31.05.2008

uzun lafın kısası

charles fourier: 
medeniyet üçkağıtçılara saraylar yaptırır, dahilere kümes.


emma goldman: insanlığın barışa yönelmesi için, despotlara ne bu dünyada ne de öbür dünyada saygı göstermemek gerekir.

henry miller: yarım düzine iyi kitap, hayatının sonuna kadar ruhunu besleyecek yeterli gıdadır.

bret easton ellis: kızların peşinde oldukları şey nezaket değildir.

h.l. mencken: ahlaki kesinlik her zaman kültürel bayağılığın simgesi olmuştur. kişi ne kadar az medenileşmiş olursa, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildiğinden o kadar emin olur.

la bruyere: sevdiğimiz insanın yanında olunca, konuşmak, hiç konuşmamak, hepsi birdir.

marquis de sade: en büyük zevklerimden biri sikim kalktığında tanrıya küfretmektir.

stendhal: dehanın temel niteliklerinden biri, bayağı insanların açtığı yolda sürüklenip gitmeye boyun eğmemektir.

richard dawkins: din, egemen kesim tarafından halkı zaptetmek için kullanılan bir araçtır.

stefan zweig: savaşa hazırlanan bütün diktatörler, hazırlıklarını bütünüyle tamamlayıncaya kadar sürekli barıştan söz ederler.

30.05.2008

çocuğun ailedeki yeri

alfred adler

bir insanın kardeşler dizisi içindeki yeri, o insanın yaşam üslubunda bir daha silinip atılamayacak izler bırakır. her gelişim bozukluğu, çocuklukta üstlenilen yarışlardan ve aile içinde dayanışma duygusunun eksikliğinden kaynaklanır.

en küçük çocuk sonunda sıklıkla bütün ailesinin temel direği olur; buna bir rastlantı gözüyle bakılmaz.

insanlar öteden beri bunu bilmiş, en küçük oğulların güç ve kudretini çeşitli kıssalarla, öykülerle dile getirmişlerdir. en küçük oğlan aile içinde gerçekten çok avantajlı bir durumdadır; annesinden, babasından ve kardeşlerinden yardım görür, hırs ve çabasını kamçılayacak pek çok uyarıyla karşı karşıyadır, kendini arkadan vuracak ya da dikkatini çelecek bir kimse yoktur.

ailedeki en büyük çocuk bir süre için tek çocuk konumunda yaşar ama kendisinden küçük bir kardeşinin dünyaya gelmesiyle apar topar yeni bir konuma uyum sağlamak zorunda kalır. ailede en büyük çocuk genel olarak el üstünde tutulur, nazlı yetiştirilir. anne ve babasının pervane gibi çevresinde dönüp durmasına alışır. ama pek sık olarak hiç beklemediği, hiç hazırlıklı olmadığı bir sırada bu konumundan kapı dışarı edilmiş görür kendini. ailede ikinci bir çocuk dünyaya gelmiştir çünkü, büyük çocuk artık ailede tek çocuk değildir. bundan böyle anne ve babasının sevecenliğini kendisine rakip biriyle paylaşmak zorundadır. böyle bir değişiklik, en büyük çocukları her zaman derinden etkiler.

sorunlu çocukların, nevrozluların, suçluların, alkoliklerin ve sapıkların yaşamını incelediğimizde, bunlardaki sorunların söz konusu değişiklikle başladığını görürüz. saydıklarımızın hepsi de ailede bir süre en büyük çocuk konumunda yaşamış, ailede ikinci bir çocuğun dünyaya gelişini kendileri için ağır bir darbe olarak algılamış, uğradıkları kayıp ileride tüm yaşam üsluplarına damgasını vurmuştur. aile içindeki diğer çocuklar da başlangıçtaki konumlarını aynı şekilde elden çıkarır ama bu kaybı ailedeki en büyük çocuk kadar acı biçimde hissetmezler; çünkü daha önce başka kardeşlerle birlikte yaşamış olmak gibi bir deneyimleri vardır, anne ve babanın ilgi ve sevecenliğine hiçbir zaman tek başlarına sahip olmamışlardır. oysa en büyük çocuğun konumunda sonradan baş gösteren değişiklik çok daha kapsamlıdır.

aile içinde yeni bir kardeş dünyaya gözlerini açtıktan sonra anne ve babası tarafından kendisine eski ilgi ve sevgi gösterilmeyen en büyük çocuktan yeni durumu sessiz sedasız kabullenmesini bekleyemeyiz; küsüp darılır, kızıp içerlerse, kabahat kendisinde değildir. anne ve babanın kendisini ilgi ve sevgilerinden hiç kuşku duymayacak gibi eğitmesi, aile içindeki konumu bakımından bir tehlikenin söz konusu olmadığını çocuğun bilmesi, hele anne ve baba tarafından bir kardeşe kavuşacağı duygusuna önceden hazırlanması ve doğacak kardeşin bakımında kendisine de bir rol verilmesi durumunda en büyük çocuk için tatsız olacak bu durum kötü sonuçlara yol açmadan geçiştirilebilir. ama genelde çocuklar bir kardeşe kavuşmaktan tedirginlik duymayacakları şekilde hazırlanmazlar pek.

yeni doğan kardeş, o zamana kadar anne ve babasından gördüğü ilgi, sevgi ve şefkati gerçekten çekip alır en büyük çocuğun elinden. en büyük çocuk da kaybettiği sevgiyi yeniden kazanmak için çalışmaya başlar, annesinin bütün ilgi ve sevgisini nasıl olup da tek başına yine kendi üzerinde toplayabileceği konusunda kafa yorar. dolayısıyla, annenin bazen çocukları tarafından bir oraya, bir buraya çekiştirilip durduğunu görürüz; çocuklardan her biri annesinin özellikle kendisiyle ilgilenmesini sağlamak ister. çocuklardan büyüğü daha çok zorbaca davranır, durmadan yeni numaralar bulup çıkarır kafasından. söz konusu koşullarda onun neler yapacağını kestirmemiz güç değildir, kendisinin yerinde olup da güttüğü amacı bizim de gütmemiz durumunda biz ne yapacaksak o da aynen bunları yapar.

