31.05.2015

uzun lafın kısası

alfred döblin: genç yaşta darağacına gitmek, yaşlılıkta yerde sigara izmariti aramaktan iyidir.

andrew crumey: düzenli bir ortam, düzenli bir zihin yaratır, yani boş bir zihin.

william faulkner: kadınlar karmaşık değillerdir ve onlara göre her düğün hiç düğün olmamasından iyidir; bir canavarla büyük bir düğünle evlenmek, bir azizle küçük bir düğünle evlenmeye yeğdir.

bertrand russell: yaşamak demek kendini yitip gitmiş hissetmek demektir.

christopher hitchens: sadece bir anlığına dindarların cennetinin nasıl bir yer olduğunu düşünün. bitmeyen şükran ve tapınmalar, sonsuz feragat ve kendini aşağılamalar; kutsal bir kuzey kore.

jean-claude carriere: kitap tıpkı kaşık, çekiç, tekerlek veya makas gibidir. bir kere icat ettikten sonra daha iyisini yapamazsınız.

konfüçyüs: geniş bilgisi olmak, sağlam ve içten bir amacı olmak, ciddi olarak araştırma yapmak, derin derin düşünmek: işte erdem bunların içindedir.

mehmet eroğlu: kentlerin günahlarını orospularla çocuklar öder; dünyanın günahlarını ise filozoflar.

oscar wilde: gerçek yaşını söyleyen bir kadına asla inanmayın. yaşını saklamayan bir kadından her şey beklenir.

sait faik: milyonluk şehirlerde de yaşasa, insanoğlunun içinde yalnızlık, kendi içine çekilme, sinme günleri doludur.

şükrü erbaş: tarla kuşu yağmur damlasından dünyayı içsin diye yazarız.

hamdi koç: kimse kanserli bir hastayı hastaneye kaldırmayı kendine iş edinmez ama bir deliyi ya da eski bir deliyi bir yere kaldırmak, paketleyip depoya kaldırır gibi ya da kapatmak, herkesin şehvetle yerine getirdiği bir toplumsal görev, bir insanlık borcudur.

27.05.2015

schopenhauer

alain de botton

arthur schopenhauer 1788'de danzig'de doğar. daha sonraki yıllarda bu olayı pişmanlıkla anacaktır:

"hiçliğin o keyifli dinginliğini yok yere bozan bir olay diye niteleyebiliriz hayatımızı. insan varoluşu bir tür hata olmalı. insan varoluşuyla ilgili şöyle söylenebilir: bugün kötü, yarın daha da kötü olacak ve en kötüsü olana dek de böylece sürüp gidecek."

schopenhauer'ın babası heinrich zengin bir tüccar, kocasından 20 yaş küçük annesi johanna ise aklı havada, sosyal ortamlara pek meraklı bir kadındır. anne babasından fazla ilgi göremeyen schopenhauer felsefe tarihinin en karamsar filozoflarından biri olmaya adaydır:

"daha 6 yaşında bir çocuktum; annemle babam bir akşam yürüyüşten döndüklerinde beni derin bir keder içinde buldular."

schopenhauer’ın annesi oğlunun, "insanın sefaleti üzerine" bu denli "tutkuyla kafa yormasından" rahatsızlık duymaktadır.

babasının intiharından sonra (heinrich'in cesedi aileye ait ambarın hemen yakınındaki kanalda bulunmuştu) 17 yaşındaki schopenhauer, hayatını hiç çalışmadan sürdürmesine yetecek kadar büyük bir servete kavuşur. yine de bunu düşünmek onu rahatlatmaya yetmez. filozof o dönemi şöyle anıyor:

"17 yaşındaydım, doğru dürüst bir okul eğitimi almamıştım; ama yaşamın sefaleti beni ele geçirmişti; tıpkı gençliğinde hastalığı, yaşlılığı, acıyı ve ölümü gören buddha'ya olduğu gibi. aslında bu dünya sevgi dolu bir yaratıcının değil; varlıklara, ıstırap çektiklerini görmek için can veren şeytanın eseriydi. bütün gördüklerim bu düşünceye işaret ediyordu; sonunda bunun doğru olduğuna inandım."

schopenhauer, ingilizce öğrenmek üzere wimbledon'a, eagle house adlı bir yatılı okula gönderilir. arkadaşı lorenz meyer ondan aldığı bir mektuba şöyle yanıt veriyor: "ingiltere'de kaldığın süre içinde ingiliz ulusundan tümüyle nefret etmeye başlaman üzücü." duyduğu bütün nefrete karşın schopenhauer ingiliz dilini neredeyse kusursuz biçimde öğrenir; öyle ki konuştuğu zaman pek çok kişi onun ingiliz olduğunu sanır.

schopenhauer göttingen üniversitesi'nde okumaya başlar ve filozof olmaya karar verir: "hayatı yaşamak üzüntü verici bir şey; ben de hayatımı hayat üzerine düşünerek geçirmeye karar verdim."

bir kır gezisine gitmek için plan yaptıkları sırada, erkek arkadaşlarından biri, "geziye getirecek birkaç kadın bulmaya çalışmalıyız." deyince, schopenhauer geziyi iptal eder ve şöyle der: "hayat o kadar kısa, tahmin edilemez ve uçucu ki böyle büyük bir çaba göstermeye hiç değmez."

