31.03.2021

uzun lafın kısası

goethe:
bir milyon okuyucuyu hedeflemeyen kişi, bir satır bile yazmasın.

halil cibran: bir insanın yüreğini ve aklını anlamak için başardıklarına değil, başarmak istediklerine bak. insanın değeri ulaştıklarıyla değil, ulaşmayı arzu ettiği şeylerle bilinir.

irvine welsh: sikişmek insanları tanımanın en iyi yollarından biridir.

konfüçyüs: iyilikseverlik bütün insanları sevmektir. bilgi, insanları tanımaktır. kişi bilgi sahibi olmadan nasıl erdem sahibi olabilir?

murathan mungan: kadınlar, esir alındıkları yeri, korundukları yer sanırlar.

nietzsche: insanın dans eden bir yıldız doğurabilmesi için içinde bir kaosun olması gerekir.

paulo coelho: insanların benden beklediği şekilde davranırsam onların kölesi haline gelirim.

robert musil: kendini sıradan bir yetişkinin dar sınırları içerisine hapsetmiş bir insanınki kadar içinden sıyrılıp çıkılamayacak bir durum yoktur.

tom robbins: merak onu öldürmeden önce, kedi yüzlerce meraksız köpekten daha fazla şey öğrenir.

cenap şahabettin: dalkavuklar ne kadar yükselseler kendilerini yükselten tepme izlerini kıçlarından silemezler.

cesare pavese: hiçbir kadın para için evlenmez. bütün kadınlar, bir milyonerle evlenmeden önce ona âşık olacak kadar kurnazdırlar.

charles bukowski: insanı öldüren budur: tekdüzelik.

30.03.2021

romancı

ursula kroeber le guin

kehanetleri peygamberler (bedavaya), falcılar (bunlar genellikle belli bir ücret isterler; bu yüzden de peygamberlerden daha çok saygı görürler) ve fütürologlar (bu işten maaş alırlar) yaparlar. kehanet peygamberlerin, falcıların ve fütürologların işidir. romancıların işi değildir. bir romancının işi yalan söylemektir.

meteoroloji bürosu size gelecek salı havanın nasıl olacağını, rand şirketi 21. yüzyılın nasıl olacağını söyleyecektir. bu tür bilgiler edinmek için yazarlara başvurmanızı tavsiye etmem. bununla hiçbir alakaları yoktur onların. bütün yapmaya çalıştıkları, size kendilerinin nasıl olduğunu, sizin nasıl olduğunuzu, neler olduğunu, havanın şimdi, bugün, şu anda nasıl olduğunu anlatmaktır. "bak işte yağmur, işte gün ışığı! aç gözlerini; dinle, dinle." bunu der romancılar. neyi görüp işiteceğinizi söylemezler. size bütün söyleyebilecekleri bu dünyada, üçte biri uyuyarak ve düş görerek, bir diğer üçte biri de yalan söyleyerek geçirilen kendi ömürleri içinde görüp işittikleridir.

işin aslı, bir roman okurken deliririz biraz, kafayı buluruz. olmayan insanların varlığına inanırız, seslerini duyarız. onlarla birlikte borodino savaşı'nı seyre dalar, napolyon bile oluruz. aklımız başımıza -çoğunlukla- kitabı kapadığımızda gelir. gerçekten saygın hiçbir toplumun, yazarlarına güvenmemiş olması hayret edilecek bir şey değildir.

sanatçı, sözcüklerle söylenemeyecek olanla uğraşır. sanat yaptığı araç kurmaca olan sanatçı ise bunu sözcüklerle yapar. romancı, sözcüklerle söylenemeyecek olanı sözcüklerle söyler.

gerçeğin, hayal gücüyle ilgili bir mesele olduğunu öğrettiler bana. en kesin bir olgu bile anlatılış üslubu yüzünden yok olup gidebilir ya da parlayabilir. tıpkı bir kadının üzerinde iyice parlaklaşıp da başka bir kadının üzerinde silikleşen, toza gömülen denizlerimizin o eşsiz organik mücevheri gibi. olgular incilerden daha kesin, daha katı ve daha gerçek değildirler. üstelik onlar gibi duyarlıdırlar.