biz olsak annemizin başını ağrıtıp durur, işi serkeşliğe vurur, annemizin pek göz yummayacağı işler yapardık. büyük çocuk da işte böyle davranır. sonunda annesinin sabrını taşırır. akla gelebilecek her çareye başvurarak alabildiğine hoyrat şekilde sürdürür savaşı. derken annenin burasına gelir, büyük çocuk da gerçekten sevilmemenin ne demek olduğunu işte o zaman anlar. aslında annesinin sevgisini yeniden kazanmak için savaşıp durmuş ama sonuçta bu sevgiyi tümüyle kaybetmiştir. bir kardeşin doğumuyla kendini arka plana itilmiş hissetmiş, bunu değiştirmeye yönelik çabalarının sonucu ise gerçekten arka plana itilmek olmuştur. bu durumda kuşkularında haklı olduğu hissine kapılır, "biliyordum zaten" diye geçirir içinden. "onlar haksız ama ben haklıyım." adeta bir kapana kısılmıştır. kurtulmak için çırpındıkça iş daha da kötüleşir. ve olup bitenler, durumu doğru değerlendirdiğini sözde kanıtlayıp durur kendisine. her şey kendisini haklı çıkardığına göre, savaşmaktan nasıl el çekebilir artık? bize düşen bu tür bir savaşta ortadaki özel koşulları araştırıp öğrenmektir.

saldırılara annenin karşılık vermesi durumunda çocuk hırçınlaşır, hoyrat, mızmız ve söz dinlemez birine dönüşür. annesine cephe alması durumunda, başlangıçtaki ayrıcalıklı konuma yeniden kavuşabilmesi için, babanın çocuğu desteklemesi seyrek karşılaşılmayan bir durumdur. çocuk böyle bir durumda babasına yönelerek onun ilgi ve sevgisini kazanmaya uğraşır. en büyük çocuk sıklıkla babasını annesine yeğler, onun tarafını tutar. böyle bir durumla karşılaştık mı, bunun işin ikinci evresini oluşturduğuna kesin gözüyle bakabiliriz: çocuk başlangıçta babasından çok annesine yakınlık duymuş ama derken anne çocuğun sevgisini kaybetmiş, çocuk bu kez aynı sevgiyi adeta annesine yöneltilmiş bir suçlama kimliğiyle babasına aktarmıştır. çocuk babasını annesine üstün tutuyorsa, daha önce başından talihsiz bir olay geçmiş, ihmale uğrayıp terk edildiği duygusuna kapılmış demektir; bunu da unutamaz bir türlü, dolayısıyla bütün yaşam üslubunu söz konusu duyguyu temel alarak kurup çatar.

böyle bir savaş çabuk sona ermez, bazen bir ömür boyu sürüp gider. çocuk savaşacak, karşı koyacak ve her türlü koşullarda başkaldıracak gibi eğitmiştir kendini. belki de çevresinde ilgisini kazanabileceği hiç kimse kalmamıştır. böyle bir durumda bezginliğe kapılarak bir daha asla sevgi yüzü göremeyeceğine inanır, somurtup durur, içe kapanır, başkalarıyla toplumsallık ilişkisi içinde yaşama gücünü yitirir. yalnızlığı göğüslemeyi talim eder durur. böyle bir çocuğun bütün dürtü ve dışavurumları, geçmişe, henüz ailede bütün ilgi ve sevginin kendisi üzerinde toplandığı gerilerde kalmış zamanlara yöneliktir. bu yüzden en büyük çocuklar şu ya da bu şekilde geçmişe ilgi duyar, başlarını çevirip gerilere bakmaktan hoşlanır, geçmiş zamanlardan fazlasıyla söz açarlar. geçmişe hayranlık besler, gelecek konusunda karamsarlığa kapılırlar.

elinde bulundurduğu küçük krallığı yitiren çocuk, bazen güç ve otoritenin önemini başkalarından daha iyi kavrar. büyüdüğü zaman toplumda otoritenin egemen kılınmasında seve seve rol alır, yasaların ve kuralların önemini gözünde fazlasıyla büyütür. her şeyin kurallara göre yapılmasını ve kuralların hiçbir zaman değişmemesini ister, otoritenin her zaman onu kullanma hakkına sahip kişilerin elinde kalması gerektiğini savunur. çocukluktan kaynaklanan bu gibi etkilerin, tutucu davranış biçimleri doğrultusunda güçlü bir eğilimin oluşmasını kolaylaştıracağını anlamak güç değildir. böyle bir insan toplum içinde kendine üstün bir konum sağlamayagörsün, başkalarının onu bu konumdan uzaklaştırıp tahtından etmek için peşine düştüklerinden ve onu sürekli izleyip durduklarından kuşku duyar.

27.05.2008

evlilik

amin maalouf

evlilik belalı bir kurumdur. düğünden önce her adam dikkatlidir, naziktir; göz koydukları genç kıza "kendi" karıları oluncaya kadar prenses gibi davranırlar; sonra hızla birer zorbaya dönüşürler, ona hizmetçi gibi davranırlar, tepeden tırnağa değişirler ve toplum da bu konuda onları yüreklendirir. düğünden öncesi oyun mevsimidir; sonra ciddi, karanlık ve üzücü şeyler başlar. kadınlar tarafında da manzara daha parlak değildir. kapılanacak bir yer aradıkları sürece şeker gibidirler. tatlı, uzlaşmacı, birlikte yaşamaktan zevk alınacak insanlar olurlar. damat adayı evlenme kararını verinceye kadar, onu rahatlatmak için gereken her şey yapılır. kadınlar o ana dek gizlemeye çalıştıkları gerçek tabiatlarını ancak düğünden sonra açığa çıkarırlar.

26.05.2008

profil

scott adams

medyumlar belirsiz kehanetlerde bulunup sonra da gösterdiklerine yakın olan her şeyden kendilerine pay çıkarabilirler. medya, sürükleyici başarıların hikâyelerini anlatır ve başarısızlıkları, haber değeri olmadığı için yok sayar. halk, medyumların düzenli olarak cesetlerin yerlerini saptayabildikleri izlenimine kapılır. aslında, bu tür vakalar enderdir ve muhtemelen dahice bir kalıp tanıma seviyesinin veya şans ya da basitçe abartmanın sonucudur.

diyelim ki, polis bir çocuğun kaçırıldığına dair bir ihbar aldı. polisler, kalıpları tanımak için eğitilmiştir bu yüzden zanlının muhtemelen erkek ve çocuk tarafından tanınan biri olduğunu bileceklerdir. eğer çocuk kırk sekiz saattir kayıpsa, çocuğun ölü olduğunu, cesedinin dışarıya, muhtemelen suç mahallinin elli mil ötesine bırakılmış olduğunu öngörebilirlerdi.

diyelim ki polis, suçlu kalıplarını bulma konusunda polisten bile daha yetkin olan bir fbi profilcisi çağırır. profilci, benzer suçlardaki deneyim ve istatistiklere dayanarak, zanlının ne tür bir geçmişi, yetiştirilme tarzı ve kişiliği olduğunu öngörebilir.

polisler ve fbi profilcisi, basit kalıplara dayandığını bilmiyorsan psişik gibi görünebilecek bilgiler üretebilirler.