1813'te schopenhauer weimar'a annesini ziyarete gider. johanna schopenhauer, şehrin en ünlü kişisiyle, goethe ile arkadaş olmuştur. goethe düzenli olarak johanna'yı ziyarete gelmektedir. goethe ile tanışmasından sonra schopenhauer onu şöyle anlatıyor: "sakin, hoşsohbet, nazik ve arkadaş canlısı: adı sonsuza dek övgüyle anılsın!" goethe ise schopenhauer için şunları yazıyor: "genç schopenhauer hayli garip ve ilginç biri gibi geldi bana." filozof weimar'dan ayrılırken, goethe onun için 2 dize yazar:

"keyif almak istiyorsan hayattan
değer vermelisin dünyaya"

schopenhauer şiirden pek etkilenmez ve goethe'nin bu öğüdünü not ettiği sayfanın yan tarafına chamfort'tan bir alıntı yapar: "insanları oldukları gibi kabul etmek, onları olmadıkları bir kişi gibi görmekten yeğdir."

schopenhauer "irade ve tasarım olarak dünya" adlı yapıtını bitirdiğinde kitabın bir başyapıt olduğundan emindir. bu, niçin arkadaşsız kaldığını açıklıyor: "bir dahinin hoşsohbet olması pek de mümkün değil; hangi diyalog dahinin kendi monoloğundan daha zekice ve eğlenceli olabilir ki?"

kitabın bitişini kutlamak için italya'ya gider. sanat, doğa ve iklim onu keyiflendirir. floransa'yı, roma'yı, napoli'yi ve venedik'i ziyaret eder. bu kentlerdeki resepsiyonlarda pek çok çekici kadınla tanışır: "hepsinden çok hoşlandım, -ah bir de beni isteselerdi." kadınlar tarafından sürekli reddedilince o da şu görüşü geliştirir:

"bir tek, cinsel güdülerle bulanıklaşmış erkek zekası, bu ufak tefek, dar omuzlu, geniş kalçalı ve kısa bacaklı cinsi, cins-i latif diye adlandırabilir."

irade ve tasarım olarak dünya adlı yapıtı basılır. kitabın yalnızca 230 kopyası satılır. "her yaşam öyküsü, acıların öyküsüdür. yılanlardan, kurbağalardan oluşan bu kuşağı kendi eşitim gibi görme yanılsamasından bir kurtulabilsem, bunun bana çok faydası olurdu."

schopenhauer berlin'de üniversite hocası olarak "genel felsefe: dünyanın ve insan aklının özüne ilişkin kuram" başlıklı dersler vermeye başlar. derse yalnızca 5 öğrenci katılır. biraz ötedeki binada ise rakibi hegel 300 kişilik bir öğrenci grubuna ders anlatmaktadır. schopenhauer, hegel'in felsefesini şöyle değerlendiriyor:

"hegel felsefesinin temelleri, saçma sapan fantezilerden, baş aşağı çevrilmiş bir dünyadan ve felsefi maskaralıktan ibaret. içeriği, bütün kalın kafalıların şimdiye kadar uğraşıp bir araya getirdikleri sözcüklerin en boşlarından, en anlamsızlarından oluşuyor, sunumu ise inanılmaz derecede itici ve anlaşılmaz bir laf kalabalığı; insana bir akıl hastasının abuk sabuk sözlerini hatırlatıyor."

schopenhauer 19 yaşındaki şarkıcı caroline medon'a aşık olur. ilişki, aralıklarla 10 yıl kadar sürer ama filozofun ilişkiyi resmileştirmek gibi bir niyeti yoktur: "evlenmek, iki kişinin birbirleri için iğrenç birer nesneye dönüşmelerini sağlamak üzere mümkün olan ne varsa yapmaktır."

"eğer bu dünyayı tanrı yarattıysa ben tanrı'nın yerinde olmak istemezdim; bu çaresizlik, bu acılar kalbimi kırardı."

"ne zaman öğreneceğim; opera için teleskop, tavşan avı için havan topu ne kadar fazlaysa, günlük hayat meseleleri için de benim aklım ve ruhum o kadar fazla."

schopenhauer 40 yaşına girer: "hiçbir değerli insan yoktur ki, 40 yaşından sonra biraz olsun insanlardan nefret etmeye başlamasın." (chamfort)

berlin'de yaşayan 43 yaşındaki schopenhauer evlenmeyi bir kez daha düşünmeye başlar. dikkatini 17 yaşına yeni basmış, güzel, neşeli bir kız olan flora weiss'a çevirir. bir sandal partisinde, kızı etkilemeye çalışan filozof ona gülümseyerek bir salkım beyaz üzüm uzatır. flora, günlüğünde bu olaydan şöyle söz ediyor: "üzümleri yemek istemedim. yaşlı schopenhauer onlara dokunduğu için midem bulandı. avucumu açtım, salkım yavaşça kayarak suya düştü."

schopenhauer hemen berlin'den ayrılır: "dünyanın gerçek, içkin bir değeri yok; dünya aslında isteklerle, yanılsamalarla dönüyor."

filozof, 50.000 kişinin yaşadığı bir kent olan frankfurt'a, mütevazı bir apartman dairesine yerleşir. kıta avrupasında bankacılığın merkezi olarak ün yapmış kentin sakinlerinden şöyle söz eder: "küçük, resmi, ruh inceliğinden yoksun, yaşadıkları kentle ilgili şişinip duran, köylü gururu taşıyan bu insanların yanına bile yaklaşmak istemiyorum."

bundan sonra schopenhauer bir dizi kaniş besleyip en yakın dostluklarını onlarla kuracaktır. ona göre hayvanlarda, insanların sahip olmadığı bir zarafet ve yumuşak başlılık vardır: "hangi hayvana baksam büyük keyif alıyorum; onlara bakmak beni mutlu ediyor."

filozofun hiç aksatmadığı bir günlük rutini vardır. sabahları 3 saat yazı yazar, 1 saat flüt çalar, sonra beyaz kravatını takarak rossmarkt'taki englischer hof adlı lokantada öğle yemeğine gider. çok iştahlıdır. yemek yerken büyük beyaz peçetesini yakasına takar ve çevresindekilerle hiç ilgilenmez ama kahve içerken ara sıra diğer müşterilerle sohbet eder. bunlardan biri onu şöyle tarif ediyor: "insana komik gelecek kadar asık suratlı ama aslında zararsız ve tatlı-sert biri."