29.03.2021

kölelik

sevan nişanyan

araplar afrika'da "afrika'da batılıların köleciliği müslüman araplardan öğrendiği tezini ilk senden duydum" diyen bir arkadaşıma email. genelde bilinen bir konu olduğunu zannediyordum, en azından batılı kaynaklarda. türkçede afrika tarihine dair zırnık yok ki piyasada, nereden bilinecek? senegal'den dahomey'e kadar sahil boyunca köle ticaretini yapanlar 13. yüzyıldan itibaren müslüman mali sultanlığı, merkezi timbuktu. önceleri fas ve cezayir'e (oradan da mısır, anadolu ve avrupa'ya) satıyorlar. 16. yüzyıldan itibaren direkt ispanyol ve portekizlilere satış yapmaya başlıyorlar.

ingilizler 1700'lerin sonunda buralara köle ticaretini önlemek amacıyla geldiler. şurada ayrıntılı bilgi ve harita var: 

http://en.wikipedia.org/wiki/arab_slave_trade

romalılarda anlaşılan köle kaynakları daha çok orta doğu-anadolu ve kuzey avrupa. zenci köle piyasası arap/islam fetihlerinden sonra açılmış. haritaya bakınca mekanizma anlaşılıyor. asıl köle kaynakları (körfez sahili, orta afrika ve kongo) ile araplar arasında aracılık yapanların bulunduğu yerlerde (sahra güneyi, doğu afrika sahili) afrika'nın ilk "devlet" yapılanmaları ortaya çıkmış. tabii ki rantın olduğu yerde bunun paylaşımı için mutlaka bir otorite gerekir.

bu devletlerin galiba hepsi müslüman egemenliğinde yerler. arapların bir kısmı belli ki bu yerlere yerleşmiş, ve/veya kendilerine sadık bir yerli egemen zümre yaratmışlar. avrupalılar 1870-80'lere dek afrika içlerine hiç girmemişler. orta çağda ve 1510-1520'lere dek lazım olan köleyi araplardan temin etmişler. portekizli seyyahların anlatımlarında gayet net görülüyor, hint okyanusu'nda çeşitli limanlara uğradıkça araplardan beşer onar zenci satın alıyorlar. 

1540'larda amerika kıtasına toplu halde köle sevkiyatı başlayınca bu sefer arapları baypas edip, batı afrika sahilinde yerli aracılardan mal temin etmeye başlamışlar. dolayısıyla ekli haritada gördüğün dağıtım kanalları tersine dönmüş. bunun direkt sonucu olarak sahra güneyindeki yerli krallıkların hepsi iflas edip batmış. onun yerine 18. yüzyılda batı afrika sahilinde dahomey vs. gibi çok daha küçük çapta, ufak yerli krallıkları belirmiş.

kemalizm

sevan nişanyan

türkiye'de totalitarizm tehlikesi her zaman vardır. bunun ideolojisinin ne olduğu hiç fark etmez. sosyalist de olsa türkiye totaliter olur, müslüman da olsa olur, kemalist de olsa olur.

o yüzden türkiye'de birbirinden hoşlanmayan grupların varlığı iyi bir şeydir. totalitarizmin önündeki en önemli engel bu zıtlıktır.

evet, kemalizm totaliter bir ideolojidir; fakat kemalizm'in ortadan kalkması, totaliterliğin fiilen oluşmasına zemin hazırlar.

çelişkili gibi görünüyor ama değil: türkiye'ye kemalizm lazım değil belki ama kemalistler lazımdır.

bilinç

lawrence durrell

yaşam ancak ölümü yanlarına alanlar için boş değildir.

gerçekten de bu dünyada duygularını anlamaya çalışan bir kadın görüntüsünden daha olağanüstü bir şey olamaz.

bir şeyin bilincine varmak acı vericidir.

bakire olmak berbat bir şeydir, lisede olgunluk sınavını verememek gibi bir şey. ondan kurtulmak istersin ama, bir yandan da bu önemli deneyimi sevdiğin biriyle yaşamak istersin; yoksa senin iç benliğin için hiçbir değer taşımayacaktır.

aşkların en bereketlisi, zamanın yargıçlığına bırakılandır.

bir sanat yapıtı hayata, hayatın benzemediği kadar benzer.

roman insanın bütün duyarlığıyla giriştiği bir kehanet olmalı, yoksa bir papaz evinin çimenliğinde oynanan kroke oyununun titizce yazıya geçirilmesi değil.

kitap ya insanın etiyle kanıyla yazılır ya da yazılmaz.

korkunç çeşitliliği içinde uçar gibi giden gerçeğin imgesini yakalamayı düşlemeye kim cesaret edebilir?

mutlu bir tanrı

jean meslier

eğer tanrı esasen mutluysa kendi kendisine yeter ve herkesten ve her şeyden gönlü tok ise aciz yaratıkların kendisine ibadet sunmalarına ne ihtiyacı vardır?