24.05.2008

ilk

sezai karakoç


yanlış trenden indin seni şehrin aynasından geçirdiler
sana baktım yıllarca hep aynı özlem penceresinden
yürüyen ve kaçan yalın ve çocuksu özlem penceresinden
denize karşı küçüle küçüle giden evleri
ince ince karşılardın olağan karşılardın
şen dünya içinde şen dünya içinde bir avuç şen dünyaydın sen

bahar bilgisi güneş rengi at soluğu ve sen
seni çağırıyorum geç gel ağlayan son bakireler içinden
kadınlar taş heykeller gibi gelip geçer sarı kayalardan
hangisine baksam sen kımıldar sen seslenirsin içerlerden
çekil karşımdan sultanı cariyelerde aramak körlüğü diyorum
körlük güneşe ve gözlerime doğru gelen

sen bir el uzanışıyla aydınlanan yeni ay mısın
geyik resimleriyle kabarık her köşen
geyik derisinde akan ilk nehir
bir el uzanışıyla
ilk sokağın ağzında kaybolursan ağlayacağım
leylaklarla akrepler gözlerine bakıp insan olurlarsa
çocuk cennetinde günahların ilkini sen işliyorsun demektir suna
parlayan denizler gürültüsüz şiirler kapanan kapılar sana
gök taşlarını getiriyorlar
seni sayıklıyor
denemesi yanlış yapılmış ilk ok

22.05.2008

ataç

cemil meriç

atatürkçülük ve ataç.. yıkılan imparatorluğun iki büyük hastalığı, hayır iki küçük hastalığı. adi ve mikroskobik. ataçla büyük, iki kutuptur, birleşemez. ataç, mustafa kemal rejiminin bütün sefaletlerini edebiyata sokan şımarık, yılışık, cahil ve kabiliyetsiz bir dilekçe yazarıdır. türkiye, bütün kütüphaneleri yakılan, bütün mazisi, bütün tarihi imha edilen bu bedbaht ülke, bu panayır soytarısından daha münasip bir mezarcı bulamazdı. iliksiz, usaresiz, ruhsuz bir edebiyat. melih cevdet ve benzerleri, ataç gübreliğinde yetişen son mantarlar. anadolu, başındaki oturağı tekmeleyip bu süprüntüleri temizlemedikçe, namuslu fikir adamlarının sığınacağı iki yer var: ölüm ve cinnet.

uçurum

ahmet oktay



uçurumsudur arayan insan. yetinmez
bulduğu ve olduğuyla. öte çağırır
cehennem sesiyle. yazgıyı kimse bilmez
tomurcuk da giz de apansız yırtılır
sevinç ve keder beslenir aynı sabırla

21.05.2008

rüya

lawrence krauss

fizikçi richard feynman insanlara "bugün başıma ne geldi, anlatsam inanmazsın! inanamazsın!" demeye bayılırdı. ne olduğunu soranlara da "kesinlikle hiçbir şey!" cevabını verirdi.

söylemeye çalıştığı şey şuydu: bazen anlamlı gibi görünen bir rüya gördüğümüzde insanlar ona bir anlam verirler. ama hiçbir şekilde hiçbir öngörüde bulunmayan onlarca saçma rüya gördüklerini unuturlar.

gün içinde çoğunlukla dikkat çekici hiçbir şey olmadığını unuttuğumuzdan, olağan dışı bir şey gerçekleştiğinde olasılığın doğasını yanlış okuruz: yeterince çok sayıda olay arasında olağan dışı bir şeyin kazara gerçekleşmesi kaçınılmazdır.

20.05.2008

dizeler


derman arardım derdime
derdim bana derman imiş
bürhan sorardım aslıma
aslım bana bürhan imiş
(niyazi mısri)

seyyah oldum şu alemi gezerim
bir dost bulamadım gün akşam oldu
kendi efkarımca okur yazarım
bir dost bulamadım gün akşam oldu
(kul himmet)

adem'i balçıktan yoğurdun yaptın
yapıp da neylersin bundan sana ne
halk ettin insanı saldın cihana
salıp da neylersin bundan sana ne
(kaygusuz abdal)

ormanda büyüyen adam azgını
çarşıda pazarda insan beğenmez
medrese kaçkını softa bozgunu
selam vermek için derviş beğenmez
(kazak abdal)

dünya gamın bırak yürü
kalır dünyanın her varı
muhabbetten geri kalma
muhabbettir baki kalan
(aşık meluli)

belimizde kılıcımız kirmani
taşı deler mızrağımın temreni
hakkımızda devlet etmiş fermanı
ferman padişahın dağlar bizimdir
(dadaloğlu)

bir şah olsam hükmeylesem cihana
başta haksızlığı yıkar giderdim
okullar yapardım bütün insana
cehaleti kökten yakar giderdim
(kul ahmet)

insanlıktan yoktur bende bir nişan
zayıftır idrakim aklım perişan
akılsız akraba güldürür düşman
böyle adam yurtta kalsa ne fayda
(aşık şenlik)

benim bu gidişe aklım ermiyor
fukara halini kimse sormuyor
padişah sikkesi selam vermiyor
kefensiz kalacak ölümüz bizim
(aşık serdari)

seçmedik yarimiz ağyarımızdan
kimse vakıf değil esrarımızdan
(aşık mirati)

gülümdün sen canım benim
dokununca kanar tenim
feryat benim gurbet sensin
vaay
(öksüz dede)

bana olan cefa senden değildir
benim kendi bahtım kara sevdiğim
sana meyil vermek benden değildir
gönül düştü nedir çare sevdiğim
(aşık dertli)

bu gönlüm şehrini seyran ederken
dedi sırrım bana seyran içinde
aşka düştün niçin derman ararsın
aşıklar dert arar derman içinde
(eşrefoğlu rumi)

