol ise bizi kurtaracaktı.

21.02.2011

bu dünyada olanlar

ahmet altan

askeri darbeden sonra işkenceleriyle ünlenen doğu hapishanelerinden birinde, mahkumların önemli bir kısmının aileleriyle ve yakınlarıyla görüşmeleri yasaklanmıştı. kalın taş duvarlı karanlık hücrelerde çırılçıplak soyulup köpeklerin saldırısına bırakılıyorlar ya da diz boyu pisliklerin içine çırılçıplak atılıp üstlerine buz gibi sular dökülüyordu. filistin askısı, falaka, boğazına su doldurmak sıradan işkencelerdi; ya kendileri işkence görüyor ya da işkencedeki bir arkadaşlarının çığlıklarını dinleyerek biraz sonra kendi başlarına gelecekleri düşünüyorlardı.

kalabalık ve karanlık koğuşlarda yaralı bedenlerinin sancılarıyla inleyerek işkenceyi bekleyen mahkumlardan biri, çektiği acılara dayanamaz bir hale gelerek yavaş yavaş gerçeklerle ilişkisini koparmaya başlamıştı. hep aynı şeyi tekrarlıyordu:

"biz öldük, biz hepimiz ölüyüz, burası öteki dünya."

arkadaşları ona ölü olmadıklarını, yaşadıklarını anlatmaya çalışıyorlardı. o da onlara soruyordu:

"yaşıyorsak nerede öbür canlılar, niye bizden başka kimse yok? hayır biz ölüyüz, biz öldük, ailelerimiz dünyada kaldı."

arkadaşları hapishane idaresine başvurup bir doktor çağrılmasını istemişlerdi; ama doktor yoktu. bunun üzerine ailesiyle görüşmesine izin verilmesini istemişlerdi, hapishane idaresi bunu da reddetmişti; ama içeridekilerin ısrarı ve mahkumun gittikçe kötüleşmesi üzerine adamın ailesi hapishaneye çağrılmıştı.

adam, müdürün odasında karısını ve çocuklarını görmüş, onlara sarılmış, onlarla öpüşüp konuşmuştu.

koğuşa döndüğünde arkadaşları hep bir ağızdan konuşmaya başlamışlardı:

"gördün mü, yaşıyoruz, bu dünyadayız."

adam da sessizce başını sallamıştı:

"evet yaşıyoruz, bu dünyadayız, ölmemişiz, bütün bunlar bu dünyada oluyormuş."

gerçeği kabul etmiş ve derin bir sessizliğe dalmıştı.

o akşam gardiyanlar mahkumları işkenceye götürmek için koğuşa gelince adamın ölüsünü bulmuşlardı; zavallı, gerçeğe dayanamamıştı.

politikacı

zülfü livaneli

türkiye'nin klasik politikacı tipi, günün 24 saatinde parti merkezlerinde ve otel lobilerinde dolaşıp siyasi dedikodular üreten, dünyaya kapalı, anadolu ilişkileri kuvvetli, zaman zaman aşırı öfkelenip duygularını açığa vuran, romanla, şiirle, dünyada neler olup bittiğiyle, müzikle fazla ilgilenmeyen, ancak bir davete gittiği zaman kendisine uzatılan mikrofona söyleyebileceği "yemen türküsü" ya da gençlik meyhanelerinden kalma bir iki alaturka şarkı mırıldanan ama yüreğinin derinliklerinde sanatla, kültürle uğraşmayı "abesle iştigal" sayan, dünyayı bilmeyen, herhangi bir konudaki uluslararası terminolojiye yabancı, meclise girdiği ya da bakan olduğu zaman omuzlarını geriye atarak ağır ağır konuşan, kendisinden sürekli "biz" diye söz eden, rastladığı insanlara büyük bir lütuf yapıyormuş gibi, "nasılsın bakalım?" diye soran ve cevabını beklemeden yoluna devam eden, elini sıktığı insanların yüzüne bakmayan, devlet ihaleleri, şartnameler gibi konulardan iyi anlayan kişilerden oluşur.

bu kişiler sürekli olarak bir erkek dünyasında yaşarlar. akşam yemekleri bile erkek grupları halinde yenir. politika dünyasına arada bir giren kadınlar garip, şaşılası, karşısında nasıl davranılacağı bilinmeyen yaratıklardır. evlerinde bıraktıkları kadınlara hiç benzemezler.

doğrusu çevreleri de adamcağızları zıvanadan çıkarmak için birebirdir. siyah zırhlı otomobiller, korumalar, çevrelerinde pervane kesilen bürokratlar, dünyada bir hacim işgal ettiği için suçluluk duyan ve liderinin karşısında bedenini yok etmeye çalışarak kıvrılıp bükülen partililer, uçaklar, tören kıtaları, marşlar, manşetler.. bu kadar gümbürtü, çok dayanıklı olmayan ya da politika dışında tahminleri bulunmayan herkesi çıldırtmaya yeter de artar bile. ancak iç değerleri çok sağlam olan kişiler dayanabilir buna. çoğu politikacı yükseliş hızından başı dönerek, kendisi bile şaşkınlık içinde izler durumu. "yahu neler oluyor?" diye sevinç dolu şaşkınlık çığlıkları atar. bir süre sonra ise duruma alışır ve dünya düzeninin zaten böyle olduğuna, kendisinin de insanları yönetmek üzere yaratıldığı için doğumundan bu yana başında soyluluk halesi taşıdığına inanır. oysa politikadaki baş döndürücü yükselişi, bir dönme dolaba binen kişinin yükselişidir. sadece doğru zamanda, doğru dolaba binmeyi becermektir önemli olan. eğer bu içgüdüsel seçimi doğru yapmışsanız, dönme dolap sizi bir gün en tepeye çıkarıverir.

