31.1.17
uzun lafın kısası
anatole france: adalet ancak gerçeklerden, mutluluk ancak adaletten doğabilir.
bertrand russell: dünyada mutlu dediğimiz insanların en göze çarpan özellikleri kendilerinde yaşama zevki olmasıdır.
charlotte bronte: cahil kişilerin ruhu gübrelenmemiş, sürülmemiş topraklar gibi katıdır. ön yargılar bu ruhlara, kaya diplerinde biten otlar gibi sımsıkı yapışır, inatla büyürler.
epikuros: ölüm varken ben yokum. ben varken, ölüm yok. o halde üzülecek ne var?
gustave flaubert: insan şarabı, aşkı, kadınları ya da zaferi ancak sarhoş, aşık, koca ya da asker olmadığı zaman tasvir edebilir. hayatın içine çok fazla karışırsa insan, hayatı çok da açık bir şekilde göremez. ya çok acısını çekeriz hayatın ya da çok fazla keyfini süreriz.
jane austen: insanların çok hoş olmasını istemem; çünkü onları çok sevme derdinden kurtarır beni bu.
kierkegaard: bir kızı baştan çıkarmak ustalık değildir ama baştan çıkarmaya değer birisini bulmak büyük şans gerektirir.
orhan pamuk: her erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlar.
rollo may: ölümle -insanın kendi varlığının hiçbir yankısını bulamadığı bir dünyayla- yüz yüze gelebilme yeteneği ve cesareti, gelişmenin ön koşuludur; insanın kendi bilincine varmasının ve kendisini bulmasının ön koşulu.
max frisch: vicdanımız ne kadar güçlüyse çöküşümüz de o kadar kesindir.
wilhelm reich: doğayı düzeltmeye kalkışma. bunun yerine, onu anlamaya ve korumaya çabala. boks maçı yerine kitaplığa, lunaparka gideceğine yabancı ülkelere git.
tavsiye

bir çeyrek yüzyıl sonra, fukushima'da, birçok nükleer reaktör patladı ve japon hükümeti de sustu ya da alarm verici versiyonları inkâr etti. işte bu yüzden, ingiliz emektar gazeteci claud cockburn şu tavsiyede bulunurken haklıydı: "resmi olarak yalanlanana kadar hiçbir şeye inanmayın."
30.1.17
hızımızı tadacaksınız

yaşamı veya acıyı tartamazsın. bütün acılar gerçek ve kişiseldir. sahip olduğumuz en kişisel şeydir acı. her birimizi farklı şekillerde yiyip bitirir.
para, gerçekten de somut olan yegane iletişim aracıdır.
gerçeği asla bilemeyecek, gerçeğin yakınından bile geçemeyeceğiz. gerçek, şahit olunması gereken bir şeydir. diğer her şey anlatıdan ibarettir; eğlencelidir fakat kaba ve şekilsiz hakikatten ziyade nakış gibi işlenmiş yalanlarla örülüdür.
yaşamlarımızın tek şaşmaz gerçeği, sevdiğimiz her şeyin bizlerden alınacak olmasıdır.
bir yere gitmeden orası hakkında hiçbir şey bilemezsiniz. hiçbir şey. bir başka insan hakkında, bir başka yer hakkında hiçbir şey bilemezsiniz. bu bilginin ışığında -gördükleriniz dışında hiçbir şey bilemeyeceğiniz gerçeği- işler karmaşık bir hal alır. insanlar kolayı seçer; bu yüzden tahminlerde bulunur.
uyumadan durmak, ilerlemek anlamına gelmez.
hazır olmak için çok şey görüp geçirmiş olmanız, yorulmanız gerekir veya çok şey görüp geçirdiğinizi düşünmeniz -hepimizin oylumları, sindirip özümseyebildiğimiz imgelem ve acı miktarları farklıdır.
her hayır işinin temelinde bir seçim yatar.
çoklu evrenin güzelliği, temelde her seçeneğin mümkün olmasıdır; görebileceğin veya hayal edebileceğin her şey mümkündür. benliklerinden biri bu seçeneği kullanmıştır. sürdürebileceğin tüm yaşamların gölge benliklerinden biri tarafından yaşanması muhtemeldir böylece. sen öldükten sonra bile.
eğer kaosu içinize çekerseniz, kaosu beslerseniz kaos da sizi besler.
seyahat ve bebekler var şu dünyada. geri kalan her şey ya angarya ya ölüm.
dilenci

