31.01.2017

uzun lafın kısası

alexandre dumas: bir kadın sizi on altına satar.

anatole france: adalet ancak gerçeklerden, mutluluk ancak adaletten doğabilir.

bertrand russell: dünyada mutlu dediğimiz insanların en göze çarpan özellikleri kendilerinde yaşama zevki olmasıdır.

charlotte bronte: cahil kişilerin ruhu gübrelenmemiş, sürülmemiş topraklar gibi katıdır. ön yargılar bu ruhlara, kaya diplerinde biten otlar gibi sımsıkı yapışır, inatla büyürler.

epikuros: ölüm varken ben yokum. ben varken, ölüm yok. o halde üzülecek ne var?

gustave flaubert: insan şarabı, aşkı, kadınları ya da zaferi ancak sarhoş, aşık, koca ya da asker olmadığı zaman tasvir edebilir. hayatın içine çok fazla karışırsa insan, hayatı çok da açık bir şekilde göremez. ya çok acısını çekeriz hayatın ya da çok fazla keyfini süreriz.

jane austen: insanların çok hoş olmasını istemem; çünkü onları çok sevme derdinden kurtarır beni bu.

kierkegaard: bir kızı baştan çıkarmak ustalık değildir ama baştan çıkarmaya değer birisini bulmak büyük şans gerektirir.

orhan pamuk: her erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlar.

rollo may: ölümle -insanın kendi varlığının hiçbir yankısını bulamadığı bir dünyayla- yüz yüze gelebilme yeteneği ve cesareti, gelişmenin ön koşuludur; insanın kendi bilincine varmasının ve kendisini bulmasının ön koşulu.

max frisch: vicdanımız ne kadar güçlüyse çöküşümüz de o kadar kesindir.

wilhelm reich: doğayı düzeltmeye kalkışma. bunun yerine, onu anlamaya ve korumaya çabala. boks maçı yerine kitaplığa, lunaparka gideceğine yabancı ülkelere git.

30.01.2017

hızımızı tadacaksınız

dave eggers

iyi bir sıçış, kötü bir sevişmeden daha iyidir.

yaşamı veya acıyı tartamazsın. bütün acılar gerçek ve kişiseldir. sahip olduğumuz en kişisel şeydir acı. her birimizi farklı şekillerde yiyip bitirir.

para, gerçekten de somut olan yegane iletişim aracıdır.

gerçeği asla bilemeyecek, gerçeğin yakınından bile geçemeyeceğiz. gerçek, şahit olunması gereken bir şeydir. diğer her şey anlatıdan ibarettir; eğlencelidir fakat kaba ve şekilsiz hakikatten ziyade nakış gibi işlenmiş yalanlarla örülüdür.

yaşamlarımızın tek şaşmaz gerçeği, sevdiğimiz her şeyin bizlerden alınacak olmasıdır.

bir yere gitmeden orası hakkında hiçbir şey bilemezsiniz. hiçbir şey. bir başka insan hakkında, bir başka yer hakkında hiçbir şey bilemezsiniz. bu bilginin ışığında -gördükleriniz dışında hiçbir şey bilemeyeceğiniz gerçeği- işler karmaşık bir hal alır. insanlar kolayı seçer; bu yüzden tahminlerde bulunur.

uyumadan durmak, ilerlemek anlamına gelmez.

hazır olmak için çok şey görüp geçirmiş olmanız, yorulmanız gerekir veya çok şey görüp geçirdiğinizi düşünmeniz -hepimizin oylumları, sindirip özümseyebildiğimiz imgelem ve acı miktarları farklıdır.

her hayır işinin temelinde bir seçim yatar.

çoklu evrenin güzelliği, temelde her seçeneğin mümkün olmasıdır; görebileceğin veya hayal edebileceğin her şey mümkündür. benliklerinden biri bu seçeneği kullanmıştır. sürdürebileceğin tüm yaşamların gölge benliklerinden biri tarafından yaşanması muhtemeldir böylece. sen öldükten sonra bile.

eğer kaosu içinize çekerseniz, kaosu beslerseniz kaos da sizi besler.

seyahat ve bebekler var şu dünyada. geri kalan her şey ya angarya ya ölüm.

28.01.2017

felsefe, bilim ve din

rene maublanc / marcel cachin

victor hugo, 15 ocak 1850'de yasama meclisi'nde verdiği ünlü söylevinde din adamlarının mahkemesine şöyle sesleniyordu: "kim mi sizi kızdıran? söyleyeyim: siz insan aklına kızıyorsunuz; çünkü o, ipliğinizi pazara çıkarıyor."

marcel cachin: mutlak hakikat diye bir şey yoktur. eğer bir mutlak varsa, o da her şeyin görece olduğudur.

rene maublanc: insanlar ikiye ayrılır: bir yanda, dünyayı açıklamak için insan zekasına, yalnız ona güvenen kişiler. öte yanda, inancın duygusal etkilerine ve insanötesi açıklamalara bel bağlayan dinci ve mistik kişiler. birinci kümedekiler maddecidirler, tanrı'yı tanımazlar. ikinci kümedekiler ise türlü biçimler altında idealizmi tutarlar.

marcel cachin: gök mekaniği ile ilgili çalışmalarını kutlamak üzere napolyon, laplace'ı huzuruna kabul ettiği zaman, ondan yapıtında tanrı'dan niçin hiç söz etmediğini sordu. büyük matematikçi, imparator'a şöyle yanıt verdi: "böyle bir varsayıma hiç ihtiyaç duymadım da ondan."

lenin: yeryüzünde henüz insan ya da herhangi bir canlı varlık yokken dünya vardı. organik madde uzun bir evrimin eseridir ve çok sonra ortaya çıkmıştır. ilk ve ana öge maddedir. düşünce, bilinç, duyarlık ancak oldukça ilerlemiş bir gelişmenin ürünüdür.

rene maublanc: dünyayı tanrı mı yaratmıştır yoksa dünya başından beri var mıdır? bu soruya verdikleri karşılığa göre filozoflar ikiye ayrılırlar: ruhun doğadan önce geldiğini ve dolayısıyla dünyanın yaratıldığını kabul eden idealistler ile doğayı ilk ve ana öge sayan maddeciler.

günü yaşa

saul bellow

bir katil ne zaman öldürse, içindeki onu aldatan, kandıran ruhu yok etmek ister. onun düşmanı kim? kendisi. ya sevgilisi? o da kendisi. bu yüzden, her intihar bir cinayet ve her cinayet bir intihardır.

bir insanın iradeyle değiştirebileceği çok az şey var. akciğerlerini ya da sinirlerini ya da bünyesini veya mizacını değiştiremez. bunlar kendi denetimi altında değildir. insan bunları genç, güçlü, atılgan ve genel gidişattan mutsuz iken, kendi özgürlüğünü savunmak için değiştirmek ister. hükümeti devirmesi ve farklı bir halde yeniden doğması imkansızdır; sadece kısıtlı bir kavrama gücü ve belki de aslında olguları değiştiremeyeceğine dair bir önsezisi vardır.

her yerde, uğraşan, sefil, sorunlu, bunalımda, bitkin insanlar var ve sürekli çabalıyorlar. bir molaya ihtiyaçları var, değil mi? bir fırsat, bir yardım, şans veya sempati.

olgular daima sansasyoneldir.

budalaların, katı yürekli suçluların ve katillerin savuracak milyonları var. dünyayı yakıp yok ediyorlar; petrol, kömür, ağaç, metal ve toprağı ve neredeyse havayı ve gökyüzünü emiyorlar. tüketiyorlar ama karşılığında hiçbir şey vermiyorlar.

doğa sadece tek bir şey biliyor ve bu da şimdiki zaman. şimdi, şimdi, sonsuz şimdi; büyük, koskocaman, iri bir dalga gibi.. devasa, parlak ve güzel, hayat ve ölümle dolu, göğe yükselen, denizlerde duran. gerçeği, "burada ve şimdi"yi, şöhreti takip etmelisin.

insanlar karısını terk eden bir adamı hep kıskanırlar.