çoktan uğramadım dostun köyüne
o yar kahırlanıp küstü mü bilmem
gelip giden yoktur bir haber almam
benden umudunu kesti mi bilmem
(devrani)

saadet

ahmet hamdi tanpınar

insan ruhunun en az tahammül edebildiği şey, -belki daha ötesi olmadığı, kendimize mühlet vermeden yaşamaya mecbur olduğumuz için olacak- saadettir. ıstırabın içinden geçeriz. tıpkı çalılık, taşlık bir yolda yürür, bir bataktan kurtulmaya çalışır gibi ondan sıyrılmaya çalışırız. fakat saadeti bir yük gibi taşırız ve bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir köşeye bırakıveririz. hapishanelere bakın, mahkeme zabıtlarını, günün olanını bitenini ince satırlarla bir köşeye kaydeden gazete koleksiyonlarını karıştırın, daima bir gün kendi saadet yükünü taşımaktan bıktığı için bir tarafa atılıvermiş biçareleri görürsünüz.

kültür

pierre bourdieu / alain darbel

kültür gereksinimi, temel gereksinimlerden farklı olarak doyuruldukça artan kültürel bir gereksinimdir; çünkü eserleri benimsemeye, eserlere sahip olmaya yönelik her girişim, sahip olma veya benimseme olanaklarına hakimiyeti, buradan hareketle her yeni benimsemeyle/sahip olmayla birlikte gelen doyumları da artıracaktır; diğer taraftan yoksunluk bilinciyse yoksunluğun artmasıyla ters orantılı olarak azaldığından, sanat eserlerini benimsemek için gerekli olanaklardan tamamen yoksun olanlar, bu yoksunluğun, bu mülksüzlüğün bilincine de en az sahip olanlardır.

18.05.2008

nasıl bir eğitim?

albert einstein

geleneğin zenginliğini kuşaktan kuşağa aktarmakta en önemli araç öteden beri okul olmuştur. bu gerçek çağımızda eskisinden daha da belirlidir. çünkü ekonomi hayatının gelişmesiyle, gelenek ve eğitimden sorumlu olan aile bir hayli zayıflamıştır. bu yüzden de insan topluluğunun devamı ve sağlığı eskiye göre daha çok okula bağlı kalmaktadır.

kimilerine göre okul yetişen kuşağa mümkün olduğu kadar fazla bilgi vermek içindir. bunu doğru bulmuyorum. bilgi cansız bir şeydir, oysa okul canlı varlıkların hizmetindedir. gençlerde toplumun refahını sağlayacak değerleri ve yetkileri geliştirmelidir. ama bu, insan bireyselliğinin yok edilmesi ve bireylerin arılar ve karıncalar gibi toplumun bir aleti haline getirilmesi demek değildir. çünkü bireyleri kalıplaşmış, kişisel farklılığı ve kişisel amacı olmayan toplum, gelişme gücü olmayan fakir bir toplum olarak kalır. tam tersine, bağımsız olarak işleyen ve düşünen bireyler yetiştirmeye bakmalı; ama bu bireyler hayatlarının en yüce sorunu olarak topluma hizmeti görmelidirler. aldanmıyorsam bu ülküyü gerçekleştirmeye en fazla yaklaşmış olan sistem ingiliz okul sistemidir.

bu ülküye ulaşmak için ne yapmalı? ahlak dersi mi vermeli? hiç de değil. sözler boş seslerdir ve öyle kalırlar, ayrıca cehennemin yolları da iyi niyet taşlarıyla döşelidir. kişilikleri yapan, duyular, söylenen şeyler değil, çalışma ve iş görmedir. onun için eğitim yollarının en önemlisi her zaman öğrenciyi gerçek bir işe süreni olmuştur. bu iş eğitimi yazı öğrenen ilkokul çocuğuna olduğu kadar, doktora adayının tezine de uygulanabilir; hatta bir şiirin ezberlenmesine, bir yazı ödevine, bir metnin yorumlanıp çevrilmesine, bir matematik probleminin çözülmesine ya da spor alıştırmalarına.

yapılan her işin arkasında, temelinde bir itki vardır, ki o da işin gerçekleşmesiyle desteklenir ve beslenir. burada öğrenciler arasında en büyük ayrılıklar ortaya çıkar ve bunların okul için eğitim bakımından önemi birinci derecededir. aynı işin kaynağında korku ya da zorlama, üstünlük kazanma tutkuları, konuya büyük bir ilgi olabilir. hatta her çocukta görülen ama çok kez pek erken zayıflayan o kutsal öğrenme merakı da olabilir. belli bir işi yapan öğrenci üstüne eğitimin etkisi çok değişik olabilir ve bu değişiklik öğrenciyi sürükleyen zarar korkusu, bencil tutku, keyif ya da rahatlama isteklerine bağlıdır.

okul yönetiminin ve öğretmen davranışlarının da öğrencilerin ruhsal gelişmelerinde etkisi olmadığını kimse ileri süremez. bana kalırsa bir okulda en kötü şey korku, baskı ve her şeyi herkesten iyi bilir görünme yollarına başvurmaktır. böyle bir eğitim öğrencide sağlam duyguları, içtenliği, kendine güveni yok eder. boyun eğen bir insan yetiştirir. bu çeşit okulların almanya'da ve rusya'da tutulmalarına şaşmamalı. amerikan okullarında bu kötü yolun tutulmadığını biliyorum. isviçre'de ve herhalde demokratik bir yönetimi olan diğer memleketlerde de bu yola gidilmemektedir.

okulları bu en büyük kötülükten kurtarmak pek o kadar zor değildir. şu kadarı yeter: öğretmene mümkün olduğu kadar az zor kullanma hakkı vereceksiniz ve öğrencinin hocasına duyacağı saygının tek kaynağı onun insanlık ve düşünce değerleri olacak.

rekabetçi yaklaşım

öğrenciyi sürükleyen güçlerin ikincisi olarak gösterdiğimiz yükselme tutkusunun, daha yumuşak bir deyimle, kendini gösterme, seçkinleşme isteğinin insan yaradılışında sağlam kökleri vardır. bu türlü bir itki olmasa insanlar arasında iş birliği kurulamaz. 