öğle yemeğinden sonra schopenhauer yakınlardaki casino society adlı kulübe giderek kütüphaneye geçer. orada, dünyada yaşanan üzücü olaylardan kendisini en iyi biçimde haberdar edeceğine inandığı gazeteyi, yani the times'ı okur. üç sularında köpeğini de alarak main ırmağı kıyısında 2 saatlik bir yürüyüşe çıkar, yürürken sürekli bir şeyler mırıldanır. akşam operaya ya da tiyatroya gider. geç gelenlerin, durmadan hareket edenlerin ve öksürenlerin çıkardığı seslerden deliye döner:

"uzun zamandır şuna inanıyorum: insanın dayanabileceği gürültü miktarı ile zihinsel yetileri arasında bir ters orantı vardır. kapıyı eliyle yavaşça kapatmak yerine gürültüyle çarpan bir insan yalnızca terbiyesiz değil; aynı zamanda bayağı ve dar görüşlüdür. ancak düşünen canlıların bilincine ıslık çalmak, kahkahalar atmak, bağırıp çağırmak, çekiçle ya da kırbaçla vurmak vs. suretiyle dalıverme hakkını kendinde bulan bir tek kişi bile kalmadığında uygar olabiliriz."

giderek daha fazla zamanını yalnız geçirmektedir. annesinin oğluyla ilgili ciddi kaygıları vardır: "bir tek insan bile görmeden 2 ay odandan çıkmıyorsun. bu hiç iyi değil, oğlum. çok üzülüyorum. insan kendini dış dünyadan bu şekilde yalıtamaz, yalıtmamalı." schopenhauer gün içinde uzun uzun uyur: "eğer yaşamak, var olmak çok keyifli olsaydı, herkes uykudaki bilinçsizlik haline geçmek için isteksiz davranır, büyük bir mutlulukla uykudan uyanırdı. ama durum bunun tam tersi: herkes uyumak için büyük bir istek, uyanmak içinse isteksizlik duyuyor."

"irade ve tasarım olarak dünya" adlı yapıtının yeni baskısı çıkar. bu yapıtın ikinci cildi de yayımlanır. schopenhauer yapıtın ön sözünde şöyle diyor: "tamamladığım bu yapıtı çağdaşlarıma ya da vatandaşlarıma değil, bütün insanlığa bırakıyorum. yapıtımın değeri çok sonra anlaşılacaktır; hangi biçimde sunulursa sunulsun iyinin kaçınılmaz kaderi budur." gerçekten de kitap 300 kopyadan az satar.

deneme ve aforizmalardan oluşan "parerga ve paralipomena" adlı kitabı yayımlanır. kitabın çok satmasına en çok yazarın kendisi şaşırır.

schopenhauer’ın ünü avrupa'da yayılır. kendisi bundan "ünün komedisi" diye söz eder. bonn, breslau ve jena üniversitelerinde ders vermesi için öneriler gelir. filozof hayranlarından da mektup almaya başlar. silesialı bir kadın filozofa örtük önerilerle dolu upuzun bir mektup yollar. bohemia'dan bir adam schopenhauer’ın portresinin önüne her gün bir çelenk koyduğunu anlatır. felsefeye ilgi duyan frankfurtlular, filozofa olan saygılarını göstermek için kaniş satın almaya başlarlar.

"koskoca bir ömür boyu önemsiz, dikkate alınmayan biri olarak yaşıyorsun; tam perde kapanırken davullarla, çalgılarla çıkageliyor, sonra da bunun önemli bir şey olduğunu düşünüyorlar."

ün kadınların schopenhauer'a daha fazla ilgi göstermesini sağladıkça filozofun kadınlarla ilgili düşünceleri de yumuşar. önceden, "kadınlar, çocuk gibi, aptal ve basiretsiz, yani tek kelimeyle koca birer bebek oldukları için, özellikle ilk çocukluk dönemimizde bize bakıcılık ya da öğretmenlik yapmaya çok uygundurlar." diyen filozof artık kadınların egolarından vazgeçebilme ve kavrama yeteneklerinden sözetmeye başlamıştır. schopenhauer’ın felsefesine hayran olan ve napolyon'un soyundan gelen çekici bir kadın heykeltıraş, elizabeth ney, 1859'un ekim ayında frankfurt'a gelerek bir ay kadar filozofun evinde kalır ve onun bir büstünü yapar.

"bütün gün evimde çalışıyor. ben öğle yemeğinden dönünce kanepeye oturup birlikte kahve içiyoruz. evliymişim hissine kapılıyorum."

schopenhauer’ın giderek bozulmaya başlayan sağlığı sonun yakın olduğuna işaret etmektedir: "toprak altındaki kurtların bedenimi kemirip yok edeceği düşüncesine katlanabilirim; ama felsefe hocalarının felsefemi lokma lokma yutacaklarını düşününce korkudan taş kesiliyorum."

1860 eylül ayının sonunda, main ırmağı kıyısında yaptığı yürüyüşten dönünce, soluk soluğa kaldığından yakınır, derken "insan varoluşunun bir tür hata olduğuna" inanarak ölür.

