charles baudelaire
"yanılsamaların sayısı insanın insanla ya da insanın nesneyle ilişkileri kadar çoktur." diyordu dostum. ve yanılsama bitince, yani varlığı ya da olayı bizim dışımızdaki haliyle, asıl haliyle görünce, yarı, hayal görüntünün kaybolmasından doğan eserden, yarı yenilik önündeki, gerçek olay önündeki hoş şaşkınlıktan doğan, garip ve karmaşık bir duyguya kapılırız. açık seçik, olağan, her zaman aynı, asla yanılgıya düşmeyeceğimiz bir şey varsa o da analık duygusu, annenin sevgisidir. anneyi anne sevgisinden ayrı düşünmek ışığı ısısız düşünmek kadar güçtür; annenin çocuğuyla ilgili tüm davranış ve sözlerinin analık sevgisinden kaynaklandığını ileri sürmek çok doğal değil mi? ama siz, bir yanılsamayla, görülmedik biçimde hataya düştüğüm şu küçük öyküyü dinleyin.
ressam olduğum için sokakta gördüğüm insanların yüzlerine, görünüşlerine daha bir dikkatle bakarım, yaşamı, diğer insanlara göre, daha canlı, daha anlamlı kılan bu özel yeteneğimizden bir ressamlar nasıl sevinç duyarız, bilemezsiniz. oturduğum mahalle kent merkezinden uzak ve ıssızdır, evlerin arasında geniş çayırlar vardır ve ben, sık sık, ateşli ve afacan görünüşüyle diğer çocuklardan daha çok dikkatimi çeken bir çocuğu inceler dururdum. birkaç kez modellik etti bana, bazen küçük bir çingene, bazen melek, bazen efsanedeki aşk tanrısı olarak resmini yaptım. serserinin kemanı'nı, dikenli taç'ı, tutkunun çivileri'ni, eros'un meşalesi'ni taşıtmıştım ona. sonunda, bu yaramazın maskaralıklarını öyle sevmeye başladım ki, evine, o yoksul insanlara gidip babasından ve annesinden onun benim yanımda kalmasını istedim, iyi giyindireceğimi, harçlık vereceğimi, fırçalarımı temizlemekten ve alışverişten başka bir iş yaptırmayacağımı söyledim. yüzü gözü yıkanıp açılınca daha bir sevimli oldu, kendi yoksul evine kıyasla benim evim cennet gibi geldi ona. ancak şunu da söyleyeyim ki bazı yersiz davranışlarıyla zaman zaman üzüyordu beni, örneğin şekere ve tatlı içkilere aşırı düşkündü. sayısız uyarılarıma rağmen, yine bu türden bir yaramazlıkta bulununca, ona, böyle devam ederse kendisini evine geri göndereceğimi söyledim. sonra çıktım, işlerim yüzünden eve bir hayli sonra döndüm. girince şaşkınlıktan donakaldım, tüylerim diken diken oldu; küçük delikanlım, yaşamımın afacan yoldaşı dolabın kapağına kendini asmıştı! ayakları nerdeyse yere dokunuyordu; kuşkusuz ayağıyla itmiş olduğu iskemle yanında yuvarlanmış, başı, çırpınıp, omzuna düşmüştü; şiş yüzüne, hep aynı noktaya dehşetle dikilmiş ve faltaşı gibi açılmış gözlerine bakınca bir an hayal gördüğümü sandım. çocuğu ipten indirmek hiç de kolay olmadı. bedeni şimdiden kaskatı kesilmişti, yere indirmek için korkunç bir çaba göstermek zorunda kaldım. çocuğu kavrayıp kaldırmam, öteki elimle de ipi kesmem gerekti. iş bununla da bitmiyordu; küçük vahşi çok ince bir ip kullanmış ve ip derin bir şekilde etine gömülmüştü; şimdi de et boğumlarına girmiş ipi ince bir makasla kesip boynunu kurtarmak gerekiyordu.
söylemeyi unuttum, hemen komşuları çağırıp yardım istemiştim; ama uygar insanın alışkanlıklarını terk etmeyen komşularım, bir asılma olayına adlarının karışmaması için yardıma yanaşmadılar. doktor geldi, çocuğun saatler önce ölmüş olduğunu söyledi, kefenlemek için soymamız gerekti, ceset öyle katılaşmıştı ki elbiseleri ancak keserek çıkarabildik.
komiser, ya bile bile, zevk için ya da suçluları olduğu kadar suçsuzları da korkutma alışkanlığıyla iş olsun diye, yüzüme şöyle bir bakıp mırıldandı: "şüpheli, karanlık bir olay!"
geride en güç iş, durumu çocuğun babasına, annesine söylemek kalmıştı, bunu düşünmek bile perişan ediyordu beni; anlatmak gerekiyordu ama nasıl gidecektim, ayaklarım birbirine dolaşıyordu. sonunda o cesareti gösterdim. ancak hiç ummadığım bir şey oldu, çocuğun annesi gayet soğukkanlıydı, gözünden bir damla yaş akmadı. bir söz vardır: "en korkunç acılar sessiz çekilen acılardır." içimden "duyduğu acının dehşeti yüzünden kadıncağız donup kaldı" dedim. babaya gelince, yarı alık, yarı dalgın söylenmekle yetindi: "belki de hayırlısı buymuş; sonu iyi olmayacaktı zaten!"
çocuğun cesedi divanımda, bir hizmetçi kızın yardımıyla son hazırlıkları yaparken annesi girdi atölyeye. cesedi görmek istediğini söyledi. daha bir perişan olacaktı; ama, görmesini engelleyemezdim de, son, yüce ve hüzünlü bir avuntuydu bu onun için. ardından oğlunun kendini astığı yeri göstermemi istedi. "hayır, hayır, olmaz hanımefendi, -perişan eder bu sizi" dedim. ama gözlerim istemeden o uğursuz dolaba takılınca, çivinin hala kapakta olduğunu ve ucundan da hayli uzunca ip parçasının sarktığını dehşet ve öfkeyle gördüm. yıkımın bu son kalıntılarını da göz önünden kaldırmak için atıldım ve tam çiviyle ipi pencereden atarken kadın kolumu tutup karşı konmaz bir sesle: "oh bayım! bana verin bunu! lütfen! yalvarırım!" dedi. kuşkusuz duyduğu acıdan ne kadar çılgına dönmüş ki oğlunun ölümüne neden olan şeye bile sevgi gösterip onu saklamak istiyor, dedim içimden. ve çiviyle ipi aldı.
evet, yapılacak her şey yapılmıştı, bu acı olayı, çocuğun gözünün önünden gitmeyen hayalini kafamdan silmek için artık eskisinden daha da fazla çalışmalıydım. ama ertesi gün bir yığın mektup aldım; kimi bizim evdeki kiracılardan, kimi komşu evlerden geliyordu: üç mektup birinci, ikinci, üçüncü kat kiracılarından, ötekiler komşu evlerden; bazıları asıl amaçlarını latife örtüsü altında gizleyerek yarı şakacı bir üslupla, bazıları dil dökmeye kalkmadan doğrudan doğruya yazılmış; ama hepsi de benden çocuğun kendini astığı o uğursuz, lanet ipin bir parçasını onlara vermemi istiyordu. yazanların çoğu da, inanın, kadındı ve kadın erkek, hepsi de varlıklılardan, tuzu kurulardandı. o mektupları sakladım.
ve düşünüp dururken birden kafamda bir ışık çaktı, çocuğun annesinin de, hangi amaçla, nasıl bir tecimle avunmak için ipi aldığını o zaman anladım.