27.02.2018

uzun lafın kısası

karl marx: lanetlenmeyi göze almayan bir insan hiçbir şey yapamaz.

vasili grossman: savaşta oğlunu kaybeden bir anneye karşı bütün insanlar suçludur ve insanlık tarihi boyunca bu annenin önünde boş yere kendilerini aklamaya çalışırlar.

reşat nuri güntekin: en eski tarihlerden beri din, daima zulme ve fesada alet olmuştur.

simone de beauvoir: biriyle yattığın zaman aradaki mesafe kalkıverir. bir erkeği yeterince tanımanın en iyi yolu yatakta beraber olmaktır.

stendhal: bana göre tiranlar hep haklıdır; asıl onlara boyun eğenlerdir gülünç olan.

kellner/ryan: kendi benliğini çoğaltmaya dönük yaratıcı uğraşların sağlayacağı özsaygıdan yoksun bırakılan kişi, militarizm ve milliyetçilik gibi ikame metaforlarla değerlilik duygusunu yerine koymaya çalışacaktır.

victor hugo: tek gözlü biri bir körden daha kusurludur; neyinin eksik olduğunu bilir.

charles dickens: dünyamız bir kırık düşler dünyasıdır ve kırılanlar da çoğu zaman en özenerek beslediğimiz, ruhumuzun en soylu yönünü yansıtan düşler ve umutlardır.

g.k. chesterton: deli, aklı dışında her şeyini kaybetmiş kişidir.

halide edip adıvar: ben milliyetçiliğin muhabbetle, karşılıklı bir anlayışla dolu bir ülke yaratacağını zannetmiştim; fakat milliyetçiliğin ölçüsünü kaçırdığı zaman yer yer insanları birbirini boğazlamaya götürdüğünü, yeryüzünü bir mezbahaya döndürdüğünü gördüm.

25.02.2018

çocukluğun soğuk geceleri

tezer özlü

ne olacaksam eksiksiz olmak isterim.

bekleyen gemiler. uzak limanların özlemi. düşlenen, erişilemeyen sevgililer.

arabulucu filminde çocuk, konuk olduğu aristokrat malikanesinin geniş tahta merdivenlerinden yukarıdaki odasına koşuyor. yalnız kaldığı an, perdeleri aralıyor. gökyüzüne bakıyor. ay bulutlar arasında. iyice belirgin. dünya ve evren nasıl bir bilmece. aynı çocuğun baktığı ay gibi. boşlukta.

mutfakta bir ıtır, konuk odasında da bir kauçuk evi süslüyor. (kauçuk ağacını bugün de hiç sevmem. orta sınıf evlerinin ağır, bunaltıcı havasını, ya da hiçbir işin yürümediği, memurların bütün gazeteleri evirip çevirdiği, duvarlara baktığı büroların sigara dumanlı havasını anımsatır bana.)

tanrıyla birleşmek yeryüzü verilerinin en güzeli, en kutsalıdır.

goethe'nin şiirlerine geçiyoruz: "tüm zirvelerde sessizlik, tek bir ağaç bile solumuyor, kuşlar ormanda susuyor, biraz daha bekle, yakında sen de gömüleceksin sessizliğe.."

hayalet ile yatmak bir kelebekle yatmak gibidir. insanın bacağına, ya da organına değer. hiç sesi çıkmaz. heyecanlandığı anlaşılmaz. boşaldığı, ıslaklığından belli olur. öylesi dostluklar vardır. o dostla konuşmak, o dostla yolda yürümek, bir lokantada yemek yemek, o dostla yatmak. o dosttan gizlenecek, o dosttan saklanacak, o dostla paylaşılmayacak hiçbir olgu yoktur. ne bir cinsel boşalma, ne de cinsel organ. hayalet bu dostlardandır.

hastalar ancak günlük yaşam içinde, yakınları arasında, davranışlarına hasta denilmeyen insanlar arasında iyi edilebilirler.

yatmaların hepsi aynı güzellikte değildir. düşünüldüğünde insanın tüm bedenini titreten, boşalmaya vardıran yatmalar vardır.

23.02.2018

salon köşelerinde

safveti ziya

bazen bir kahkaha, bir gözyaşı her şeyi örter.

bir şeye başlamak hususunda benim kadar istidatsız, ahmak adam yok gibidir.

bana öyle geliyor ki bir erkeğin başka vazifeleri, başka emelleri, başka meşguliyetleri olmalı; bir erkek memleketinin, milletinin büyüklüğüne, şeref ve yükselmesine hizmet etmeli; insanlığa, insanlığın ihtiyaçlarına yardım edebilecek şeyler aramalı, bulmalı.

hiç kimseyi ve hiçbir şeyi dış görünüşüyle hükmetmemelidir.

bedbaht olanlar, bedbahtlığı arzu edenler, onu arayanlardır.

insanın hayatında bazı dakikalar vardır ki o dakikalarda mutlaka şefkat dolu bir kucağa, bir hakiki dostun samimi tesellisine ihtiyaç hissedilir.

insan bazen hayatın zulüm ve kahrı karşısında kırıp mahvetmek, bütün engelleri altüst etmek için böyle bir kuvvete, böyle yok edici bir güce sahip olmayı istiyor.

sürücü koltuğu

muriel spark

insan her zaman nazik olmalı. bu belki de son şanstır. insan her an karşıya geçerken çiğnenip ölebilir; hatta kaldırımda dururken bile, her an, bilemeyiz ki! bu yüzden her zaman nazik olmalıyız.

insanlar yıllar boyu tatsız birtakım şeyler yaşarlarsa yaşlanırlar.

ne yersek oyuzdur. inek yersen inek olur çıkarsın.

bay fiedke'ye saygısızlık etmek istemem, huzur içinde yatsın ama erkek milleti azıtmaya başladı. eskiden bizi görünce ayağa kalkıp kapılar açarlardı. şapka çıkarırlardı. oysa bugün eşitlik istiyorlar. ama ben diyorum ki, eğer tanrı onların bizim ayarımızda olmasını isteseydi görünümlerini bizden farklı yaratmazdı.

ne akıl almaz bir hüzün, sandalyelerin böyle üst üste yığılması gecenin geç saatinde, insan eğer kafede kalan son müşteriyse.

seks normaldir. iyileştim ben artık. seks iyidir. o sırada iyidir. önceden de iyidir ya, sorun sonrasında. hayvan değilsen, yani. çoğunlukla sonrası hazindir.

parkta bir sürü kadın öldürülür. elbette, öldürülmeyi isterler de ondan.

21.02.2018

küçük şeyler

samipaşazade sezai

dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak suretiyle önemli bir konu olarak kabul edilmesin.

büyük adamların öfkesi de büyük olur.

şairlerin, âlimlerin en büyük eserleri, ümitsiz ve hiddetli zamanlarında yazdıklarıdır.

yirmi yaşında olmadığımız halde bizler de mutlu olduğumuz anları gözden geçirsek, bütün kâinatın karşısında titrediği şu kelimeye ulaşmaz mıyız: "hiç!"

şu gerçeği itiraf etmeliyiz ki bizler çoğunlukla en uzak bir yerde bulunan bir ailenin özel hayatını bildiğimiz halde oturduğumuz yerin bir saat ötesini bilmeyiz.

