31.12.2014

uzun lafın kısası

alain: hayatı ne kadar yoğun yaşarsak onu kaybetmekten o kadar az korkarız.

yılmaz güney: herkesin yüreğine insanca yaşamanın ateşi düşecektir bir gün. işte o zaman yangın büyüyecek, önü alınmaz olacaktır.

tahsin yücel: bulmak, iyiyi aramayı bırakmak için bir neden değildir.

ernesto sabato: bazı insanlar dar görüşlü, kirli ve ikiyüzlü olduklarının farkına varana dek kendilerini özel sanabilirler.

boris vian: kızlar yüzünden ağlamamalı insan. hiçbir kız buna değmez.

yılmaz odabaşı: aşkın kavgasını veremeyenler, hiçbir şeyin kavgasını veremezler; aşkın özgürlüğünü yaşamayan ve yaşatmayanlar ise hiçbir özgürlüğü hak edemezler.

jeannette walls: hayattaki en önemli şey, nasıl düşeceğini öğrenmektir.

ömer hayyam: açık seçik ve meselsiz konuşmak gerekirse -bizler tanrı'nın elinde birer oyuncağız; -kulluk yarışında bizimle dalga geçilir, -sonra da teker teker hiçlik kutusuna geri döneriz.

melih cevdet anday: dünyadaki şiddet, evdeki şiddetin bir uzantısıdır.

salman rushdie: biraz şüphe o kadar da kötü değildir. kendinden kesinlikle emin olan adamlar korkunç şeyler yaparlar. kadınlar da öyle.

comte de lautreamont: denizin bütün suyu, düşünsel bir kan lekesini yıkamaya yetmez.

yann martel: mantık en iyi alet kutusudur. gerçeğin bilimsel açıklamasının dışına çıkmak için geçerli bir dayanak ve kendi deneyimlerimiz dışında bir şeye inanmak için sağlam bir neden yoktur.

29.12.2014

havva'nın kızları

lidia yuknavitch

"havva'nın kızlarına, ki onlar erkeklere aşkın ne şehvet düşkünlüğü ne de kösnüllüğün kutsallığı satın alışı; ancak ve ancak yeryüzü cennetinin en yüce ve en kutsal bölgelerinde yaşayan bir coşku olduğunu; onu erdemin en büyük ödülüne, dehanın en görkemli fethine, insani gelişimin birincil gücüne dönüştürebileceklerini öğretebilecek olanlardır." (paolo mantegazza)

"ve aşk: dehanın en görkemli fethi. insani gelişimin birincil gücü." kitabı kapayıp göğsümün üstünde tutuyorum. havva'nın kızları. süper. bu benim işte. havva'nın yılana kanan bir salak olduğunu hiçbir zaman düşünmedim. bence havva belalı bir tipti. adem'e ne yapacağını o göstermişti ve o olmasa adem budak deliklerini, keçilerin poposunu, vantuz balıklarını falan yoklayacaktı. havva olmasa, var ya. adem elinde malafatıyla ortalarda dolaşacaktı. havva'nın kızları. süper grup ismi olur.

insanların bilmediği bir kız dinginliği vardır. bir ergen kız durağanlığı. kıpırtısız bir huzur. başka bir yerden değil kendi içimizden gelir ve sadece birkaç yıl sürer. henüz bir kadın olmamaktan gelen bir şey. özgürce akar ve görünmezdir. "benim ergen kızım" dediğiniz fırtınanın merkezidir. oradayken hakkımızda düşündüğünüz salakça şeylerin hiçbiri bizi rahatsız edemez. seslerimiz yağmur gibidir. sakinizdir. huzurlu. bir daha asla sahip olamayacağımız kadar kusursuz saçlarımız ve tenimizle. havva'nın kızları.

on dört, on beş, on altı, on yedi. bunlar önemli yaşlardır. herkes bunun ergenlik çağı olduğunu düşünür -gerçek hayata geçiş dönemi olduğunu- ama bundan daha fazlasıdır. bazen bütün hayatınızı bu yıllarda yaşarsınız ve sonraki hayatınız aynı hikayenin farklı karakterlerle tekrarlanışıdır sadece.

clea

lawrence durrell

din, tanınmayacak derece yozlaştırılmış sanattan başka bir şey değildir.

"doğanın niteliklerinin en başta geleni, en güzeli devinimdir; doğayı sürekli kaynaştıran odur; ama bu devinimin sürekliliğini sağlayan şey suçlardır, onu ancak suçlar ayakta tutabilir." (marquis de sade)

çiftleşme, halk kalabalıklarının şiiridir.

kendi kendine, "gerçek yaşam hangi noktada başlar?" sorusunu hiç sormamış olan insanlar için yazmıyorum ben.

insan yalnızlığını kanıtlamak için sevişir.

ölüm bütün gerilimleri artırır, normal zamanlardaki gibi yarı doğrulara göre yaşamamıza pek izin vermez.

aşkımıza karşılık verenlerden hiçbir şey öğrenemeyiz.

bu dünya, donanımımız elvermediği için kavrayamayacağımız benzersiz bir mutluluk vaadini simgeler.

doğası gereği dürüstlüğe izin vermez aşk.

sırtına bir kadını yüklenen sanatçı, kulağında kene olan bir köpeğe benzer. kene kaşındırır, kan emer ama insanın eli ona yetişemez.

28.12.2014

sokak kızı

panait istrati

biz, türlü şekillerde bize benzeyeni severiz.

erkek! kadın sana arkadaş olabilse en iyi karıdan daha büyüktür, en şehvetli metresten daha eksiksizdir ve erkeğin erkeğe gösterebileceği dostluğu fersah fersah geride bırakır; çünkü kadın, bizi besleyen ve mutlu kılan toprak ana gibi çeşitli ve karışıktır.

insan kendini sakınmadan verdiği zaman bir şey kaybetmez.

kımıldayan bir yaprak, sallanan bir başak, boşluğu yırtan bir atmaca çığlığı, insana, yeryüzünde nasıl bir hiç olduğunu hissettirir.

zavallı ve görkemli gençlik! en olmayacak kararları hemen vermeyi ancak sen bilirsin. acı gerçek önünde gözlerini güzel güzel kapamayı da yalnız sen bilirsin.

yaşayacağına küçük bir umudu bulundukça insanın içi rahattır.

insanları da birlikte sevmeden ışığı sevemez kişi. bütün insanları değil. kimse onların hepsini birden sevmez. isa bile onları bu kadar ahmakça sevmiş değildir.

ister yoksul ol ister hali vakti yerinde, alnınızın terini silmek için bir an kendi haline terk ettiniz mi, hemen kederlenen bir dost kadar insanı hayattan iğrendiren bir şey olamaz.

insanın gönlünde bir sevda varken ölmek ne hazindir, ne acıdır!

vermek, vermek, vermek; işte hayatta en büyük mutluluk! özellikle zamanında, her şeyi zamanında vermek. kahkaha vermek, gözyaşı vermek.. heyecanları yaşamak, acıları yaşamak.. uçup giden mutluluk ışınını geçerken yakalamak, nemli gözler gülmenizi yalvarırken candan gülmek, sonra mutluluğa doymuş, kalbinizin bütün coşkunluğuyla ağlamak, ağlamak! bir süre ağlamak, sonra gülmek.

kadınların en iyisi, şefkat ve muhabbetten çok kaba kuvvete rağbet ediyor.

ne zaman ki bütün insanlığın derdiyle dertlenirsek, kendi olanaklarımıza göre bunu ifade edersek ve bencilliğimizin sebep olduğu kötülüklerle savaşırsak; ancak o zaman insan ve sanatçı olmaya başlarız. sanat, bizim kusurlarımıza karşı açılmış bir savaştır.

hayatın yüküne katlanmayı hiçbir şey cömertlik kadar mümkün kılmaz.

ah zavallı insanlar! keyfinize bakmaktan başka bir düşüncesi olmayan; okyanusun sonsuzluğundan ve hayatın büyüklüğünden habersiz, güneşten kavrulmayan, fırtınadan heyecanlanmayan zavallılar. zavallı insancıklar! en küçük bir aksilik, hiçliğinizi meydana vurmanıza yeter. saadetiniz gibi acınızda da korkaklık vardır. göklere kadar çıkan haz çığlıklarını bilmezsiniz siz. hiçbir iniltiniz cehennem kuyularına kadar inmez. anlamlı yüzlerden yoksun ve kendinizi tanıyamayacak kadar kör olan zavallılar, mutlu olunuz; ama acaba diyorum, bu sakınganlığınız bir beyin yarasından çok, bir kalp sakatlığından ileri gelmiyor mu? acıyorum size, insancıklar!