ya dilencilik? insan, onuruyla dilencilik yapabilir mi?
belki, eğer hikayesinde bir zorunluluk varsa, kaçınılmaz bir şey, çözümleyemeyeceği bir durum varsa. ve eğer o da ona sahip çıkıyorsa. kendine sahip çıkıyorsa.
29.1.17
bir kadının gülüşü

cinsel içerikli bir gülmede daha uysal şeylere gülmekten farklı olan bir şey vardır. cinsel içerikli bir gülme, öyle görünüyor ki, psişenin hem en uzak hem de en derin bölgelerine ulaşmakta, her tür şeyi sallayıp gevşetmekte, kemiklerimizi oynatmakta ve bedenin içinde latif bir duygu akışının oluşmasına neden olmaktadır. o, her kadının psişik dağarcığında bulunan bir vahşi zevk biçimidir.
kutsal olan ile cinsel olan, psişede birbirine yakın yaşar; çünkü hepsi bir şaşma hissiyle, entelektüalize ederek değil ama bedenin fiziksel yolları aracılığıyla, o an ya da sonsuza kadar bir öpücük ya da bir görü, bir karın gülüşü veya her neyse onunla bizi değiştiren, sarsan, zirvelere taşıyan, hatlarımızı yumuşatan, bize bir dans adımı, bir ıslık, gerçek bir hayat patlaması veren bir şey yaşantılayarak bilince girer.
gülme, kadın cinselliğinin gizli tarafıdır; fizikseldir, temeldir, tutkuludur, hayat vericidir ve bu yüzden uyarıcıdır. genital uyarılma gibi bir hedefi olmayan bir cinsellik türüdür. sadece o an için, bir sevincin cinselliğidir; özgürce uçan, yaşayıp ölen ve kendi enerjisiyle yeniden yaşayan hakiki ve şehevi bir sevgidir. kutsaldır; çünkü fazlasıyla iyileştiricidir. şehevidir; çünkü bedeni ve onun duygularını uyandırır. cinseldir; çünkü heyecan vericidir ve haz dalgalarına neden olur. tek boyutlu değildir; çünkü gülme, insanın kendisi kadar başkalarıyla da paylaştığı bir şeydir. bir kadının en vahşi cinselliğidir.
devlet

marx'a göre devlet, bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organıdır; sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek, bu baskıyı yasallaştırıp pekiştiren bir düzenin kurulmasıdır.
28.1.17
felsefe, bilim ve din

marcel cachin: mutlak hakikat diye bir şey yoktur. eğer bir mutlak varsa, o da her şeyin görece olduğudur.
rene maublanc: insanlar ikiye ayrılır: bir yanda, dünyayı açıklamak için insan zekasına, yalnız ona güvenen kişiler. öte yanda, inancın duygusal etkilerine ve insanötesi açıklamalara bel bağlayan dinci ve mistik kişiler. birinci kümedekiler maddecidirler, tanrı'yı tanımazlar. ikinci kümedekiler ise türlü biçimler altında idealizmi tutarlar.
marcel cachin: gök mekaniği ile ilgili çalışmalarını kutlamak üzere napolyon, laplace'ı huzuruna kabul ettiği zaman, ondan yapıtında tanrı'dan niçin hiç söz etmediğini sordu. büyük matematikçi, imparator'a şöyle yanıt verdi: "böyle bir varsayıma hiç ihtiyaç duymadım da ondan."
lenin: yeryüzünde henüz insan ya da herhangi bir canlı varlık yokken dünya vardı. organik madde uzun bir evrimin eseridir ve çok sonra ortaya çıkmıştır. ilk ve ana öge maddedir. düşünce, bilinç, duyarlık ancak oldukça ilerlemiş bir gelişmenin ürünüdür.
rene maublanc: dünyayı tanrı mı yaratmıştır yoksa dünya başından beri var mıdır? bu soruya verdikleri karşılığa göre filozoflar ikiye ayrılırlar: ruhun doğadan önce geldiğini ve dolayısıyla dünyanın yaratıldığını kabul eden idealistler ile doğayı ilk ve ana öge sayan maddeciler.
26.1.17
gün olur
25.1.17
phaedrus