"gönlümü dûçar eden bu hâle hep
kara kaşlım kara gözlümdür sebep
ettiğim âh u figâna rûz u şeb
kara kaşlım kara gözlümdür sebep" (şevki bey)

ah kadınlar! anlaşılmaz bir muamma.. bazen vahşet ve şiddeti zayıf okşayışlara, küçük iyiliklere tercih ederler.

"kimseler gelmez senin feryad-ı ateş-bârına
yandın ey biçare dil yandın melamet nârına" (ahmet rasim)

modern sanat üzerine

paul klee

her şeyi açabilen gizli anahtarın korunduğu doğanın döl yatağında, yaratılışın kaynağında.

bir ressamın sözcükleri kullanmasının gerek nedeni, bilinçli olarak yarattığı biçimsel öğelerinin içerik üzerindeki etkisini hafifletmek ve bu etkiye yeni bir açıdan yaklaşılmasını sağlamak olmalıdır.

dünyanın gözü önünde, ağaç dallarının zamanda ve mekanda açılıp yayılması gibidir sanatçının yapıtı.

hiç kimse bir ağacın dallarını kökünün görüntüsünde biçimlendireceğini iddia edemez.

bir sanat yapıtının yaratımı -ağaç dallarının gelişmesi- zorunlu olarak resim sanatının özgül boyutlarına girmenin sonucunda, doğal biçimin çarpıtılmasına eşlik etmek zorundadır. çünkü orada doğa yeniden doğar.

libermann'ın deyişi bu açıdan bakılığında belki de bu durumun en anlaşılır ifadesidir: "çizim sanatı, dışarıda bırakma sanatıdır."

sanatçı gerçekçi eleştirmenlerin çoğunun yaptığı gibi, doğal biçimlere büyük önem yüklemez, çünkü sanatçı için bir nihai biçimler yaratım sürecinin gerçek öğesi değillerdir. çünkü sanatçı nihai biçimlerin kendilerinden daha çok biçimlendirmeyi yapan güçlere değer yükler.

belki de sanatçı gönülsüz bir felsefecidir ve iyimserle birlikte bu dünyayı bütün olası dünyaların en iyisi ya da bir model olmayacak kadar kötü kabul etmese de şöyle der : "şu andaki biçimi bakımından bu dünya mümkün olan tek dünya değildir."

bu nedenle doğanın önüne yerleştirdiği bitmiş biçimleri irdeleyici gözlerle inceler.

kendi yolunu sonuna kadar izlemeyen sanatçı küstahtır. fakat ilksel gücün tüm evrimi beslediği bu gizli bahçeye girebilen sanatçılar seçilmiş kişilerdir.

yaşamı bayağılıktan çıkarıp yükselmesine yardım eden sanat gerçekliktir.

sanatçı insandır ve bu nedenle de doğal dünya içindeki doğanın bir paçasıdır.

20.02.2018

çılgın bir ihtiyarın güncesi

junichiro tanizaki

kudretsiz de olsa bir tür cinsel yaşamı oluyor insanın.

benim zevkime uygun, eşit çekicilik ve güzellikte iki kadın var diyelim. a: iyiliksever, dürüst ve sempatik; b: kötü bir insan, zeki bir yalancı. şimdi hangisinin bana daha çekici geleceğini sorsanız, eminim şu günlerde b'yi yeğlerim. ama güzellikte b de en aşağı a kadar olmalı. güzelliğe gelince, kendimce beğenilerim vardır. bir kadının yüzü ve gövde biçimi tam kıvamında olmalı. özellikle beyaz, ince bacaklı ve zarif ayaklı olmalı. bütün bunlar ve öbür özellikleri eşit diyelim, o zaman kötü karakterliyi yeğlerim. en çok beğendiğim kadınlar suratlarında gaddarlık belirtisi olanlardır. öyle bir belirti görünce içten de gaddar olabileceğini düşünürüm ve öyle olmasını isterim.

gerçekten kötü bir kadın bulabilseydim ve onunla yaşayabilseydim -hiç olmazsa onunla bir arada olabilseydim, onunla yakın ilişkilerim olabilseydi- ne mutlu olurdum.

"gururlu." hangi kadın bir sevgili bulacağını söylese erkekler aynı şeyi söylerler.

tomiyama seikin gibi birisinin, "seher vakti ay"a benzer bir şey söylemesini isterim. sesi kulaklarımda: kıyıdaki çamların arasından yarı gizli ay denize doğru batar, düşler dünyasından sıyrılıp cennetin dupduru pırıltısına kavuşmak için.

meiji kadınlarının yalnızca güzel olanları değil, hemen hepsi güvercin yürüyüşlüdür.

bir erkeğin ağlamasının utanç verici bir şey olduğunu da bilirim; ama gözlerim yine de hemen yaşarıverir, en küçük bir nedenle yaşarıverir. her zaman bu durumu gizlemeye çabalamışımdır. gençliğimden bu yana kötü insan rolü oynamaktan hoşlandım. karıma sürekli kırıcı şeyler söylerim; ama burnunu çekmeye başlayınca sinirlerim yatışır. zayıf noktamı anlamaması için elimden geleni yaparım. aslında, duygusal ve gözyaşlarını tutamayan bir insan olmama karşın, gerçek yapım aşırı düzeyde soğuk ve sapkındır. işte böylesine bir yaşlı adamım ben; yine de saf ve temiz bir çocuk böylesine sevgi gösterince gözlüklerimi buğulamadan edemem.

boğulup ölmek üzere olduğum bir anda, yabancı bir hastane yatağında, istediğince ünlü olsun bir ortopedi cerrahı, bir anestezist, bir radyolojist ve benzerlerince çevrili olmak istemem. bu gergin hava bile beni öldürmeye yeter de artar. güçlükle solurken, soluk alıp verirken, yavaş yavaş bilincini yitirirken, insanın soluk borusuna bir tüp takılması nasıl olur ki? ölümden korkmuyorum; ama acı çekmeyi, kıvranmayı ve korkutucu şeyleri istemiyorum.

kağıt ev

carlos maria dominguez

kitaplar insanların kaderlerini değiştirir.

hiçbir şey temsilinin dışında vuku bulmaz. herkes istediği temsili seçme hakkına sahiptir.

sıradışı bir durum olduğunda insanlar her zaman bir şeyler uydururlar ve o saatten sonra neyin gerçek neyin kurgu olduğunu bilmek tam anlamıyla mümkün değildir artık.

canlıların dünyası kendi içinde yeterince mucize ve gizem barındırır. bu mucizeler ve gizemler öylesine açıklanamaz bir şekilde duygularımızı ve zihnimizi etkiler ki, hayat mefhumunu neredeyse efsunlu kılar.

kitap müptelalarını, parşömen misali derilerinden anlayabilirsiniz.

çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. kitaplar, sanki asla geri dönemeyeceğimiz bir anın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıyla tutunurlar insana. oysa orada kalmaya devam ettikleri sürece onları birbirlerine yamadığımızı zannederiz.