23.05.2015

türküler

ali püsküllüoğlu


türküler telli duvaklı, türküler gelin
türküler sevda yeli, dost eli
türkülerinde yazılı memleketimin kaderi
bulunsun mezar taşımda dilerim
türkülerin en güzeli

aforizmalar

~criminal minds

john wooden: oyuna kimin başladığı çok da önemli değildir; kimin bitirdiği önemlidir.

erich fromm: bir insan için en büyük seçim, elindekiyle kendini aşmak için, yaratacağı mı yoksa yok mu edeceği, seveceği mi yoksa nefret mi edeceğidir.

cory doctorow: bütün sırlar derindir, bütün sırlar karanlıklaşır; bu, sırların doğasında vardır.

konfüçyüs: intikam yolculuğuna atılmadan önce iki mezar kazın.

emerson: her şey bilmecedir ve onları çözmenin anahtarı başka bir bilmecedir.

samuel beckett: hep denedin. hep yenildin. olsun. yine dene. yine yenil. daha iyi yenil.

la rochefoucauld: zihinsel hata ve kusurlar vücuttaki yaralara benzer. hayal edilebilecek en iyi tedaviden sonra bile yara tamamen kapanmaz.

francis bacon: ışığın ışıldaması için karanlığın var olması gerekir.

samuel johnson: hemen hemen tüm saçmalıklar benzemeye çalışıp da başaramadığımız insanları taklit etmeye çalışırken çıkar.

22.05.2015

sevi anıtı

özdemir asaf


silinir sokaklardan, her geçen bin adım
adımlardan, biri, bir adım kazılıverir
binlerce davranışın kargaşasında bir sus
gürültülü bir başkaldırışla yazılıverir

sevginin adına aranan sevgililer
gürültüler arasında bir bir, kaçamak belirlenir
hep kabadır kalabalıklar meydanlarda sokaklarda
adı kalır, karınca eziliverir

sonunda

şükrü erbaş


aylarca bir çocuğun gülüşüne takıldı
kalbim ki
bulanık bir gökyüzünde duru kalmış
tek incelik bulutuydu
tutulup rüzgarına ırgalanan kirpiklerin
bir sevincin uğrağına düştü
bir hüznün
gündüz gün ışığı, gece ay ile
gelip gelip dile
döktü içini ne varsa
bir uzak bahçede ayrılık açan
içedönük bir çocuğun yumuk avuçlarına
kalbim ki
kendi yağmuruyla dolup dolup boşalan
küçücük bir göldü
üstünde nilüferlerden bir beyaz örtü
boğuldu sonunda kendi sularıyla

20.05.2015

atasözleri

yatak yoksulun operasıdır. (italyan atasözü)

umarım ilginç bir çağda yaşarsın. (çinli bedduası)

korku, kuşlar yüzünden ekin ekmemektir. (doğu atasözü)

şeytan ayrıntıda gizlidir. (alman atasözü)

susma ağacının dallarında huzur meyvesi vardır. (arap özdeyişi)

sırrımı saklarsam benim tutsağım olur; açığa vurursam ben onun tutsağı olurum. (arap özdeyişi)

düşmanının bilmemesi gereken şeyi dostuna söyleme. (arap özdeyişi)

herkes kendi osuruğunun kokusundan hoşlanır. (izlanda atasözü)

sonunda ip en hafif bir çekme ile kopuverir. (ispanyol atasözü)

çok patırtı eder, az yemiş verirler. (fransız atasözü)

gelin dediğin tuzsuz yemek yiyip tuzlu olduğunu söyleyendir. (slovak atasözü)

generallerin en iyi dostu düşmanıdır. (rus atasözü)

iyi şeylerin hiçbiri tek adamla yapılamaz. (kızılderili deyişi)

para iyi bir köle; ancak kötü bir efendidir. (kürt atasözü)

çok bilen çabuk ihtiyarlar. (rus atasözü)

musiki ruhun gıdasıdır. (osmanlı atasözü)

18.05.2015

adalet

thomas hobbes

hiçbir şey, olaydan sonra yapılmış bir yasayla suç haline getirilemez.

adaletin doğası, geçerli ahitlere uyulmasıdır. fakat ahitlerin geçerliliği, insanları onlara uymaya zorlayacak bir devlet gücünün kurulmasıyla başlar ancak. ve mülkiyet de o zaman başlar.

adalet herkese kendisinin olanı sürekli olarak vermek iradesidir. bu nedenle, kendisinin olanın, yani mülkiyetin olmadığı yerde adaletsizlik de yoktur; ve kurulmuş bir zorlayıcı gücün, yani devletin olmadığı yerde de mülkiyet yoktur; herkes her şey üzerinde hak sahibidir. dolayısıyla devletin olmadığı yerde, adalete aykırı hiçbir şey yoktur.

yoksul bir kişiyi soymak, varlıklı bir kişiyi soymaktan daha büyük bir suçtur; çünkü bu, yoksul için, daha fazla hissedilen bir zarardır.

insan eylemlerine adalet katan şey, kişinin, hayatından memnun olmak için sahtekarlığa veya sözünden dönmeye muhtaç kalmaya tenezzül etmediği, pek az bulunan bir soyluluk veya büyüklüktür.

g.

john berger

aşık olmanın temelinde cinsellik yatar.

bu ülkede yoksulluk sorun falan değildir. hayattır yoksulluk. zengin olmanın bir yolu varsa yoksul olmanın binlerce yolu vardır.

hayatı bize ilkin şeker sevdirir.

octavio paz: yüzyılımız, bütün tarihsel dönemlerin çalkalanıp kaynaştığı dev bir kazandır.

genellemelerin tümü temelde ters düşer cinselliğe.

luigi barzini: günümüzde her alanda kaydedilen ilerleme, geçmişin saçma'sından başka bir şey değildir.

en tehlikeli anlar, başarı anlarıdır.