26.12.2014

house m.d.

eğer bir şey anlamlı değilse, gerçek de değildir.

hiv testleri %99 doğru sonuç verir. yani test sonucu pozitif çıkanlardan birkaçı, bir şeyleri olmadığı halde aylarca ya da yıllarca sonlarını bekler. işin tuhaf tarafı, sağlıklı olduklarını öğrendiklerinde birçoğu bundan mutluluk duymaz; hatta sinirlenir, depresyona girerler. ölmek istediklerinden değil, kendilerini hastalıkla özdeşleştirdiklerinden. aniden, onları var eden şeyin aslında gerçek olmadığını anlarlar.

ölümün eşiğindeki biriyle hayata yeni başlamış birinin arada kalanlara göre daha fazla ortak yönü vardır.

iki kişi birbirlerine güveniyorsa 7 yılda bir yapılan üçlü seksin evliliğe oldukça yardımı olur.

deniz kıyısına gidip bir bardak deniz suyu alırsın. bir bakarsın ki, içinde balık yok. bu, okyanusta da balık olmadığı anlamına mı gelir?

ilaçların işe yarayacağına inanırsan gerçekten işe yarar.

gece ağlarken birinin seni tutmasını istiyorsan candan ve hassas yapılı birini seç. eğer birinin sana şiir yazmasını istiyorsan duygusal ve yalnızlıktan hoşlanan birini seç. fakat eğer bir şeylerin doğru yapılmasını önemsiyorsan metal başlı robotu seç.

eğer yüksek bir idrak gücün varsa, dünya karmaşık bir yer haline gelir.

hem iyi hem de dengeli bir insan olmak imkansız.

"artık uzun savaşın kitaplarından bahsetmeyeceğim. rüzgardan korunmaya çalışan bir dilenci görene kadar dikenli yollarda yürüyeceğim. sonra adını öğrenene kadar onunla konuşacağım. kıyafetim kafiyse adını hatırlayacaktır. bu, onu mutlu kılacaktır. çünkü geçmişte gençlerin övgülerini ve ihtiyarların ithamlarını çekse de hem ihtiyarlar hem de gençler arasında takdir görmüştür."

25.12.2014

balthazar

lawrence durrell

kendi seçtiğimiz yalanlar üzerine kurulu hayatlar yaşıyoruz.

en iyi yanıtlar hep mezarın ötesinden gelir.

kumarbazlarla aşıklar gerçekten kaybetmek için oynarlar.

bir çiçeği dalından çeker koparırsan dal yine yerine döner. aynı şey yürekteki sevgiler için doğru değildir.

zamanla kendisini en çok yalanlayan şey "doğru"dur.

şeyler hep göründükleri gibi olsalardı insan imgelemi ne kadar yoksullaşırdı!

kendi felaketimizi kendi ellerimizle hazırlarız, onlar bizim parmak izlerimizi taşır.

bir insanın ruhunu alçıya alamazsın.

acıma duygusu üzerine bina edilmiş olan sevgi, dünyanın en tehlikeli sevgisidir.

aşk siper savaşı gibi bir şeydir, düşmanını göremezsin; ama orada olduğunu bilirsin; en iyisi başını siperden hiç çıkarmamaktır.

tam dürüstlük kadar acımasız bir şey olamaz.

gülmek kadınların aşktan sonra en sevdikleri şeydir.

kadınlar derinlikli oldukları oranda ahmaktırlar.

insan, sanatın ötesine geçebilecek bir kişilik geliştirmek için yazar.

24.12.2014

stil

anthony giddens

modern toplumlarda günlük yaşamımızda yaptığımız şeylerin çoğu, doğaları bakımından oldukça işlevseldir. bu, örneğin giydiğimiz kıyafetler, izlediğimiz günlük rutinler, yaşadığımız ve çalıştığımız binaların çoğu özelliği için geçerlidir. buna karşılık, henri lefebvre'nin sözleriyle, "inkalarda, azteklerde, yunanlılarda veya romalılarda her ayrıntı (jestler, sözcükler, araçlar, aletler, kostümler vb.) bir stilin izini taşıyordu; henüz hiçbir şey sıradan hale gelmemişti. yaşamın nesri ve şiirselliği hala özdeşti. kapitalizmin yayılması 'dünyada şiirsel olmayan'ın her şeyi kapsayacak biçimde üstünlüğünü -ekonomik, araçsal ve teknik olanın önceliği- sağladı; edebiyat, sanat, nesneler, varlığın tüm şiirselliği dışlandı."

22.12.2014

kardelenler

melih cevdet anday

ah ben olmadan görmek isterdim ağacı. ben olmadan koparmak isterdim göğü. ben olmadan öpmek denizi. hiçbir nesne titremeden çıkan ses gibi. çığlık aramaktır olmayanı. kanımızın aydınlığı bir gösterip yolumuzu, bir yitiyor. rüzgarın uzattığı yönü güdüyorum sonra, gözlerim kapalı. baş aşağı edici kokun yetiyor günahı sevmeye. küçücük bir böcek destekliyor beni. geleceğin şarkıları ruhumu okşuyor; herkesin eşit olarak payını almadığı hiçbir şeye el süremem. gözyaşlarının toprağı her gece yarısı bir sevinç sapı uzatıyor sabrın dudağına. yılanların sel baskınını sezmesi gibi, yanılgıların saksılarını yukarı çıkarıyorum, göğün tavanarasına. yazık, hiç suçum yok, geleceği bilmekten başka. kış yaklaşıyor böceksiz yaylayı suskunluğunda bırakmaya. taşların yerini değiştiriyorum ya da yağan karı öpüyorum diz çöküp. ruhumu teslim ediyorum anlamayı aşan erince.

metroland

julian barnes

gençliğinde hiçbir şey yapmamaktansa onu heder etmek daha iyidir.

seks, ne de olsa, yolculuktur.

orospular burjuva yaşamının ayrılmaz bir parçasıdır.

bazı kişiler aslolanın yaşam olduğunu söylüyorlar; ama ben okumayı yeğlerim.

para aşkın yakıtı olmayabilir; ama mükemmel tutuşturur onu.

evlilik insanı gerçeğin araştırılmasından uzaklaştırır, ona daha fazla yaklaştırmaz.

sanat yalnızca, dindar olmayan insanlar tarafından üzerine düzmece bir maneviliğin yamandığı şık bir eğlence midir?

sanat, yaşamdaki en önemli şeydir; kendinizi bütün ruhunuzla adayabileceğiniz ve karşılığında sizi ödüllendirmekten hiçbir zaman geri kalmayacak olan bir değişmezdir; daha da önemlisi, ona maruz kalanlar üzerindeki etkisi iyileştirici olan bir şeydir. insanları yalnızca dostluk için daha uygun ve daha uygar kılmakla kalmaz; daha iyi, daha kibar, daha akıllı, daha hoş, daha huzur dolu, daha aktif, daha duyarlı kılar.

zamandan ve erkeklerden her şeyi beklemek ve korkmak gerekir.