27.01.2017

tek bacaklı yolcu

herta müller

insanlığın en iyi icadıdır yatak.

şu lanet olası veda konuşmaları. ille olacağını bilir herkes. nedendir kimse bilmez.

moda hayatı kısaltır.

kadınların teninde vardır rüzgar. fırtınalardan önce sarsılırlar. sonraki yıllarda başlarına gelecekleri bilir gibi görünürler. bir şeyleri göze alırlar.

insan başka yöne gittiğinde hisseder ancak güneşi.

aklımızın olmadığı düşünülebilir kimi zaman. akla ihtiyacımız da yok zaten. duyusal güç gerek, sadece yaşamak için. insan bunu nerede fark ediyor biliyor musun, rüzgarlı sokaklarda, istasyonların dışında ve köprülerin üstünde. oralarda insanlar neredeyse gökyüzüne dokunacak kadar hafif ve utanmazlar.

çift kişilik bir yatağın, insan tek başına uyuyacaksa bir anlamı yoktur.

25.01.2017

ağaç ve doğanın doğası

john fowles

günümüzde dünya kimi zaman kıyamet gününe öylesine yakın, öylesine felaketin eşiğinde görünüyor ki, gerçekten marazi biri için, dünya neredeyse dikkat çekecek ölçüde hastadır.

şimdi, narin bir bitkidir. toplumdaki hemen her şey, bu bitkinin yeşerebileceği iklim ve koşulları yasaklamakta ya da yadsımaktadır.

essex bataklıkları ve arktik tundralar gibi bir iki istisna dışında düz ve ağaçsız yerlerden hep nefret etmişimdir. oralarda zamanın egemenliği var gibidir, zaman bir duvar saati gibi insafsızca tik tak eder. ancak ağaçlar zamanı saptırır ya da daha çok, bir sürü zaman yaratır.

iyi filozoflar gerçeğin kaosunu budarlar ve sabit biçimlere sokarlar; böylece onu değerli ve lezzetli meyveler vermeye zorlarlar -en azından teoride.

iki dalın farklı yönlerde büyümesi gerçeği, onların aynı ihtiyaç mekanizmasını, yani daha derindeki bir dizi kuralı paylaşmadıkları anlamına gelmez.

adaletsiz kaosta bir düzen belirtisi, doğru bir felsefede sebat etmenin ödülü. onun kaosunun benim düzenim olması sanırım pek önemli değildir.

yaşamının sonunda çıldırmış olması düşüncesi kadar tuhaf ya da şiirsel olarak haklı başka bir şey bilmiyorum.

doğaya karşı geçmişten gelen düşmanlığımızın ve kayıtsızlığımızın kökeninde yatan, doğanın büyük bölümünden genel olarak faydalanamayışımızdır.

ne yazık ki, dünya yaşama duygusunu, onun varlığını öiü bilgilerle doldurarak ortadan kaldırmaya ve yıkmaya kararlı görünüyor.

acımasız, acılı, hatta ölümcül de olsa, bu dünyada belirsizliğin saf anlaşılmazlığı olmaksızın yaşayamazdık.

uçağa her binişimde uçağın yere çakılacağını ve öleceğimi biliyorum. çekici bir kadınla karşılaştığım her defasında (şimdiki yaşımda bile), karşılaşmanın ardından aşkın yeşereceğini hayal ediyorum. her ne kadar böyle bir şeyin olmayacağından ya da olamayacağından fazlasıyla emin olsam da.

insanlık büyük bir değişiklik geçirmezse (körlüğünü gidermez, kendini dönüştürmez, biçimini değiştirmezse), büyük aptallığımız ve kayıtsızlığımız bir gün dünya'nın sonunu getirecektir.

24.01.2017

küçük şeylerin tanrısı

arundhati roy

her şey bir günde değişebilir. herkesin başına her şey gelebilir. en iyisi hazırlıklı olmaktır.

düşlerini yitirirsen aklını da yitirirsin.

büyük öyküler, dinlemiş olduğunuz ve yeniden dinlemek istediğiniz öykülerdir. herhangi bir yerinden içine gireceğiniz ve rahatça yerleşebileceğiniz öykülerdir. onlar heyecanlarla ve şaşırtıcı sonlarla gözünüzü boyamazlar. beklenmedik şeylerle şaşırtmazlar. içinde yaşadığınız ev kadar tanıdıktır size. ya da sevgilinizin teninin kokusu kadar. nasıl bittiklerini bilirsiniz; ama yine de bilmiyormuş gibi kulak verirsiniz. tıpkı, bir gün öleceğinizi bilmenize karşın hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanız gibi. büyük öykülerde kimin yaşayacağını, kimin öleceğini, kimin aşkı bulacağını, kimin bulmayacağını bilirsiniz. ama yine de yeniden bilmek istersiniz. onların gizemi ve büyüsü budur işte.

ortalıkta bu kadar bok varsa, bir yerlerde mutlaka bir de at vardır.

kadına dokunurken, onunla konuşamıyordu; onu severken bırakıp gidemiyordu; konuşurken dinleyemiyordu; savaşırken kazanamıyordu.

yaşlı kuşlar ölmek için nereye gider? ölü kuşlar neden taş gibi gökten düşmezler?

22.01.2017

düşünceler

marcus aurelius

güçlü olmak ve direnmeyi bilmek, her iki durumda da ılımlılığı elden bırakmamak ruhsal dengesi yerinde ve yılmaz bir insanın belirgin özelliğidir.

her kim yaşam yorgunuysa, her atılımını ve her düşüncesini yöneltecek bir amaçtan yoksunsa, bir eyleme giriştiğinde aptallıklar yapar.

bir şey doğru değilse onu yapma, gerçek değilse söyleme.

başkalarının ruhunda olup bitenlerin ayrımına varamadığı için mutsuz olan bir insana rastlamak zordur; ama kendi ruhunun devinimlerinin ayrımına varmayan bir insanın mutsuz olması kaçınılmazdır.

kurdun kuzuya gösterdiği dostluktan daha kötü bir şey yoktur.

ölüm ve yaşam, ün ve tanınmamışlık, acı ve haz, varsıllık ve yoksulluk, hiç ayrım gözetmeksizin iyilerin de kötülerin de başına gelir; çünkü bunlar, başlı başlarına, ne doğru ne de yanlıştırlar. bu nedenle de ne iyidirler ne de kötü.

gururdan bağımsız olmakla gururlanmak gururların en kötüsüdür.

ezelden beri her şey aynıdır ve hep aynı döngü yinelenir; bunun için yüz ya da iki yüz yıl ya da sonsuz bir zaman için aynı görünümü görmek hiç fark etmez.

doğaya uygun olarak meydana gelen hiçbir şey kötü olamaz.

kendi zihnine saygı duymayı seçen ve kendini onun mükemmelliğine bağlanmaya adayan insan sahnedeymiş gibi davranmaz.

auschwitz

zygmunt bauman

modern devlet, denetimi altındakilere siyasi ve askeri iktidar kaygılarıyla konulan belli sınırlar içinde istediği her şeyi yapabilir. devletin, istediğinde aşamayacağı etik sınır yoktur; çünkü devletten daha yüksek etik güç yoktur. bireyin modern devlette etik ve moral yönden durumu, temelde auschwitz'deki bir mahkumla hemen hemen aynıdır. ya yetkililerin zorladığı davranış standartlarına uygun davranacak ya da onların çektirmek istediği sonuçlara katlanacaksınız. 

kişinin, kendi değer yargılarına ve vicdanının sesine aykırı davranmaya hazır olması yalnızca, yetkili birinden gelen buyruğun fonksiyonu değil, tek amaçlı, kesin ve rakipsiz bir otorite kaynağıyla karşılaşmasının sonucudur. böyle bir hazır olma durumu en büyük olasılıkla, muhalefete ve özerkliğe tahammülü olmayan ve hiyerarşisindeki itaat zincirinin istisna tanımadığı bir örgütte ortaya çıkar: iki üyenin aynı güçte olmadığı bir örgüttür bu. orduların çoğu, ağır suç işleyen çeteler, totaliter partiler ve hareketler, bazı mezhepler ya da yatılı okullar bu ideal tipe yakındır. 