20.02.2011

abbas

cahit sıtkı tarancı


haydi abbas, vakit tamam
akşam diyordun işte oldu akşam
kur bakalım çilingir soframızı
dinsin artık bu kalp ağrısı
şu ağacın gölgesinde olsun
tam kenarında havuzun
ay'a haber sal çıksın bu gece
görünsün şöyle gönlümce
bas kırbacı sihirli seccadeye
göster hükmettiğini mesafeye
ve zamana
katıp tozu dumana
var git
böyle ferman etti cahit
al getir ilk sevgiliyi beşiktaş'tan
yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan

19.02.2011

ülke

iain banks

sık sık bir devlet olduğumu düşünürdüm; bir ülke ya da en azından bir şehir. düşünceler, eylemler hakkında değişen hislerim ülkelerin uyguladığı değişik politikalara benziyormuş gibi gelirdi. insanların yeni bir hükümete politikasını beğendikleri için değil, sadece değişiklik istedikleri için oy verdiklerini düşünmüşümdür hep. nedense yeni gelenlerin her şeyi düzelteceğini düşünürler. tamam insanlar aptal; ama bu durum ruh halinden, kaprislerden ve içinde bulundukları havadan kaynaklanıyor, düşünülüp taşınılmış fikirlerden değil. benim zihnimde de aynı şeylerin etkili olduğunu düşünürdüm. bazen düşüncelerim ve duygularım birbiriyle uyuşmazdı, ben de beynimin içinde birçok insan olduğuna karar verdim.

eat pray love

ryan murphy

sevdiğim insanlara görünmez olurum.

kalmaktan daha önemli olan tek şey gitmekmiş. kimseyi incitmek istemedim. sessizce kapıdan çıkıp grönland'a ulaşana kadar durmadan koşmak istedim.

tüm bunlar, etkilenmenizin karşısında elinize geçen, hiçbir zaman istediğinizi itiraf etmeye bile cüret edemeyeceğiniz halüsinatik dozun itirazıyla başlar. gürleyen aşkın ve heyecanın duygusal bir uyuşturucusu. yakın zaman sonra bu etkilenmeyi bir uyuşturucuya bağımlıymışsınız gibi aç bir takıntıyla arzularsınız. bu sizden esirgendiğinde, hastalanır, delirir, darılırsınız size ilk başta bu bağımlılığı sağlayan; ama şimdi iyi mal almak için para vermeyi reddeden dağıtıcıya. lanet olsun ona, önceden bedavaya verirdi. bir sonraki aşamada, kendinizi zayıflamış, bir köşede sallanırken, sadece tek bir şeye tek bir kez daha sahip olabilmek için ruhunuzu bile satabileceğinize emin bir halde bulursunuz. bu arada bir zamanlar taptığınız etki, artık kendinizce reddedilir. size daha önce hiç karşılaşmadığı birine bakıyor gibi bakar. ama burda ironik olan, onu suçlamakta zorlanmanızdır. yani, bir halinize bakın. berbat durumdasınız. kendi gözlerinizce bile tanınamayacağınız haldesiniz. artık karasevdanın son limanına varmışsınızdır. benliğin tamamen ve acımasız çöküşü.

şunu bil ki, bu insanların başına gelir. yirmilerinde aşık olurlar, evlenirler, granit mutfak tezgahı yaptırırlar, otuzlarında beyaz tahta çitler yaptırır ve bir yerde farkına varırlar ki, "bu bana göre değil." sonra kaybederler, tepetaklak olurlar, delicesine incinirler, doğrulurlar ve uygun adım, marş, kıçlarını deli doktorunun ofisine getirirler. öylece ayrılamazlar.

harika bir eski italyan fıkrası vardır. fakir bir adam her gün kiliseye gider ve büyük bir azizin heykelinin önünde dua edip, yalvarır: sevgili azizim, lütfen, lütfen, lütfen, lotoyu kazanayım." sonunda deliye dönen heykel canlanır aşağıda yalvaran adama bakar ve der ki "oğlum, lütfen, lütfen, lütfen bir bilet al."

bir adamın karşısında soyunduğun bu kadar senelerden sonra hiçbiri senden gitmeni istedi mi? hiç giden oldu mu? ayrılan? hayır. çünkü önemsemiyor. odada çıplak bir kızla birlikte. lotoyu kazandı.

hayır demekten ve sabah kalkıp bir gün önce yediğim her parçayı aramaktan yoruldum.