şaşkınlığın ve ucu ucuna gerçekleşen beklentilerin bileşimi, cinsel tutkuya has benzersiz anlara özgüdür ve bu anları yaşamın olağan akışı dışına yerleştiren ögelerden biridir.

bendim, diyor bir eski zaman kuğusu
şahane ve umutsuz kanat sıyıran (mallarme)

kol henüz ameliyatla kesilmeden, yüzük daha parmaktayken, sandal daha denizdeyken, yaşam, üstünde uzun uzun düşünmeye fırsat vermeyecek kadar buyruğundaydı yazgının.

belki de ölüm, bütün göndermelerin -dolayısıyla ayırt edilirliğin- yok olduğu bir noktaya dek kendi kendini şaşırtan katmerli bir şaşırtmacadır çıkageldiğinde.

17.05.2015

genç werther'in acıları

goethe

dünyanın bütün işleri sonuçta aşağılıktır; başkalarının sözüyle, hiçbir tutkusu ya da bir gereksinimi olmaksızın, para, şan, şeref ya da bilmem ne uğruna didinen biri, her zaman bir budaladır.

yaşamın çiçekleri yalnızca görünüştür. bu çiçeklerin çoğu hiçbir iz bırakmadan gelip geçer, pek azı meyve verir, bu meyvelerden de pek azı olgunlaşır!

nedir insan, hep övülen bu yarı tanrı? güçlerinden, tam da en gereken yerde yoksun kalmaz mı? ve sevinç içinde yükseldiği, acılarla yıkıldığı zaman, tam da sonsuzluğun bolluğunda kendini yitirmeyi özlediğinde, o vurdumduymaz ve soğuk bilinçliliğine geri dönmüyor mu hep?

ruhlarını tümüyle merasime kaptırıp ziyafet sofrasında bir sandalye öteye gidebilmeyi düşlemekten başka bir şeyi yıllarca aklına getirmeyen, yalnızca bunun uğruna çaba harcayanlar nasıl insanlardır?

insan soyu tek bir kalıptan çıkmadır. çoğu, yaşayabilmek için günlerinin büyük bir bölümünü çalışarak geçirir ve özgürlük olarak arta kalan zaman onları o kadar kaygılandırır ki, ondan kurtulmak için denemedik şey bırakmazlar.

bizim en mutlu olduğumuz anlar, tanrı'nın bizi sevimli bir deliliğin içine sürüklediği anlardır.

niçin siz insanlar, bir konudan söz etmek için hemen; bu budalacadır, şu akıllıcadır, bu iyi, şu kötüdür demek zorundasınız? bu ne anlama geliyor? yargıladığınız eylemin içsel koşullarını araştırdınız mı? eylemi meydana getiren, onu bir zorunluluk haline getiren nedenleri kesin olarak belirleyebiliyor musunuz? eğer böyle yapmış olsaydınız, yargılarınızı öne sürerken bu kadar aceleci olmazdınız.

mutluluk yalnızca yüreğimizde mümkündür.

insanın doğası sınırlıdır; sevince, kedere, acılara ancak belli bir dereceye dek dayanabilir ve o derece aşılırsa insan yok olur. yani söz konusu olan, birinin güçlü ya da zayıf olup olmadığı değildir! kendi yaşantısına ne ölçüde dayanabiliyor, soru budur! hem ahlaki hem bedensel anlamda. kanımca, kızgın bir ateşten ötürü ölen birine korkak demek nasıl garip olacaksa, kendi yaşamına son veren birine korkak demek de garip olacaktır.

insanı gerekli kılan tek şey sevgidir kuşkusuz.

bir yazar, öyküsünü ikinci kez, değişiklikler yaparak yayımlarsa -bu ikinci baskı edebi açıdan ne denli iyi olursa olsun- ister istemez kitabına zarar vermiş olacaktır. ilk izlenimler insanları sürükler; insanoğlunun yapısı gereği, okuru en akılalmaz konularda ikna etmek mümkündür; ama bu ilk izlenimler aynı zamanda onların zihinlerinde yapışıp kalır ve onları sonradan silmek ya da yok etmek isteyenin vay haline!

karşısındaki insana açılan büyük bir insanı görme kadar gerçek ve sıcak bir sevinç dünyada yoktur.

insanlar hem kendileri hem başkaları için her şeyi zorlaştırıyorlar; ancak buna, örneğin bir dağı aşmak zorunda olan bir yolcu gibi, boyun eğmek gerekir; dağ olmasa, yol çok daha rahat ve kısa olacaktır; ama o dağ bir kez var olduktan sonra onu aşmaktan başka çare yoktur.

eğer insanlar, imgelemleriyle, geçmişteki kederin anılarını çağrıştırmak uğruna bu denli çaba gösterecekleri yerde, kayıtsız bir şimdi'ye katlansalardı, çektikleri acı daha az olurdu.

dünyadaki karışıklıklara yol açan şeyin, kurnazlık ve kötü niyetten öte belki de yanlış anlamalar ve atalet olduğunu bir kez daha saptadım. en azından ilk ikisine daha az rastlanıyor.

yalnızca doğanın zenginliği sonsuzdur ve büyük sanatçıyı yalnızca doğa yaratır. sanat kurallarının lehinde birçok şey söylenebilir; hemen hemen kentsoylu toplum lehinde söylenebilecek şeyler kadar. nasıl kendini yasalara ve refaha kaptırmış biri, hiçbir zaman dayanılmaz bir komşu, garip bir hergele haline gelemezse, kendini kurallara göre eğiten bir insan da hiçbir zaman zevksiz ve kötü bir yapıt meydana getirmez; buna karşın her kural, doğanın gerçek duyumsayışını ve doğanın gerçek dışavurumunu yok edecektir; bu hangi kural olursa olsun ve lehinde ne denilirse denilsin!

biz insanlar, güzel günlerin bu denli az ve kötü günlerin bu denli çok olmasından yakınıyoruz. eğer tanrı'nın her gün bağışladığı sevinçlerin tadını çıkarabilmek için her zaman açık bir yüreğimiz olsaydı, kötülüklere dayanabilme gücünü de bulurduk.

birinin yüreği üzerinde sahip oldukları güçle, o yürekte kendi kendine serpilen yalın sevinç duygularını baskı altına alanlara lanet olsun. bütün hediyeler, dünyanın bütün iyilikleri bir an bile böyle bir insanın kendi yüreğinde duymak istediği; ama başkasının despot, kıskanç keyifsizliği tarafından engellenmiş olan bir sevinç duygusunun yerini tutamaz.