sistematikti; ama bir makine gibi düşünüp davrandığını söylemek, onun düşüncesinin doğasını yanlış anlamak olur. öyle pistonların, tekerleklerin ve dişlilerin birden çalışması gibi eşgüdümlü bir şey değil. bunun yerine lazer ışını imgesi düşünülebilir. bir kalem kalınlığındaki bu ışın öyle aşırı bir yoğunluktadır, öyle korkunç bir enerji içerir ki aya dek gidebilir ve yansıyıp tekrar dünyaya dönebilir.
phaedrus, zekasını herkesi aydınlatmada kullanmaya çalışmadı. o, uzaklarda belli bir hedef aradı, ona nişan aldı ve vurdu. hepsi bu. vurduğu hedefin herkesi aydınlatması ise bana kalmış gibi görünüyor.
zekasına oranla aşırı derecede yalnızdı. yakın arkadaşları olduğu hakkında kayıt yok. yalnız yolculuk etti. her zaman. başkalarının yanında da tümüyle yalnızdı. insanlar kimi kez bunu sezinler, onun kendilerini istemediğini düşünür ve ondan hoşlanmazlardı; ama onların hoşlanmamaları onun için önemli değildi.
en çok acıyı karısının ve ailesinin çektiği anlaşılıyor. karısı, onun içine kapandığı alanın bariyerlerini aşmaya çalışanların kendilerini bir boşlukla karşı karşıya bulduklarını söylüyor. ailesi, onun asla vermediği bir parça sevgiye hasret kalmıştı sanırım.
kimse onu gerçekten tanımadı. anlaşılan, o da böyle olmasını istemiş ve böyle olmuştu. yalnızlığı belki zekasının sonucuydu. belki de nedeniydi. ama bu ikisi hep bir arada gidiyordu. yapayalnız. tekinsiz bir zeka.
geriden gelen atlar

deha mutlaka keşfedilir.
"zaman bütün iyileştirmeleri yaralar."
düzüşmek bisiklete binmek gibidir: seleye oturduğun anda denge ve sihir oradadır yine.
kadınlar sahtekarlara çok güzel yalan söyledikleri için vurulurlar.
bol bol düzüşen insanlar başkaları düzüşemediğinde bunu gülünç bulurlar.
kimseye güvenme. insan her zaman ihanet eder sonunda.
hayatta tahammül edemediğim bir şey varsa o da yapış yapış duygusallıktır.
herkesin mutlu olma biçimi farklıdır.
insanın talihi bozulunca ilk giden yüzü olur. diğer çürümeler daha yavaş gerçekleşir.
bir insanı mutlu etmek bile yaşamın hakkını vermeye yeter.
herkes arada sırada annesine ihtiyaç duyar.
intiharların havada asılı kaldığı ve sineklerin çamurla beslendikleri yerlerde daha uzun sürer yazlar.
bir metropol gazetesi kötü haber yazmadan önce kendi nabzını ölçer.
ahali geriden kopup gelen atları sever.
hemen hemen her insan aptallığının derecesini bilir ama şan ve şöhretin kısa ömürlü düşünde kim yaşar?
tanrım, çok tuhaf bir dünyada yaşıyoruz. her şeyimiz var ama hiçbir şeyimiz yok.
insan

24.1.17
yaşamın çiçekleri

her yerde yararlı olmanın yolunu arayın, hiçbir yerde yabancı olmazsınız.
yaşamın çiçekleri yalnızca görünüştür. bu çiçeklerin çoğu hiçbir iz bırakmadan gelip geçer, pek azı meyve verir, bu meyvelerden de pek azı olgunlaşır.
davranış, herkesin kendi yüzünü gösterdiği bir aynadır.
dünyanın bütün işleri sonuçta aşağılıktır; başkalarının sözüyle, hiçbir tutkusu ya da bir gereksinimi olmaksızın; para, şan, şeref ya da bilmem ne uğruna didinen biri, her zaman bir budaladır.
dünyayı dolaştıkça görürüz ki insan kölelik için doğmuştur.
insan soyu tek bir kalıptan çıkmadır. çoğu, yaşayabilmek için günlerinin büyük bir bölümünü çalışarak geçirir ve özgürlük olarak arta kalan zaman onları o kadar kaygılandırır ki, ondan kurtulmak için denemedik şey bırakmazlar.
hiç kimse sanmasın ki gençliğin ilk izlenimlerini aşabilecektir.
sohbet her yerde yanılgıların değiş tokuşundan ve sınırlı özelliklerin çemberinden başka bir şey değildir.
hiç kimse, affettiği zaman olduğu kadar yükselemez.
her keyifsizlik bir doğum, yalnızlığın bir çocuğudur; buna boyun eğen her çatışmadan kaçar; neşeli bir topluluktan daha muhalif ne olabilir?
bilgi arttıkça huzursuzluk da artar.
gerek fiziksel, gerek toplumsal yaşantımız, gelenekler, alışkanlıklar, deneyimler, felsefe, din, hatta tesadüfen gelişen bazı olaylar bile, hepsi bize şunu der: feragat edin.
eğer dünyanın bütün bilgeliği tanrı katında bir delilikse, yetmiş yaşına gelmeye hiç değmez.
küçük şeylerin tanrısı