üzgün yaşamaya razıyız, çünkü değişmekten, bazı şeylerin kalıntıya dönmesinden korkuyoruz. sonra bu yere baktım, katlandığı kaosa, uyarlamalara, yakılmalara, yağmalanmalara. sonra kendini tekrar inşa ettirecek bir yol bulmasına ve kendime güvenim tazelendi. belki benim hayatım o kadar karman çorman değildir. sadece dünya böyledir ve tek tuzak ona bağlanmaktır. yıkım bir ödüldür. yıkım değişime giden yoldur.  zor olmuş. çok sevmişsin. o yaranı daha tedavi edememişsin. şu an kalbini açmaktan korkuyorsun. tekrar incineceğinden korkuyorsun. iyileştirmenin tek yolu güvenmektir. bu sorun değil. kırık bir kalbinin olması, bir şeyleri denediğini gösterir.  herkesin sevgiye ihtiyacı vardır, tatlım. insanlara komik şeyler yaptırır. herkes ilişkinin başlangıcını sever. çok fazla mutluluk ister, çok fazla zevk ister, ta ki kendini hasta edene kadar.

dünyaya kendine yardım etmesini gösterirsen bir gün o yardım "herkes"e ulaşır.

kendimi sevdiğimi kanıtlamam için seni sevmeye ihtiyacım yok benim!

bazen aşk için dengeni kaybetmek dengeli hayatın bir parçasıdır.

sonunda "arayışın fiziği" olarak adlandırdığım bir şeye inanmaya başladım. doğa kanunlarına göre yönetilen bir güç, en az yer çekimi kanunu kadar gerçektir. arayış fiziğinin kuralı böyle bir şey: tanıdık ve konforlu olan her şeyi arkanızda bırakabilecek kadar cesursanız, ki bunlar evinizden, eskiden içinizde kalan gücenmeye kadar her şey olabilir; gerçeği aramak için bir yolculuğa çıkarsanız, ki bu yolculuk içinizde ya da dışarıda olabilir, bu yolculuk boyunca başınıza gelecek her türlü olaya ipucu olarak bakmaya niyetliyseniz ve yol boyunca tanıştığınız herkesi bir öğretmen olarak kabul edebilecekseniz, hazırsanız, en önemlisi de kendiniz hakkındaki en zor gerçeklerle yüzleşip, affedebilecekseniz işte o zaman gerçek sizden saklanmaz.

18.02.2011

şölen/dostluk

platon

iyi bir dost dünyanın en güzel bıldırcınından, en güzel horozundan; hatta en güzel atından ve köpeğinden çok daha değerlidir.

cahil kişi güzellikten, iyilikten ve akıldan yoksunken bunların hepsini kendisinde toplamış sanır.

iyilerin sofrasına iyiler kendiliğinden gider.

sevgi tanrıların en eskisi, en saygıdeğeri, en güçlüsüdür ve insanlara hem hayatlarında hem de ölümlerinde erdem ve mutluluk kazandırır. 

insan kendini birine kul köle ederken, onunla daha üstün bir bilgiye, daha üstün bir erdeme ulaşacağına inanıyorsa hiçbir küçülme yoktur.

kafası işleyen birkaç kişi, kafasız bir sürüden daha belalıdır.

sevgi, her iyi olanı ve bizi mutlu edeni arzulamaktır. budur o büyük, o her parmağında bir hüner olan sevgi.

solon: ne mutlu o insanlara ki, çocuklar, tek tırnaklı atlar, av köpekleri ve yabancı misafir dosttur onlara.

hesiodos: çömlekçi çömlekçinin, şair şairin, dilenci dilencinin düşmanıdır.

insanın ihtiyaç duyduğu şey, bir eksiğini tamamlayacak olan şeydir.

içmek, şarkı söylemek, konuşmak, bunların hiçbiri kendiliğinden güzel değildir. güzellik bunların yapılış yolundan doğar. bunları güzel, doğru dürüst yaparsak güzel olur, yapmazsak çirkin olur. sevmekte de öyle: güzel olan, övülmeye değen her sevgi değil, bizi sevginin güzeline yönelten sevgidir.

16.02.2011

ev sahibesi

dostoyevski

kadın doğası çok derin değildir, gördün mü anlarsın; ama kadınlar kurnazdır, inatçıdır, azimlidir! istediklerini elde etmek için her şeyi yaparlar.

insanın kederi ağır olur. talihsizlik zayıf yüreklere uğramaz. güçlü yürekleri bulur, kendisini beklemeyen iyi insanların utanarak kan ağlamalarına neden olur.

elde var hüzün

attila ilhan


söyleşir
evvelce biz bu tenhalarda
ziyade gülüşürdük
pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının
ne meseller söylenirdi mercan köz nargileler
zamanlar değişti
ayrılık girdi araya
hicrana düştük bugün

ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün

o şehrayin fakat çıkar mı akıldan
çarkıfeleklerin renk renk geceye dağılması
sırılsıklam aşık incesaz
kadehlerin mehtaba kaldırılması
adeta düğün

hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün

15.02.2011

kefaret

jean baudrillard

beklemek erken ödenen bir kefarettir.

kötülük düşüncesinin en zor yanı, onu her tür mutsuzluk ve suçluluk kavramından arındırmaktır.

yalnızca arzu duymayan beden gerçek anlamda hazza layık olabilir.

yolculuk yapmanın verdiği keyiflerden biri de başkalarının konut edindiği yere dalıp el değmemiş olarak, onları kendi kaderlerine bırakmanın kötücül neşesiyle çıkmaktır.

en ideal çalışma ortamı aylaklıktır.

her hayvanda, sizi küçümseyen bir insan saklıdır; her bilgisayarda canı sıkılan bir insan saklı olduğu gibi.