"olaylar ve eylemler neyse odurlar ve onların sonuçları da ne olacaklarsa o olacaklardır; o zaman aldatılmayı ne diye arzu edelim?" (piskopos butler)

acaba günümüzde insanlar ne diye hep başka şeylere benzeyen şeyler yapıyorlar dersin? gerçeklerden kaçmak için derin bir arzu mu var içlerinde?

yaşam, nihayetinde oldukça eğlenceli bir taksi gezisidir, bedelinin ödenmesi gereken.

20.12.2014

bütün öyküleri

yusuf atılgan

bütün uyanık düş görenler gibi o da az bencildir.

ustalık üst üste kocaman yapılar dikmekte değil, odaların tavanına sağlam halkalar çıkmaktaydı.

cadde kalabalık gibi geldi bana. insanların birbirine benzerlikleri, tümünün iki ayaklı oluşu şaşılacak şeydi. hasır sepetinde üç ekmekle bir kadın geçti. manavın önünde iki kişi vardı. durdum. uzandım küfelerin birinden bir elma aldım. "kaça bunun kilosu?" diyecektim. elimdeki en irisiydi. kimsenin bana baktığı yoktu. elmayı cebime attım, yürüdüm. beş adım sonra arkamdan kısık bir ses "aşırdı" dedi. döndüm: "kim o aşırdı diyen?" diye bağırdım. üçü birden dönüp baktılar. gene birden çevirdiler başlarını: beni görmemişler gibi, ben orada yokmuşum gibi. kentin göbeğine doğru yürüdüm. her yanım insan doluydu. kasten bakmıyorlardı cebime, yoksa görürlerdi: şişkindi, kütük gibiydi, aklım hep ondaydı; yiyecektim.

michelet: herkes esnesin. her şey önceden bilinmektedir. bu dünyadan hiçbir şey umulmamaktadır.

cebindeki tomarı yokladı. oradaydı. rahatlık verici; sevmediği, alışamadığı işinden onu kurtaracak, bu toplumda kişinin özgür kalabilmesi için tek araç olarak düşündüğü paraydı bu.

bir umutsuzluk kapladı içini yürürken. hep olağanüstü şeyler düşünmüştü, yaşadığı düzenden kurtulmak için. piyangolardan ummuştu. işte beklediği an geldi; ama kurtulamıyor. "belli bir yaşayış uygulamışlar bana. görünmeyen bir giysi giydirmişler. sıkıyor beni, çıkarıp atamıyorum. düğmelerini çözemem mi? bu bile güç. ya çıkarıp atanlar? tutuyorlar onları. deliler evine kapıyorlar ya da kodese.

kendini öldürenlerin yaşamayı aşırı sevenler olduğunu düşünürdüm. sonra birgün "yarın" diyebildim. denizde olacaktı. yanımdaki sığlığın yosunlu, sinsi sokulganlığında değil, ötelerin derinliğinde diyordum. ötekilere benzer bir gündü; ama ben iskeleye yaklaştıkça değişir gibiydim. insanları gerçekten görüyordum. eskiden, vapurda biletini uzatırken bile başını pencereden çevirmeyen adam sanki ben değildim. boyuna onlara bakıyordum. belki giderayak umutsuz bir çağrıydı; ama kimsenin aldırdığı yoktu. direnerek baktığım biri gözlerini benden kaçırırken kaşlarını çattı. yoksa artık aralarında olmadığımın farkında mıydılar? ertesi sabah ayakkabılarımı giyerken gene duraksamam, kapı gıcırdayacak diye çekinmem tuhaftı. son günümde bile kurtulamıyordum. kapıyı çarpmadan kapadım. daha orada "öyleyse yarın" dedim. ertesi gün çıkarken kapıyı çarpacaktım.

insan ötekilerin oluşunu bağışlayınca bir bakıma onlara benzemekten kurtulamıyor.

çocuklar istedikleri bir şeyi yaptırmak için kime nasıl davranılacağını, neyi kime soracaklarını bilirler.

konuşmam yetmiyormuş gibi düşünmeye de başladım. en kötüsü buydu. çoğu insan gibi düşünmeden konuşsaydım kimse bir şey demeyecekti; ama ben düşündüğümü söylemeye kalktım.

18.12.2014

ezra pound

talat sait halman

3 kasım 1972 günü venedik sularından bir cenaze geçti. teknenin başında ve kıçında birer kürekçi ile birer papaz vardı. çiçeklerle kaplı gondola, suları yara yara, tabutu sen mişel mezarlığına götürdü. kısa bir törenden sonra tabutu sessiz sedasız toprağa indirdiler.

ölen, ezra pound'du. 20. yüzyılın en önemli, en başarılı, en etkili şairlerinden biri. ingiliz-amerikan şiirine 60 yıl yön veren bir edebi şahsiyet. dünya şiirini kafasına sindirmiş olan, çağdaş şiire birçok köklü yenilikler getiren bir deha. ölüm, 86 yaşında susturdu pound'u.

ecel gelmeden çok önce susmuştu. bir yıldan uzun süre, hemen hemen hiç kimseye tek kelime söylememişti. yakınlarının yorumuna bakılırsa, ruh bunalımı geçirdiği için değil, sözlerin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğine inanmaya başladığı için sessizliği seçmişti. pound, bir ömür boyu edebiyatın ve ideolojinin kavgalarını yaptıktan sonra, kendi eliyle sessizliğe gömmüştü kendisini.

cenazesinde, anayurdu amerika'dan temsilci de yoktu, yıllarca hizmet ettiği ve son 12 yılını geçirdiği italya'dan da. öz oğlu ünlü çevirmen omar pound bile bulunmadı cenazede. ezra pound, ozan kişiliğiyle, direnişleri ve başkaldırışlarıyla, anlaşılması zor siyasal davranışlarıyla, bütün ömrünü her yerde sürgün yaşamıştı. yalnız öldü, sürgün gömüldü.

varlıklı ve tanınmış bir ailenin çocuğuydu. 1885'te amerika'nın idaho eyaletinde doğdu. küçük yaşta şiire merak sardı. 1901'de, 16 yaşına basmadan, pennsylvania üniversitesi'ne kabul edildi. sonradan şunları yazıyordu: "15 yaşındayken ileride ne yapacağımı kararlaştırdım. şiir yazmak eğilimi, bir tanrı vergisidir; ama işin teknik yönü insanın kişisel sorumluluğu. 30 yaşıma varmadan şiir konusunda dünyada herkesten fazla bilgi edinmeye ant içmiştim. dinamik özü kalıptan ve kabuktan ayırt etmek ve her türlü şiiri öğrenmek, baş amacımdı. bu uğurda, 9 dil öğrendim, doğu şiirini çevirenlerden okudum, gerçek şiirden başka bilgilere beni iteleyen ve diploma almak için gerekli işlemlerle canımı sıkan üniversite kurallarıyla ve profesörlerle kavgaya tutuştum."