ırkçılık, eğer koşullar elverirse, rahatsız edici kategorinin, rahatsız ettiği grubun ülkesinden çıkarılmasını ister. koşulların buna elvermediği durumlarda ise ırkçılık, rahatsız edici kategorilerin fiziksel olarak yok edilmesini ister. kovma ve yok etme, yabancılaştırmanın, birbirine dönüşebilen iki yöntemidir. 

hitler, yahudilerin vatana sahip bir devletleri olmadığı için evrensel güç mücadelesine, alışılmış biçimiyle toprak elde etmek amacıyla savaşarak katılmadıklarını ve bunun yerine ahlaksızca, sahtekarca, el altından yürütülen yöntemler edinmiş olduklarını ve bu durumun onları çok tehlikeli ve uğursuz bir düşman; üstelik hiç de doymak, uslanmak bilmez, bu yüzden zararsız hale getirilebilmesi için yok edilmesinden başka çare olmayan bir düşman durumuna getirdiğine inanır. hitler’in dili ve retoriği hastalık, enfeksiyon, haşere istilası, kokuşma, veba gibi ifadelerle doludur.

kitlesel yok etme eylemine duygu patlamaları değil, ilgisizliğin ölü sessizliği eşlik etti. bu bir halk şenliği değil, yüzlerce, binlerce boynu acımasızca sıkan kementin urganına sağlamlık veren bir lif haline gelen halk kayıtsızlığıydı. auschwitz yolu nefretle yapıldı ama kayıtsızlıkla döşendi. dünyalarından ve günlük yaşamlarından yahudilerin azar azar kaybolmalarını sessizce izlediler ya da hiç izlemediler.

holocaust bizim modern akılcı toplumumuzda, uygarlığımızın yüksek sahnesinde ve insanoğlunun kültürel zaferinin zirvesinde doğmuş ve uygulanmıştır ve bu nedenle toplumun, uygarlığın ve kültürün bir sorunudur. suçun almanlığı üzerine odaklanma girişimi aynı zamanda herkesi, özellikle de diğer her şeyi aklama çabasıdır. tüm bunlar "orada" -başka bir zamanda, başka bir ülkede- oldu. gurur duyduğumuz yaşam tarzlarımızın masumiyetinden ve aklı başındalığından kuşku duymak gerekmez artık.

saatler

michael cunningham

kör inançlar kimi zaman insanı rahatlatır.

richmond'da huzur içinde ölmektense londra'da çıldırarak ölmek daha iyidir.

aşk konusunda fazla ileri gidersen, kendine kurmuş olduğun ülkede vatandaşlık hakkını kaybedersin. limandan limana sürüklenirsin.

dünyada ne kadar da az sevgi var.

bir keresinde serpentine'a para atmıştı, hatırlıyordu. ama kim olsa hatırlar bunu; onun sevdiği buydu işte, burada, şimdi, önünde duran şeydi; taksideki şişko kadındı. öyleyse bir önemi var mı, diye düşündü, bond sokağı'na doğru yürürken, günün birinde yok olup gitmenin bir önemi var mı? bütün bunlar kendisi olmadan sürüp gidecekti; buna kızıyor muydu; ölümün her şeye kesin son verdiğine inanmak avutucu olmuyor muydu? londra sokaklarında, günlük yaşamın akışı içinde, şurada burada, bir biçimde yaşayacaktı; peter da yaşayacaktı; birbirlerinin içinde yaşayacaklardı; kendisinin, doğduğu yerdeki ağaçların bir parçası olduğuna emindi; oradaki evin, o çirkin, adeta yıkık dökük evin; asla karşılaşmadığı insanların bir parçasıydı; en iyi tanıdığı insanların arasına bir pus gibi yayılacaktı, o insanlar kendisini dallarının üzerinde kaldıracaklardı, tıpkı ağaçların pusu kaldırması (kaç kez görmüştü bunu) gibi; ama hayatı, kendisi nerelere kadar yayılıyordu. hatchard mağazası'nın vitrinine bakarken aklından neler geçiyordu? neyi anımsamaya çalışıyordu? önünde açık duran kitapta şu dizeleri okurken, kent dışındaki beyaz gün doğumunun hangi imgesini?

artık ne güneşin sıcağından kork
ne de azgın kışın gazabından

karnını okşuyor. asla yapmam. o temiz, sessiz odada sözcükleri yüksek sesle söylüyor: "asla yapmam." hayatı seviyor, umutsuzca seviyor, en azından belli anlarda; hem oğlunu da kendisiyle birlikte öldürmüş olurdu. oğlunu, kocasını ve içinde oluşmakta olan öbür çocuğu. onlar böyle bir şeye nasıl dayanabilirler? yaşayan bir eş ve anne olarak yapacağı hiçbir şey, hiçbir kusur, hiçbir öfke ya da depresyon nöbeti bununla kıyaslanamaz. tam anlamıyla korkunç bir şey olur. atmosferde bir delik açılır, kendisinin yaratmış olduğu her şey -düzenli günler, ışıklı pencereler, akşam sofrası- bu delikten emilip gider.

şeytan, bir baş ağrısı; şeytan duvarın içindeki bir ses; şeytan karanlık dalgaları yaran bir yüzgeç. şeytan, bir ardıç kuşunun yaşamı olmuş olan kısacık, titreşen hiçlik. şeytan dünyanın bütün güzelliğini, ütün umutları emer, işini bitirdiğinde geriye kalan, yaşayan ölüler ülkesidir; neşesiz, boğucu bir yer.

onun acılarının sıradan acılar olduğunu sanıyorduk; nereden bilirdik.

partilerimizi veriyoruz; kanada'da tek başımıza yaşamak için ailelerimizi terk ediyoruz, yeteneklerimiz olsa da elimizden gelen çabayı göstersek de, en olmayacak umutları beslesek de, dünyayı değiştiremeyecek kitaplar yazmak için uğraşıyoruz. hayatımızı yaşıyor, istediğimizi yapıyor ve sonra da uyuyoruz; işte bu kadar basit ve kolay. bazıları camdan atlıyor ya da boğularak intihar ediyor ya da hap yutuyor; çoğu kazayla ölüyor ve çoğumuzu, büyük çoğunluğumuzu, bir hastalık yiyip bitiriyor ya da eğer şanslıysak, zamanın kendisi. avunacak bir şey var: ne olursa olsun, hayatlarımızın önümüzde açılıp bize hayalini kurduğumuz her şeyi sunduğu saatler var; çocuklar dışında herkes (belki onlar bile), bu saatlerin arkasından kaçınılmaz olarak başkalarının, daha karanlık ve daha güç saatlerin geleceğini bilse de. yine de kentin, sabahın keyfini çıkarırız; ne olursa olsun daha fazlasını umut ederiz. bunu neden bu kadar sevdiğimizi tanrı bilir.