ölmek bir şey değil, yok olmayı bilmek gerek.

tek mükemmel suç intihardır. intihar eşsiz ve kesindir; halbuki cinayet hep tekrarlanmak zorundadır. çünkü intihar, cellat ile kurbanı ideal bir biçimde karıştırır.

meclis

nihat genç

meclis, bu yaşlılarla tıka basa doldurulmuş, ülkenin en pis odası! iğrenç bir gösteri siyaset, bir bulantı. tiksindirici, bozguncu, şekilsiz, anlamsız bir bütün. gizlenmiş hainlikler, gizlenmiş hırsızlıklar, gizlenmiş alçaklıklar, gizlenmiş, peşkeş çekilmiş acımasızlıklar! düzenbaz yağdanlıklar, budala sekreterleri, gülünç ihtiyarla dolu meclis! cıvık konuşmalar, geçimsiz adamlar sürüsü! adalete, hukuka ve halka, her gün bozgun yaşatmaktan keyif alan yaşlılar. kalabalıkların, halkın canını yakmak için orada örgütlenmişler. her gün bir yasa, her gün bir insan, her gün bir erdem, her gün bir insanlık değerini çiğneyip boklaştırırlar. hepsi bir köşede sıkıntı, ilgisizlikten kavruldukları için siyaset yapıyorlar. sahneleri türkiye kadar büyük, üç günlük bebek, seksen yaşında ihtiyar, her gün onların balgam suratlarını ekrandan görür! yüzleri sümükle ovulmuş ihtiyarlar! kalın derili, kalıp dudaklı bu adamlar, her gün konuşmaktan, ekrana çıkmaktan yorulmaz. her gün denizin üstünde yüzen boklar gibi kanal kanal ekranda yüzdürülürler!

14.02.2011

oliver twist

charles dickens

bütün güzellikleri ciltlerinden ibaret olan kitaplar vardır.

şu kadın milletinin en kötü tarafı şudur ki, en ufacık bir şey, tutar içlerinde çoktan küllenmiş bir duyguyu alevlendiriverir. en iyi tarafları da şudur ki, bu durum hemen geçer.

bizim din adamlarımız, yüzlerini ancak üzerlerinde gülümseyiş filan varsa yok olsun diye silerler ve sonra da her defasında gökyüzünün en karanlık tarafına doğru dönerler.

bazen tatlı bir müzik nağmesi, sessiz bir yerdeki bir su şıpırtısı, bir çiçek kokusu ya da tanıdık bir söz insanın hayalinde ansızın, silik bir anı uyandırıverir ki, bir soluk gibi uçup giden bu anı sanki bu yaşadığımız hayattan değildir de kafamızı ne kadar zorlasak asla hatırlayamayacağımız, çok eski, çok daha mutlu bir başka hayattan bize yadigar kalmıştır.

yüksek dağın üstünden kar eksik olmaz.

ölüm gibi suç da sadece yaşlıların ve çirkinlerin tekelinde değildir. çok zaman kurbanlarını en genç ve en güzellerin arasından seçer.

ah, insanın candan sevdiği birinin hayatı sallantıdayken, elleri böğründe beklemek zorunda kalmanın heyecanı; bu keskin, korkunç heyecan! ah, insanın beynine doluşan ve canlandırdıkları düşlerin gücüyle yüreği deli gibi çarptırıp soluğu sıklaştıran kahredici düşünceler! sevdiğimiz insanın acısını dindirip tehlikeyi hafifletebilmek için bir şeyler yapmak ihtiyacı ve hiçbir şey yapamayacağımızı bilmek! çaresizliğimizin doğurduğu iç çöküntüsü ve hüzün! hangi işkence bu kadar ağır olabilir! o anın ateşi içinde, kendimizi ve kafamızı ne kadar zorlarsak zorlayalım bu işkenceden imkanı yok kurtulamayız!

günah denen şey, birçok tapınakların içine sızmayı başarır.

çevremizdekilere karşı dikkatli olmalıyız. çünkü her ölüm geride kalan bir avuç kimseye öyle düşünceler miras bırakır ki; yapılabilecekken yapılmamış, unutulmuş, boş verilmiş şeyler.. onarılabileceği halde onarılmamış kırgınlıklar, giderilmemiş eksiklikler.. insan için bunlardan daha acı bir düşünce olamaz! hiçbir pişmanlık, iş işten geçtikten sonra duyulan pişmanlık kadar acı değildir.

dünyamız bir kırık düşler dünyasıdır. ve kırılanlar da çoğu zaman en özenerek beslediğimiz, ruhumuzun en soylu yönünü yansıtan düşler ve umutlardır.