insanın yaptığını başkalarına beğendirme isteği toplumun bağlayıcı güçlerinin en önemlilerinden biridir. ancak, bir duygular karmaşığı olan bu isteğin içinde yapıcı ve yıkıcı güçler iç içe geçmiştir. beğenilme, görülme isteği sağlam, temiz bir itkidir; ama başkasından, okul arkadaşından daha iyi, daha güçlü, daha akıllı olarak tanınmak isteği insanı kolayca aşırı bir bencilliğe düşürebilir, ki bu da hem kendisine hem de topluluğa zararlı olabilir. bu yüzden öğretmenler öğrencileri daha çok çalıştırmak için işin kolayına kaçıp kişisel yükselme tutkularını körüklemekten de sakınmalıdırlar.

birçokları darwin'in yaşama savaşı teorisini ve ona bağlanan ayıklanmaya dayanarak yarışmacı eğitimi destekliyorlar. bazıları da sözde bilimsel çalışmalarla, ekonomik yarışma alanında bireyler arasında yıkıcı bir savaşın zorunlu olduğunu ispatlamayı denediler. ama doğru değildir bu görüş; çünkü insan yaşama savaşındaki gücünü toplum halinde yaşayan bir canlı varlık olmasına borçludur. bir karınca yuvasında nasıl tek tek karıncaların birbiriyle savaşması yaşamaları için zorunlu değilse, insan toplumunda da bireylerin yaşamak için birbirleriyle savaşmaları şart değildir.

yaşamanın amacının kaba anlamıyla başarı olduğu inancını gençlere aşılamaktan sakınmalıyız. çünkü başarı kazanan bir insan başkalarından büyük bir pay alır ve bu pay çoğu kez onlara gördüğü hizmetin karşılığını kat kat aşar. bir insanın değeri verdiğiyle ölçülür, alabileceğiyle değil. okulda ve hayatta çalışmayı kamçılayan en önemli etken çalışma zevki, yaptığını görme sevinci ve alınan sonucun toplum için değerini bilmedir. gençlerde bu ruh güçlerini uyandırmak ve artırmak okulun başlıca işidir. yalnızca böylesi bir psikoloji temeline dayanılarak insanlığın en yüce değerlerine ulaşma isteği ve sevinci yaratılabilir. o değerler de bilgi ve sanattır.

şüphesiz bu dediğim verimli ruh yeteneklerini uyandırmak, zor kullanmaktan ya da kişisel tutkuyu dürtüklemekten daha güç bir iştir; ama bu yolun daha güç olması, daha değerli olmasına engel değildir. önemli olan çocuğun oyun eğilimini, doğal olan kendini gösterme isteğini geliştirmek ve onu toplumun büyük iş alanlarına götürmektir. böyle bir eğitimin temeli, sonu başarıya ve değerin bilinmesine varan bir çalışma isteğidir. okul bu temele dayanıp çalışmayı başarırsa yeni kuşaklar ona büyük bir saygı gösterecekler ve okulun verdiği ödevleri bir çeşit armağan sayacaklardır.

ben okul zamanını tatil günlerinden daha çok seven çocuklar tanıdım. böylesi bir okul öğretmenden kendi alanında bir çeşit sanatçı olmasını ister. okulda bu havanın esmesi için ne yapılabilir? bunun evrensel yolunu bulmak insanın hiç hasta olmamasına çare bulmak kadar zordur. ama bazı zorunlu koşulları bulmak mümkündür. ilk olarak, öğretmenlerin böylesi bir okulda yetişmiş olmaları gerekir; ikinci olarak, öğretmene öğreteceği şeyleri ve öğretme yollarını seçmekte büyük bir özgürlük verilmelidir. çünkü zorlama ve dış baskı öğretmenin de iş görme sevincini öldürür.

müfredat

söylediklerimi dikkatle izlediyseniz, belki bir şeye şaşırmışsınızdır: gençliğin nasıl bir hava içinde yetişmesi gerektiği üzerinde bir hayli söz ettim; ama öğretilecek konuların seçimi, öğretim yolu üstüne hiçbir şey söylemedim. daha çok dil mi öğretmeli, yoksa bilimsel teknik öğretime mi önem vermeli? buna vereceğim karşılık şudur: bence bütün bunlar ikinci derecede önemlidir. bir delikanlı kaslarını işletmiş, cimnastikle, yürüyüşle dayanıklı bir beden edinmişse her türlü beden işinin hakkından gelebilir. kafa işleri için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

eğitimi şöyle tanımlayan kişi hiç de haksız değilmiş: "eğitim, okulda öğrenilen her şeyi unuttuktan sonra geriye kalan şeydir." onun için ben ne filoloji ve tarih öğretmenini tutanlardan yana olmak istiyorum ne de tabiat bilimlerinin daha çok öğretilmesini isteyenlerden yana. öte yandan okulun, hayatta hemen kullanılacak özel bilgi ve ustalıkları vermesi gerektiği düşüncesine karşı olduğumu da söylemek isterim. hayatın bizden isteyeceği şeyler o kadar değişiktir ki böylesine özel bir öğretim yapılamaz. kaldı ki insanın bir alet yerine konmasını kabul edemiyorum.

okulun amacı her zaman delikanlıyı okuldan bir uzman olarak değil, uyumlu bir kişilik olarak çıkarmak olmalıdır. bence bu, gençleri belirli bir mesleğe hazırlayan teknik okullar için de doğrudur. en başta gözetilecek şey, bağımsız olarak düşünme ve karar verme yeteneğini geliştirmektir, özel bilgiler kazandırmak değil. bir insan konusunun temel ilkelerini benimsemiş, kendi başına düşünmeye ve çalışmaya alışmışsa mutlaka yolunda ilerler; üstelik gelişmelere ve değişmelere, inceden inceye özel bilgiler edinmiş öğrencilerden çok daha kolay ayak uydurur.

bağımsız düşünce

insana bir uzmanlık öğretmek yetmez. bununla insan, doğrusunu isterseniz, işe yarar bir makine olur ama tam, eksiksiz bir kişilik kazanamaz. elde edilmeye değer bir şeye coşkunlukla yönelmesi gerekir onun. bir güzellik ve ahlakça iyilik duygusu edinmelidir. yoksa insan uzmanca bilgileriyle, dengeli bir biçimde gelişmiş bir insandan çok, iyi eğitilmiş bir köpeğe benzer.