önemli olan, kusursuz olanı görebilmek ve onu dışavurmaya cesaret etmektir.

bana her şeyi bağışlayan güzel tanrım, niçin verdiklerinin yarısını geri alıp bana özgüven ve yeterlilik duygusu vermedin ki?

16.05.2015

bakakai

witold gombrowicz

bir bakireyi gerektiği gibi sevmek için, insanın kendisinin de bakir ve cahil olması gerek.

tanrı evrenin en büyük yalnızıdır, evrenin ezeli ve ebedi yeniyetmesi.

dehşetin sınırı yoktur; hatta daha da kötüsü, tersine, mutlak, sınırsız bir acımasızlık vardır. iğrençlik üst üste gelmeye, birbiri ardına dizilmeyegörsün, daima daha da yükselecek derecede üst üste yığılarak işe koyulur ve art arda gelir; çoğalmaya, kendini aşmaya başlar, gerçek bir mekanizma gibi.

su ve sıkıntı denizcinin belasıdır.

bir yerde duramamanıza neden olan, kadınlardır.

aristokrasiye asla güven olmaz; aristokrasiye, evcilleştirilmiş bir leopardan daha sakınımlı yaklaşmak gerekir.

dış, için yansıdığı bir aynadır.

fantezileri ödemek gerekir, fanteziler için tarife yoktur.

hiçbir şey insanoğlu kadar zor ve hassas, hatta kutsal değildir; giderek birbirini korkunç zincirlerle bağlamak üzere, herhangi bir yücelik ya da neden olmaksızın yabancı kişiler arasında doğan bu gizemli bağların açgözlü gücüne denk hiçbir şey olamaz.

insan eti açıkça, başka hiçbir yerde bulamayacağınız bir şeye sahiptir.

kirlilik her zaman sizindir, temizlik her zaman başkalarının.

bilgi çirkinleştirir, cahillik güzelleştirir.

genç kız betimlemelerimizden ve bu amaçla uydurulan karşılaştırmalardan daha yapay bir şey yoktur. kiraz gibi dudaklar, gül goncası gibi göğüsler.. ah, gidip manavdan birkaç meyve ve sebze almakla iş bitseydi! hem bir ağızda gerçekten de olgun bir kiraz tadı olsaydı kim aşık olabilirdi ki? gerçek anlamda bir şeker kadar tatlı olan bir öpücüğe kim kaptırabilir kendini?

ah! yaşam bize ne çılgınca ihanetler hazırlıyor!

oda

arthur rimbaud


-gece düşler kurardı yatağa yattığı an
sevmiyordu tanrıyı ama, kızıla çalan
akşamları tellallar davula üç kez vurup
sağır gürültülerle kulakları doldurup
buyrukları duyurur, halkı eğlendirirken
kara tulumlarıyla varoşlarına dönen
işçileri kendine daha yakın bulurdu
düşlerini sevdalı çayırlar doldururdu
çayırlar ki içinde ışıklı çalkantılar
altın rengi yapraklar, kutsal, ermiş kokular
kıpırdanıyordu, sular gibi, sessiz, durgun

karanlık nesnelerdi tek dostu. akşam, yorgun
duvarları küf kokan, pencereleri örtük
soluk mavi boyalı, içinde, eski, tek tük
eşyanın bulunduğu odaya çekilince
düşlediği romanı kurardı bütün gece
neler neler geçmezdi özlem dolu usundan
aşı boyası gökler, sislere batmış orman
dallarda yıldız yıldız açan ten çiçekleri
düşler bitip yalnızlık odanın her yerini
doldurunca, bozgunlar, bunalımlar başlardı
insaf! orda, odada çarpan bir yürek vardı
yalnız, kaba çuhanın üzerine uzanmış
kendini kentin usul gürültüsüne salmış
dört duvar arasında soluyan derin derin
düşünde çarşaf gibi yelkeni gemilerin

iddia

jean-paul sartre

1787'de, moulins yakınlarında bir handa, filozofların etkisinde yetişmiş ve diderot ile arkadaşlığı olan bir ihtiyar ölmek üzereydi. civardaki papazlar, ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı ama çabaları boşa gitmişti. ihtiyar, dinin son gereklerinin yerine getirilmesini bir türlü kabul etmiyordu; çünkü panteistti. hiçbir şeye inanmayan m. de rollebon da o civardaydı. ihtiyarı iki saat içinde hristiyan dinine döndüreceğini söyleyerek moulin papazıyla bahse girişti. papaz, bahsi kabul etti ve kaybetti. rollebon, sabahın 3'ünde işe girişti, ihtiyar 5'te günah çıkarttı ve 7'de öldü. papaz, "tartışma sanatında ne kadar güçlüymüşsünüz! bizi bile geçtiniz" dedi. rollebon: "onunla tartışmadım, cehennemden söz açıp içine korku saldım." diye cevap verdi.

15.05.2015

edebiyat mutluluktur

zülfü livaneli

kanayan vicdanlar karşısında hiçbir rejim ayakta kalamaz.