başta latince olmak üzere 9 dili (yunanca, almanca, italyanca, provansal, ispanyolca, orta çağ ve yeni çağ fransızcası, portekizce, eski çağ, orta çağ ve yeni çağ ingilizcesi) ve sayısız şiir geleneğini sapasağlam öğrenen pound, genç yaşta, modern şiirin büyük kurucularından biri oldu. 1903 yılında, pound'un bulunduğu pennsylvania üniversitesi'nde tıp eğitimi gören ve sonradan amerika'nın en başarılı şairlerinden biri olan william carlos williams, ailesine gönderdiği bir mektupta diyordu ki: "pound ile tanışmak, milattan önce ile milattan sonra gibi."

pennsylvania üniversitesi'nden ayrılan pound, 1905 yılında hamilton koleji'nden mezun oldu. burada dante ve provansal şiiri üzerinde yoğun çalışmalar yaptı. sonra pennsylvania üniversitesi'ne dönerek yüksek öğrenimini tamamladı ve aynı üniversitede öğretim üyesi oldu. kendisini tanıyanlar, bildiği 9 dilde şiir konusunda yazılmış önemli her kitabı okumuş olduğunu söylüyorlardı. giderilmez bir iştahla okuyor, bir yandan da bol bol şiir yazıp sayısız çeviri yapıyordu. modern şiirin büyük öncüsü ve yenilikçisi, estetiğini değişik çağların ve uygarlıkların gelenekleriyle yoğurmaktaydı.

pound, 1908 yılında, cebinde üç beş dolarla amerika'dan ayrılıp avrupa'nın yolunu tuttu. şair, avrupa ve ingiltere'deki ilk yıllarında, açlık ve sefalet içinde, durup dinlenmek bilmeden okuyup yazıyordu. bir yandan da, çağdaş şair ve yazarlarla sağlam dostluklar kuruyordu. henry james, thomas hardy, joseph conrad, john galswhorty gibi ustalarla da tanıştı, sonradan ün salan t.e. hulme, fort madox ford, richard aldington gibi gençlerle de. ingiliz dilinin o sıradaki en önemli şairi william butler yeats ile yakın dostluk kurdu.

pound'un edebiyat çevrelerindeki yeri, üçüncü kitabı olan "personae" (1909) ile perçinlendi. 1910 yılından başlayarak, şiirde art arda yenilikler yapacaktı. pound, "yenileştirin!" ilkesiyle ortaya atılıyordu.

çin görüntü şiirlerinden ve japon haikularından esinlenen pound, kalıplaşmış, köhne, yeknesak, aşırı süslü ve yapmacıklı şiiri yok etmeye; yerine yalın, öz ve özgür şiiri getirmeye ant içmişti. "edebi dil"in, "şairane söyleyiş"in, devrik ifadelerin, vezin uğruna zorlamaların, her türlü "sıfat"ın baş düşmanıydı. pound, bizde orhan veli ve arkadaşlarının 1940'larda yöneldiği çığırı 1910'larda açmıştı denebilir.

pound, 1912 yılında, amerika'nın en etkili şiir dergisi "poetry"nin avrupa editörü oldu. özellikle bu işte pound sonradan ün kazanan birkaç şairi keşfetti. bunların ilki robert frost'tu. sonra, t.s. eliot. 1914'te eliot "bir kadının portresi" başlıklı şiirini pound'a gösterdi. pound, "bir amerikalının bana gösterdiği en başarılı şiir" diyerek eliot'un şiirini hemen yayımladı. böylece eliot ilk olarak pound tarafından gün ışığına çıkarılmış oldu. sonra da, 1922'de, eliot "the waste land" (çorak ülke) adlı eserini pound'un eleştirip düzeltmesini istedi. pound, 20. yüzyıl şiirinin en büyük birkaç eserinden biri olan "the waste land"i baştan sona eleştirdi, değiştirdi, kırptı. ve eliot birçok değişiklikleri kabul edip ezra pound'a "üstün ustaya" diye armağan ederek yayımladı. 1917'de pound'un düzeltmeleri "the waste land"in ilk müsveddesiyle birlikte yayımlandığında, eliot'un "üstün usta"ya ne kadar borçlu olduğu anlaşıldı. eliot'un "pound, yüzyılımızdaki şiir devriminde en büyük etken olmuştur." demesi boşuna değildir.

william butler yeats, james joyce, ernest hemingway, wyndham lewis ve nice başkaları, pound'un yardımlarını gördüler. pound, genç sanatçıları eleştiriyor, teşvik ediyor, para yardımı sağlıyor, eserlerinin yayımlanmasına aracılık ediyordu. hemingway, şunları yazıyor: "arkadaşlarının hem para hem sanat yönünden ilerlemesini sağlamaya çalışıyor. saldırıya uğradılar mı, savunuyor. dergilere sokuyor onları, kodesten çıkartıyor. borç veriyor. tablolarına alıcı buluyor. konserlerini düzenliyor. haklarında yazılar yayımlıyor. zengin hanımlara tanıştırıyor onları. kitapları için yayınevi buluyor. ölümün eşiğinde olduklarını sananların başucunda oturuyor bütün gece. hastane masrafları için borç veriyor, intihardan vazgeçiriyor. bütün bunlara rağmen, dostlarının ancak birkaç tanesi, ilk fırsatta pound'a bıçak saplamaktan kendilerini alıkoyuyorlar."

1921'de londra'dan ayrılıp paris'e yerleşen pound, para sıkıntısı ve hastalık yüzünden perişan yaşadı. bu çetin dönemde, faizcilere ve tefecilere kin tutmaya başladı. para hırsını ve tefeciliği gitgide uygarlığın en kötü illeti gibi görüyordu. 1925'te italya'ya giderek rapallo'ya yerleşti. italyan rivierası'nda 20 yılını geçirecekti. bu yıllarda şiirle fazla uğraşmadı. var gücüyle iktisat ve politika konularına verdi kendini. yüzyılın büyük şairlerinden biri, günden güne faşizme sürükleniyordu. pound'un akli dengesi bozuldu diyenler vardı. bazı dostları korku içindeydi. 1933'te yeats, yeni bir eseri konusunda pound'a danışmak üzere rapallo'ya gitti. pound, eseri okuyup üstüne tek bir kelime yazarak geri verdi: "kokmuş." 1934'te, pound, james joyce'u yemeğe davet ettiğinde, joyce pound'la yalnız kalmaktan korktuğundan hemingway'e de gelmesi için yalvarıyordu.

artık faşizmin sözcüsü olmuştu. her fırsatta mussolini'yi övüyor, faşizmin propagandasını yapıyordu. mussolini'ye açıkça "şefim" diyordu. dünyadaki bütün iktisadi sıkıntı ve buhranlardan, her türlü mali sömürüden yahudileri sorumlu tutuyordu. bir italyan gazetesinde "yahudi: illetin ta kendisi" başlıklı zehir zemberek bir yazı yazdı. yıllarca, italya'dan amerika'ya radyo yayınları yaparak, amerikalılara faşizmi beğendirmeye uğraştı. 1943'te washington'daki bir mahkemede jüri, pound'u "birleşik amerika'nın düşmanlarına hizmet etmek" suçundan gıyaben mahkum etti. 1945'te, pound'u italyan partizanlar yakalayarak amerikan askeri yetkililerine teslim ettiler. pisa yakınlarındaki amerikan üssünde, şairi özel olarak imal edilen bir çelik kafese koydular. o yaz, pound kafesin içinde, "pisan kantoları" adlı şaheserini yazdı.

1945 kasım'ında yaka paça amerika'ya götürdüler şairi. 19 suçtan duruşması yapılacaktı. mahkeme, pound'un akli dengesinin bozuk olduğuna, washington'daki st. elizabeth's akıl hastanesi'ne konulmasına karar verdi. pound, 12 yıl kaldı hastanede. başhekimin raporuna göre "zararsız bir deli"ydi. dostları serbest bırakılması için uğraştılar. robert frost, ernest hemingway, william carlos williams, archibald macleish, t.s. eliot ve başkalarının gayretleri sonuç vermedi.