komşusu ve topluluk karşısında bir tutumu olabilmesi için, insanların dürtülerini, özlemlerini ve acılarını anlamaya çalışması gerekir. bu değerli şeyler genç kuşakla, öğretmenlerin insanca yaklaşımlarıyla aşılanır; yoksa el kitaplarıyla, yalnız onlarla değil. kültür, her şeyden önce budur ve böyle korunur. insancıllığı önemli bir şey olarak salık verdiğim zaman gözettiğim budur; yoksa tarih ve felsefe alanında kuru bir özel bilgi değil.

gündelik yarar bakımından yarışma ve vakitsiz uzmanlaşma sistemi üzerinde aşırı derecede durmak insan kafasını köreltir. oysa bütün kültür hayatı ve bilimlerin gelişmesi bu kafaya bağlıdır. iyi bir eğitim için ayrıca, bağımsız eleştirel düşüncenin de gençlerde geliştirilmesi önemlidir. oysa bu gelişme, gereğinden çok şey okutularak büyük ölçüde kösteklenmiştir. gereğinden çok şey okutmak, ister istemez, aşağı düzeyde kalmaya ve kültürsüzlüğe götürür. öğretim öyle olmalı ki, sunduğu şey değerli bir nimet sayılmalı, güç bir ödev değil.

siyaset

eğitim sisteminin belirli bir düzene göre işlemesine karşılık, hayat okulu düzensiz ve karışıktır. öğrenci okuldayken, daha sonraki yıllarda kolayca kurtulamayacağı korkunç ön yargılarla beslenmiş olabilir. eğitimin devletçe uygulanışı öylesine yönetilebilir ki, yurttaşların içine itildikleri düşünsel tutsaklıktan kurtulma olanakları tümüyle ortadan kalkar. bu da, eğitimin ne güçlü bir siyasal araç olduğunu, çatışan taraflar için sömürülmeye elverişli bir tehlike kaynağı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. 

gerçekten eğitim görmüş bir insan yetiştirmek için gerekli olan başka bir şey daha var, o da insanın öbür insanlar karşısında her zaman duyması gereken bir toplumsal sorumluluk duygusudur. kişiliğin geliştirilmesi öğrenciye sadece "komşunu kendin gibi sev." yollu sofuca kalıplar öğretmekle sağlanamaz. hiç yanlış yapmadığı ileri sürülen sözümona örnek kişilerle ilgili hikayelerin pek az değeri vardır.

genel olarak sağlam bir toplumsal tutum öğrenmekle değil, yaşamakla elde edilir. paylaşılan bir anlayışın değeri ise, ancak uygulanırsa ortaya çıkar. öğrencinin ilgisi, sadece bencilliği geliştiren yarışma yoluyla değil, ondaki yaratıcılıktan tat alma duygusunu uyararak desteklenmelidir. ancak bu yolla sınıf arkadaşları birbirlerine karşı dostça ve yapıcı bir ilgiyle bağlanırlar.

halk yönetimini savunmak için okullar ne yapabilir? belirli bir siyasal öğretinin sözcüsü mü olmalı okullar? böyle olmaması gerektiğine inanıyorum. okullar genç insanlara eleştirel bir kafa ve toplum bilincine varmış bir tutum verebiliyorlarsa gerekeni yapmış olurlar. böylece yurttaşların sağlıklı, halkçı bir toplumda yaşamaları için gerekli olan değerleri kuşanmış olur öğrenciler.

beethoven

stefan zweig

beethoven, çalışmalarını yazı masasında değil, gezinirken, yolda yürürken, hareket ederken yapardı. viyana çevresindeki köylüler şapkasız, nefes nefese yürüyen bu ufak tefek adamı elinde bir kağıt parçasıyla sık sık tarlalarda dolaşırken görürlerdi. onu bir kaçık sanırlar, ona "salak" derlerdi. çünkü beethoven başı önünde, bir şeyler mırıldanarak, homurdanarak, bağırarak, şarkı söyleyerek, ellerini kollarını havada sallayarak yürürdü. sonra aniden durur, cebinden küçük bir defter çıkarıp içinden bir sayfayı hızla koparır ve elindeki kurşunla birkaç nota karalardı. alelacele yazılmış bu şeyler o anda ilk akla gelenler, ilk esinlerdi.

dönüşüm

jodi picoult

eşcinsel olan çoğu insan bir heteroseksüele âşık olma türünden talihsizlikler yaşamıştır. böyle bir şeyi ilk yaşadığınızda şöyle düşünürsünüz: "onu değiştirebilirim; onu kendisini tanıdığından daha iyi tanıyorum." ve kaçınılmaz olarak kırık bir ilişki ve daha da kırık bir kalple baş başa kalırsınız. bunun heteroseksüel karşılığı, sevdiği ve onu her gece döven erkeğin bunu yapmayı bir yerde keseceğinden her nasılsa emin olan kadındır. sonuçta iki durumda da insanlar değişmez; ne kadar çekici olursanız olun, ne kadar çok severseniz sevin, bir insanı olmadığı bir şeye dönüştüremezsiniz.

17.05.2008

merak

richard feynman

bilmemek umrumda değil. bu beni korkutmuyor.

insanlar bana "nihai fizik kanunlarını mı arıyorsun?" diye soruyorlar. hayır aramıyorum. ben sadece dünya hakkında daha fazla şey bulmaya çalışıyorum, her şeyi açıklayan basit bir nihai kanun olduğu anlaşılırsa, olsun tamam. bunu keşfetmek çok hoş olurdu. milyonlarca katmanı olan bir soğan gibi olduğu anlaşılırsa, bizler de o katmanlara bakmaktan yorulmuş, bezmişsek, o zaman öyledir. benim bilime duyduğum ilgi sadece dünya hakkında daha fazlasını bulmaktan ileri geliyor, daha fazlasını buldukça daha çok iyileşiyor, bulmayı seviyorum.