âlemi yaratmadan önce tanrı, ezeli ve ebedi olarak mutlu idiyse âlemi yaratmaksızın mutlu olmaya devam edebilirdi. insanın acı ve sıkıntı çekmesi neden gereksin? insanın varlığı neden gereksin? onun varlığının tanrı için ne önemi vardır? hiç önemi yok mudur? ya da biraz önemi var mıdır? eğer insanın varlığı tanrı için hiç yararlı ya da gerekli değilse tanrı onu neden yoklukta bırakmadı?

eğer insanın varlığı tanrı'nın şan ve büyüklüğü için gerekliyse bu, tanrı insana muhtaçtı, insan var olmadan önce kendisi için bir eksiklik vardı demektir.

bu dünyada, tavır ve hareketleri kendilerine ahirette sonsuz cezalar çektirebilecek insanlar yaratmaktansa duygulu canlıları hiç yaratmamak büyüklüğe, akla, insafa, hakka daha uygun olmaz mıydı? tek bir insan yaratacak ve sonra onu lanetlenmek tehlikesine uğratacak kadar bölücü bir tanrı'nın, olgun bir zat olarak değil, bir haksızlık, adaletsizlik, kötülük ve kıyıcılık ifriti olarak dikkate alınması gerekir.

insan fiziği sayısız hastalıklara ve nihayet ölüme maruzdur. insan ruhu ve maneviyatı kusurlarla doludur. bununla birlikte insanın, yaratılanların en olgunu ve mevcutların en şereflisi olduğunu söyleye söyleye bitiremiyorlar.

28.03.2021

pil

roni margulies


"pil takacaklarmış" dedi, "kalbime
bir dönemi daha ömrümün
kapanmış olacak böylece
ne futbol artık ne güreş ne dağcılık"

"cemil" dedim (çocukluk arkadaşım
doğumu benimkinden beş gün önce)
"ne güreşle ilişkin var ne dağlarla
ne de bir topa vurdun bunca yıldır bir kere"

"olsun" dedi, "önemli olan o değil ki
ya yarın birden canım çekerse?"

27.03.2021

cinayet

etgar keret

eskiden insanlar birinin asıldığını seyretmeyi iyi bir yemeğe yeğlerdi. günümüzde insanlar katillerin öldürülmesinden eskisi gibi haz duymuyorlar. onları tiksindiriyor, kendilerini kötü hissetmelerine neden oluyor. fakat çocuk katilleri? onların peşine düşmekten hâlâ büyük haz duyuyorlar.

belki size mantıklı geliyordur. benim görebildiğim kadarıyla, bir hayat bir hayattır. maximilian sherman ve benim adil jürilerim yüzlerini çıkmaz ayın son çarşambasına kadar ekşitebilir; fakat toplumsal cinsiyet okuyan yirmi altı yaşında bulimik bir öğrenciyi ya da boş zamanlarında şiir okumayı seven altmış sekiz yaşında bir limuzin şoförünü öldürmenin, üç yaşında bir sümüklünün canına kıymaktan hiçbir farkı yoktur.

26.03.2021

dieppe

samuel beckett


gene son cezir
ölü çakıl
döner sonra adımlar
uyanan şehre

kum akıntısında benim yolum
kumul ve çakıl arasında
yaz yağmuru yağar hayatıma
ömrümse başından sonuna
yağmadan kaçınma

huzurum orda dağılan sisin ortasında
bu uzun devingen eşikleri aşındırmaktan vazgeçtiğim
ve açılan ve kapanan bir kapının
boşluğunu yaşayabildiğim zaman

ne yapabilirdim bu dünya olmadan yüzsüz umursamaz
ki son bulacak oysa her anın boşlukta
varoluşun cehaletinde eridiği bir an
sonunda gövde ve gölgeyi birlikte yutan
bu dalga olmadan
ne yapabilirdim çağıltıların yittiği bu sessizlik olmadan
yürek çarpıntıları çılgınlıklar imdada aşka
cürufların tozları üzerinde uyanan
bu gökyüzü olmadan

ne yapabilirdim dün ne yaptıysam aynını ve evvelsi gün
ölüm ışığımın çatlağından bakıyorum
bana benzer bir başka aylaklık arıyorum
tüm yaşamların ötesine girdap olmuş geçerken
sarsıcı bir boşlukta
sesler arasında sessiz
gizliliğimi dolduran

sevgilim ölsün isterdim
ve yağmurlar yağsın mezarına ve benim üzerime
beni ilk ve son kez sevenin yasını tutarken
yürürken sokaklarda