1949'da "pisan kantoları" bollingen ödülü'nü kazandığında, yine tartışmalar oldu. pound'un yahudi düşmanlığını ve faşist propagandasını affedemeyenler, üstün bir şairi düşük bir insandan ayrı tutmanın doğru olmayacağını öne sürüp durdular. aynı tartışma, 1972'de, şairin ölümünden kısa bir süre önce, pound'un amerikan bilim ve sanat akademisi'nden ödül alması reddedilince bir kere daha patlak verdi. birçoklarına göre pound, çılgın bir çağda yolunu şaşırmış zavallı bir şairdi. başkalarına göre, duygulu bir şair, topluma ve insanlığa karşı böyle kara günahlar işlememeliydi.

1958'de akıl hastanesinden çıktıktan az sonra, pound italya'ya döndü. kendisini karşılayan fotoğrafçılara faşist selamı vererek resim çektirdi. "dünyanın en büyük şairi benim" diyordu, "amerika, baştan başa tımarhane!"

"kantolar"ı tamamlamak için canla başla çalışıyordu. merano'da oturuyor, bir yandan şiir yazıp bir yandan bahçesinde üzüm yetiştiriyordu. 1962'de kalp krizi geçirdi. sonra gitgide sessizliğe gömüldü. bir mülakat sırasında pound'a sordular: "nerede yaşıyorsunuz?" şair, "cehennemde" diye cevap verdi. "hangi cehennem?" diye üstelediler. pound, kalbini gösterdi: "işte burada."

pound'u iyi tanıyan bir şair, kişiliğini şöyle tanımlıyordu: "yalın mertlik, yalın cömertlik, yalın deha." siyasal düşüncelerinde ne kadar sapık olduysa, şiir duyarlığında o kadar aydın ve olumluydu. yalnız yaşayan, yanlış yaşayan pound, sürgününü ölümde de sürdürmek istedi. onun için "törenler yapılmasın, borular öttürülmesin" demişti, "kafamı ezmeyecek bir çelenk yeter."

sanat ve özgürlük

albert camus

güzellik, hiç bir insanın hizmetine girmemiştir. ve binlerce yıldır, her gün, her saniye, insanların kulluğuna ferahlık vermiştir. ve bazen, bir kısmını, o kulluktan büsbütün kurtarmıştır. sonuçta, belki de böylece, güzellikle ıstırap, insan sevgisi ile yaratma çılgınlığı, dayanılmaz yalnızlık ve yorucu kalabalık, ret ve rıza arasındaki ezeli gerginlik içinde sanatın büyüklüğüne eriyoruz. sanat, iki uçurum arasında gidip geliyor: propaganda ile havailik. büyük sanatçının yürüdüğü bu tepe yolunda her adım bir macera, sonsuz bir tehlikedir. gene de bu tehlikede ve sadece bu tehlikede, sanatın özgürlüğü vardır.

özgür sanatçı, özgür insan gibi, rahatını düşünen adam değildir. özgür sanatçı, güçlükle, kendi düzenini yaratandır.

andre gide'in bir sözü vardır: "sanat baskı ile yaşar ve özgürlükle ölür."

sanat, kendi kendisine yaptığı baskı ile yaşar, başkalarının baskısı ile ölür. aksine kendi kendisine baskı yapmazsa çıldırır nihayet ve birtakım hayaletlerin kulu olur. böylece en özgür, en isyancı sanat, en klasik sanat olacaktır; en büyük gayreti armağanlandıracaktır. bir toplum ve sanatçıları bu uzun ve özgür gayrete razı olmadıkça, eğlencelerin rahatına, konformizme, sanat sanat içindir oyununa ya da gerçek sanat vaizlerine kendilerini bıraktıkça kısırlık ve hiçlik içinde kalırlar.

sanat, açıklamaya çalıştığım bu özgürlük esası sayesinde, istibdatın ayırdığı yerde, birleştirir. böyle olunca, bütün baskı yapanların onu düşman edinmelerinde şaşılacak ne vardır? şaşılacak ne vardır, ister sağcı, ister solcu olsun, günümüz istibdatlarında sanatçı ve aydınların ilk önce kurban gitmelerinde?

müstebitler, sanat eserinde, inanmayanlara esrarlı gelen bir kaçış kuvveti olduğunu bilirler. her büyük eser, insanlığın çehresini daha zengin, daha hayran olunacak şekle sokar, bütün sırrı buradadır. ve bu muazzam vakar tanıklığım karartmak için binlerce kamp ve hücre demiri gene azdır. bunun için de, bir yenisini hazırlamak bahanesi ile de kültür, geçici bir zaman için de olsa ortadan kaldırılamaz. insanın, sefaleti ve büyüklüğü üzerine bitmeyen tanıklığı ortadan kaldırılamaz, bir nefes durdurulamaz.

sanatçı için, kavganın en şiddetlisinden başka yerde rahat yoktur.

taklitçiler

v.s. naipaul

bizi küçük düşmüş durumda görenleri asla bağışlamayız.

günümüzde tarih diye bir şey yok; sadece manifesto ve antika araştırmaları, imparatorluk konusunda da hödüklerin broşürcülüğü var.

zulümden nefret et, zulüm görmüşlerden kork.

politikacılar yoktan bir şeyler var eden insanlardır. sunulacak elle tutulur yetenekleri azdır. mühendis, sanatçı veya üretici değildirler. kukla oynatırlar, kendilerini kukla oynatıcısı olarak sunarlar. sunulacak yetenekleri olmadığından, neyin peşinde olduklarını pek ender bilirler.

başarının kendi uyarıları vardır.

izleyici topluluğu asla önemli değildir. dinleyici topluluğu, çoğu muhtemelen sizden aşağı olan bireylerden oluşur. izleyicilerini sevdiğini söyleyen aktörlere asla inanmadım. aktör, izleyicilerini köpeklerini sevdiği gibi seviyordur. hangi alanda olursa olsun, izleyici karşısında başarılı olan sanatçı belki küçümsemeden olmasa da onlara karşı derin bir saygı yokluğundan hareket eder.

bir ailenin bütün üyelerinin zaman zaman da olsa bir araya gelmeleri, yemeklerini birlikte yemeleri iyi bir şeydir, aile bağlarını güçlendirir. aile tüm kültür ve uygarlıkların temelindeki birimdir.

"yukarı çıkarken karşılaştıklarına iyi davran; çünkü aşağıya inerken de aynı insanlara rastlayacaksın."

bir insan sadece umudu varsa, bir düzen kavramına sahipse, üzerinde yürüdüğü toprakla kendisi arasında bir ilişki olduğuna kuvvetle inanıyorsa kavga eder.

melodram ve üsluba boşvermeyin: her ikisi de insani ihtiyaçlardır.

yeni bir başlangıcın pek ender mümkün olmasına ve dünya kişisel yalanımızı sürdürmemizi sağlamasına rağmen, gidiş gidiştir. kırar, kemiğin her seferinde yeniden oturtulması gerekir.