ne biçim bir ağıştı bu! ne biçim saldırı! bourton'dayken, menteşeler hafifçe gıcırdayarak -şimdi kulaklarındaydı bu ses- camlı kapıları ardına kadar açıp açık havaya kendini bırakırken de hep böyle düşünürdü. sabahın erken saatinde ne kadar taze, ne kadar dingin ve buradakinden ne kadar durgun olurdu hava; bir dalganın vuruşu gibi; bir dalganın öpüşü gibi; serin ve keskin ama yine de (o zamanki gibi on sekiz yaşındaki bir genç kız için) görkemli; orada, açık pencerenin önünde dururken, çiçeklere bakarken, tepelerinden döne döne buhar yükselen ağaçlara ve kalkıp inen ekin kargalarına bakarken çok kötü bir şeyler olacağını hissetmişti; peter walsh, "sebzelerin arasında düşüncelere mi daldın?" diyene kadar. -böyle mi demişti?- "insanları karnabahara yeğlerim." böyle mi demişti? -bir sabah kahvaltıda, clarissa terasa çıktığında söylemiş olmalıydı bunu- peter walsh. pek yakında, haziranda mı temmuzda mı, unutmuştu. hindistan'dan dönmüş olacaktı; çünkü mektupları son derece yavanlaşmaya başlamıştı; akılda kalan, söyledikleriydi; gözleri, çakısı, gülümseyişi, hırçınlığı ve milyonlarca şey silinip gitmişken -ne kadar tuhaf!- lahanalar üzerine söylediği birkaç söz.

savaş bitti, dünya sağlam kaldı, biz de buradayız, hepimiz, yuva kuruyoruz, çocuk doğurup büyütüyoruz, yalnızca kitaplar ya da resimler yaratmıyor, kocaman bir dünya yaratıyoruz -içinde çocukların güvende olduğu (mutlu olmasalar da) düzenli ve uyumlu bir dünya, hayal bile edilemeyecek dehşetler yaşamış, cesurca ve doğru davranmış olan erkeklerin, ışıklı pencereleri, parfüm kokuları, tabakları ve peçeteleri olan evlere geldikleri bir dünya. ne biçim bir ağıştı bu! ne biçim saldırı!

20.01.2017

uğur'a ağıt değil övgü

ataol behramoğlu


günümüzde insan olmanın  
çok ağır bedeli var  
ya parçası olacaksın alçaklığın  
ya seni parçalarlar  

oysa insan olmak  
çoğalabilmektir başkalarıyla   
insansın, birinin canı yanarken   
senin de canın yanıyorsa   

bir bombayla canına kıyılan  
çoğalmasını bilen biriydi  
daha az uğur mumcu'yduk dün 
daha çok uğur mumcu'yuz şimdi

18.01.2017

yabanın tuzlu ekmeği

erich auerbach

dinler, halkın saflığına dayanan kaba ikiyüzlülüklerden ibarettir; insanları, budalalıklarını istismar eden bir avuç açıkgözün boyunduruğu altına koymaktan başka bir işe yaramaz.

her başarılı işin onu değerli bulan bir alıcısı, her etkinin bir kitlesi bulunur.

her insan, eksikliğinin ve geçiciliğinin aşikarlığına rağmen kendisini evrenin merkezi olarak görür; hiçbir şeyi kendisi kadar sevmez, her şeyi kendisinden çıkarak değerlendirir; bu, açıktır ki, nefret edilesi bir hatadır.

insanın edimleri bilinmeyen nedenlerden ortaya çıkar, çoğunlukla amaçsız ve belirli bir dürtü olmaksızın meydana gelir, ister iyi ister alçakça olsunlar sırları çözülemez.

beş bin senelik asya ve avrupa tarihinde siyasi, coğrafi ve fikri olaylar daima ırk birliğinden daha fazla etkili olmuşlardır. 

çeviri en iyi olasılıkla metni anlamaya yarayan bir araç olabilir, metnin yerini asla tutamaz. 

devrimciler ve huzursuzluk çıkaranlar arada bir yerde dururlar; mevcut durumun haksızlığının ve budalalığının farkında olan; ama her yeni durumun aynı derecede haksız ve ahmakça olacağını, değişim sürecinin huzursuzluğunun ilk elde düzensizlik ve savaşların yol açacağı kayıplardan başka bir şey getirmeyeceğini bilmeyen yarım akıllılardır.

faşizm

martin niemöller


komünistleri almaya geldiklerinde
hiçbir şey demedim; komünist değildim.
sendikacıları almaya geldiklerinde
hiçbir şey demedim; sendikacı değildim.
yahudileri almaya geldiklerinde
hiçbir şey demedim; yahudi değildim.
katolikleri almaya geldiklerinde
hiçbir şey demedim; katolik değildim.
beni almaya geldiklerinde
herhangi bir şey söyleyecek kimse kalmamıştı.

17.01.2017

ütopya

karl marx: gerçeği belirleyen, insanların bilinci değildir; aksine bilinçlerini belirleyen, gerçektir.

maurice merleau-ponty: felsefe, uzaktan sahip olmanın ütopyasıdır. filozof, uyanan ve konuşan insandır ve insan sessizce felsefenin çelişkilerini taşır; çünkü tamı tamına bir insan olmak için, bir insandan biraz az ve biraz fazla olmak gerekir.

georges gusdorf: filozofun görevi, insanlık durumunu aydınlatmaktır.

moritz schlick: felsefemizin gerçek babası, hepsi uzun bir zincirin son halkaları olan ne comte'dur, ne frege'dir, ne poincare'dir, ne russell'dır, ne bir bilim adamıdır ne de mantıkçıdır. bu kişi sokrates'tir. öğrencilerine doğru sorular sormayı öğreten ilk insan odur.

victor brochard: platon'un gözünde tamamen saf gözlem her zaman yaşamın en mükemmel biçimidir.

immanuel kant: hiçbir bilgi içimizde deneyden önce değildir. her şey deneyle başlar.

maine de biran: herhangi bir nesne veya biçim ancak algılayan veya hisseden özne ile ilişkisiyle kavranabilir. ne kadar çok etkilenirsek o kadar az algılıyor ve biliyoruz.

henri bergson: en fazla tutunduğumuz görüşler, en büyük zorlukla farkına varabildiklerimizdir ve onları doğrulamamızı sağlayan nedenler, çok ender olarak, onları benimsememize yol açanlardır.

bossuet: zihnin en büyük problemi, şeylere gerçekte oldukları gibi değil, olmaları istendiği biçimde inanmaktır. bu, tutkularımızın neden olduğu bir hatadır. doğru olsun veya olmasın, istediğimiz veya umduğumuz şeye inanma eğilimi içindeyizdir.

emile durkheim: gerçeğin içinden karşı konulamaz bir ışık yayılır.

albert burloud: yetişkin birçok bilinçte, bazı soyut kavramlar niteliksel evreyi aşamazlar ve hiçbir zaman gerçekten genel haline gelemezler. yücenin, iyi yüreklinin, güzelin ve çirkinin, adilin ve adaletsizin sadece ayrı değil, aynı zamanda açık bir fikrine sahip kaç kişi vardır?

maurice merleau-ponty: dünyaya tutulmuşuz ve bu dünyadan, kendimizi ayıramadığımız için dünyanın bilincine varamıyoruz. eğer bunu yapabilseydik, niteliğin hiçbir zaman hemen kavranamayacağını ve tüm bilincin bir şeyin bilinci olacağını görecektik.

karl marx: filozoflar yalnızca dünyayı farklı tarzlarda yorumlamışlardır; şimdi söz konusu olan, bu dünyayı değiştirmektir.