25.03.2021

descartes

nermi uygur

descartes, pek çok üniversite öğrencisinin, günümüzde üniversiteyi bitirmediği bir yaştaydı. zamanın ünlü bir lisesinden çıkmıştı ama ne dersler ne de öğretmenler sarmıştı onu. çağın gidişine ayak uydurup hukuk okumuştu. kılıç oyunlarını seviyor, ata binmekten hoşlanıyordu. salonlar da çekiyordu onu. sağlığı pek uygun değilse de, kendini bildi bileli bir yerde duramıyordu. güney fransa'dan sonra hollanda, danimarka ve almanya'yı gezmişti. nasıl olmuşsa olmuş, bavyera dükü'nün ordusunda subay olmuştu.

dünya tarihinin o unutamayacağı yıl, kış başlarken birliği almanya'da konaklamaktaydı. rahatına düşkün, sobalı odasına çekildi, keyfince. işte orada oldu ne olduysa. nicedir okumayı sürdürdüğü o büyük dünya kitabına yeniden kaptırıp gitti. dingin, telaşsız davranışlarına karşın, bir süredir içi içine sığmıyordu. kafası karışık biri değildi ama neden böyle karışıktı her şey? kafasından ne geçse kof çıkıyordu. birden bir şey çaktı: yanlış düşüncenin, sık sık bilinip yaşanan özelliğini apaçık bir kesinlikle görüvermişti; başkalarından bir ayrıcalığı vardı artık, görüyordu: yanlışın özelliği, kuşkuya yer vermeyen biçimde doğru görünmesiydi. herkese böyle doğru görünüyordu yanlış, tetikte olunması gereken en önemli durumlarda bile.

yapması gereken şeyin ne olduğunu biliyordu artık. yapması gereken şuydu: nerede ve ne zaman ortaya çıkarsa çıksın, hiçbir eksik gedik kalmamacasına, tüm kuşkuları kesinlikle giderinceye dek düşünceleri gözden geçirmeye ant içti. bu, bir akıl işi olduğu kadar istenç işiydi de.

işte o gün, o ünlü sobalı odada descartes, "descartes" olma yoluna girdi. almanya'dan italya'ya, macaristan'dan polonya'ya, isviçre'den isveç'e, on yıllarca sımsıkı sarıldı buluşuna. yaşamını, bu buluşun kavramsal dökümü ile düzenlenmesine, en zengin olanaklarıyla sonuçlanmasına adadı.

insanlığın, özellikle batı'nın, yüzyıllarca yürüdüğü, tüm akılcı kültürü borçlu olduğu yol bu.

dogma

tom robbins

kilisenin nefret ettiğim yanı, toplumun nefret ettiğim yanıydı. yani otoriter kişiler. iktidar manyakları. katı dogmacılar. o her şeyi yönetmek isteyen, açgözlü, sevgi ve cinsellik açısından zayıf salaklar. bizler yaşamakla meşgulken -tat almakla, denemekle, kucaklaşmakla, öpüşmekle, hata yapmakla, büyümekle meşgulken- onlar dizginleri ele geçirmekle meşgul. acı dokunaçları kısa zamanda her şeyi sarıyor: hükümetlerimizi, ekonomilerimizi, okullarımızı, yayınlarımızı, sanatımızı ve dini kurumlarımızı. iktidar hırsıyla yanıp tutuşan, kanunların ve diğer sağlıksız soyutlamaların müptelası olan ve yönetmek, önderlik etmek, sansürlemek, emretmek, ödüllendirmek, cezalandırmak arzusu taşıyan insanlar. bu insanlar, kertenkele bokları gibi, sevmeyi bilmeyen, ölümden ve dolayısıyla yaşamdan ödleri kopan insanlar. kaotik olan, kanun tanımayan, serbest hareket eden ve değişen her şeyden korkuyorlar. doğadan korkuyorlar, hayatı reddediyorlar ve böyle yaptıkları için de tanrı'yı reddediyorlar. onlar devlet başkanı, vali, belediye başkanı, general, polis ve yönetim kurulu başkanı. kurnaz kardinaller, şişman piskoposlar ve mastürbasyon yapan, yaşlı, gıcık monsenyörler. gezegeni sarmış en korkak ve en korkutucu memeliler; sevgisiz, anal saplantılı, iktidar manyağı otoriter insanlar. akıllı, güzel ve özgür olan her şeyi mahvediyorlar.