üstlerinde gün, ay ve yıl yazan sayısız kitap gördüm ben; gizli bir takvimi oluşturur her biri. başkaları ise ödünç vermeden önce adlarını yazarlar ilk sayfaya, teslim edecekleri kişiyi defterlerine kaydedip bir de tarih atarlar yanına. tıpkı kütüphanedekiler gibi damgalı kitaplar gördüm, yahut içlerine sahiplerinin kartları yerleştirilmiş olanlar.

kimse bir kitap kaybetmek istemez. bir daha okumayacak olsak da başlığında eski, belki de kaybolmuş bir duyguyu taşıyan bir kitabı kaybetmektense bir yüzük, saat veya şemsiye kaybetmeyi yeğleriz. nihayetinde, kütüphanenin boyutu önemlidir. bedbaht bahaneler ve sahte mütevazılıklarla sergilenirler gözler önüne, serilmiş devasa bir beyin misali.

sırf ziyaretçilerinin kütüphane raflarındaki kitaplara hayran hayran bakabilmeleri için mutfakta kahve hazırlama işini kasten uzatan bir filoloji profesörü tanıdım. mevzunun tamamlandığını düşündüğü an elinde tepsi ve yüzünde tatminkâr bir gülümseme ile girerdi salona. biz okurlar, sadece eğlence amaçlı olsa bile, arkadaşlarımızın kütüphanesini gözleriz. bazen sahip olmadığımız ama okumak istediğimiz bir kitabı bulmak için yaparız bunu, bazense karşımızdaki hayvanın ne ile beslendiğini öğrenmek için. bir meslektaşımızla salonda otururken odadan şöyle bir çıkar ve döndüğümüzde onu kitaplarımızı koklarken buluruz.

fakat an gelir, ciltler görünmez sınırlarını aşarlar ve o eski gurur müşkülpesent bir yükümlülüğe dönüşür; çünkü mekan her zaman sorun olacaktır.

bir okur zaten var olan bir yolda ilerleyen bir yolcudur. ve bu yol sonsuzdur. ağaç kaleme alınmıştır çoktan; taşı ve dalı kıpırdatan rüzgâr, bu dala duyulan özlem ve gölgelerini yasladıkları sevda.

borges'in bir cümlesinin yarısını çalayım: kütüphane zamana açılan bir kapıdır.

17.02.2018

piyale

ahmet haşim

hiçbir çehre hayalde göründüğü kadar hakikatte güzel değildir.

şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan ne de bir kanun koyucudur. şairin lisanı nesir gibi anlaşılmak için değil; fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, ortalama bir lisandır.

şiir, düzyazıya çevrilemeyen nazımdır.

şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin manası değil, cümledeki telaffuz kıymetidir.

şiir bir hikâye değil, sessiz bir şarkıdır.

mânâ araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını titreyiş içinde bırakan hakir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. et zerresi, o susturulan sihirli sesi telâfiye kâfi midir?

humboldt'un armağanı

saul bellow

insanı sarhoş etmeyen bir hayat, hayat değildir.

insan kayboldu mu tam kaybolmalı; hayran olduğum rus yazarlardan biri, bir toplantıya çok geç kaldıysanız, daha yavaş yürümenizi önerir.

toplum, insanı dikkatini dağıtmaya iter, bilinçteki en küçük ilerlemeyi bile sömürür.

samuel daniel: ürkek bilgi kararsızlıkla kıvranırken, cüretkar cehalet işi bitirir.

yıkıcı karışıklıklar bizi mezara dek huzursuzca takip eder.

müzik eğitimi almayan çocuk, zengin de olsa yoksul sayılır.

coleridge: metafizik fikirler, zor zamanlarda, ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir çocuğun yatağındaki oyuncaklar gibi insana yardımcı olurlar.

cazibede hep bir parça dolandırıcılık gizlidir.

times'da ölüm haberinizin çıkması şöhretinizin zirvesinde olduğunuzu gösterir.

aşk, varoluşa duyulan minnettir.

insanların "öl, öldür, geber" demeleri, ölümden bahsetmeleri dünyanın en aptalca şeyi; neden söz ettikleri hakkında en küçük bir fikirleri yok. ölüm hakkında en temel şeyleri anlayabilenlerin sayısı on binde bir bile değil.

carl gustav jung: bazı zihinler tarihin erken dönemlerine aittir.

yüksek bilinç masumdur, kendi içindeki kötüyü göremez.

hayatta en güzel şeyler bedavadır.

ihtiyar william james haklıysa, mutluluk enerjinin en üst seviyelerinde yaşamaksa ve dünyaya gelişimizin gayesi mutluluk peşinde koşmaksa, delilik katıksız mutluluktur ve siyasi müeyyidelerle koruma altına alınmalıdır.

william blake: haz zekanın besinidir.

insanoğlu acınacak hale geldi, hepimiz nesneler dünyasının bir parçası olduk.

bazen yapılacak en doğru şey uzanıp yatmaktır.

güçlü bir zekaya sahip olanlar bir rüyada yaşayıp yaşamadıklarından asla emin değildirler.

"doğruya en yakın açıklama, en basit olandır."

tarihin insana yüklediği bir görev varsa o da yanlış kategorileri reddetmektir. maskeyi çıkarmaktır.

bazı kişilere güçlerine sığındığınız izlenimi vermek yapacağımız en yanlış harekettir.

bizleri büyük resmi görmekten alıkoyan insani saçmalıklar ne hazin! biz zavallı ruhlar, her birimiz o denli istikrarsız, cahil, tedirgin, huzursuzuz ki..

16.02.2018

david

kay redfield jamison

bir zamanlar gerçekten içtenlikle inanırdım ki insan hayatta yalnızca belirli bir miktar acı çekmeye yargılıdır. manik-depresif hastalık bana öyle derin acılar çektirmiş, beni öylesine ne yapacağını bilemez durumlara sokmuştu ki, yaşamın bana başka alanlarda daha iyi, daha dengeli davranacağını sanmıştım. oysa, yıldız tarlaları arasından uçacağıma, satürn'ün halkaları ile kayacağıma da inanmış biriydim ben. belki de muhakeme gücüm pek parlak değildi. çoğu kez çılgın dolaşan ama nadiren aptallık eden robert lowell, mutluluğun durup dururken bizi bulmayacağını benden çok daha iyi biliyormuş; çünkü tünelin öte ucunda bir ışık görürsek bunun üstümüze gelmekte olan trenin ışıkları olacağını söyleyen oydu.

belirli bir süre boyunca -lityum, geçen zaman ve uzun boylu, yakışıklı bir ingiliz'in aşkı sayesinde- tünelin öte ucundaki ışık sandığım bir aydınlık görür gibi oldum. gerçi her an elimden kaçacakmış gibiydi ama sanki huzurlu, sıcak, güvenli bir yaşam yakalamıştım. birazcık fırsat tanındığı takdirde aklın hastalıktan nasıl kurtulabileceğini, sabır ile şefkatin, paramparça olmuş zavallı bir dünyanın parçalarını nasıl yeniden bir bütüne dönüştüreceğini öğrenmiştim. tanrı'nın dört bir yana saçtığını doğal bir tuz, birinci sınıf bir psikiyatr ve bir erkeğin aşkı ile sevecenliği yeniden bir araya toparlayabilecekti nerdeyse.