16.05.2008

eski çağlarda dünya

johan huizinga

yarım bin yıl daha genç olduğu sıradaki dünyaya, her şeyin dış çizgileri bize olduğundan çok daha açık bir biçimde belirtilmiş olarak görünüyordu. acı ile sevinç, düşmanlık ile mutluluk arasındaki karşıtlık daha çarpıcı görünüyordu. bütün yaşantı, henüz insanların zihinlerinde, çocuk yaşamının haz ve acısının dolaysızlık ve mutlaklığına sahipti. her olay, her eylem hala, onları bir ritüelin vakarına yükselten dışavurumcu ve ağırbaşlı biçimlerde somutlaştırılıyordu. çünkü ayinin kutsallığı yoluyla gizemler sırasına yükseltilenler yalnızca doğum, evlilik, ölüm gibi önemli olaylar değildi; daha az önemli olan yolculuk, görev, ziyaret gibi olaylar da aynı şekilde binlerce formaliteyle yerine getiriliyordu: takdisler, törenler, formüller.

afetler ve yoksulluk, şimdi olduğundan daha rahatsız ediciydi; onlara karşı korunmak ve bir teselli bulmak daha zordu. hastalık ve sağlık, çok daha çarpıcı bir karşıtlık ortaya koyuyordu; kışın soğuğu ve karanlığı, daha gerçek kötülüklerdi. onur ve zenginliklerin tadı çok daha büyük bir hevesle çıkarılıyor ve çevredeki sefaletle daha canlı bir tezat oluşturuyordu. günümüzde, bir kürk paltoya, ocaktaki sıcak bir ateşe, yumuşak bir yatağa, bir bardak şaraba duyulan bu derin arzuyu bizim anlayabilmemiz çok zordur.

yaşamdaki her şey ya mağrurane ya da zalimane bir aleniyetten ibaretti. cüzamlılar çıngıraklarını çınlatarak geçit yaparlardı; dilenciler kiliselerde kusurlarını ve sefaletlerini sergilerlerdi; her düzen ve statü, her mevki ve meslek, kendi özgün kıyafetiyle ayırt edilirdi. büyük efendiler, korku ve kıskançlık yaratan şaşaalı bir armalar ve kıyafetler gösterisi yapmadan dışarıya adım bile atmazlardı. idamlar ve diğer kamusal yargı eylemleri, söylevler, evlilikler ve cenazeler, hepsi haykırışlar, alaylar, şarkılar ve müzikle ilan edilirdi.

how i met your mother

kalp gizemli bir kastır. orada neler döndüğünü asla bilemezsiniz.

erkekler kızları gece 2'den sonra seks için aradığında sarhoşluktan konuşamaz bir halde "n'abersin?" der. ama bir hanımefendi erkeği seks için aradığında pompişlenmek istediği gerçeğini örtmek için saygın bir bahane yaratır.

biriyle çıkmaya başladığınızda herkes aynı şeyi öğrenmek ister: "nasıl tanıştınız?"

ilişkiler kolay değildir; uzlaşmayı, birlikte büyümeyi ve bir sürü saçmalığı yapmayı gerektirir.

"tanrı'yı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset." (musevi atasözü)

biriyle sigaranı paylaştığında aranızda gerçek bir bağ oluşur.

tuhaftır ama bazen daha önce hiç bulunmadığın bir yere girersin ve içine tam da olman gereken bir yerde olduğun hissi doğar.

iyi bir hikayeyle arsızca söylenmiş bir yalan arasında ince bir çizgi vardır.

insan beyninin insanlardan nefret etmeni sağlayan kısmı, beyninin insanları sevginle boğmak istemeni sağlayan kısmının hemen yanına konuşlanmış durumdadır. iki tepki o kadar benzerdir ki birbirinden ayırmak çok zordur.

gerçek bir beyefendi, muhterem bir hanımefendiyi evine gelsin diye yemlemek için bir bahane bulur. bu, kız babafingonun üstüne atlamadan önce ikinizin de beş dakikalığına bayılmış gibi yaptığı bir hobi türü ya da güzel bir şey olabilir. "bir kitap ödünç almaya" ya da "plaklarına bakmaya" gelebilir. yem bulmak ustalık ister. kızı yukarıya çıkarmaya ikna edecek kadar ilginç bir şey olmalı; ama gecenizi suya düşürecek kadar da ilginç olmamalı. bir keresinde kumar makinesinin çok eğlenceli olabileceğini düşünmüştüm. sonra da bir tramplenin çok tehlikeli olabileceği ortaya çıktı.

tören ve beşik

şükrü erbaş

ankara..

kravatlı bozkırım.

1970'lerin yozgat'ında ağzımda bin delice kuşuyla uçtuğum devrimin başkenti.

atkestanelerinin cumhuriyeti.

yüz bin kişiyle yürüdüğüm solum.

ışıklı vitrinlerin acı okulu.

ıhlamur ağaçları altında ilk kez okuduğum kirpikler.

iki çocukla büyüdüğüm tenha.

harf harf açtığım korku; yarama bastığım gelecek; şiirle bağışladığım geçmiş.

çalıştığım devlet, anladığım devlet, sevmediğim devlet.

yağmur mu, akşam mı, ölümün sureleri mi
ey caddelerin dağılma vakti..

kumrular sokak'tan sakarya caddesi'ne
kirpik kirpik kurduğum gözyaşı beşiği..

bir günde kaldırdığım yirmi dört cenaze..

rakı bardağında eve geldiğim geceler..

hanımeli sokak'taki dergi, özveren sokak'taki dernek
konur sokak'taki yayınevi..
süren göğüm benim, ince kanatlarım.

tören. tören. tören.

vazelin kokulu çöl: kalenin eteğindeki kan pıhtısı..

ey sonsuz basın açıklamaları
polis korumasındaki haklar

yazdıklarını birbirine mahcubiyet duygusuyla gösteren
büyük acemiler; çocuk ustalarım..

sahip ve köle: ey devlete gelen kasabalar, köyler..

ağzından su içtiğim çocuk.

yıldızların yerine sokak lambalarını asan modernite.

yalanım, duam, soyunduğum taş, giyindiğim gök
unuta unuta bulduğum dil

ankara..

kravatlı bohemim.

çocuk gelip çocuk gittiğim sonsuz ana rahmim.