düşlerini yitirirsen aklını da yitirirsin.
büyük öyküler, dinlemiş olduğunuz ve yeniden dinlemek istediğiniz öykülerdir. herhangi bir yerinden içine gireceğiniz ve rahatça yerleşebileceğiniz öykülerdir. onlar heyecanlarla ve şaşırtıcı sonlarla gözünüzü boyamazlar. beklenmedik şeylerle şaşırtmazlar. içinde yaşadığınız ev kadar tanıdıktır size. ya da sevgilinizin teninin kokusu kadar. nasıl bittiklerini bilirsiniz; ama yine de bilmiyormuş gibi kulak verirsiniz. tıpkı, bir gün öleceğinizi bilmenize karşın hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanız gibi. büyük öykülerde kimin yaşayacağını, kimin öleceğini, kimin aşkı bulacağını, kimin bulmayacağını bilirsiniz. ama yine de yeniden bilmek istersiniz. onların gizemi ve büyüsü budur işte.
ortalıkta bu kadar bok varsa, bir yerlerde mutlaka bir de at vardır.
kadına dokunurken, onunla konuşamıyordu; onu severken bırakıp gidemiyordu; konuşurken dinleyemiyordu; savaşırken kazanamıyordu.
yaşlı kuşlar ölmek için nereye gider? ölü kuşlar neden taş gibi gökten düşmezler?
23.1.17
orta sınıfın çilesi

üst sınıflar kendi üstün konumlarını korumak için neredeyse hiçbir şey yapmaya gerek duymaz, alt sınıflar da kötü talihlerinden kurtulmak için neredeyse hiçbir şey yapamaz. oysa orta sınıflar için, imrendikleri ancak sahip olamadıkları şeyler ele geçirebilecekleri şeyler gibi görünürken, sahip oldukları ve keyfini sürdükleri şeyler -en ufak bir dikkatsizlikte- kayıp gidecekmiş gibidir. diğer insan kategorilerine kıyasla, zorundadır ve mutsuzluk korkusu ile görünürde güven dolu olan keyifli fasılalar arasında salınır dururlar. orta sınıf ailelerin çocukları, servetlerini yitirmemek ve var güçleriyle ve coşkuyla çalışarak ebeveynlerinin sahip olduğu rahat toplumsal mevkiyi yeniden yaratmak istiyorlarsa, durmadan çalışmaları gerekecektir.
"erdem gururun maskesiyse, insanlar güvenilmezse ve kimsenin kendinden başka dostu yoksa, herkesin herkese karşı olduğu bu savaştan nasıl kaçacağız?" (jean-claude michea)
düş
yitirilen

"fakat bu tımarhanenin bodrumunda hephaistos'u çağrıştıran bir yaratma iradesinin çekiç darbeleri duyuluyor, insanlığın uçmak, çok hızlı yolculuk etmek, katı cisimlerin içinden ötesini görebilmek gibi en eski düşleri ve geçen yüzyıllarda en büyük mutlulukların kaynağı olan sihirli düşler niteliğindeki daha işitilmedik kadar çok sayıda nice fantezi gerçekleştiriliyor; çağımız bu mucizeleri yaratıyor; fakat onları artık hissetmiyor. çağımız, gerçekleşmelerin çağı ve gerçekleşmeler her zaman düş kırıklıklarıdır; çağımızda henüz yapamadığı bir şey eksik; ama yapamadığı bu şey, çağımızın yüreğini kemirmekte." (robert musil)
baba erenler