çingene

ahmet mithat efendi

güzel sanatlarla uğraşanların çoğunun ahlakı güzel olur.

meşhur atasözüdür ki kocadığı, kuruduğu zaman eğilmeyen ağaç, tazeyken istenildiği şekilde eğilir derler.

"ağaç yaşken eğilir." derler ki gerçek atasözlerindendir. lakin sanayideki gelişmeler kuru ağacı da ıslatıp ateşe göstermek suretiyle eğmek, bükmek imkanını bulmuştur. hele buharla ısıtıldıktan sonra en kalın direkler bile eğiliyor.

çingenelerin erkekleri karıları kadar rezil ve yüzsüz olmazlar. erkekler, insanlar arasındaki mertebeleri karılarından daha iyi takdir ettiklerinden, büyük küçük ne demektir anlarlar.

insanın böyle kendisini yine kendisince bir alemde bulması ne lezzetli bir şeydir! buna bazı seçkin kişiler "kesret içinde vahdet" derler ki insanlar onu kendileriyle beraber zannettikleri halde o adam cihanı dolaşır da yine bulunduğu yerden ayrılmamış olur.

efendilerin, beylerin en küçüğüne varmak, bizim çingenelerin en büyüğüne varmaktan daha iyidir.

evlilik denilen şey ne anadan doğmaya benzer ne de ölmeye. bunlar insanın tercihi dışında şeyler oldukları halde evlilik doğrudan doğruya insanın kendi tercihine bırakılmış bir haktır. o haktan niçin şöyle faydalanmıyorsun, böyle faydalanmıyorsun diye kimse kimseye baskı yapamaz.

dünyada nice olaylar vardır ki hiç de üstüne yüklenen adamların sebep oldukları şeyler değildirler. başkaları kaş yapalım derken göz çıkarmak türünden o olayların meydana gelmesine sebep olmuşlardır.

birkaç bin sene sonra insanoğlu tümüyle yeknesak bir medeniyete tabi olacak ve insanlar arasında ne kavmiyetçe, ne medeniyetçe hiçbir fark kalmayacak kadar medeniyet yaygınlaşacaktır. dünya bir insan memleketi ve insan da medeni bir aileden ibaret sayılacaktır.

iş bir kere halkın meşguliyet konusu olunca şairler ve kibar takımı bile onu malzeme edinmekten geri kalırlar mı? zevzeklerin en büyüğü bunlar arasında bulunur.

zayıfları ezmek insanlığımızın en parlak şiarlarındandır. bir adamı ezmek lazım gelince dünya kahraman kesilir.

bir hatayı daha büyük bir hatayla düzeltmeye kalkışmak o hatadan daha korkunç neticelere yol açar.

16.01.2017

phaedra

lucius annaeus seneca



iyi bilinir
aşk en inatçı ruhlara bile boyunduruk vurur
nefreti değiştirir

kaderin cömert sunularıyla azanlar, sınırsızca
sefahate kapılıp gidenler, özlem çeker hep tatmadıkları arzulara
iyi talihin ürkünç yoldaşı, şehvet, sızar içeriye işte o sıra
ne dün yediğin yemek keyif verir artık
ne sıradan giysiler, ucuz kadehler
niçin fakirhanelere pek uğramaz bu musibet
zevk içinde yaşayan evleri seçer kendine
niçin kutsal venüs mütevazı damlarda oturur
niçin edeplidir sevgisi sıradan insanın, aşmaz çizgisini
tevazuyla sınırlar kendisini; ama zenginler
saltanatla şişinenler, niçin hak edilenden fazlasını özler
aşırı güç, gücünden öte güç ister

dertler hafifse konuşur; ağırsa susup kalır

istese de asla göremez
gökkubbeyi, bir kez derinlere indi mi
ve sonsuz gecenin sessiz evine ulaştı mı kişi

öğrendim, aşk bütün vahşileri dizginler
tedavi istemek, yarı tedavidir

yolu yok, ölmesi yasaklanamaz
ölüm yazılan ve ölmesi gereken birine

din

yuval noah harari

islam, hristiyanlık, budizm ve konfüçyüsçülük gibi modern öncesi bilgi gelenekleri, dünyayla ilgili önemli olan her şeyin bilindiğini iddia etti. büyük tanrılar, kadiri mutlak tek tanrı veya akil insanlar herkesi kapsayan bilgeliğe sahiplerdi ve bunları bize sözlü geleneklerle veya yazıyla aktarmışlardı. sıradan ölümlüler bu eski metinleri ve gelenekleri inceleyerek ve onları tam olarak anlamaya çalışarak bilgi edinirlerdi. incil'in, kuran'ın veya vedalar'ın evrenle ilgili bazı kritik bilgilere sahip olmadığını, hele de bu sırların etten kemikten yapılma yaratıklar tarafından keşfedileceğini düşünebilmek bile olanaksızdı.

muhammed peygamber de dini hayatına ilahi gerçeklerden haberi olmayan arapları eleştirerek başlamıştı. ancak muhammed kısa süre içinde kendisinin bu gerçekten haberdar olduğunu iddia etmeye başladı ve takipçileri onu "peygamberlerin mührü" olarak adlandırmaya başladı. bu andan itibaren muhammed'in vahiylerinden başkası gereksizdi.

modern bilim ise kendine özgü bir bilgi geleneğine sahiptir. zira en önemli sorularla ilgili kolektif cehaletin söz konusu olduğunu bilir. darwin hiçbir zaman kendisinin "biyologların mührü" olduğunu ve hayatın sırrını tam olarak ve ebediyete dek çözdüğünü iddia etmemiştir. yüzyıllar süren yoğun bilimsel araştırmalardan sonra biyologlar beynin nasıl bilinç geliştirdiği konusunda hâlâ iyi bir açıklamaları olmadığını itiraf ediyorlar. fizikçiler big bang'e neyin yol açtığını veya genel görelilik teorisiyle kuantum mekaniklerini nasıl bağdaştıracaklarını hâlâ bilemiyorlar.

15.01.2017

arzu çağı

joel kovel

tek bir insan bile zincirlere bağlıysa, hiç kimse özgür değildir.

william blake: bir tek şu andaki rahatı ve keyfi için dehasına ve vicdanına direnen kişi dürüst müdür?

insanın arzusu ötekinin arzusunda anlamını bulur; çünkü arzunun ilk nesnesi öteki tarafından tanınmaktır.

w.b. yeats: en iyilerin hiç inancı yoktur; en kötülerse büyük bir tutkuyla bağlanır.

her yerde çiçeklerin açtığı, psikanalize giren iyiliğin gündelik hayatı doldurduğu ve kötülüğün buharlaşıp uçtuğu bir toplum düşünü seviyorum. gerçek sosyalizm her zaman ekmek ve güller demektir.

sigmund freud: para mutluluk getiremez; çünkü mutluluk çocukluk arzularının tatmin edilmesidir; para da bu arzuların nesnesi değildir.

insanların varoluşlarını belirleyen, bilinçleri değildir; tersine, toplumsal varoluşları bilinçlerini belirler.

max weber: devlet meşru güç kullanma tekelini elinde tutan bir birliktir ve başka bir biçimde tanımlanamaz.

ölümü hiç kimse yenemez; ama eğer bir hayat iyi geçmiş ve dolu dolu yaşanmışsa, sonuçlanması, bir bütünün toparlanması olur.