13.02.2011

eskrim

arturo perez-reverte

eskrim kudas ayini gibidir. beden ve ruh gerektiği gibi hazırlanmış olduğu halde gitmek gerekir. bu yüce yasaya karşı gelmek cezayı kendiliğinden getirir.

kabzayı sanki elimizde bir kuş varmış gibi tutmamız gerek: ezmemek için son derece yumuşak ama kaçmaması için de yeterince sıkı..

bizim amacımız, cakalı bir kılıç hareketiyle birilerinin gözünü boyamak ya da üzerinde tartışılır kahramanlıklar yapmak değil; o kahramanlık ki, çıplak bir uçla yapılacak bir hamlede çok pahalıya mal olabilirdi. bizim amacımız, kendi açımızdan en küçük bir risk olmaksızın, rakibimizi saf, hızlı ve etkin bir şekilde dövüş dışı bırakmaktır. bir darbe yeterse asla ikincisi vurulmaz; ikincisinde tehlikeli bir karşılık alabiliriz. varmaya çalıştığımız yüce amacımız ölmekten kaçınmak, önüne geçilmezse rakibi öldürmek; eğer bizi bundan saptırıyorsa cakalı ya da aşırı şık pozlara asla yer yok. eskrim, her şeyden önce, uygulamalı bir egzersizdir.

mükemmel vuruş diye bir şey yok. ya da daha doğrusu, bir sürü var. amacına ulaşan tüm vuruşlar mükemmeldir. herhangi bir vuruş uygun bir hareketle durdurulabilir. bu yüzden talimli iki eskrimci arasındaki bir mücadele sonsuza dek sürebilir. ne var ki işleri öngörülmeyenle halletmeye düşkün olan talih, nihayet bunun bir sonu olması gerektiğine karar verir ve rakiplerden birinin er ya da geç bir hata yapmasını sağlar. dolayısıyla sorun, kişinin talihle arasının iyi olmasında yatar; bu, öteki kişinin hatayı işlemesini sağlayacak kadar bir zaman için olsa da. gerisi hayal.

eskrimde, basit olan ilhamdır. karmaşık olansa teknik.

tabanca bir silah değil, bir densizliktir. birbirini öldürmeye kalkan kişiler bunu yüz yüze yapmalıdır; rezil yol kesiciler gibi uzaktan değil. kesici silahlar, diğerlerinin hepsinde eksik olan bir etiğe sahiptir. daha da isterseniz, bir mistisizmi olduğunu bile söyleyebilirim. eskrim bir beyefendiler mistisizmidir. hele günümüzde bundan da fazlasıdır.

modern dünya, gençleri eskrim gibi bir sanatta tam bir tatmin bulmak için gerekli sakin ruh halinden uzaklaştırıp baştan çıkaracak çok fazla şey sunuyor onlara maalesef.

son eskrim hocasının yok olduğu gün, insanın insana karşı yaptığı o atalardan kalma dövüşe ait onurlu ve şerefli ne varsa onunla birlikte mezara gömülecektir. ondan sonra meydan sadece karabinalara, boynuz saplı silahlara, pusulara ve bıçaklamalara kalacaktır.

12.02.2011

o / hakkari'de bir mevsim

ferit edgü

"yolcu; bir gün yolunu yitirirsen artık eski yolunu bulmaya çalışma, yeni bir yol ara kendine."

en büyük, en korkunç itiraf, bir işkence altında yapılan itiraf değildir; insanın kendi kendine, artık dayanamayıp yaptığı itiraftır.

dalgalarla boğuşulur. limanlar özlenir. bir kuytu limanda demir atılır. fırtınanın dinmesi beklenir. sonra yeniden rota çizilir. sonra yeniden demir alınır. yola koyulunur.

"başına ne gelirse gelsin, nerede olursan ol, yaşamı sürdürmeyi bil."

"sevgilisini boş yere bekleyen bir erkek için gece bitmek bilmez; gündüzleri çalışan işçi için bir gün kısa bir süre değildir; sert bir ananın kolları arasında yaşayan genç bir kız için bir yıl yüzyıl gibidir; isteklerimi, umutlarımı geciktiren her an bana dayanılmaz bir uzunlukta gelir."

"gün doğumuyla gelen haberci iyi haberler getirir."

"insanoğlu kendine yetmeyi bilseydi önemli bir sorunu çözümlemiş olurdu."

mutluluk soruların bittiği yerde başlıyor olmalı.

kızılderili büyücü: "bir savaşçı için düş demek gerçek demektir. düş gücüyle verir kesin kararını ve ona göre davranır. ya seçer alır ya da def eder. elindeki araçlardan, kendini başarıya ulaştıracakları seçer, onları kullanır."

genç etnolog: "don juan matus, 'düş ile gerçek arasında bir ayrım yoktur, düş gerçeğin kendisidir." mi demek istiyorsun?"

kızılderili büyücü: "hiç kuşkusuz, düş gerçeğin ta kendisidir."

genç etnolog: "yani şu anda yaptığımız şey kadar mı gerçek?"

kızılderili büyücü: "ille de bir karşılaştırma istiyorsan, daha da gerçek, derim. düş görmek, düşlemek, bir güce sahip olmak demektir. elindeki bu güçle çok şeyi değiştirebilir insan. gizli kalmış nice şeyi bu güçle bulup ortaya koyabilir. dilediği her şeyi denetimi altında tutabilir."