ucla'nın öğretim kadrosuna girdiğim ilk yıl tanışmıştım david ile, 1975 yılının başlarıydı, korkunç mani krizine girişimin üstünden altı ay geçmiş, kafam yavaş yavaş eski haline dönmeye, düşüncelerim az çok bir anlam kazanmaya başlamıştı. aklım hala çok tehlikeli bir dengeyi tutturma çabasındaydı, duygularım çok yıpranmış durumdaydı, gerçek yaşamımın büyük bölümünü hala uzun gölgelerle kaplı dar bir kafesin içinde sürdürüyordum. ancak dışardan bakıldığında davranışlarım sözde normal meslektaşlarımın davranış sınırlarını aşmıyordu. böylece, en azından mesleğim açısından, görüşüne göre her şey yolundaydı.

o gün, yataklı hastalar koğuşunun kapısını açarken artık alıştığım bir sıkıntı ve sinirlilik içindeydim -hastalar yüzünden değil, bir personel toplantısı olacağından. bu toplantıları hiç sevmezdim: hemşireler hep birlikte ve saldırgan biçimde psikiyatri asistanlarından şikayetçi olurlar, asistanlar ise daha üst konumda olmanın rahatlığı, son sözün kendilerinde kalacağının bilinciyle sinir bozucu davranırlardı; son derece dirayetsiz biri olan koğuş şefi ise, türlü kinlerin, kıskançlıkların, kişisel düşmanlıkların toplantıya egemen olmasını engelleyemezdi. o koğuşta hastaların bakımı hep ikinci planda kalır, çalışanların kendi nevrozları, kendi aralarındaki savaşlar, bencillikler, kaytarıcılık ön planda olurdu. elimden geldiğince ağırdan alarak toplantı odasına sonunda girdim; ateş hattından uzak bir iskemle aradım, oturdum, kaçınılmaz tatsızlıkların bu sefer nasıl bir yol izleyeceğini düşünerek bekledim.

koğuş psikiyatrı içeri girdiğinde yanında çok uzun boylu, yakışıklı bir adam görünce çok şaşırdım. adam bana baktı ve yüzünde harika bir gülümseme belirdi. meğer konuk profesörmüş, ingiliz kraliyet ordusu tıp merkezi'ndeki görevinden izinli gelmiş. birbirimizden hemen hoşlandık. öğleden sonra hastanenin kafeteryasında birer fincan kahve içmek için oturduk; uzun zamandır hiç kimseyle yapmadığım kadar rahat ve açık konuştum onunla nedense. sakin, sessiz, yumuşak bir sesle konuşan, düşünceli bir adamdı, ruhumun hala açık olan yaralarını deşmeye kalkmadı. ikimiz de müzik ve şiir seviyorduk, ikimizin de askeri geçmişi vardı; bir başka ortak yanımız ise, ben iskoçya ve ingiltere'de okumuş olduğumdan, aynı kentlerde, aynı hastanelerde, aynı kırlarda yaşantılar geçirmişliğimizdi. psikiyatri uygulamaları açısından ingiltere ve amerika arasındaki farkları görmek istiyordu, ben de en zor hastalarımdan birine konsültasyon yapmasını önerdim. şizofrenik olan bu kız kendini cadı sanıyordu. onun korku içindeki kafasının derinliklerine ittiği, su yüzüne çıkarmaktan çekindiği psikoterapötik olguları görmekte gecikmedi david. hekimlik kimliğini bir an bile elden bırakmadan ama inanılmayacak kadar yumuşak bir sevecenlikle yaklaştı kıza; kız da ona kayıtsız şartsız güvenebileceğini anladı sanıyorum -ilerde benim de anlayacağım gibi. sağduyulu, gerçekçi ama sıcak yaklaşımıyla, aynı soruları tekrar tekrar, farklı farklı biçimlerde sorarak kızın güvenini kazanmasını, paranoyasının arkasında gizlenenleri çıkarmasını seyretmek bir zevkti.

ucla'da geçirdiği aylar boyunca david ile sık sık öğle yemeği yiyorduk -genellikle üniversitenin botanik bahçesinde. beni pek çok kez akşam yemeğine de çağırdı ama hiçbir zaman kabul etmedim; çünkü hala evliydim ve bir süre ayrı yaşadığım kocamla birlikte oturmaya başlamıştım yeniden. david londra'ya döndü. ara sıra yazışıyorduk ama benim işim başımdan aşkındı: derslere giriyor, kliniği yönetiyor, sürekli öğretim üyesi olma savaşımı veriyor, evliliğimin sorunlarıyla uğraşıyordum. derken gene çok kötü bir mani krizi geçirdim ve bunu, her zaman olduğu gibi, uzun ve beni tümüyle paralize eden bir depresyon dönemi izledi.

kocamla ben, yakın dost kalmamıza ve birbirimizi sık sık görmemize karşın artık evliliğimizin kurtarılacak noktayı aştığını kabul etmiştik sonunda. ilk kötü mani krizim sırasında onu terk ettiğimden bu yana kurtarılmayacak noktaya gelmişti zaten bana sorarsanız. gene de ikimiz de elimizden geleni yaptık. uzun uzun konuşarak, yaptığımız hataları, önümüzdeki olasılıkları tartıştık. bol bol iyi niyet ve sevgi vardı ama hastalığım sonucu meydana gelen korkunç olaylardan sonra hiçbir şey bu evliliği yeniden kurmamıza yetmedi. bu arada david'e yazdığım mektuplardan birinde kocamdan bir kez daha ve artık kesin olarak ayrıldığımı söyledim. hayat devam ediyor, klinik toplantıları, yazılar, hastalarla görüşmeler, asistan ve stajyerlere dersler birbirini izliyordu. ne kadar kötü bir hastalık geçirdiğim ve hala ne kadar tehlike içinde olduğum anlaşılacak diye ödüm kopuyordu. neyse ki -ve ne gariptir ki- akademik psikiyatrlar fazla duyarlı değillerdir, gözlem güçlerinin de pek parlak olduğu söylenemez.

derken günün birinde, david ucla'dan ayrıldıktan 18 ay kadar sonra, büroma girdiğimde ne göreyim? masamda oturmuş, bir kurşunkalemle oynuyor ve kocaman kocaman gülümsüyor. "artık benimle akşam yemeği yersin herhalde." dedi yarı şakacı bir havayla. "uzun süre bekledim, çok da uzun yoldan geldim." onunla yeğeme gittim tabi ve birlikte los angeles'ta çok güzel birkaç gün geçirdik. sonra o ingiltere'ye döndü. beni birkaç haftalığına londra'ya davet etti. uzun, intihar eğilimli bir depresyondan daha yeni toparlanıyordum, düşüncelerim çok ağır aksaktı, duygularım dayanılmayacak kadar karaydı ama, onun yanında olursam, her şeyin daha iyiye gideceğine dair bir his vardı içimde. gerçekten de öyle oldu. hem de beklentimin çok ötesinde. bahar sonuydu, akşamüstleri st. james park'ta uzun yürüyüşlere çıktık. thames nehri'ne bakan kulübünde akşam yemekleri yedik, oturduğu dairenin hemen karşısında olan hyde park'ta piknikler yaptık. yavaş yavaş bitkinliğim, kuşkularım, kapkara inançsızlığım üstümden kalktı. müzikten, resimden yeniden zevk almaya, yeniden gülmeye, yeniden şiir yazmaya başladım. uzun geceler boyu süren, sabahleyin erkenden yinelenen inanılmaz tutku dolu saatler, aşkın yaşam sevincine ne büyük katkılarda bulunduğuna inanmama, daha doğrusu bunu yeniden hatırlamama yol açtı. yaşamı besleyen aşktı.