14.01.2017

severdim seni

orhan pamuk

okuldayken aynı sıralarda oturmazdık; ama sıcak bahar günlerinde sınıfta uzun tartışmalardan sonra pencere açıldığında, hemen arkasındaki kara tahtanın karasından aynalaşan camın içinde yansıyan yüzünü şimdiki gibi seyrederdim.

ilk rastlaştığımızda bacakların o kadar ince, o kadar narin gözükmüştü ki bana, onların kırılıvereceğinden korkmuştum. tenin sanki çocukken daha sertti de, büyüdükçe, ortaokuldan sonra renklenerek inanılmaz bir incelikle yumuşadı. evin içinde oynamaktan kudurduğumuz sıcak yaz günlerinde, bizi bir plaja götürmüşlerse eğer, dönüş yolunda, ellerimizde tarabya'dan aldığımız dondurmalarla yürürken, sivri tırnaklarımızla kollarımıza, üzerindeki tuzu kazıyarak harfler yazardık. ince kollarının üzerindeki küçük tüyleri severdim. güneş yanığıyla pembeleşen bacaklarını severdim. başımın üzerindeki raftan bir şey almak için uzandığında yüzüme dökülüveren saçlarını severdim.

annenden alıp giydiğin askılı mayonun sırtında bıraktığı askı izlerini, sinirlendiğin zaman saçlarını dalgın dalgın çekiştirmeni, filtresiz sigara içerken ortanca ve baş parmaklarınla dilinin ucundaki tütün parçasını yakalayışını, film seyrederken ağzını açışını, kitap okurken elinin altındaki bir tabakta bulduğun leblebileri ve fındıkları farkında olmadan yiyişini, anahtarlarını kaybedişini, miyopluğunu kabul etmediğin gözlerini kısışını severdim. gözlerini kısıp uzaktaki bir noktaya bakarken başka bir yere gittiğini, başka bir şey düşündüğünü anlayınca seni endişeyle severdim. aklının içindekilerin bildiğim kadarını ve daha çok da bilmediğim kadarını korkuyla korkuyla severdim, allahım!

birlikte gittiğimiz bir misafirlikte, ağır havası sigara dumanlarıyla mavileşmiş bir odada, senden üç adım ötede oturan bir anlatıcının hikayesini dikkatle dinlerken, geceyarısı o 'ben burada değilim' ifadesi ağır ağır yüzünde belirdiğinde seni severdim. tembellikle geçen bir haftadan sonra, gömleklerinin, yeşil kazaklarının ve bir türlü atmaya kıyamadığın eski geceliklerinin arasında bir kemeri istemeye istemeye ararken, açık kapısından içerisi gözüken dolaptaki inanılmaz karışıklığı fark ettiğinde yüzünde beliren yılgınlık ifadesini severdim. bir heves ressam olmaya karar verdiğin çocukluk günlerinde, dede'yle birlikte masaya oturup ağaç çizmeyi öğrenmeye koyulduğunda, dede'nin konu dışına çıkan takılmalarına öfkelenmeden güldüğünde seni severdim. dolmuşun kapısını ucu dışarıda kalan mor paltonun üzerine kapadığında ve şimdi elinde tuttuğun beş liranın, şimdi yere düşüp kaldırım kenarındaki ızgaraya doğru kusursuz bir yay çizerek ne güzel yuvarlandığını gördüğünde yüzünde beliren oyuncu şaşkınlığı severdim.

severdim seni, pırıl pırıl bir nisan günü küçük balkonumuza çıkıp sabah astığın mendilin hala kurumadığını, demek ki güneşin seni aldattığını anladığında ve hemen sonra, arka arsadan gelen çocuk cıvıltılarına hüzünle kulak kabarttığında seni severdim. birlikte gittiğimiz bir filmi bir üçüncü kişiye hikaye ederken belleğinin ve hatırladıklarının benimkinden ne kadar farklı olduğunu korkuyla anladığımda seni severdim.

severdim seni; aile içi izdivaçlar ve akrabalar arasındaki evlilikler üzerine bol resimli bir gazetede makale döktüren profesörün incilerini bir köşeye çekilip bana sezdirmeden okuduğunu gördüğümde ve ne okuduğunu değil; ama okurken yalnızca üst dudağının tolstoy kahramanları gibi hafifçe öne çıktığını gördüğümde seni severdim. asansör aynasında kendine bir başkasına bakar gibi bakışını ve nedense bu bakıştan sonra hatırladığın şeyi telaşla çantanın içinde arayışını severdim. biri yan yatmış ince bir yelkenli, öteki kambur bir kedi gibi yan yana durarak saatlerce seni bekleyen topuklu ayakkabılarının içine aceleyle girişini ve saatler sonra, eve döndüğünde ayakkabıları gene aynı çamurlu ve asimetrik yalnızlığa terk etmeden önce kalçalarının, bacaklarının ve ayaklarının kendi kendilerine yaptıkları hünerli hareketleri seyretmeyi severdim. sigara küllüğünü tepeleme dolduran izmaritlere ve kara başlarını umutsuzca bükmüş yanık kibritlere bakarken kederli düşüncelerin kimbilir nereye gittiğinde seni severdim.

severdim seni her zaman yürüdüğümüz sokaklarda, bir an, sanki güneş o sabah batıdan doğmuş gibi yepyeni bir ışık ve yepyeni bir köşeyle karşılaştığımızda, sokakları değil, seni severdim. birden çıkan lodosla karların eridiği ve istanbul'un üzerindeki kir bulutlarının temizlendiği kış gününde, antenlerin, minarelerin ve adaların arkasından bana gösterdiğin uludağ'ı değil, başını omuzlarının içine çekerek ürperen seni severdim. çinko tenekelerle yüklü ağır arabayı çeken sucunun yorgun ve yaşlı atına kederle baktığında severdim seni. dilencilere para vermeyin, onlar aslında çok zengin diyenlerle alay ettiğinde ve herkes labirentimsi merdivenlerden kıvrılarak sinemadan yeryüzüne ağır ağır çıkarken, bir kestirme bulup bizi bütün kalabalıktan önce kaldırıma çıkardığın zamandaki mutlu gülüşünü gördüğümde seni severdim. saatli maarif takvimi'nden bizi birlikte ölüme yaklaştıran bir yaprağı daha kopardıktan sonra, en altta günün yemeği olarak önerilen etli nohut, pilav, turşu ve karışık kompostoyu, yaklaştığımız ölümün bir işaretini okur gibi ağırbaşlı ve hüzünlü bir sesle okumanı ve kartal marka ançuvez tüpünün önce rondelayı çıkartıp, sonra kapağı sonuna kadar çevirip açılacağını bana sabırla öğrettikten sonra, üretici mösyö trellidis'in saygılarıyla, demeni severdim. kış sabahları yüzünün renginin şehrin üzerindeki soluk beyaz göğün renginde olduğunu gördüğümde, çocukluğumuzda, caddenin ırmağından akan arabalar arasından, bir kaldırımdan öteki kaldırıma bir koşu çılgın ve neşeli geçişini seyrettiğim zamanki gibi, seni endişeyle severdim.