"kim o?"
"tanrı misafiri."
baba erenler aşağı inip herifi elinden tutmuş, caminin kapısına götürmüş:
"imanım" demiş, "sen bize yanlış gelmişsin, tanrı'nın evi burası, o seni ağırlasın!"
**
kentlinin biri "erenler" köyüne gidiyormuş, yolda bir köylüye rastlamış:
"erenler köyü buradan ne kadar tutar?"
köylü, adama bakmış, susmuş, yanıtlamamış.
kentli öfkelenip hızlı adımlarla yola koyulunca, köylü arkadan seslenmiş:
"bu yürüyüşle 2 saatte varırsın!"
**
ortaköy'de bilindiği gibi cami, kilise, havra üçlüsü iç içedir. bu hoşgörü ortamında bektaşi yalnız papazla değil, haham ve imamla da dosttur. baba erenler camiye gitmezmiş, imam da sıkıştırıp dururmuş:
"baba erenler, gelip bir namaz kılsan ne kadar makbule geçer biliyor musun?"
bektaşi diretmiş:
"olmaz, benim yerime sen kılıyorsun ya!"
sonunda bektaşi, imam efendi'nin ısrarına dayanamamış; ama şart koşmuş:
"gelirim; ama 2 rekattan fazla kılmam!"
"peki."
baba erenler camiye varmış, 2 rekat namaz kılmış, sonra çıkmış, kapının önünde tam ayakkabılarını giyerken bir haberci koşa koşa gelmiş:
"baba erenler, babanız sizlere ömür, cenazeyi kaldırmak için köyde bekliyorlar."
eski zaman ya, bektaşi eşeğine binmiş. boğaz'ın sırtlarındaki köyüne gidecek, yolda bir su birikintisine rastlamışlar, eşeğin inadı tutmuş, suyu geçmiyor; bektaşi hayvanın başını çekiyor, olmuyor; kıçından itiyor olmuyor; sonunda eşeğin kulağına eğilmiş:
"ulan" demiş, "ya bu suyu geçersin ya da 2 rekat da senin için kılarım."
**
bir gün baba erenler, kafasını kurcalayan bir soruya yanıt alabilmek için mahallenin imamına gidip sorar:
"imam efendi, hz. hüseyin kimdi?"
imam:
"hz. hüseyin, allah'ın 'sevgili kulu' olan peygamber efendimiz'in torunuydu."
bektaşi hınzırlaşır:
"öyle idiydi de 'sevgili kulu'nun torununu kerbela'da yezit ordusunun kılıcından neden kurtarmadı?"
imam zora düştüğünden sakalını sıvazlar, bektaşi'ye bakarak:
"bu soruda bir gavurluk var, sen git bunu kilisenin papazına sor" der.
camiyle kilise yan yana! imam gibi kilisenin papazı da bektaşi'nin dostudur. baba erenler, papaz efendi'nin yanına varıp imama sorduğu soruyu yineler.
papaz efendi öfkelenir:
"hıhhh! sevgili kulu muhammet'in torununu kurtaracakmış! sevgili oğlu isa'yı çarmıha gererlerken kılını kıpırdatmayan, sevgili kulunun torunu için zahmete girer mi?"
**
eski ortaköy'de, bektaşi babası, kilisenin papazıyla dostmuş, yedikleri içtikleri ayrı gitmezmiş. gel zaman git zaman, papaz hastalanmış, ağırlaşmış, son nefesini verecek! bektaşi'ye haber iletmişler, baba erenler kalkmış, papazın evine varmış.
papaz, baba erenleri karşısında görünce konuşmaya çabalamış, dudakları kıpırdıyor; ama bektaşi hemen eliyle adamcağızın ağzını kapatmış.
çevredekiler:
"baba erenler ne yapıyorsun?"
bektaşi:
"ben bu hergeleyi 40 yıldır tanırım, şimdi bir kelime-i şahadet getirir, doğru cennete gider; biz bu yolda yaya kalırız."
**
adamın birinin devletteki işi bir türlü çıkmıyormuş, sonunda ahdetmiş:
"ey allahım, şu işim olursa, eşeğimi sırtıma alıp beyazıt kulesi'ne çıkacağım."
herifin işi olmuş; ama bu kez kara kara düşünmeye başlamış; koskoca eşeği sırtında beyazıt kulesi'nin tepesine nasıl çıkarır? sonunda derdini bektaşi'ye açmış.
baba erenler sormuş:
"sen sigara içiyor musun?"
"hayır."
"rakı?"
"hayır."
"çapkınlık, kadın, kız?"
"hayır."
öyleyse eşeği aşağıda bırak, sen kuleye çık; yeminini yerine getirmiş olursun.
22.1.17
düşünceler