15.02.2018

altın gözde yansımalar

carson mccullers

bir insanın en büyük gereksinimi seveceği birisine, dağınık duyguları için bir odak noktasına duyduğu zamanlar vardır.

ayrıca, kızgınlıkların, düş kırıklıklarının ve yaşamsal korkuların sperm hücreleri kadar kıpır kıpır olup nefret yoluyla salıverilmelerinin gerektiği zamanlar da vardır.

kişiliği bazı bakımlardan sıradan insanlarınkinden farklıydı. varoluşun üç temel ögesine karşı oldukça tuhaf bir duruşu vardı: yaşamın kendisi, cinsellik ve ölümdü bu üç öge. 

cinsellik bakımından yüzbaşı kendi içindeki eril ve dişil ögeler arasında, her iki cinsin de duyarlıklarını içeren ve hiçbirinin eylem gücünü barındırmayan hassas bir denge kurmuştu. yaşamdan elini eteğini biraz çekmekle yetinen ve dağınık tutkularını toparlayarak kendini bütün kalbiyle kişisel olmayan bir işe, bir sanata ya da hatta daireyi kareye dönüştürme çabası gibi kaçıkça bir sabit fikre adayabilen birisi için; böyle birisi için bu tarz bir varoluş yeterince katlanılabilir bir durumdur.

14.02.2018

eğitim

sigmund freud

cinselliğin yaşamlarında hangi rolü oynayacağını gençlerden gizlemesi, günümüz eğitimine yöneltilmesi gereken tek suçlama değildir. eğitim, gençleri nesnesi durumuna düşmeleri kaçınılmaz olan saldırganlığa hazırlamama günahını da işler. gençleri böyle hatalı bir psikolojik yönelmeyle yaşama salan eğitim, kutupları keşfe giden bir ekibin eline yazlık giysiler ve kuzey italya'nın göller bölgesi haritasını veren birinden farklı hareket etmiş olmaz. burada ahlaki talebin kötüye kullanımı söz konusudur.

eğer eğitim "insanlar, mutlu olmak ve başkalarını mutlu etmek için şöyle olmak zorundadır; ama böyle olmadıklan da hesaba katılmalıdır." diyecek olsa, bu talebin sertliği pek zarar vermezdi. bunun yerine gençler, diğer insanların ahlakın gereklerine uyduğuna, yani erdemli olduğuna inandırılır. kendilerinin de erdemli olması talebi buna dayandırılır.

günümüz uygarlığında böylesi bir kurala uyan kişi, kuralı tanımayan kişi karşısında dezavantajlı durumdadır.

13.02.2018

günce

chuck palahniuk

bir tane bile mutluluk yaramız yoktur. barıştan çok az ders alırız.

bir sanatçının görevi kaostan düzen yaratmaktır. ayrıntıları toplarsın, model oluşturur, düzenlersin. anlamsız gerçeklerin anlamlı olmasını sağlarsın. her şeyden birer parça alarak bir araya getirirsin. karıştırıp tekrar düzenlersin. kolaj. montaj. toplama.

her şey bir başınayken hiçbir şeydir aslında.

bir sanatçının görevi dikkat etmek, toplamak, düzenlemek, arşivlemek, korumak, sonra da rapor yazmaktır. belgelemek. sunum yapmak. bir sanatçının görevi asla unutmamaktır.

bir şeyi okumak suratınızda patlayan bir tokat olabilir.

istediğin her şeyin resmini yapabilirsin; çünkü ortaya çıkardığın şey kendinden başka bir şey değildir.

ikincisi asla ilki kadar iyi değildir.

thomas mann'a göre, büyük sanatçılar aslında hastalıklı kişilerdir. belki de insanların sevdikleri şeyi yapabilme riskini göze alabilmek için gerçekten acı çekmeleri gerekiyordur. gerçek sanat yapmak istiyorsan acı çekmelisin. ilham; hastalık, yara ve delilik ister. bütün büyük sanatçılar aslında hastalıklı insanlardır.

12.02.2018

evlilik

"adamım, ben 44 yıldır evliyim. ve derim ki sürekli iyi geçinmek diye bir şey yok. 44 yıl. bilirsin işte; bu, zaman alır. ama bir kez diğer tüm saçmalıkları geride bıraktığında, fark edersin ki olayın aslı, hayatın sillesini kıçına yediğinde elinden tutacak ve bedeninin sana ödünç verildiğini hatırlatacak bir arkadaş edinmektir. evet, bazen her şeyi apaçık görebiliyorsun ve sonra her şey tekrar sisler arasında kayboluyor. hayat dediğin budur, evlat. o kadar kolay olsaydı hiçbirimiz işleri berbat etmezdik. hiç pişmanlık duymazdık, harika evlatlarımız olurdu ve her günün her saniyesini mutluluk içinde geçirirdik." (~californication)

"francis bana evlenme teklif ettiğinde ne dedi biliyor musun? her kelimesini hatırlıyorum. dedi ki, "claire, istediğin tek şey mutlu olmaksa, 'hayır' de. sana iki çocuk verip emekliliğe kadar gün saymayacağım. böyle bir hayatın olmayacağına söz veriyorum. asla canının sıkılmayacağına söz veriyorum." bana teklif eden çok erkek oldu; ama o hepsinden farklıydı. çünkü beni anlayan tek erkek oydu. beni el üstünde tutmadı. bana tapmadı, beni şımartmadı; bunları istemediğimi biliyordu. elimi aldı ve yüzüğü parmağıma taktı. çünkü evet diyeceğimi biliyordu. istediği şeyi nasıl elde edeceğini bilen bir adam." (~house of cards)

"o tabuttaki benim karım. o kadınla aynı yatakta tam 56 yıl geçirdim. 56 yıl boyunca aynı boktan bahsedişini dinledim. gece gündüz. bir keresinde bahçede beni biftek bıçağıyla kovaladı. kıçımı kesmeye çalıştı. bir sene ayrıldık. o vakit, şu an içimde bir boşluk gibi. beni gerçekten tanıyan tek kişi oydu. aşk hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. bir gün hoş bir şey görüyorsun, bir de bakıyorsun ki 56 yıl olmuş. ve sinemada altına sıçmışsın ve temizlemene yardım eden tek kişi o. aşk budur." (~six feet under)

11.02.2018

hayat ve sanat üzerine *

ray bradbury

erken yaşta, bir şey istiyorsan onun peşinden gitmen ve onu alman gerektiğini keşfettim. çoğu insan hiçbir yere gitmiyor ve hiçbir şey istemiyor; o yüzden de hiçbir şey elde edemiyor.