severdim seni, cami avlusunda, musalla taşında yatan tabuta konan kargaya dikkatle ve gülümseyerek baktığında, radyo tiyatrosu taklidi sesinle annenle babanın kavgalarını oynadığında seni severdim. ellerimin arasına dikkatle başını alıp gözlerinde hayatımızın gittiği yeri korkuyla gördüğümde seni severdim. vazonun yanında, neden orada bıraktığını anlayamadığım yüzüğünü günler sonra gene orada gördüğümde seni severdim. efsane kuşlarının ağır ağır uçup havalanışını andıran uzun bir sevişmenin sonunda, ağırbaşlı şenliğe kendi şakaların ve yaratıcılığınla en sonunda senin de katıldığını anladığımda seni severdim. dikine değil yanlamasına kestiğin elmanın içindeki kusursuz yıldızı bana gösterdiğinde seni severdim. öğle vakti, yazı masamın üzerinde oraya kadar nasıl geldiğini anlayamadığım bir tel saçını gördüğümde ve birlikte çıktığımız bir yolculukta, tıkış tıkış belediye otobüsünün tutunma demirlerine sarılan öbür eller arasında yan yana duran ellerimizin birbirine ne kadar az benzediğini kederle gördüğümde, seni kendi gövdemi tanır gibi, beni terk eden ruhumu arar gibi, bir başka kişi olduğumu acı ve sevinçle anlar gibi severdim.

seni çok iyi anlıyordum. ben de senin gibi sinemalara, futbol maçlarına, fuarlara, panayırlara giden o kalabalıklardan artık nefret ediyordum. hiçbir zaman adam olmayacaklarını, her zaman aynı budalalıkları edeceklerini, aynı masallara kanacaklarını, en masum gözüktükleri o içler acısı, göz yaşartıcı fukaralık ve zavallılık anlarında bile yalnızca kurban değil, aynı zamanda suçlu ya da en azından suç ortağı olduklarını düşünüyordum. kurtarıcı diye bekledikleri sahtekarlardan da, en son başbakanlarının en son budalalıklarından da, askeri darbelerinden de, demokrasilerinden de, işkencelerinden de, sinemalarından da bıkmıştın artık. bunun için seviyordum seni.

severdim seni, nereye gittiğini bilmediğimiz bir trene bakarken yüzünde beliren esrarlı ifadeyi ve bu kederli bakışının tıpatıp aynısını, bir akşamüstü sürülerle kargaların çığlıklar atarak çılgın gibi uçuştuğu bir saatte, elektrikler birden kesildiğinde evimizin karanlığı ile dışarısının aydınlığı yavaş yavaş yer değiştirirken gene esrarlı ve hüzünlü yüzünde ben gördüğümde kapıldığım o çaresizlik, acı ve kıskançlıkla severdim seni.

12.01.2017

düşünürken buldum kayayı

ilhan berk

düşünürken buldum kayayı.

otlarla konuşmaktan geliyordum. ölü bir yaprak, adını unutmuş bir sokak, sav dolu bir tümce, suçlu bir ırmak, bir de partal bir kuş yürüyorduk. bir atlıkarıncaydı yaşamak, onu yürüyorduk.

bilirim sözcüklerin ulaştığı yere hiçbir şey erişemez. isa ile karahisari'nin gömlekleri dikişsizdi. sözcükler bunu gördü.

(ey görünmezlik! elimden tut. gecede sözcüklerin ağırlığı daha bir artıyor. ve.. -yazık, tümcemi tamamlayamayacağım.-)

anlamdan hep kuşku duydum. evler, odalardı, unuttum. dünya ki varlığının ayırdında değildir. trenler geçer yüzünden. kendini varsayar.

her şey, her şey konuşur evrende. evler, çocuklar, nehirler, coğrafya. nehirlerin vakti olmadığını okudum.

coğrafya adına sevinmemiştir. anlam sıkıcıdır. günde üç kez aynada kendine bakar. yalnızlık saçar. anlamla ev yapılmaz. anladım ama yalnızlığım sürüyor. düşüncelerim yok benim. kaya bilir kaya olduğunu, ben bilmem. anladığımda yitirdim şiirimi. o gün bugün bir akarsu gibi kocadım.

münzevi

albert camus

emerson "her duvar bir kapıdır." diyor.

büyük fikirlerin yeryüzüne güvercin ayakları ile geldiği söylenir. o zaman belki, kulak verirsek eğer, imparatorlukların ve milletlerin gürültüsü içinde hayat ve ümidin küçük kımıldanışları, zayıf bir kanat çırpıntısı halinde duyabiliriz. bazıları bu ümit bütün bir milletindir diyecektir, bazıları tek bir insanın.

ben öyle zannediyorum ki aksine, bu ümit, iş ve eserleriyle, her gün tarihin en kaba görünüşlerini, hudutları; herkesin acıları ve sevinçleri ile, herkes için yükselttikleri ve her zaman tehdit edilen gerçeğin değerini gizliden gizliye parıldatmak için inkâr eden, binlerce münzevi tarafından yaratılmış, canlandırılmış ve beslenmiştir.

11.01.2017

kitle psikolojisi

gustave le bon

psikolojik kitlede en tipik özellik şudur: kitleyi yaratan bireyler, ne türden olursa olsun; yaşayışları, işleri güçleri, karakterleri, zekaları birbirine ne denli benzerse benzesin ya da birbirinden ne denli ayrılırsa ayrılsın, kitleleşme sonucu, yalnız ve yalnız bu nedenden ötürü ortak (kolektif) bir ruh kazanır; dolayısıyla, her biri tek başınayken hissedeceği, düşüneceği ve davranacağından başka türlü hisseder, düşünür ve davranır.

öyle duygu ve düşünceler vardır ki, birbiriyle kaynaşıp bir kitle oluşturmuş bireylerde rastlanır ancak ya da söz konusu bireylerde eylemlere dönüşür. bir organizmadaki hücreler nasıl bir araya gelerek tek bir varlık oluşturmuşsa, psikolojik kitle de bir an için birbiriyle kaynaşmış aynı türden -heterojen- ögelerin oluşturduğu geçici bir varlıktır.

tek kişinin bireysel yoldan edindiği özellikler kitle içinde silinip gider, bireyin kendine özgü karakteri kaybolur. ırksal bilinçdışı kendini açığa vurur; heterojenlik, homojenlik içinde eriyip kaybolur. bireyden bireye değişkenlik gösteren üstyapılar kaldırılıp bir kenara atılır, işlemez duruma getirilir; bireylerin tümünde homojen özellik gösteren bilinçsiz altyapı ise gün ışığına çıkarılır. bu yoldan kitle bireylerinin ortalama karakteri ortaya çıkar.

kitleyi oluşturan bireyler, daha önce kendilerinde rastlanmayan kimi özellikler de kazanır. bunun başlıca üç nedeni vardır. birinci neden, kalabalık bir ortamda yaşamasından ötürü bireyin kitle içinde karşı durulmaz bir güce sahip olduğu duygusuna kapılması ve böyle bir duyguyla kendini birtakım içgüdüsel isteklerin eline teslim etmesidir; oysa normalde çaresiz dizginleyip frenleyeceği içgüdülerdir bunlar. anonimlikte, dolayısıyla kitlesel sorumsuzlukta bireyleri geride tutan sorumluluk duygusu tümüyle silinip gider.