16.12.2014

louis lambert

honore de balzac

bir kadının çekilebileceği en güzel yer, baştan başa onun olan bir yürektir.

aklımız, uçurumlardan hoşlanan bir uçurumdur. bizler, küçük büyük, yaşlı genç, hangi biçimde karşımıza çıkarsa çıksın, gizemlere düşkünüz.

cennet, geliştirilmiş yetilerimizin ölümden sonra da yaşamasıdır; cehennem ise kusurlu yetilerin yeniden içine düştüğü hiçliktir.

insan hep aynı: biricik yasası yine güç, biricik bilgeliği yine başarı.

nasıl ki eylemlerimiz, dışarıda gerçekleştirilmeden önce düşüncemizde tamamlanırsa, insanlığın eylemini oluşturan ve onun zekasının ürünü olan olaylar da, bu olayların nedenlerinde meydana gelirler önce; önsezi ya da kehanet, bu nedenlerin görülmesidir.

yasalar; büyüklerin, zenginlerin işlerine engel olmaz; tam tersine, korunması gereken küçüklerin yakasına yapışır.

15.12.2014

bilim

alfred noyes


savaşları yücelttik
kör ve kana susamış krallar
destansı bir müzikle tahtlarına doğru ilerlediler

niçin bu en asil savaşı yüceltmediniz
ışığı bulabilmek için savaşmış
ancak kazanılmasına katkıda bulundukları
bu zaferi hayal bile edememiş olanların
sessiz kaşiflerin, yalnız kalmış öncülerin
mahkumların ve sürgün edilmişlerin -bilimin- meşalesini
nesilden nesile aktaran hakikat şehitlerinin savaşını

14.12.2014

aşk

paulo coelho

aşk evcilleşmemiş bir güçtür. onu kontrol etmeye çalıştığımızda bizi yok eder. onu hapsetmeye çalıştığımızda o bizi esir alır. onu anlamak için çabaladığımızda kendimizi kaybolmuş ve şaşkına dönmüş hissetmemizi sağlar.

ömrüm boyunca, aşkı kabul edilmiş bir tür kölelik olarak anladım. bu bir yalan. özgürlük, ancak aşk olduğunda var. kendini kayıtsız şartsız teslim eden, kendini özgür hisseden, sınırsızca sever. ve sınırsızca seven, kendini özgür hisseder.

insanoğlunun amacı mutlak aşkı anlamaktır. aşk başkasında değil, kendimizdedir; onu biz uyandırırız. ama uyanması için bir başkasına ihtiyaç duyarız. evren, sadece heyecanlarımızı paylaşacak biri olduğunda anlam kazanır.

en güçlü aşk, kendindeki kırılganlığı ortaya koyabilendir. her ne olursa olsun, eğer aşkım gerçekse -ve yalnızca kendini oyalamanın, aldatmanın, zaman geçirmenin bir yolu değilse- özgürlük kıskançlığı ve doğurduğu acıyı yenecektir.

aşk söz konusu olduğunda iyi ya da kötü yoktur, yapma veya yıkma da yoktur; sadece hareket vardır. ve aşk doğanın yasalarını değiştirir. çelişki varsa aşk güçlenerek büyür. meydan okuma ve değişim söz konusu olduğunda aşk korunur.

mutluluğun aşk olduğunu söylüyorlar. oysa aşk mutluluk getirmez, hiçbir zaman da getirmemiştir. tam tersine, sürekli bir kaygı durumudur aşk, bir savaş meydanıdır; kendi kendimize sürekli olacak acaba doğru mu yapıyorum diye sorduğumuz uykusuz gecelerdir. gerçek aşk, vecd ile ıstıraptan oluşur.

yeni aşkların eski tecrübelerle kesinlikle hiçbir ilgisi yoktur. aşk her seferinde yepyenidir.

sevgi istenemez; çünkü başlı başına bir amaçtır. sevgi ihanet edemez; çünkü sahip olmayla hiçbir ilgisi yoktur. sevgi hapsedilemez; çünkü bir ırmaktır. sevgi taşar, sel olur. onu hapsetmeye kalkan, onu besleyen pınarın önünü keser; bir yere kapatılan su ise durgunlaşır, bozulur ve kokar. 

insan sevgiyi ya hisseder ya da hissetmez, bu dünyada onu sana hissettirecek bir güç yoktur.

sevgiye tümüyle teslim olmak, kendi rahatımız ve karar verme yeteneğimiz de dahil her şeyden vazgeçmek demektir. sözcüğün en derin anlamında sevmek demektir bu. sevgi gelir, yerleşir ve her şeyi yönetmeye başlar. bu sudan bir kez içen, susuzluğunu başka pınarlarda dindiremez.

kitaplardan kurtulabileceğinizi sanmayın

jean-claude carriere / umberto eco

eco: evinize ilk defa gelen, heybetli kütüphanenizi görüp de size, "hepsini okudunuz mu?" diye sormaktan daha iyi bir şey bulamayan birine dostlarımdan biri şöyle cevap verirdi: "daha fazlasını beyefendi, daha fazlasını." kendi adıma, iki cevabım var. ilki: "hayır. bu kitaplar yalnızca önümüzdeki hafta okumam gerekenler. okumuş olduklarım üniversitede." ikinci cevap da şu: "bu kitapların hiçbirini okumadım. yoksa niye tutayım ki?"

carriere: muhtemelen her birimizde, randevumuz olan kitapları bir kenara ayırma, bir yerlere koyma fikri vardır; onlarla buluşacağızdır ama ileride, çok ileride, hatta belki başka bir hayatta. son saatlerinin gelip çattığını anladıklarında, proust'u hala okumadıklarını fark eden o ölüm döşeğindeki insanların sızlanması korkunçtur.

eco: kitap tıpkı kaşık, çekiç, tekerlek veya makas gibidir. bir kere icat ettikten sonra daha iyisini yapamazsınız. belki bileşimine giren unsurlar gelişim gösterecektir, belki sayfaları kağıttan olmayacaktır artık; fakat neyse o olarak kalacaktır.

carriere: kütüphanecilik anlayışına egemen olan yanlış düşüncelerden biri de şudur: bir kişinin kitaplığa, adını bildiği bir kitabı aramak üzere gittiği düşünülür. gerçekten de çoğu kez, kitaplığa adını bildiğimiz bir kitabı aramak üzere gideriz; ama kitaplığın temel işlevi, o ana dek varlığını aklımızdan bile geçirmediğimiz, bununla birlikte bizim için çok büyük önemi bulunduğunu gördüğümüz kitaplar keşfetmektir.

eco: kitaplık kocaman bir labirenttir. dünya labirentinin simgesi içine girersin; ama dışarı çıkıp çıkamayacağını bilmezsin. her kül tapınağının sütunlarından içeri girmemeli.

carriere: kim bilir değerli nice belge, nadir nice kitap sırf dalgınlık, dikkatsizlik, ihmal yüzünden yok olmaya terk edilmiştir. ihmalkarlar, yok edicilerden daha çok zarar vermişlerdir belki de.

din

erich fromm

dinler genellikle olağanüstü zeki, az rastlanır, karizmatik kişilerce kurulur.

dostoyevski: tanrı yoksa her şey mümkündür.

eski ahit peygamberlerinin karşı olduğu putlar; taştan, ağaçtan yapılma putlar ya da ağaçlar, tepelerdi. günümüzün putlarıysa liderler, kurumlar, özellikle de devlet, ulus, üretim, yasa ve düzen ile insanın ürettiği her şeydir. insanın tanrıya inanıp inanmadığı, putları yadsıyıp yadsımadığı sorunu yanında önemsiz kalmaktadır.

abbe pierre: bugün önemli olan, inananlarla inanmayanlar arasındaki ayrım değil, umursayanlarla umursamayanlar arasındaki ayrımdır.

13.12.2014

ariel

sylvia plath



bütün gece düz pembe güller arasında
uçuşur güve soluğun. uyanır, dinlerim
uzak bir deniz kımıldar kulağımda

"her kadın bir fahişedir
iletişim kuramıyorum."