kendimi ararken onları, başkalarını, başka insanları buluyorum. ve onları bulurken, yavaş yavaş kendimi bulur gibiyim. kurallar içinde bulamaz insan kendini, bunu çoktan anladım.

tümünüz birbirinize benziyorsunuz. uçurumlar, uzaklıklar, denizler, akarsular ayırıyor bizi birbirimizden. ama gene de birbirimize benziyoruz; düşlerimizle, düşüşlerimizle.

sizin dünyanız aklı başında insanların dünyası ise bırakın ben çıldırayım. çünkü burada, bu koşullarda ancak çıldırarak sürdürülebilir yaşam.

yabancılaşma ve öteki şiir

veysel çolak

her insan yaşadığı gibi düşünür.

franco, ispanya'yı otuz yıl eğlence, futbol ve din sayesinde yönetmişti.

bütün yadsımalar insanoğlunun onurudur, yaşatan tarafıdır. edebiyat ve şiir bu yadsımanın biricik manevi alanıdır.

hitler'in toplama kamplarında görev yapanların goethe okuyup schubert dinledikleri biliniyor.

medyatik olan her şeye çığırtkanlıkla karşı çıkan kişi "birisi" imzasıyla şiir yayımlayabiliyor. medyaya uzak olmak adına yapıyor bunu. oysa yaptığı şey, reklamcılığın merak ögesini sonuna kadar kullanma tavrından başka bir şey değil.

cesaretini kaybetmenin en büyük kanıtı kendine acımaktır.

politik, bilimsel ve edebi konularda sert tartışma, saldırı biçiminde yazışma diye tanımlayabileceğimiz polemik olgusu, kültürel yaşantımızın yoksulluğuna oldukça denk düşmektedir.

din, insanoğlunun ertelenmiş, öbür dünyaya bırakılmış umududur.

adem'in eylemi, haram edilmiş bir meyveyi yemek değil, bilim ağacının meyvesinden tatma isteğidir.

bu dünyada yaşanması gereken insani değerlerin öbür dünyaya bırakılması; insanca yaşamanın ölümden sonraya ertelenmesi; gerçekliğin tersine çevrilmesinden başka bir şey değildir. gizemci yaklaşımlarla yapılır bu da. en etkili özleri de gizemci sanatçılar, gizemli şairlerdir.

10.02.2011

ciddi olmanın önemi

oscar wilde

bilgisizlik narin egzotik bir meyvedir; ona dokunun, tüm parıltısı yok olur.

sonunda bütün kadınlar anneleri gibi olurlar. bu, onların dramıdır. erkeklerde böyle olmaz. bu da onlarınki.

evli bir erkek karısı dışında kimseye çekici gelmez. genelde ona bile değil.

akrabalar sadece nasıl yaşanması gerektiğine dair en ufak bilgileri olmayan ve ne de ne zaman ölüneceği hakkında en küçük içgüdüleri bulunmayan sıkıcı bir insan sürüsüdür.

ben gerçekten evlilik teklifinde romantik olan hiçbir şey göremiyorum. aşık olmak çok romantiktir. ama resmi bir evlilik teklifinde hiç romantik bir taraf yok. neticede, cevap evet olabilir. her zaman da böyle olur, sanırım. bundan sonra tüm heyecan sona erer. aşkın en önemli özelliği belirsizliğidir.

boşanma mahkemeleri bilhassa hafızaları hayli garip insanlar için icat edilmiştir.

kızlar asla flört ettikleri adamlarla evlenmezler.

neyin okunması ve neyin okunmaması gerektiğine dair değişmez kaidelere sahip olmak saçmalık. insan her şeyi okumalı. çağdaş kültürün yarısından fazlası nelerin okunmaması gerektiğine dayanıyor.

bir kadına yaklaşmanın tek yolu, eğer güzelse ona, değilse başka birine kur yapmaktır.

hafıza, bizim her zaman yanımızda taşıdığımız günlüktür. genelde asla olmamış ve olması mümkün olmayan şeyleri kaydeder.

insan şehirde kendi eğlenir. kırda ise diğer insanları eğlendirir.

bize acı tecrübeler olarak görünen şeyler genelde kılık değiştirmiş lütuflardır.

aklın olduğu gibi yüreğin de kendi bilgeliği vardır.

pascal: gerçeği yalnızca us yoluyla değil, yürek yoluyla da biliriz.

iyi hafıza kadınların erkeklerde beğendiği bir nitelik değildir.

bir erkek tam olarak bir kadının ondan beklediğini yaparsa, o kadın onu pek kaale almaz. hep bir kadının beklemediği şeyi yapmalıdır; tıpkı onun anlamadığı şeyler söylemesi gerektiği gibi. bunun sonucu her zaman iki taraflı mükemmel bir duygudaşlıktır.

hiçbir tartışmadan hoşlanmam. her zaman kaba saba ve çoğu kere de ikna edicidirler.

önemli şeylerde esas olan içtenlik değil, tarzdır.

hiçbir şey yapmamak oldukça zor bir iş. yine de belirli bir amaçları yoksa zor işlere karşı değilim.