"kitle yaşamında vicdanın ve sorumluluk duygusunun yitimini anlamak bizim için hiç de zor değildir; çünkü toplumsal korku, vicdan denilen nesnenin çekirdeğini oluşturur." (sigmund freud)

bulaşım (sirayet) diyebileceğimiz ikinci neden de, yine kitle yaşamında bireylerin yeni birtakım özellikler kazanmasına ve ilgili özelliklerin kendilerini şu ya da bu doğrultuda açığa vurmasına yardım eder. bulaşım kolay saptanabilen; ama nedeni açıklanamayan bir olaydır ve hipnotik fenomenler kapsamına girer. kalabalıkta her duygu, her davranış bulaşıcı, hem de ileri derecede bulaşıcıdır; öyle ki, bireyin kendi kişisel çıkarını kitle çıkarına feda ettiği görülür. bu ise, ancak kitlenin bir parçasına dönüşüm sonucu ele geçirilen ve bireyin doğasına düpedüz aykırı düşen bir yetenektir.

nedenlerin en önemlisi sayılıp kitleyi yaratan bireylerde, yalıtık -tek başına- bireydekilere büsbütün karşıt birtakım özelliklerin oluşmasına yol açan üçüncü neden telkin yatkınlığıdır; zaten daha önce sözünü ettiğim bulaşım, telkin yatkınlığının sonucundan başka bir şey değildir.

bu olayı anlamak için, fizyolojideki kimi yeni bulgulamaları göz önünde tutmak gerekiyor. bazı işlemler sonucu, bir insanın bilinçli kişiliğini kaybederek kendisinden bu bilinci koparıp alanın bütün telkinlerini benimseyebileceğini ve karakteriyle alışkanlıklarına düpedüz aykırı davranışlar sergileyebileceğini artık bilmekteyiz. pek titiz gözlemlerin ortaya koyduğuna göre, aktif bir kitlenin sinesinde bir süre dinlenen birey çok geçmeden ya kitleden kaynaklanan birtakım esintiler sonucu ya da bilinmedik bir başka nedenden ötürü özel bir durum kazanmakta, ilgili durum hipnotize edileni hipnotizörün etkisiyle kuşatan o büyülü havaya pek benzemektedir. çünkü hipnotizmada da bireyin bilinçli kişiliği bütünüyle kaybolur, irade ve ayrım gücü ortadan kalkar, tüm duygu ve düşünceleri hipnotizörün belirlediği tarafa yönelir.

psikolojik kitle içinde bireyin durumu aşağı yukarı bunun gibidir: kitle içinde birey, davranışlarının bilincinde olmaktan çıkar, hipnotize edilen kişideki gibi bazı yetenekleri silinip giderken, bazıları alabildiğine güçlülük kazanır.

hipnotize edilen kişi, kendisine telkin edilen belli davranışları gerçekleştirmek için karşı durulmaz bir içgüdüsel zorlamayla harekete geçer. bu içgüdüsel zorlama, kitlelerde, hipnotize edilen tek kişiye göre çok daha önüne geçilmez nitelik taşır; çünkü kitlede bireyleri egemenliği altında tutan telkin, bireyler arası etkileşim sonucu daha da güçlenip büyür.

buna göre, kitle bireyinin ana özellikleri şunlardır: bilinçli kişiliğin kaybolarak bilinçsiz kişiliğin egemenliği ele geçirişi, duygu ve düşüncelerin telkin ve bulaşım sonucu aynı yöne yönelişi, telkinle alınan direktifleri vakit geçirmeden gerçekleştirme eğilimi; yani bireyin artık kendisi olmaktan çıkıp istem gücünden -iradeden- yoksun bir otomat durumuna girişi.

örgütlenmiş kitleye yalnızca katılışı bile, insanın uygarlık merdiveninin birden çok basamağını gerisin geri inmesine yol açar. yalıtık durumdayken belki üstün bir aşamada bulunan birey, kitlede barbar bir kişiye dönüşür; yani içgüdüleriyle davranan bir varlık olup çıkar, ilkeller gibi içinden geldiği gibi davranır, ansızın parlar, vahşice eylemlere girişir, coşkulara ve yiğitlik gösterilerine kaptırır kendini.

kitle, davranışında içtepisel, değişken ve aşırı duyarlıdır; hemen yalnızca bilinçdışının yönetimi altında bulunur. kitleye egemen içtepiler, duruma göre yüce ya da acımasız, atılgan ya da korkak nitelik taşıyabilir; ama hepsinde de dediğini yaptırtan zorlayıcı bir karakter saklıdır; öyle ki, bazen kişisel çıkarlar, hatta özyaşamı sürdürme kaygısı bireyin gözüne görünmez olur.

hiçbir eylem, kitlede önceden düşünülüp tasarlanmaz. kimi şeyleri ele geçirmek için tutkuyla davrandığı zaman bile uzun sürmez tutkusu; bir istekte sürekli karar kılma gücünden yoksundur. gönlünde uyanan güçlü arzuların ertelenmesine katlanamaz, her şeye gücüyeterlik gibi bir duygu içinde yaşar. kitle bireyi, "olmaz" diye bir şey bilmez.

kitle, etkilenmelere alabildiğine açık ve safdildir; eleştirilere yer vermez davranışında, olanaksız diye bir şey tanımaz. çağrışım yoluyla birbirini sürükleyip getiren ve yalıtık bireylerin özgür düşlemlerinde -fantezilerinde- rastlanıp ussal hiçbir mekanizma tarafından gerçeğe uygunluğu denetlenmeyen coşkulu bir özellik gösterir. yani kitle için ne bir kuşku ne de kesinsizlik diye bir şey vardır. bir anda en son noktaya kadar vardırır işi; alt tarafı bir kuşku, göz açıp kapamadan kaya gibi kesinlik kazanır; hafif bir antipatiden azgın bir nefret doğup çıkar ortaya.

kitlenin kendisi tüm aşırılıklara eğilim gösterdiği gibi, onu coşturup heyecanlandırmak da yine ancak aşırı uyarılarla gerçekleşir. kitleyi etkileyecek kimsenin, elindeki nedenleri mantık süzgecinden geçirmesinin gereği yoktur; işi alabildiğine güçlü imajlara dökmek, abartmaya kaçmak ve sürekli aynı şeyi yinelemek amaca ulaşılmasını sağlar. kitle, gerçek ve düzmece konusunda kuşku nedir tanımaz; öte yandan kendisinde büyük bir gücün varlığı bilinci içinde yaşar; dolayısıyla otoriteye inançla bağlı olduğu kadar hoşgörüsüzdür de. güce saygı duyar, bir çeşit güçsüzlük belirtisi diye baktığı iyilikçi davranışların fazla etkisinde kalmaz. üstün bildiği kişilerde aradığı, güçlülük, hatta zorbalıktır. egemenlik ve baskı altına alınmayı, efendisinden korkmayı ister. gerçekte düpedüz tutucu karakter taşır, tüm yenilik ve ilerlemelerden enikonu nefret eder, geleneğe karşı sınırsız bir saygı duyar.

kitlelerde en aykırı düşünceler yan yana varlığını sürdürür, bir arada güzel güzel geçinebilir ve mantıksal açıdan aralarında gözlemlenebilecek çelişkiler asla bir çatışmaya yol açmaz; gelgelelim, psikanalizin çoktan kanıtladığı gibi, bireylerin, çocukların ve nevrozluların bilinçsiz ruhsal yaşamlarında da durum başka türlü değildir.

kitlenin üzerinde durulacak son bir özelliği varsa, gerçek açlığı diye bir şeyi asla tanımamasıdır. hep illüzyonlara kucak açar kitle, illüzyonlardan asla yoksun kalamaz. gerçek olmayana her vakit gerçek olandan önde yer verir. gerçek dışının da gerçek gibi etkisine açıktır, bu ikisini birbirinden ayırmaya eğilim duymaz.

kitle uysal bir sürü gibidir, başında bir efendi olmadan yaşayamaz. itaate karşı öylesine bir susamışlık içindedir ki, ortaya çıkıp kendisini efendi ilan edecek herkese içgüdüsel bir boyun eğişle karşılık verir.

baştaki önderin herhangi bir nedenle yitirilişi, önderin şahsına karşı güvende bir an bocalayış, tehlikenin boyutları değişmemesine karşın bir panik durumunun patlak vermesine yol açar. önderle aradaki bağların kopması, genel olarak bireyler arasındaki karşılıklı bağların da çözülüp dağılmasına yol açar; kitle, kafası koparılan bir bologna şişesi gibi tuz buz olur.