her kim yaşam yorgunuysa, her atılımını ve her düşüncesini yöneltecek bir amaçtan yoksunsa, bir eyleme giriştiğinde aptallıklar yapar.
bir şey doğru değilse onu yapma, gerçek değilse söyleme.
başkalarının ruhunda olup bitenlerin ayrımına varamadığı için mutsuz olan bir insana rastlamak zordur; ama kendi ruhunun devinimlerinin ayrımına varmayan bir insanın mutsuz olması kaçınılmazdır.
kurdun kuzuya gösterdiği dostluktan daha kötü bir şey yoktur.
ölüm ve yaşam, ün ve tanınmamışlık, acı ve haz, varsıllık ve yoksulluk, hiç ayrım gözetmeksizin iyilerin de kötülerin de başına gelir; çünkü bunlar, başlı başlarına, ne doğru ne de yanlıştırlar. bu nedenle de ne iyidirler ne de kötü.
gururdan bağımsız olmakla gururlanmak gururların en kötüsüdür.
ezelden beri her şey aynıdır ve hep aynı döngü yinelenir; bunun için yüz ya da iki yüz yıl ya da sonsuz bir zaman için aynı görünümü görmek hiç fark etmez.
doğaya uygun olarak meydana gelen hiçbir şey kötü olamaz.
kendi zihnine saygı duymayı seçen ve kendini onun mükemmelliğine bağlanmaya adayan insan sahnedeymiş gibi davranmaz.
21.1.17
senkroni

bir varsayıma göre bir önderleri olabilirdi. ama bir tek ateş böceğini farklı kılan şey ne olabilirdi? gülünç bir şeydi bu. artık bir önderin varlığına inanmıyoruz ya da senkroniye yol açan atmosferik koşulların var olabileceğine; örneğin ateş böceklerinin hepsini ürküten ve hepsinin aynı anda yanıp sönmeye başlamasına yol açan şimşek gibi bir şeye. senkroni, gökyüzünün tamamıyla açık olduğu gecelerde görülebiliyor.
ancak 1960'larda, ulusal sağlık enstitüleri'nde çalışan john buck adlı bir biyolog ile arkadaşları bu olayın ne olduğunu çözdüler. olay ateş böceklerinin kendi kendilerini örgütleyicilikleriyle ilgiliydi. bu böcekler yılın her gecesi birbirlerine ayak uydurmayı, tam bir uyumla saatlerce yanıp sönmeyi başarırlar. ne bir önderleri ne de çevreden gelen bir hareket uyarısı vardır; bu, ateş böceklerinin gizlendikleri yerlerden gizemli bir şekilde ortaya çıkması sürecidir.
şimdiki görüşümüze göre ise, tek tek ateş böcekleri yanıp sönmeye başlayan diğer ateş böceklerine yanıt veriyorlar; yani kendi saatlerini ayarlıyorlar. buck ile karısı elizabeth, tayland'a gidip torbalar dolusu ateş böceği topladılar ve bangkok'taki otel odalarına getirip hepsini karanlık odaya salıverdiler. ateş böcekleri sağa sola uçuşup duvarlara ve tavana tırmandılar; daha sonra yavaş yavaş iki, üç, dörtlü ateş böceği grupları senkronize bir şekilde ışımaya başladı. daha sonraki laboratuvar deneyleri, bir ateş böceğine el feneri ışığı tutarak onun ritmini hızlandırıp yavaşlatabileceğinizi, kendi ışıma zamanından biraz önceya da sonra ışımasını sağlayabileceğinizi gösterdi.
bunun ne önemi var diyebilirsiniz. ateş böceklerinden kime ne? oysa buna önem vermemizi gerektiren pek çok neden var: birincisi, teknolojideki ve tıptaki bütün uygulamaların, aynen bu doğaçlama senkronu tutturmaya dayalı olmasıdır. kalbinizde 10 bin tane hız ayarlayıcı hücre vardır; kalbinizin geri kalanının uygun bir şekilde çarpmasını sağlayan bu 10 bin hücre binlerce ateş böceği gibidir. her birinin kendi ritmi vardır -kalpte ritmik bir elektrik boşalımı. ışık aracılığıyla iletişim kurmak yerine birbirlerine, ileri geri, elektrik akımı gönderirler ama soyut düzeyde bunlar birer ateş böceğidir -durumlarının periyodik olarak tekrarını isteyen ve birbirlerini etkileyebilen- tek tek osilatörler.
tıpta ve ileri teknolojide buna benzer pek çok uygulama var. çağımızın en kullanışlı cihazlarından biri olan lazerin temelinde senkronize ışık dalgaları bulunmaktadır. hepsi aynı anda nabız gibi atan, hepsi aynı renkte ışık yayan, uygun adım hareket eden, en tepe ve en dip noktaları tıpatıp aynı hizada olan ışık dalgacıklarına sahip atomlar. lazerin ışığı ile bir elektrik ampulünün ışığı arasında, atomlar yönünden bir fark yoktur; farklı olan, atomlar arasındaki eşgüdümdür. yani farklı olan koreografidir, dansçılar değil.
senkroni olgusunun heyecan verici yanı doğada, atomaltı boyutundan tutun da kozmik boyuta kadar, her ölçekte rastlanmasıdır. doğada en çok görülen olgulardan biri senkronidir; ama aynı zamanda kuramsal açıdan en gizemli olanıdır.
entropiyi, yani karmaşık sistemlerin gittikçe daha fazla bozulma eğilimini, doğadaki egemen güç olarak düşünmeye alışkınız. insanlar bana genellikle şunu soruyor: "senkroni bunu inkar etmiyor mu? bir sistemin kendiliğinden düzenli hale gelmesi doğa yasasına aykırı değil mi?"
aslında burada bir çelişki yok. entropi yasası, dışardan enerji girişi olmayan, bir anlamda yalıtılmış ya da kapalı sistemler için geçerlidir. ama biz canlıları tartışırken bundan söz etmiyoruz. termodinamik dengeden yoksun sistemlerde her şey mümkündür ve kendi kendini örgütleme konusunda şaşırtıcı faaliyetlere tanık oluyoruz; bunun en basit örneği de senkroni. sorun, dengeden çok uzak olan termodinamik sistemleri, bu ilişkiyi görebilmemize yetecek kadar iyi anlamamamızdır -ama o anlama noktasına yaklaşıyoruz.
son zamanlarda kanseri ve kanserli hücrede kimyasal tepkimeler ağında ters giden şeyin ne olduğunu öğrenmek istediğimi fark ediyorum. kuşkusuz bunun sorumlusunun tek bir gen olduğu durumlar var ama ben bütün kanserlerin böyle açıklanabileceğine inanmıyorum. onkojenleri anlamak bir başlangıçtır ama her şeyin yanıtı değildir. yine bu iş genlerin ve proteinlerin koreografisi sorunu -tek tek dansçıların değil, pek çok dansçının birlikte hareketleri. kanser, salt biyolojik ve indirgemeci düşünerek anlayamayacağımız dinamik bir hastalık. onu anlamak için -bize verileri sağlamak üzere- indirgemeciliği, yeni karmaşık sistemler kuramını, süper bilgisayarları ve matematiği bir arada kullanmalıyız. ben de bu işin bir parçası olmak isterim.
20.1.17
rubailer
19.1.17
aşk
iki kişinin birbirine katılarak erimeleri demek olması gereken aşk, yalnız kalmış iki bencilin hayalinden başka bir şey değildir. en güçlü dehalarda bile yaratma nihayet bir aczin itirafıdır. mutluluk, geçmişe göre veya geleceğe yönelmiş bir hayal olduğu zaman vardır. demek gerçekte hayat yoktur, yalnız aksi vardır: ölüm.
kin, bir varlığın iyi taraflarını görmez; aşk, fena yönlerini görmekten yoksundur. bu fark insan ilişkileri bakımından büyüktür ama işin özü düşünülünce yok gibidir. aşkı görmeyenlerin de gözleri bozuktur, karayı görmeyenlerin de.
insan, bütün ikiyüzlülüklere ve söylentilere rağmen samimi olarak kendinden başkasını sevmez ve benliğinden başkasına tapmaz, saygı göstermez. geçmiş zamanları dolduran tarihi veya soyut tanrıları, kahramanları, vatanı, insanlığı ve daha bir sürü efsaneyi, korkusundan veya telkin ile takdis eder gibi görünür. hakikatte, bunlar kendi asıl imanını gizleyen birer takma isim veya paravandır. herkes kendi kendisinin tanrısıdır. insandan gayrı tanrı yoktur ve her insan onun tecellisidir.
18.1.17
yabanın tuzlu ekmeği