14.05.2008

ırkçı-turancı dergiler

melih cevdet anday

ırkçı-turancı dergilerle dinci dergilerin sayısı 31'i bulmuş. çok şükür mart ayını sağ selamet atlattık. korkumuz yalnız şemsettin yeşil efendi hazretlerinden olsa kolay; kuran'da elektrik bahsinin yazılı olduğuna inandığımızı söyleriz, biter gider. işin sarpa saran yanı, türk olduğumuzu ispat güçleşti. dedenizin dedesinin kanını gösteremediniz mi yandınız.

dincilerle ırkçıların nasıl olup da saf birliği ettiklerine şaşıyorum doğrusu. şemsettin yeşil efendi, kuran'a inananları ırk, ulus farkı gözetmeden yeşil bayrak altına toplamak ister; öteden ırkçılar, "senin kaynanan arnavutluk'ta doğmuş; başının çaresine bak" derler. bu iki ucu birleştirmek kolay mı?

bir arkadaşım anlattı. yemek yediği lokantanın garsonu bir gün yanına sokulmuş, utana sıkıla: "bey" demiş, "siz okumuş bir adamsınız. bir şey soracağım. geçen gün bana bir gazete gösterdiler; içinde 'çerkezler türk değildir' diye yazılı. ben de o gazeteye bir mektup yolladım, 'peki biz neyiz?' diye sordum. cevap gelmedi. bey, biz çerkez köylüsüyüz, bugüne kadar kendimizi türk bilirdik; bize ne yapmak istiyorlar?"

13.05.2008

aşk ayrı

ismet özel


o zaman
senin çardağına çıkarken
karıştırırken şarapla kendimi sana
varsın gün geçtikçe her şeyde biraz kahır
biraz bakır çalığı olsun lokmamızda
bana soru sor artık
beni kurtarma, konuştur
beni yaz geceleri patlayan sağanaklara bağışla

ki ölüm her yerde uyanıktır
alestadır korkunun yardakçıları
tez kızaran güllerden kendini sakın
sevgiler ürkütsün seni, aşk ayrı
aşktır diye geri geldin o çekiç seslerine
bıraktın vazgeçilmez ırmakları
gönlüne kar yağdırıyorsa çocuk sesleri yetsin
dikkat et hiçbir şey ıslatmasın namluları

12.05.2008

deha

baltasar gracian

üç şey dehaya yakışır, bunlar cennetin en çok arzu edilen mucizeleridir: üretken bir zeka, bilge bir beyin, hoş ve ince bir zevk. iyi düşünmek güzeldir. doğru düşünmek ise daha güzeldir. bu, iyiyi ve güzeli anlamaktır. muhakeme onu sırtımızda taşımamız için yapılmaz. böylesi, onu kullanmaktan daha tehlikelidir. doğru düşünmek mantıklı bir tabiatın meyvesidir. yirmi yaşında irade, otuz yaşında zeka ve kırk yaşında yargılar hüküm sürer. karanlıkta vaşak gözü gibi parıldayan zihinler, etraf ne kadar karanlıksa o kadar fazla ışık saçarlar. diğerleri daha duruma göre hareket eder. her zaman, acil olan neyse ona yoğunlaşırlar. böyle bir özellik çok faydalıdır. bu bir tür saadettir. aynı zamanda, iyilik bütün hayatımızı güzelleştirir.

münzevi

tom robbins

münzevi kendinden başka herkes için gizemlidir.

düzenli bir dünyadan memnun olan insan, hayatta bir yanardağın içine bakmamıştır.

bazen bize en büyük mahremiyeti sunan, ilgiyi en çok üzerimize toplayan şeylerdir.

yalnızca mantıkçılar ve gerizekalılar asla kendileriyle çelişmezler.

iyiymiş gibi yapmak, hastaymış gibi yapmaktan çok daha zordur.

insanoğlunun temel sorunları siyasi değil, felsefidir. insanlar, felsefi sorunlarını çözene kadar, siyasi sorunlarını defalarca ve defalarca yeniden çözmeye mahkumdurlar. acımasız ve sürekli kendini tekrarlayan bir çiledir bu.

şaşkınlığın, sonuna kadar gidebilenleri götürdüğü yer daima aşktır.

şiddet, sıkıcı sersemler için şampiyonların kahvaltısı gibidir; yersiz gururlarının mantıksal ürünüdür. bizim açlıktan öldürmemiz gereken şeyi besler şiddet.

bu hayatta gerçekten sihirli ve şiirsel alışverişler ancak iki insan arasında yaşanır.

11.05.2008

budala

cenap şahabettin

daima sanırız ki mesleğimizi biz seçtik; oysaki çoğu kez meslek bizi seçmiştir.

genellikle geçmişi düşününce "o zaman ne budala imişim!" deriz. yarın, şimdiki zamanı düşününce yine diyeceğimiz budur.


yüzünüzdeki bugünkü gülümseme, yarınki buruşukluğu hazırlar.


dayanıklı dediklerimiz, genellikle duygusuzlardır.


akıl bazen mantığın dilemediğini söyler; ama kalp mantığa her zaman kendi istediğini söyletir.


herkesi kör, âlemi sersem sanmak da bir mutluluktur.


gözlerimizden akabilen yaşların acılığı hiçtir, insanı asıl ruhunda hapis kalan yaşlar zehirler.


her ıstırap çeken sanır ki çektiği acıyı başka hiç kimse tatmamıştır.


mutluluğa bir düş diyorlar. belki doğrudur ama o düşü ancak uyanıklar görür.


çoğumuz için dünya, içinde yaşadığımız kasaba ya da köydür.


akıl yaşta değil baştadır; ama aklı başa yaş getirir.


adaletin bulunmadığı yerde para en büyük silahtır.


zehri hiçbir zaman teneke kupa içinde sunmazlar.


kötülüğün büyük kaynağı ahmaklıktır. cezaevlerini kötülerden daha çok budalalar doldurur.


öğüt, kalp paraya benzer. kimse kabul etmez.


dilimize en çok dolanan sözcükler, en büyük güçlükle tarif edebileceğimiz kavramlardır: özgürlük, ödev, aşk, yurt, kamuoyu..


sağlıklarında saygı göstermek istemediğimiz büyük adamlarla ölümlerinden sonra övünmeye hakkımız yoktur.


anlamayanların övgüsü, kötülemesinden ağır gelir.


kavak ağacını beğenen ve seven pek az kişi gördüm; çünkü dosdoğrudur.


eski ve yeni şeyler, ne tümüyle iyi ne tümüyle kötüdür. gerek gençlerin gerek yaşlıların en büyük hataları, bunu bilmemekten ileri gelir.