ışıldıyor kan, yakutum benim
uyandığın
bu acı senin değil

hayatını nereye saklarsın?

kaslar, imgeler, çığlıklar
beton sığınaklar arkasında
birbirine yapışık iki aşık ayrılırlar

ah aşk, ah müzmin bekar
benden başka kimse
yürümez beline kadar bu ıslaklığı
yerine doldurulamaz
altınlar kanar ve derinleşir
termopile'nin ağızları

ah kız kardeşim, annem, karım
tatlı unutkanlık ırmağıdır benim hayatım
asla, asla, asla dönmeyeceğim eve

sana benzerdi ay, gülümsese
güzel bir şeyle aynı izlenimi
bırakıyorsun; ama yok edici
ışık ödünç almada yok siz ikiniz üstüne
o-sesli ağzı dünyaya kederlenir
seninkinin umrunda değil

uzun ince bir yoldayım. mavi, gizemli bulutlar
çiçek açmış yıldızların yüzlerinin üstünde
kilisenin içinde, bütün azizler hüzünlü olacak
soğuk sıralarda narin ayakları üzerinde sallanıyorlar
kutsallıktan kaskatı kesilmiş elleri, yüzleri
ay bunların hiçbirini görmez. keldir ve yabanıl
porsuk ağacının mesajı ise karanlıktır -kapkaranlık ve sessizlik

filozof

rene descartes

çoğu zaman ne olduğunu bilmeden daha iyi olan başka bir şeyi istemek için, duyuların nesnelerine, bazen bu nesnelere sırt çeviremeyecek kadar kuvvetli bir şekilde bağlı olan az bile olsa asil bir ruh yoktur. zenginliğin en fazla desteklediği kişiler sağlık, onur, zenginlik ve bolluğa sahip kişiler de diğerleri gibi bu istekten kurtulamamışlardır; aksine, inanıyorum ki, tüm sahip oldukları şeylerden daha büyük başka bir maddenin ardından en büyük istekle koşanlar onlardır. oysa inancın ışığı olmaksızın doğal akıl tarafından göz önüne alınan bu en büyük madde gerçeğin, ilk nedenler, yani felsefenin inceleme konusu olan bilgelik tarafından oluşturulan bilgisinden başka bir şey değildir.

ama filozofluk mesleğini yapanların bu işi hiç yapmamış olanlardan daha az bilge ve akılcı olduklarını kanıtlayan deneyim aracılığıyla filozoflara inanılması engellendiği için, burada şimdiki bilimin neden ibaret olduğunu ve varılan bilgelik derecelerinin neler olduğunu genel olarak açıklayacağım:

birincisi hiçbir akıl yürütme yapılmadan edinilebilecek kadar apaçık olan kavramları içermektedir; ikincisi duyuların deneyinin öğreteceği her şeyi kapsamaktadır, üçüncüsü diğer insanların konuşmalarının bize öğrettiği şeyleri kapsamaktadır, bunlara dördüncü olarak bütün kitapların değil ama özellikle bize iyi bilgiler verme gücüne sahip kişiler tarafından yazılmış olan kitapların okunmasını ekleyebiliriz; çünkü bu okuma, bu kitapların yazarlarıyla yaptığımız bir çeşit konuşmadır. ve bana öyle geliyor ki, genel olarak sahip olduğumuz tüm bilgelik bu dört çeşit araç yoluyla elde edilmiştir, burada kutsal vahyi hiçbir şekilde sıraya koymuyorum; çünkü vahiy bizi yanılmaz inanca derece derece değil, birdenbire yükseltir.

oysa her zaman diğer dört araçtan çok daha büyük ve emin bilgeliğe varmak için bir beşinci derece bulmaya çalışan büyük insanlar olmuştur: bu çaba, bilinebilecek her şeyin nedenlerini çıkarabileceğimiz gerçek ilkeleri ve ilk nedenleri aramaktır; ve özellikle bu çabayı gösterenlere filozof adı verilmiştir.

12.12.2014

aşk

marcel proust 

bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayata nüfuz edebileceğimizi zannetmek, bir aşkın doğasında en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar. bir erkeği sadece fiziksel görünümüne bakarak değerlendirdiklerini iddia eden kadınlar bile, bu görünümde özel bir yaşayışın yansımasını bulurlar. işte bu yüzden askerlerden, itfaiyecilerden hoşlanırlar; üniforma çehreyi beğenmeyi kolaylaştırır; zırhın altında farklı, maceracı ve şefkatli bir yüreği öptüklerini zannederler; genç bir hükümdarın, bir veliahtın, ziyaret ettiği yabancı ülkelerde, en çok arzulayacağı gönülleri fethetmek için, belki bir sarraf için şart olacak düzgün bir profile ihtiyacı yoktur.

şüphesiz, aşk denilen olgunun bütünüyle öznel yapısını ve aşkın fazladan bir kişi, bu dünyada aynı ismi taşıyan kişiden ayrı, özelliklerinin çoğunu bizden almış bir kişi yaratmak anlamına geldiğini çok az insan kavramıştır. yine pek az insan, kendilerinin gördüğü varlıkla aynı olmayan bir varlığın bizim için zamanla dev boyutlara ulaşmasını doğal kabul edebilir. 

aşk başladığında, sevdiğimiz kişinin gözünde, sevebileceği yabancı olarak kalmak isteriz; ama ona ihtiyaç duyarız; bedeninden çok dikkatine, kalbine dokunma ihtiyacı hissederiz. ilgisiz kadını bizden bir ricada bulunmak zorunda bırakacak bir fesatlık sıkıştırırız bir mektubumuza; aşk, yanılmaz bir teknikle, nöbetleşe olarak sevmemenin de, sevilmenin de artık mümkün olmadığı çarkı bizim için çalıştırır. 

ne var ki, genellikle felaketlerin sebebini gözlerden gizleyen muamma, aşk söz konusu olduğunda, aynı şekilde, ani birtakım mutlu çözümleri de kuşatır. mutlu ya da en azından öyle görünen çözümlerdir bunlar; çünkü isteklerinin yerine getirilmesi çoğunlukla acının yerinin değişmesinden başka işe yaramayan türden bir duygu söz konusu olduğu zaman, gerçekten mutlu olan bir çözüm yoktur denebilir. bununla birlikte, bazen bir mola verilir ve insan bir süre iyileştiği yanılgısına kapılır.

mutluluk aşkta anormal bir durumdur; görünürde çok basit, her an ortaya çıkabilecek bir aksaklığa bu aksaklığın kendi başına içermediği bir ağırlık yükleyiverir. o büyük mutluluğun nedeni, kalpte değişken, durmadan tutmaya çalıştığımız, yer değiştirmediğinde neredeyse fark edilmez olan bir şeyin varlığıdır. aslında aşkta sevincin etkisiz hale getirdiği, gizli bir güce indirgediği, ertelediği; ama -istediğimizi elde etmesek, uzun süredir zaten olacağı gibi- her an çekilmez olabilecek, daimi bir ıstırap mevcuttur.

iklimler

andre maurois

kadınlar doğal olarak yaşamları bir devinim olan, bu devinim içinde kendilerini de alıp götüren, kendilerine bir görev veren, çok şey isteyen erkeklere bağlanırlar.

yan yana iki insan, dalgaların oynattığı iki kayık gibidir; gövdeleri çarpıştıkça inler.

erkeklerin beğenileri, yaşamlarından gelip geçmiş kadınların bulanık, birbirine karışmış imgelerini sakladığı gibi; kadınların kafası da kendilerini sevmiş olan erkeklerin birbiri ardından getirdiği tortulardan oluşmuştur çoğu zaman; bir kadının bize çektirdiği korkunç acılar, başka birinde uyandırdığımız aşkın dolaylı yıkımının nedeni olur.