8.02.2011

kavim

ahmet ümit

insan denen bu tuhaf yaratığı, kötülükten uzak tutacak ne bir güç var, ne de bir yasa.

kimse kimseyi tanıyamaz. tanıdığımızı sanırız. tanıdığımız kadarına inanırız. eğer gerçekten tanısak, bırakın aşkı filan, kimse kimseyle arkadaş bile olamaz.

gerçekler her zaman güzel olmayabilir. bazen, ne kadar az şey bilirsen, o kadar iyidir.

jitem, jandarma istihbaratıdır ama mit gibi yasal değildir. ne genelkurmay, ne jandarma komutanlığı varlığını kabul eder. ama jitem'in geçtiği yerde, pek çok pkk'lının cesedi vardır. işkence edildikten sonra öldürülmüş cesetler.

adalet, vicdanımız ile yasa arasında bir yerde duruyor.

inanç evreninde yolculuğa çıkan biri için mantık, kötü bir kılavuzdur. inanmak için içgörünüzün gelişmesi gerekir. beş duyunuzun algılayamayacağı gerçekler vardır.

şu dünyada iki tür insan vardır: gördüğüne inananlarla, gördükleriyle yetinmeyip gerçeği arayanlar. ikinci türden insanlar; duyduklarıyla, gördükleriyle yetinmezler, gerçeği bulmak için hep yeni deliller ararlar. kendi inançlarını, kendi düşüncelerini, kendi dünyalarını yıkmak pahasına da olsa, korkunç da olsa olayların perdelediği gerçeği bulmaya çalışırlar. gördüğüne inanan ilk türden insanlara gelince; onlar hayata, olaylara bakarken gerçeği değil, inandıklarını doğrulayacak deliller ararlar. yaşananların içinden kafalarındaki düşünceyi onaylayacak olayları cımbızla çekip alırlar. çünkü başka türlüsüne inanmak, onların inançlarını, düşünce tarzlarını, dünyalarını yıkacaktır. dünyalarının yıkılmasını göze alamazlar. bütün o cesur havalarına rağmen, aslında içlerinde büyük bir korku vardır. onları yönlendiren bu korkudur işte. korktukları içn hata yaparlar.

hermetikler ya da gnostikler dünyayı farklı bir biçimde algılar, farklı biçimde yorumlar. onlara göre iki dünya vardır: ilki, beş duyumuzla algıladığımız dünya, ikincisi ise duyularımızla algılayamadığımız ancak sezebileceğimiz bir dünya. görülebilir dünya, maddi olanla sınırlıdır ve değersizdir. sır dünya ise sınırsız ve değerlidir. maddi dünya günahkar ve sonluyken, sır dünya saf ve sonsuzdur. maddi dünyada tanrı'yı görmek imkansızken, sır dünyada tanrı sizinle birlikte, sizin içinizdedir. ancak sır dünyayı herkes göremez; insanın bedensel isteklerden kurtulması, aklın bildik kurallarını bir yana koyması, sezgisel algıya yönelmesi gerekir. sadece sezgisel algıları yüksek olan kişiler derin, çok derin düşünebilme yetisine sahip olan insanlar bu dünyanın kapısından geçebilir. bu düşünme öyle derindir ki, sadece bedenin ağırlığından değil, bildik aklın ağırlığından da kurtulmak gerekir.

her yeni düşünce, her yeni inanç kendinden öncekileri taşır içerisinde.

sezgileriniz, sizi aklınızın asla götüremeyeceği bir gerçeğe götürebilir.

yanlış olan bendim, hayatı hep başkalarıyla birlikte düşünüyorum. bu doğru değil. sevgili, arkadaş, dost, aile, hepsi bir yere kadar; tek gerçek, yalnızlığımız.

bazı yazılar okunmak için değil, okunmamak için yazılır.

yeraltında yaşayan adamların yumuşak karnı kadınlardır. çoğu katil ya da mafya babası bu yüzden yakayı ele verir ya da alnının ortasına kurşunu yer. kadın hiç iyi gelmez bu adamlara.

yaşamının anlamını yitirmiş bir insan, iblisten daha tehlikelidir.

ne yazık ki, bizde adalet kolay gerçekleşmiyor.

ölümle gerçekleştirilen adalet, ölümü yüceltmekten başka bir işe yaramaz.

birini öldürürsen, biraz da kendini öldürürsün. kendi hayatını, kendi ruhunu, kendi masumiyetini. ölüler tuhaf varlıklardır. onları toprağa koyduğumuzda; hatta çürüyüp kemikleri unufak olduğunda bile aramızda yaşamaya devam ederler. bir yerlerden düşlerimize sızarlar, hayallerimizi gölgelerler, umutlarımızı karartırlar.

yaşamın anlamı insandır.

vasat

pascal

aşırı zeka, tersi olan aşırı zeka yoksunluğu gibi, delilik olarak adlandırılır. sadece vasat iyidir. bu kanaatin yerleşmesini çoğunluk sağlamıştır ve her iki uca da bir nebze olsun sapanları cezalandırır. bu konuda ısrarcı olmayacağım; orta seviyeye koyulmaya razıyım ve en alta yerleştirilmeyi ise, aşağıda olduğu için değil, uçta olduğu için reddederim. nitekim aynı şekilde yukarı uca yerleştirilmeyi de kabul etmezdim. vasattan ayrılmak, insanlıktan ayrılmaktır.

insan ruhunun yüceliği vasatı korumayı bilmektedir. yücelik vasattan ayrılmakta değil, ayrılmamaktadır.