çağın hakkını vermek, çağa uyum sağlamakla değil, ona direnmekle mümkün olabilir.

kurnazlık küçük insanlara özgü bir yaşam özelliğidir, büyük ruhlar buna tenezzül etmez. zeka, rüyaları olan büyük insanlara; kurnazlık ise "köşeyi dönmeye çalışan" küçük insanlara özgüdür.

gandhi: bir ulusun büyüklüğü ve ahlaki gelişimi, hayvanlara nasıl davrandıklarına bakılarak anlaşılabilir.

süssüzlük büyük bir süstür. edebiyatta en büyük marifet, süsleme başarısını veya yazarın yeteneğini değil, hikayenin duygusunu hissettirmektir.

hans fallada: marksizm halkın kültür düzeyini yükseltir, entelektüellerinkini ise düşürür.

bir eserin nitelikli ve derin olması, onun geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesine engel değildir.

lenin: en doğru fikir bile abartılırsa saçmaya varır.

jorge luis borges: eğer bir kitabı okumaktan hoşlanıyorsanız, harika. hoşlanmadıysanız okumayın. edebiyat, size dikkatinizi çekecek başka yazarlar sunacak kadar zengindir.

kapitalizmin kafa karıştırıcı ürün pazarlama tekniklerinden kurtulmanın tek yolu, kendi okuma zevkinize güvenmektir. 

william faulkner: bir yazarın başarısı, göze aldığı başarısızlıkla ölçülür. 

hepimiz bir parça böyleyiz: geceleri idealizmle ve yüce duygularla dolup taşarız; ama sabah, hayatın gerçekleri bizi birer sanço panza haline getirir.

jose ortega y gasset: tarih, insan gerçeğini anlamanın tek yoludur.

bir gerçeğin farkına varan insan, bir daha onun farkında olmadığı zamana dönemez.

insan soyunun en korkunç eylemi öldürmek, en kötü huyu ise alışmaktır.

kültür, kendi başına bir barış eylemidir. 

friedrich dürrenmatt: iyi bir istanbul entelektüeli paris'tekilerden daha üstündür.

"çok düşman, çok şeref demektir." (alman atasözü)

insan yaşamı ancak kültürle derinleşir, boyutlanır, tatlanır. biyolojik yaşam süreçlerine ve kısacık insan ömürlerine bir anlam katan boyut kültürdür.

woodrow wilson: eğer bir köpek yüzünüze bakıp da yanınıza gelmiyorsa vicdanınızı kontrol edin.

entelektüel olmak, dünyaya zihni olarak, düşünce süzgecinden geçirerek bakma refleksidir. entelektüel, yaşadığı ve yaşamakta olduğu her şey üstüne düşünür. dünyaya farklı bir disiplinle bakar. bir şeyler yazmış olmak, insanı entelektüel yapmaz.

jorge luis borges: dünyada okunmayı bekleyen o kadar iyi kitap var ki!

çimen türküsü

truman capote

dünya gerçekten kötü bir yer.

bazı insanlar vardır, sanki odadaki bir eşya, yahut köşedeki bir gölgecik gibi bir tarafa sinip adeta varlıklarını hissettirmez, kendilerince saklanıverirler.

belki de hiçbirimizin kendimize ait bir yeri yoktur. ama bir yerde bizim için bir yer olduğunu biliriz. o yeri bulur da bir an için orada yaşayabilirsek kendimizi şanslı sayabiliriz.

insanlar birbirlerinden kaçmak için ne kadar çabalarlar; çünkü içimizi belli etmeye korkarız.

özellikle de sıkışık bir yerde bir arada yaşarken nezaket en çok da sabahları önem kazanır.

bir fincan kahve içmedikçe insan, insan olduğunu hissedemez.

bazı çiçekler eğer açarlarsa bir tek defa çiçek açarlar, ondan sonra öylece kalırlar. yaşarlar; ama görüp görecekleri de o kadardır.

14.05.2015

iki iş

reşat nuri güntekin

şehirde iş aramaya gelenlere tecrübe için sorunuz:

"elimde iki iş var. birinin aylığı 15 lira.. sabahtan akşama kadar sokak süpüreceksin. boğazına karışmam. ötekisi rahat bir kapıcılıktır. oturduğun yerden giren çıkana bakıvereceksin. yemek, yatak, ateş, ışık bedava. ve lakin aylık 12 lira. gayri hangisini istersen.."

bu suali sorduğunuz köylülerin yüzde doksanı saflığınızla eğlenir gibi gülümseyecek:

"sorulur mu? elbette 15 liralık, diyecektir."

konuşmanız devam ederse aşağı yukarı şöyle bir sahne meydana gelir:

"yahu ayda eline 3 lira fazla geçecek diye akşama kadar sokak süpürülür mü?"

"ne konuşuyorsun efendi! biz rahat etmeye gelmedik. 3 lira az para mı?"