her başarılı işin onu değerli bulan bir alıcısı, her etkinin bir kitlesi bulunur.
her insan, eksikliğinin ve geçiciliğinin aşikarlığına rağmen kendisini evrenin merkezi olarak görür; hiçbir şeyi kendisi kadar sevmez, her şeyi kendisinden çıkarak değerlendirir; bu, açıktır ki, nefret edilesi bir hatadır.
insanın edimleri bilinmeyen nedenlerden ortaya çıkar, çoğunlukla amaçsız ve belirli bir dürtü olmaksızın meydana gelir, ister iyi ister alçakça olsunlar sırları çözülemez.
beş bin senelik asya ve avrupa tarihinde siyasi, coğrafi ve fikri olaylar daima ırk birliğinden daha fazla etkili olmuşlardır.
çeviri en iyi olasılıkla metni anlamaya yarayan bir araç olabilir, metnin yerini asla tutamaz.
devrimciler ve huzursuzluk çıkaranlar arada bir yerde dururlar; mevcut durumun haksızlığının ve budalalığının farkında olan; ama her yeni durumun aynı derecede haksız ve ahmakça olacağını, değişim sürecinin huzursuzluğunun ilk elde düzensizlik ve savaşların yol açacağı kayıplardan başka bir şey getirmeyeceğini bilmeyen yarım akıllılardır.
17.1.17
ütopya
maurice merleau-ponty: felsefe, uzaktan sahip olmanın ütopyasıdır. filozof, uyanan ve konuşan insandır ve insan sessizce felsefenin çelişkilerini taşır; çünkü tamı tamına bir insan olmak için, bir insandan biraz az ve biraz fazla olmak gerekir.
georges gusdorf: filozofun görevi, insanlık durumunu aydınlatmaktır.
moritz schlick: felsefemizin gerçek babası, hepsi uzun bir zincirin son halkaları olan ne comte'dur, ne frege'dir, ne poincare'dir, ne russell'dır, ne bir bilim adamıdır ne de mantıkçıdır. bu kişi sokrates'tir. öğrencilerine doğru sorular sormayı öğreten ilk insan odur.
victor brochard: platon'un gözünde tamamen saf gözlem her zaman yaşamın en mükemmel biçimidir.
immanuel kant: hiçbir bilgi içimizde deneyden önce değildir. her şey deneyle başlar.
maine de biran: herhangi bir nesne veya biçim ancak algılayan veya hisseden özne ile ilişkisiyle kavranabilir. ne kadar çok etkilenirsek o kadar az algılıyor ve biliyoruz.
henri bergson: en fazla tutunduğumuz görüşler, en büyük zorlukla farkına varabildiklerimizdir ve onları doğrulamamızı sağlayan nedenler, çok ender olarak, onları benimsememize yol açanlardır.
bossuet: zihnin en büyük problemi, şeylere gerçekte oldukları gibi değil, olmaları istendiği biçimde inanmaktır. bu, tutkularımızın neden olduğu bir hatadır. doğru olsun veya olmasın, istediğimiz veya umduğumuz şeye inanma eğilimi içindeyizdir.
emile durkheim: gerçeğin içinden karşı konulamaz bir ışık yayılır.
albert burloud: yetişkin birçok bilinçte, bazı soyut kavramlar niteliksel evreyi aşamazlar ve hiçbir zaman gerçekten genel haline gelemezler. yücenin, iyi yüreklinin, güzelin ve çirkinin, adilin ve adaletsizin sadece ayrı değil, aynı zamanda açık bir fikrine sahip kaç kişi vardır?
maurice merleau-ponty: dünyaya tutulmuşuz ve bu dünyadan, kendimizi ayıramadığımız için dünyanın bilincine varamıyoruz. eğer bunu yapabilseydik, niteliğin hiçbir zaman hemen kavranamayacağını ve tüm bilincin bir şeyin bilinci olacağını görecektik.
karl marx: filozoflar yalnızca dünyayı farklı tarzlarda yorumlamışlardır; şimdi söz konusu olan, bu dünyayı değiştirmektir.
aşk