7.02.2011

cyrus vs. piso

alain de botton


pers imparatorluğu'nun büyük kurucusu ve pers kralı cyrus'un çok sevdiği, beyaz, güzel bir atı vardı. cyrus savaşa giderken ille de ona binmek isterdi. kral cyrus i.ö.539 yılının baharında topraklarını genişletmek amacıyla asurlulara savaş açtı ve fırat ırmağı'nın kenarına kurulmuş, asur'un başkenti babil'e doğru büyük bir orduyla yola çıktı. yolculuk diyale ırmağı'na varana kadar iyi gitmişti. zagros dağları'ndan doğup dicle'ye kadar uzanan bu ırmak yazın bile azgın olmasıyla ün yapmıştı. bu bahar vaktinde ise kış yağmurlarıyla iyice kabarmış, azgınlaşmıştı. ırmağın kahverengi, köpüklü suları gürleyerek akıyordu. generaller taarruzu ertelemeyi önerdiler ama cyrus buna razı olmadı ve ırmağın hemen geçilmesini emretti. sallar hazırlanırken cyrus'un atı birdenbire ırmağa dalıp yüzerek karşıya geçmek istedi. akıntıya kapılan at dalgalarla boğuşarak can verdi.

cyrus öfkeden mosmor kesilmişti. ırmak sevgili beyaz atını, croseus'a toz yutturan, yunanlılara korku salan bir savaşçının atını almaya cüret etmişti. kral bağırıp lanetler okumaya başladı ve öfkesinin doruğa çıktığı anda, bu cüretkarlığını diyale ırmağı'na ödeteceğini haykırdı. ırmağı cezalandıracaktı. artık ırmağın suları o denli azalacaktı ki, kadınlar eteklerini bile ıslatmadan ırmağı geçebileceklerdi.

cyrus topraklarını genişletme arzusunu bir kenara bırakıp ordusunu ikiye ayırdı. ırmağın her iki kıyısında 180'er kanal açılacaktı. cyrus adamlarına kazmaya başlamalarını emretti. askerler bütün bir yaz boyunca kazmayı sürdürdüler. üstelik asurluları bozguna uğratma hayalleri suya düştüğü için moralleri de bozulmuştu. kazma işi bittiğinde diyale ırmağı'nın suları 360 kanaldan ayrı yönlere doğru akıyordu. su seviyesi o kadar azalmıştı ki şaşkınlıktan ağızları açık kalan yöre kadınları gerçekten de eteklerini ıslatmadan karşıya geçebiliyorlardı. öfkesi dinen kral yorgunluktan bitap düşmüş ordusuna babil'e doğru ilerlemeyi emretti. (herodotos)

roma'nın suriye valisi gnaeus piso, yürekli olmakla beraber ruhsal açıdan dengesiz bir generaldi. bir gün, izin yaptıktan sonra bölüğüne dönen bir asker, birlikte izne çıktığı arkadaşının nerede olduğunu bilmediğini söyleyince piso askerin yalan söylediğine, arkadaşını öldürmüş olduğuna ve bu nedenle de idam edilmesi gerektiğine kanaat getirdi.

zavallı asker kimseyi öldürmediğine yeminler ediyor, bir soruşturma başlatılması için yalvarıyordu; ama piso kimseyi dinlemedi ve askerin hiç zaman kaybedilmeden idam edilmesi için emir verdi.

ancak, görevli yüzbaşı, askerin kafasını uçurmak üzere hazırlıklarını sürdürdüğü sırada kayıp asker kampın kapılarından içeri girdi. bunun üzerine bütün ordu alkışa başladı. tabii içi rahatlayan yüzbaşı da idamı iptal etti.

fakat piso haberi herkes gibi iyi karşılamadı. alkış seslerini duyan general askerlerin, verdiği karar yüzünden kendisini alaya aldıklarını düşünerek öfkesinden kıpkırmızı kesildi ve bu defa izne birlikte giden iki askerin de idam edilmesini buyurdu. üstelik kendisini o denli kötü hissediyordu ki yüzbaşıyı da idam etmenin akıllıca olacağına karar verdi.

seneca'nın, bir yargıya varılırken niçin bu türden hatalar yapıldığına ilişkin bir açıklaması vardı: cyrus ve piso gibi adamlar "sefil bir ruh" taşıyan adamlardı. bunlar, her an birilerinin kendilerine hakaret etmesini bekliyor gibiydiler. bunun altında yatansa, alaya alınmalarının haklı nedenlere dayanabileceği korkusuydu. kendimizi başkalarının kolayca saldırabileceği uygun bir hedef olarak görüyorsak, birinin ya da bir şeyin bize acı çektirmeye kastetmiş olduğunu düşünmemiz çok doğaldır.