"öteki masrafları neye hesaba katmıyorsun. koskoca bir adamın boğazı, yatağı, ısınıp ışınma masrafı kaça patlar?"

gene hesapsızlığınızla alaya benzer bir gülümseme:

"biz fakir insanız. ne olsa yeriz, nasıl olsa başımızı sokup yatacak bir yer buluruz."

doğacak çocuklardan

ziya osman saba

-ibrahim münir mostar'a-

doğacak çocuklardan bahsedin bana
genç evliler
yeni kurduğunuz evden
delikanlılar! kalplerinizdeki alevden
çocuğum bana oyuncaklarını göster
küçük lokomotifleri yürütelim beraber
gel, memleketten konuşalım hemşerim
düğünden, şenlikten yana
bana sat elindekileri küçük satıcı
hastam, iyi olacaksın iç şu ilacı
yine eskisi gibi kırlarda gezeceğiz
sor bak: önümüz bahar
değil mi, gökler, ovalar

13.05.2015

eski uygarlıkların şiirleri


et kafalılar bile bilir ki
dünyanın tutar tarafı kalmamıştır
(mende/afrika)

insanların günleri sayılıdır
başarıları esip giden hava gibidir
hiçbir zaman hiçbir şey kalıcı olmamıştır
(akad-babil)

güçlü olmak istersen söz ustası ol
dil, yiğit elindeki kılıç gibidir
(mısır)

gözünüzü dört açın
denk alın ayağınızı
insanoğlunun ayağı dağa değil
tümseğe takılır da ondan düşer
(çin)

ortalama olmalı insanın aklı, en iyisi bu
fazla zeki ya da kurnaz olmamalı
çok bilen, derin düşünen akıllı adamın yüreği
mutluluk nedir bilmez çünkü
(izlanda)

sana abayı yaktım sanıyorsan
o senin hüsnü kuruntun
sizin eve gelişim
küçük kardeşini görmek için
(kızılderili)

kimseyi kınamayın durumu bozuldu diye
nice insanlara olmuştur bu
koca kahramanları sünepe yapar sarsıcı arzular
aptala çevirir en akıllı adamları
(izlanda)

tatlı duygular içinde yürek
sevgi yüzünden yaralı bereli
(kızılderili)

vakit, hiç durmadan uçup giderken
akıllıya her gün, bayram günüdür
(sulpicia/latin)

ölümsüz tanrılar bile bağışlar
güzel bir kadının yalanlarını
(ovidius/latin)

devletlim, buyurmuşsun, yoksulluk kanun dışı
olmuş bizim ülkede; ama haberin olsun
buyrukla kanun dışı ettiğin şu yoksulluk
ortalıkta kalınca sığındı bizim eve
(rajasekhara/sanskrit)

başarı istiyorsan altı kusurdan kaçın:
uyku ve uyuşukluk
korku ve azgın öfke
düzensizlik ve gevezelik
(rajasekhara/sanskrit)

dere tepe dolaşmakla geçti ömrüm
ölünce geziye çıkar gibi ölürüm
(lamba/afrika)

via talat sait halman

erdem

yorgo seferis

"bir ülkede artık mantıklı bir biçimde düşünemiyorsan o ülkeden ayrılmalısın."

hastane toptan üretimi; onarım altındaki insan gövdelerinin çaresizliği. aşk ayininin arındırmasını, verdiği kıvancı anlamak için onu birebir görmek gerekir.

günü gününe hayatımızı yaşarız; onu yazmayız. yazma eylemi, insan ne yazarsa yazsın, yaşamının yalnızca bir parçasıdır.

dünyanın tüm şairlerine yalnızca bir tek aynı sözcük kullanma izni verilseydi iyi şairler yine de ötekilerden ayrı bir yol bulurlar, bu tek sözcükle değişik, kişisel şiirler yazarlardı. 

haz verdikleri için iyi olan yapıtlar ya da haz versin vermesin iyi olan yapıtlar; bu ayrıma dikkat.

anadolu'nun yıkıntılarındaki keder tanımlanamaz. her şey bu kederi daha da kasvetli yapmak için bir noktada birleşiyor. konuşmak için ölüler canlı kana gereksinirler; burada eksik olan işte bu.

dünya orada burada, her yerde var, ilerlerken ve insan bir yere varamazken.

toplumsal yaşamımız, herkesin birbirini kurnazlık, iftira, korkaklık, utanmazlıkla suçlayarak boğazladığı bir cengel. bu insanları görünce bir dumanı çiğniyor duygusuna kapılıyorum.

erdemi fırlatıp attık hayatımızdan; bizde eksik olan bu.

yüzüncü ad

amin maalouf

din kindar olduğunda, hamdolsun kuşku duyanlara!

ancak yeniden yazmaya başlama gayretini gösterdiğimde yeniden yaşamaya da başladım. sözcükler yeniden sözcük oldu, güller yeniden gül.

aşk her zaman davetsiz bir konuktur. rastlantı ete kemiğe bürünür; tutku bükemediği bileği öper.

başkaları konuştukları gibi yazarlar, ben sustuğum gibi yazıyorum.

yalnızca bir iki kitap okudum; cahilliğime bir sınır koymak için.

biz, sen ve ben, yakınlarımızın aptallığının kurbanıyız.

bütün sırlar, sonunda açığa çıkar.

keşke her gün dünya bizden habersiz olabilse, bugün habersiz olduğu gibi! keşke her gün, böyle yarı gölgede, bütün kehanetlere boşverip yaşayabilsek, sevişebilsek! dinsizlerin şarabıyla ve hükümlü aşklarla sarhoş olabilsek!

eğer insanların her zaman akıllarıyla hareket ettiklerini varsayarsak, dünyanın gidişatından hiçbir şey anlayamayız. akılsızlık tarihin en güçlü ilkesidir.

ne tuhaf bir zaman bu bizimkisi; iyilik, kötülüğün yaldızları altında saklanmak zorunda kalıyor.

felaketlerin üstünden aşabilmek için kimi zaman, yeri doldurulmaz bir köprü kurmaktır kendi kendine yalan söylemek.

ölümlülerin onuru, kararsızlıklarındadır belki de.

nezaket, biraz yavaşlıkla çok daha iyi gider.

çiçekli bir çayırdı sevgili; ellerim, dudaklarımsa, bir kovanın arıları gibiydi.

düşler, evlerden ve edep gereklerinden bağımsızdır, her türlü yeminden, her türlü gönül borcundan bağımsızdır.