10-12 yaşlarındayken yazar olma hayali kurmaya başladım ve hayatımın geri kalanı o çocukluk dönemindeki şeye uygun olarak kendimi şekillendirmekle geçti. hayal kurmak benim için çok yaratıcı bir şey.

hayal kurma yeteneği hayatta kalma yeteneğidir. hayal kurma yeteneği büyüme yeteneğidir. 10-13 yaş ve üzeri kız ve oğlan çocukları günlerinin önemli bir bölümünde veya özellikle uyumadan önce geceleri kendilerinin başka bir şey olduklarının hayalini kurarlar. yani daha çocukken kendinizi başka şekillerde hayal etmeye başlarsınız. sonra geleceğe doğru ilerlersiniz ve o şekle uygun olmaya çalışırsınız.

bir oğlan çocuğu her zaman söyleyeceklerinin kendisinden büyük olanın sözlerinden daha önemli olduğunu hayal eder. tam tersinin doğru olduğunu daha sonra keşfeder.

üniversiteye hiç gitmedim. yazarlar için üniversiteye inanmam. çok tehlikeli bir şey olduğunu düşünüyorum. pek çok profesörün çok dik kafalı, çok züppe, çok entelektüel olduğunu düşünüyorum. entelektüellik yaratıcılık için çok büyük bir tehlikedir. korkunç bir tehlikedir; çünkü kendi temel doğrunuza sadık kalmak yerine bir şeyleri rasyonalize etmeye ve sebepler uydurmaya başlarsınız. kimsin sen, nesin sen, ne olmak istiyorsun gibi.

25 yıllık daktilomun üstünde "düşünme!" diye bir not var. daktilo başında asla düşünmemelisiniz, hissetmeniz gerek. entelektüelliğiniz her zaman o hislerin içinde gömülüdür zaten. daktilonun başında değilken pek çok düşünce toplamışsınızdır zaten. daktilonun başında ise yaşamanız gerekir. bir deneyim yaşıyor olmalısınız.

düşünürken yaptığınız en kötü şey yalan söylemektir. yaptığınız şeyler için aslında doğru olmayan sebepler uydurabilirsiniz. yaratıcı bir insan olarak yapmaya çalışmanız gereken şey kendinizi şaşırtmak, gerçekte kim olduğunuzu bulmak ve yalan söylememektir; her zaman doğruyu söylemektir. ve bunu yapmanın tek yolu oldukça etkin, çokça duygusal olmak ve kendinizden kurtulmak, nefret ettiğiniz ve sevdiğiniz şeylerin listesini yapmak ve bunlar hakkında yoğun hislerle yazmaktır. yazıp bitirdikten sonra üzerine düşünebilirsiniz. sonra işe yarar mı yaramaz mı veya bir şey eksik mi diye bakabilirsiniz. şayet bir şeyler eksikse geriye döner, yeniden duygusal süreçten geçirirsiniz. hepsi bir bütünün parçası.

düşünmenin hayatımızdaki yeri düzeltici olmalıdır, düşünmek hayatımızın merkezinde olmamalıdır. hayatımızın merkezinde "yaşamak" olmalıdır. var olmak, çevremizde bizi tutan düzelticilerle birlikte merkezde olmalıdır. tıpkı derimizin etimizi ve kemiğimizi bir arada tutması gibi. oysa cildimiz yaşam denilen şeyin damarlarımızda pompalanan kan olduğunun farkında değildir. duyumsama, hissetme ve bilme yeteneğidir bu ve entelektüellik beyne bu konuda pek yardımcı olmaz. yaşama işiyle uyum içinde olmalısınız.

shakespeare'i seviyorum; ama onu mantığımla düşünmüyorum. gerard manley hopkins'i seviyorum; ama onu mantığımla düşünmüyorum. dylan thomas'ı seviyorum; oysa yazdıklarının yarısını anlamıyorum bile. ama kulağa hoş geliyor, bir şeyler çağrıştırıyor. bununla ilgili bir örnek vereyim:

20 yıl önceydi sanırım, kızlarımdan biri 4 yaşındaydı. salona girmiştim. bir dylan thomas kaydı çalıyordu. sanırım karımın çaldırdığı kaydı 4 yaşımdaki kızım bulmuş ve çaldırmıştı. ben de odaya girdim. kızım kaydı gösterdi ve şöyle dedi: "ne yaptığını biliyor." harika bir şey bu. mantıkla düşünmek değil, duygusal bir tepki vermektir.

duygu yoksa harika bir sanat da ortaya çıkamaz. duygu eksikse unutun gitsin, bir sanatçı olarak başarılı olamazsınız.

insanı harekete geçiren bir sevgi var. shakespeare'e karşı tutku var, mantıkla düşünmek değil. öğretmenim kendi yuvama gitmeyi, hissetmeye ve anlamsız sözcüklerle konuşmaya cüret etmemi, dili tekrar kullanabilmemi, insanların ilgisinin bende kalacağını ümit etmeyi ve senaryo hakkında endişelenmememi öğretti. çünkü hamlet oyununa hamlet'in babasını kimin öldürdüğünü bulmak için gitmezsiniz. olay bu değildir. olay, aparları dinlemektir.

sanatta her şey söylemdir. tüm o büyük romanları okuma sebebiniz senaryoları değildir, felsefi söylemleridir. ernest hemingway'in veya steinbeck'in veya faulkner'in veya canınız kimi istiyorsa onun kim olduğunu anlamak için okursunuz. ama her zaman ana drama ile ilgisi olmayan bir söylem vardır.

daktilo bir ruh çağırma tahtası olmalıdır. elleriniz onun üzerinde kaymalı ve kendiniz hakkında bilmediğiniz şeyleri ortaya çıkarmalıdır.

kütüphaneyi tıpkı anlattığım yaratma sürecine benzer bir şekilde kullanırım. bir yazar olarak, okunacaklar listesiyle gitmem oraya. körlemesine giderim, raflara uzanırım, kitapları indirir ve açarım ve ona hemencecik aşık olurum. hemen aşık olmazsam kitabı kapatırım, rafına geri koyarım, başka bir kitabı bulurum ve ona aşık olurum. bu hayatta sadece aşkla ilerlemek mümkündür.

görüyorsun ya, duygusal bir şey bu. insanları tamamen canlı olmayı, sonsuza dek yaşamayı veya yaşamdan sonra gelecek şeyi isteyecekleri şekilde ateşlemek zorundasınız. ve duygular vasıtasıyla bundan sanat ve hayatta kalma yetisi doğar, ne olduğunun bir önemi yoktur. dünya sizi ezebilir ve gerçeklerle yere serebilir de. betonun içinden çıkarsınız ve lanet olsun dersiniz, ben bir ot parçasıyım ve yaşayacağım.

duygularının zirvesinde yaşamayan insanları anlayamıyorum. sürekli coşkularıyla, neşeleriyle, yaratıcılıklarıyla yaşamamalarını anlayamıyorum. bunların seviyelerinin hiç önemi yok. matematikçisiniz ve rakamları mı seviyorsunuz? harika. anlamıyorum ben, rakamlarla aram hiç iyi olmadı. ama sen seviyorsan ve bana sevdiğini söylüyorsan.. oğlum, çok şanslısın! hangi alan olduğu umrumda değil. ve herkes için bir alan vardır.

tamamen sevdiğiniz işi yapmadıkça hayatın yaşamaya değer olduğunu sanmıyorum. yataktan kalkıp hemen o işe koyulmak istemelisiniz. vasat işler yapıyorsanız, sırf zamanı dolduracak işler yapıyorsanız hayat gerçekten yaşamaya değer değildir. intihar etmenizi öneririm.