24.03.2021

paradoks

andre gide

kim olacağımı bilmemekten ötürü tasalanıyorum. kim olmak istediğimi de bilmiyorum; ama seçmek gerektiğini pek iyi biliyorum. nereye gitmeye karar verirsem beni yalnız oraya ulaştıracak olan güvenli yollarda yürümek istiyorum; fakat bilmiyorum, ne istemek gerektiğini bilmiyorum. kendimde bin bir mümkünün var olduğunu hissediyorum. fakat bunlardan yalnız bir tanesi olmaya rıza gösteremiyorum. ve her an, her yazdığım sözün, her yaptığım hareketin, çehremin silinemeyecek yeni bir çizgisini meydana getirdiğini düşündükçe ürküyorum. öyle bir çehre ki, bir seçime varamadığından, onu cesaretle sınırlayamadığından kararsız, şahsiyetsiz, korkak olarak anılacak.

tanrım, yalnız tek bir şey istemeyi ve durmadan onu istemeyi bana ilham et.

insanın hayatı, insanın hayalidir. ölüm saati gelince, kendimizi, geçmişte aksetmiş göreceğiz ve yaptıklarımızın aynasına eğildiğimiz zaman, ruhlarımız ne olduğumuzu anlayacaktır. bütün ömrümüz kendi kendimizin silinmez bir portresini çizmekle geçer. işin korkunç tarafı bunu bilmememizdir. kendimizi güzelleştirmeyi hiç düşünmeyiz. bunu ancak kendimizden bahsederken hatırlarız; kendimizi överiz; fakat o müthiş portremiz sonunda, bizden yana olmayacaktır. hayatımızı anlatırız ve kendimize yalan söyleriz; fakat hayatımız yalan söylemeyecektir. o, tanrının huzuruna her zamanki haliyle çıkacak olan ruhumuzu hikaye edecektir.

23.03.2021

şifacı

clarissa pinkola estes

hepimiz başka birinin bizim şifacımız, gerilim kaynağımız, dolgu maddemiz olabileceğini düşünme yanılgısına düşeriz. bunun böyle olmadığını görmek epey zaman alır. bunun nedeni ise çoğunlukla yaraya içeriden bakmak yerine onu kendi dışımıza yansıtmaktır. başlangıçta bütün sevgililerin durumu budur: yarasalar kadar kördürler.

bir erkek yarasıyla yüzleştiğinde gözyaşı doğal olarak çıkagelir ve onun içteki ve dıştaki bağlılıkları giderek daha duru ve güçlü bir hal alır. kendi şifacısı haline gelir. artık daha derin benliği için yalnız değildir. artık ağrı kesicisi olsunlar diye kadınların kapısını çalmaz.

çoğu zaman başkalarını, kendimizin yaralanmış olduğumuz yerden ya da onun çok yakınından yaralarız.

sonunda, geç de olsa, yanlış dağa çıkmak için çabaladığımızı anlarız.

22.03.2021

türkiye

küçük iskender

oğlanlardan ve alkolden vaktim arttıkça seni düşünüyorum türkiye, inan doğru bu kere yanılsamam ve ruhumun yavşak zıpırlığı, hiç değilse ayık dolaşamayacak kadar dürüstüm.

türkiye, tarkan öleli çok oldu, artık onu unut; bunadı kurt. playboy'a annemin çıplak resimlerini satarak beyaz saray'a sırnaşmayı düşlüyorum spermi biraz fazla kaçırdığımda.

beş parasız paraladığım sokaklarında embesillerini ve taşak kalpli aydınlarının sidik yarışlarını görüp bol bol osuruyorum, başbakanı dinlerken televizyon karşısında ekrana ekmek teknemi açmak ya da esrar içmek, geğirmek en büyük mutluluk bana verdiğin.

otuzbir çekmediğim gecelerde düşler kuruyorum senin hakkında, hür hülyalarımda sana zerre kadar yer vermiyorum ama, maalesef ayakta kalıyorsun.

sosyal demokrat idiotlarını, orospu tavukların uğrak yeri sanat galerilerini, festival sarkaçlarını, ölüsevici kültürünün uyanık tezgahtarlarını ve tezgahın altında neler döndüğünü fark edecek kadar sosyalistim.