bir kelime fazlası bir kelime eksiğiyle, lenin hükümeti'ndeki tek kadın bakan aleksandra kollontay'ın talepleri bunlardı.
16.1.17
phaedra
ödev
franz kafka
dünyaya bırakmamacasına yapışır, sonra dünyanın yakamıza yapıştığından yakınırız.
bilgide ulaştığımız belli bir noktadan sonra yorgunluk, kifayetsizlik, kendini sınırlı duyumsama, hatta kendini hor görme, bunların tümünün silinip gitmesi gerek.
ulaşılan bu nokta, kendime yabancılaşarak dirildiğim, doyduğum, özgürleştiğim, yücelere koştuğum şeyi kendi öz varlığım olarak algılayacak güce eriştiğim andır.
kadın, daha basitleştirerek söyleyelim, evlilik, savaşman gereken yaşamın temsilcilerinden biridir.
ödevimizin yaşamımız kadar büyük oluşu, onu sonsuzmuş gibi gösteriyor.
ruha saplı bir kılıç varsa başvurulacak yöntem telaşa kapılmadan durumu değerlendirmek, kan kaybetmemek, kılıcın soğukluğuna taş gibi bir soğuklukla yanıt vermektir; bu yöntemle, birbiri ardına saplanan kılıçlardan sonra, yaralanmaz bir hale gelinecektir.
unutmamalı, her dumanın altında bir ateş yanar; dört yanında dumandan gayrısını görememek ayakları yanan kişiyi ateşten korumaya yetmez.