* via ümid gurbanov | youtube

10.02.2018

pespaye

victor hugo

en iyiler bile bencil düşüncelerden büsbütün arınmış değildirler.

gündüz pespaye şeydir; ancak kapalı bir kepenktir onun hakkı. kibar insanlar kafalarının ışığını, gök kubbe yıldızlarını yaktığı zaman yakarlar ancak.

kötülerin mutluluğu da kara bir mutluluktur.

toplumun altında büyük kötülük mağarası vardır ve ısrarla belirtmemiz gerekir ki, cehaletin ortadan kalkacağı güne kadar da var olacaktır.

en güçlü, en halim selim, en mantıklı olanların bile zaaf anları vardır.

çocuklarının ölümünü görmekten daha hazin bir şey var, onların kötü bir hayat sürdüklerini görmek.

ezilmiş, yıkılmış insanlar arkalarına bakmazlar. kötü talihin peşlerini bırakmadığını bilirler.

burjuvanın erkeği ahmak, kadını kurnaz, kızı güzeldir.

en zorunlu gibi görünen, çağdaşlarınca en iyi kabul gören bir gerçek bile, yalnızca gerçek olarak kalıp içinde çok az hak taşıyor veya hiç hak taşımıyorsa, zamanla mutlaka biçimsiz, iğrenç, hatta belki de ucube bir hal almaya mahkumdur. bunun gibi, devlet adamları da bazen hainlerle aynı anlama gelir.

çoğu zaman, insan bir ipliği düğümlediğini sanırken başka bir ipliği bağlar.

bir genç kızın ruhuna şekil vermek konusunda, dünyanın bütün rahibeleri bir araya gelse bir annenin yerini tutamazlar.

9.02.2018

buzul çağının virüsü

vüs'at o. bener

ben yaşam ibnesiyim.

sen hep yanılgı ve yenilgilerden oluştuğun için yaşayabilensin.

ondan bir çocuk peydahlamak, sevilene, hoşlanılana verilebilecek armağanların en yücesidir.

tek doğru mutluluktur.

acımızın, çırpınmalarımızın nedenleri oldukça açıklığa, aydınlığa kavuşuyor galiba. kısaca, epeyce bir ödün insanları olmadığımızı bilme bilgimizi, sorumluluk, özendirme, güçlendirme, işbirliği, acıma gibi insancıl avuntuları bağrımıza basarak övüngen yaşamayı sürdürmeye alışamamanın, o tür yaşamayla içli dışlı olamamanın kurabiye bunalımını yaşıyoruz.

yorgunluğun, bıkmanın da kendine özgü, tadı, kokusu vardır. yaşayamamak da yaşamaktır.

gaye vasıtayı meşru kılar.

cesare pavese: topraksın, ölümsün sen, mevsimin karanlık, sessizlik senin. yaşayan hiçbir şey ağaran güne daha uzak olamaz senden.

başarının ilk koşulu, sırtı kalın olmaktır. umutsuzluk yakışmaz bizim gibilere. bırak pısırıklığı, tekke kafasını. insan yeteneklerini değerlendirmeli. son pişmanlık fayda vermez.

mutsuzluk kolay zanaattir.

napolyon bonapart: iki büyük güç var dünyada, akıl ve kılıç. kılıç örgütlendiremez, akıl da savaşamaz. ama yönetmek ve savaş kazanmak demek, kılıç gücünü örgütlendirme dehasına sahip olmak demektir.

ne yaptım, kendimi nasıl aldattım?

daha ilk piyon sürüldüğünde, sonucu kestirebildiği için pes eden, pata kalmaktan hoşlanmayan usta satranççılara saygılar.

8.02.2018

evlilik lisansı

~how i met your mother

"merhaba, bizim bir evlilik lisansına ihtiyacımız var; ama bekleme sürecini geçmeliyiz çünkü biz aşığız."

- bekleme süresini hemen kaldırıyorum.

"oh, gerçekten mi?"

- eğer öyle bir yetkim olsaydı, söyleyeceğim şey bu olurdu; ama maalesef yalnızca bir yargıç bunu yapabilir.

"peki, bir yargıç görebilir miyiz?"

- kesinlikle.

"gerçekten mi?"

- bugün öyle bir şansınız olsaydı, söyleyeceğim şey bu olurdu; ama yok.

"bunu bize neden yapıyorsun?"

- çünkü size kamera şakası yaptık.

"gerçekten mi?"

- öyle derdim; ama..

"biliyor musun? anladık."

7.02.2018

günah yiyen

dost körpe

evrenin yalnızlığına dayanmak cesaret ister.

korkutucudur ince uzun bir yüzün ardında yatan sağlam kişilikler.

varoluş, yalnızca yok oluşun değil, etkisizliğin, eylemsizliğin karşıtı olarak ele alınan varoluş, doğası gereği, erişebildiği tüm yaşamları tüketerek sürüp gider. tüketemediği tek yaşam kendi özünde var olandır.

genelgeçer yargılar beni hep rahatsız etmiştir. insanı hiçbir yere götürmezler, sonunda bir de bakarsın ki yaşamın kendi kuyruğunun peşinde koşmakla geçmiş.

yaşam çok belirsizdir. onu kelimelerle anlatamayacağınız, kitaplara sokamayacağınız gibi, herhangi bir kanala da akıtamazsınız. her yeri tutuşturan alevler gibidir yaşam, kontrol etmenin, emin olmanın tek yolu onu söndürmektir.

her şeyin kaynağının bulunabileceği, tüm ırmakların birleşip döküldüğü o okyanusa doğru ilerlemek ve giderek yaklaşmak, o dayanılmaz yoğunluktaki gerçekliğe yaklaşmak cesaret ister. bir insan kaldıramaz bunu. başka bir şey olmak gerekiyor.

yapacak işim olmadığında, öğle vakitleri örneğin, bu yolun kıyısında bir banka oturur ve gelip geçen araçları izler, bir yerden diğerine gitmenin anlamsızlığını düşünürdüm.

iki kişi bir olduğunda, ikinci bir kişi asla var olamaz bu dünyada.

unutma ey okur, yeni bile eskiyi barındırır hep içinde.

6.02.2018

iki sevda

nabizade nazım

hayalim iki güneşin doğuşuna kaynaklık etti. biri doğudan çıktı, diğeri batıdan göründü.

biri bilgilerimin kaynağıdır, diğeri ilhamlarımın çıktığı yerdir.

birisi parlak güneştir, diğeri parlak aydır.

birisi batmaya hazırlanıyor, diğeri doğmaya başlıyor.

ikisinin de yaradılışı, parlaklığı, sefası çeşitlidir. göz alan renklerinin kaynaşması öyle bir cennet manzarası gösteriyor ki, firdevsi dahi tasvir etmede aciz kalır.

birisi acı çeken bir ışıktır ki elemli titreyişleri gönüllere sıkıntı verir, diğeri karanlığı seven bir ışık gibi garip katlanışlarıyla fikirlere azap verir.

birisi tutulmuş güneş gibi o donuk, o sarımtırak rengiyle hayale hüzün getirir, diğeri gölgelenmiş bir ay gibi o karanlık, o korkunç manzarasıyla hafızayı dağıtır.