bir kadının bizde uyandırabileceği düş kırıklıklarının en kötüsü, bizi rakiple düş kırıklığına uğratmasıdır.

kadınlar bedenlerini nasıl verirlerse, erkekler de ruhlarını öyle verirler: bölge bölge, en açıktan en gizliye doğru.

yaşam hepimize aşkta alçak gönüllülüğün kolay olduğunu öğretir. bazı bazı en nasipsizler beğenilir; en çekiciler başarısızlığa uğrar.

belki de insanları en çok bölen şey, kimilerinin her şeyden önce geçmişte, kimilerinin de yalnız içinde bulundukları dakikada yaşamalarıdır.

yaşamı daraltan, onu herkesle paylaşmaktır.

kendisini çok sevdiğini belli etme kocana; yoksa yanarsın.

insan, karşısındakinin tüm yaşamını durmamacasına yenilenen bir zenginlikle doldurmayı bilmiyorsa, sevilen varlığı kendimize bağlamamız için büyük bir aşk yetmez.

erkekler giysilere bakmazlar; bir kadını üzerinde taşıdıkları için sevmezler.

iki insan arasındaki bağıntının yarattığı durumların pek de çok olmadığını görmenin verdiği alaylı keder duygusu.. bu aşk güldürüsünde sırasıyla az sevilen rolüyle çok sevilen rolünü oynuyoruz. tüm söylenenler ağız değiştiriyor o zaman; ama aynı kalıyor.

uzaklık ya da ölüm, kuşku ya da ihanetten daha az zarar verir aşka.

kadınların ahlakı yoktur; yaşama biçimleri sevdikleri kişilere bağlıdır.

insan bir kadını benim onu sevdiğim gibi sevince, aşkımız onun görüntüsüne bağlanan her şeyi düşsel değerlerle, düşsel erdemlerle süsler; onunla karşılaştığımız kent, gerçekte olduğundan daha güzel göründüğü, onunla yemek yediğimiz lokanta birdenbire lokantaların en iyisi oluverdiği gibi, rakibimiz de, kendisinden nefret etsek bile, bu ışığa bir şeyler katar.

şöyle böyle giden bir aşk zordur ama yürümeyen bir aşk cehennemdir.

iki yaratığın kusursuz bir biçimde aralarına en ufak bir gölge düşmeden, birbirlerine bağlanmaları sizce olanaklı mı sevgilim?

yakınlık

osho

sıradan ol, olağandışı olursun. olağandışı olmaya çalış, sıradan olursun.

vücudundaki seksi bastıranlar, seksi zihinsel olarak yaşar. rüyasında karısını gören bir adam ya da kocasını gören bir kadın bulmak zordur. komşunun karısını ya da kocasını görmeleri çok daha sık rastlanan bir durumdur. elde edilemeyen şey, elde etmek için büyük bir özlem doğurur.

kendini bilmek, sadece derin yalnızlıkta mümkündür. normal koşullarda, kendi hakkımızda bildiğimiz her şey, başkalarının görüşüdür.

yakınlık kalbin kapılarının sana açık olmasıdır. ama bunu ancak, bastırılmış cinselliğin çürütmediği bir kalple yapabilirsin. içinde sapkınlıklar kaynamayan, doğal bir kalple. ağaçlar kadar doğal, çocuklar kadar masum. o zaman yakınlık korkusu olmaz.

en büyük ruhsal uyumsuzluk evlilikle yaratılır.

sevgililerin arasında yakınlık olması bile az rastlanan bir durumdur. biriyle sadece cinsel ilişkide olmak yakınlık değildir. cinsel orgazm yakınlığın tümü değildir, sadece yüzeyidir. yakınlıkta bu olabilir de olmayabilir de. yakınlık tamamen başka bir boyuttur. diğerinin senin içine girmesine izin vermektir; seni senin gördüğün gibi görmesine izin vermek, diğerinin seni senin içinden görmesine izin vermek, bir insanı varlığının en derin noktasına davet etmek.

kendini geride tutmaya devam edersen hiçbir ilişki gerçekten büyüyemez. kurnaz olursan, kendini güvenceye alıp korumaya devam edersen sadece kişilikler karşılaşır, gönüller yalnız kalmaya devam eder. bu durumda sadece masken ilişki kurar, sen değil. böyle bir şey olduğunda ilişkide dört kişi bulunur, iki değil. iki sahte kişi buluşmaya devam eder, iki gerçek kişinin arasında dünyalar kadar mesafe kalır.

kişiliğin yalanları öz için, ruh için çok ağır bir yüktür.

lao tzu diyor ki: "bir insan, doğduğunda yumuşak ve güçsüzdür; öldüğünde, sert ve bükülmez. bitkiler canlıyken yumuşak ve esnektir, öldüklerinde sert ve kuru. bu yüzden sertlik ve bükülmezlik, ölümün yoldaşlarıdır; yumuşaklık ve narinlik hayatın yoldaşları. bu yüzden, bir ordu sertleşince savaşı kaybeder. bir ağaç sertleşince kesilir. büyük ve güçlüler aşağıya aittir. narin ve güçsüzler yukarıya."

bütün inanç sistemleri öyle sahtedir ki sorgulandıkları anda yıkılırlar. sorgulanmadıklarında milyonlarca insanı hizada tutan dinler yaratırlar.

insanlar ancak sefil olduklarında din adamlarının eline düşer. mutlu bir insanlığın din adamlarıyla hiç işi olmaz.

hayat her an kopabilecek bir pamuk ipliğidir. bunu kabul ettiğin anda bütün sahte egoları bırakırsın. güzel ve değerli olan her şey çok anlıktır. ama sen her şeyin kalıcı olmasını istiyorsun.

dünya üstünde milyonlarca insan yaşadı; adlarını bile bilmiyoruz. basit gerçeği kabul et: birkaç günlüğüne buradasın ve gideceksin. bu birkaç gün ikiyüzlülükle, korkuyla harcanmak için değil. bu günler kutlanmak için. her zaman şimdide kal; çünkü bütün sahtelik ya geçmişten, ya da gelecekten sızar.

ben diyorum ki, gerçekliği yarat, o zaman her söylediğin de gerçek olur. gerçek mantıklı bir şey değildir. aslında her an kendine özgüdür ve hiçbir anın diğeriyle tutarlı olması gerekmez. tutarlılığı kafasına takan insan sahte olmak zorunda kalır; çünkü sadece yalanlar tutarlı olabilir. gerçek sürekli değişir. gerçeğin kendi çelişkileri vardır. gerçek insanın ideali yoktur. andan ana yaşar, anda nasıl hissediyorsa öyle yaşar.

kökleri olmadan yaşamak, sefalet içinde yaşamaktır; cehennemde yaşamaktır. tıpkı ağaçların toprağa kök salmaya ihtiyaç duyduğu gibi insan da varoluşa kök salmaya ihtiyaç duyar. yoksa zekadan yoksun bir hayat sürer.

zeka sahibi olmadan başarılı olmak görülmemiş bir şey değildir. aslında zeka sahibi olup başarılı olmak daha zordur; çünkü zeki insan yaratıcıdır. her zaman, zamanının ötesindedir. onu anlamak için zaman gerekir. zeki olmayan insan kolayca anlaşılabilir. toplumdaki yerleşik anlayışla uyumludur, toplumun elinde onu yargılayacak değerler ve kriterler bulunur. ama toplumun bir dahiyi değerlendirebilmesi için yıllar gerekir.