birisi bir ejderdir, hürriyeti yutar. diğeri bir cehennemdir, kudret ve değeri yakar.

ah önümde dalgalı bir ateş denizi. arkamda büyük bir dev takip ediyor. yerler, gökler ateş içinde.

milyonlarca cehennem meleği ellerinde azap kamçıları her yerde üzerime saldırıyorlar.

kaçacak yer yok, her yerde ismimi işitiyorum. her yerde aksimi görüyorum.

ah! her yerde o iki afet! her yerde o iki ateş! her yerde o iki ejder! her yerde o iki şeytan!

aklımı perişan ediyorlar, sabrımı tutuşturuyorlar, beynimi sokuyorlar, beni dehşete düşürüyorlar.

altın sessizlikte kelimeler

pascal mercier

gazete okurken, radyo dinlerken ya da kafede insanların konuşmalarına dikkat ederken, hep aynı sözlerin söylenip yazılmasından, hep aynı deyimlerin, süslü sözlerin, metaforların kullanılmasından çoğu zaman bıkkınlık, hatta tiksinti duyuyorum. en kötüsü, kendime kulak vermem ve benim de hep aynı şeyleri söylediğimi saptamam. müthiş aşınmış ve harap olmuş kelimeler bunlar, milyonlarca kez kullanılmaktan yıpranmışlar. hala bir anlam taşıyorlar mı? elbette, kelimeler yer değiştiriyor, insanlar onlara göre hareket ediyorlar, gülüp ağlıyorlar, sola ya da sağa gidiyorlar, garson kahveyi ya da çayı getiriyor. ama benim sormak istediğim bu değil. sorum şu: kelimeler düşüncelerin ifadesi mi hala? yoksa, lakırdıların içe kazılı izleri durmaksızın parladığı için insanları oraya buraya sürükleyen etkili ses oluşları mı sadece?

deniz kıyısına gidip başımı iyice uzatarak rüzgara tuttuğum oluyor, buradaki bildiğimiz gibi değil de daha soğuk, buz gibi esmesini isterdim o rüzgarın: keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, ben de hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem. oysa ne zaman konuşmaya kalksam her şey yine eskisi gibi. özlediğim arınma, kendiliğinden olan bir şey değil. bir şey yapmalıyım ve bunu kelimelerle yapmalıyım. ama ne? kendi dilimden çıkıp bir başka dile adım atmak istiyor değilim. hayır, askerden kaçar gibi dilden kaçayım demiyorum. ve kendime bir başka şey daha söylüyorum: dil yeniden icat edilemez. o zaman benim istediğim ne?

belki şudur: portekizce kelimeleri yeniden dizmek istiyorum. bu dizilişten doğacak cümleler çarpık çurpuk olmamalılar, tuhaf da, alışılmadık da, abartılı ve yapay da. portekizcenin merkezini oluşturacak arketip cümleler olmalılar, doğrudan ve kirlenmeden bu dilin saydam, ışıl ışıl yapısından fışkırıyormuş duygusu uyandırmalılar. cilalı mermer gibi pürüzsüz olmalılar ve bach'ın bir partitasındaki notalar gibi de tertemiz; kendileri olmayan her şeyi tam bir sessizliğe dönüştürmeliler.

bazen, içimdeki balçığa benzeyen dille azıcık uzlaşır gibi olduğumda, rahat bir oturma odasının huzurlu sessizliği sayabilirim onu diye düşünürüm; ya da sevgililer arasındaki yumuşak sessizlik. ama yapışıp kalan, alışkanlık olan kelimelere duyduğum öfkenin pençesine düştüğümde, ışıksız uzamın berrak, serin sessizliğinden daha azıyla yetinemiyorum, portekizce konuşan tek kişi olarak orada sessizce kendi yollarımı çizmeliyim. garson, kuaför kadın, biletçi -yeniden dizilen kelimeleri duysalar şaşkınlıktan ağızları açık kalırdı ve cümlelerin güzelliğine şaşırırlardı, bu güzellik de o berrak cümlelerin parıltısından başka bir şey olmazdı. zorlayıcı cümleler olurlardı bunlar -öyle hayal ediyorum- hatta acımasız da denebilirdi onlara. dediklerinden şaşmadan, yere sağlam basarak dururlardı, böyleyken de bir tanrının sözlerine benzerlerdi. aynı zamanda abartısız ve heyecansız olurlardı, kesin olurlardı ve öylesine ölçülü ki, bir tek kelime, bir tek virgül bile çıkarılamazdı o cümlelerden. bu bakımdan bir şiire benzerlerdi, söz kuyumcusunun işlediği.

görüş evi

martin amis

vicdan hayati bir organdır; bademcikler ya da lenf bezleri gibi bir fazlalık değil.

eğer bir adam kararlılıkla bir kadını, sadece bir kadını yüceltiyor, onu "diğer bütün kadınlardan üstün" görüyorsa, bil ki karşındaki bir kadın düşmanıdır. böyle düşünmek ona geri kalan kadınların pislik olduklarına inanma özgürlüğü verir.

hastanede, saat daima sandığından daha geridir.

gerçekten acı çekmiş herkes, bunun sonunda getireceği rahatlamayı bilir; başını öne eğip saatler boyunca ağlayarak küfür etmenin getirdiği rahatlamayı.

geçmişin bir ağırlığı vardır. ve geçmiş, ağırdır.

şimdilik kıtlığı, seli, salgın hastalığı ve savaşı unut gitsin: eğer gerçekten tanrı'nın umurunda olsaydık, bize dini göndermezdi.

biz insanlar sürekli daha fazlasını isteriz. lanet olasıca bir aşkla yaparız bunu.

uzaklaştığını sadece ölmek üzere olan insanlar hissederler.

gizli eşcinsellerin heteroseksüel olduğu sanılır; kadınlara hapsederler kendilerini ve bunlar hayattaki en tehlikeli erkekler arasında yer alır.

gogol, dostoyevski, tolstoy. her biri tanrı'nın rus olması için ısrar etmişlerdi; özellikle rus olmalıydı. rus tanrısı, rus devleti gibi olmayacaktı; bunun yerine gözyaşı dökecek, cezalandırırken şarkı söyleyecekti.

yahudi geleneğinde çiftler evlenirken düğün töreninin sonunda bardak kırarlar. bunun nedenine dair farklı yorumlar vardır. biri kutsal saydıkları eski kudüs'teki tapınağın i.ö. 6. yüzyılda önce babilliler, daha sonra romalılar tarafından yıkılması anısına yapıldığını; bir diğeri geçmişle ilişkilerin koparılıp yeni bir hayata adım atıldığını ileri sürer.

aşk hikayesi şekil olarak üçgendir; üçgen de eşkenarlı değildir. bazen bu üçgenin ikizkenar olduğunu düşünmek hoşuma gider: tepesinin çok sivrildiği kesin. ama dürüst olup üçgenin acımasız biçimde eşitsizkenarlı kaldığını kabul edelim. eşitsizkenar, eşit uzunlukta olmayan kenarlı, eşitsiz bir üçgen.

herkes her yerde her şeyden şikayetçiydi.

"seni öldürmeyen şey, seni güçlü kılar." değil işte! hiç değil. seni öldürmeyen şey seni daha güçlü kılmaz. dermanını keser, sonra da öldürür.