hapsine düşmedim henüz, o yüzden tam solcu sayılmam köle pazarı piyasanda, kıçına cop girdiği için şair olanlardan da değilim; eli kulağındadır tımarhanelerinden birinde tescilli manyak olmamın ve koynuna girmediğimden dorukta sıçanların, o yüzden ibneliğim de test edilip onaylanmadı.

uyuşukluklarıyla iktidara peşkeş çekip çaktırmadan, sonnet'leriyle, balad'larıyla köçekleşen, raconları kıyak geçme üzerine kurulu mason-ulema tayfanı da tanırım, sen de bilirsin ki havlayan it ısırmaz türkiye, bak, biz bizeyiz, çekinme, şu azınlıkları ne zaman kesip kızartacağız, çok acıktım türkiye.

nazım'ını severim, buna kızabilirsin; ama bazı -ne demekse- naif şairlerinin, devlet sanatçısı olmasına ve adının iktidar şakşakçısı starlarla bir anılmasına dair çabalarına izin verdiğinden, sana korkunç müteşekkirim, intiharımı hızlandırıyorsun böylelikle, böylelikle artıyor kirim ve seninle kirimiz, ne gam? iyi akşamlar. persil supra.

mustafa suphi, artık hamsi mi türkiye, dikkat et, balıkları örgütlemesin.

allah'a inanmıyorum, osmanlıyım velhasıl, akın edip avrupa'ya, toplayıp getiremesem de cillop gibi veletleri, n'apalım, buradaki lümpen teenager'larla idare ediyorum.

türkiye, ayıptır sorması ne zaman akıllanacağız; türkiye, kıbrıs'ın yakasını ne zaman bırakacağız ve ne zaman yaraşır olacağız binlerce devrim şehidimize.

türkiye, hiç terbiye edinemedim, yeteneğim bu kadar; çük kadarken okudum sabahattin ali'yi, kafka'yı, dostoyevski'yi, london'ı; kapital'e başlayışım babamla aramızda çıkan küçük bir harçlık sorununa dayanır.

iQ'larımızın düşük olduğunu sanmıyorum, peki bir eşek şakası mı bu; köy enstitüleri, halk eğitimler, halkevleri ne ayak; behice boran, iyi ki unutuldu; iyi oldu, eline sağlık türkiye.

hasbelkader bir önerim var: cia, eurovision'u kazanmamızı, avrupa birliği'ne girmemizi sağlayamaz mı acaba, şüphesiz, eh benimki de salaklık, haklısın türkiye.

bizi milletçe sevmeyenlere ayar oluyorum; ağızların burunlarını kırarak onlara medeniyet öğretmek istiyorum türkiye.

ben, sex-shop'ların, komünist partinin, müslüman demokrat partinin, rock partinin, çeşit çeşit gay barların açılmasını, askerliğin kaldırılmasını istiyorum türkiye; bu topraklarda nobel, oscar, lsd, özgürlük ve sik anıtları görmek istiyorum: kişi başına düşen milli gelirden bana ait payı iade ediyorum bütün bu harcamalar adına sana; hapishaneler, hayvanat bahçeleri, kamplar, tımarhaneler boşaltılsın derhal; ben bütün kentlerinde barışla, erdemle, insanlık haklarımla keyiften gebere gebere, ıslık çalarak dolaşan bir seyyah olmak istiyorum; mandela kötü adam, döv onu türkiye.

'uzak asya'dan gelip akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket.. sizin! afiyet olsun efendiler' demekten bıktım, bıktık, anlıyor musun, orada mısın türkiye?

ama yine de memnun olmuyorsan bu tavırdan ve kızıyorsan ve sinirleniyorsan, olsun, biz yine geliriz; yine yazar, söyleriz; ölürüz; biz yine gideriz; sen, rahatını bozma o zaman, güzel bir çocuk gibi bu şık dünya yatağında, böyle masum böyle mazlum uyu türkiye.

21.03.2021

insanlar

ziya osman saba


insanlar.. ne sonuncusu, ne de ilki
çoluğu, çocuğu, erkeği, dişisi
şu sokaklardaki, taşıtlardaki, pencerelerdeki
azametli, dalkavuk, hiddetli sinsi
ordular: insanlardan.. geçtikleri yerde ot bitmeyen
ev bark yıkan, pusu kuran, hak yiyen
insanlar kurt, insanlar fil, insanlar tilki
açmayan gül, ötmeyen bülbül, yeşermeyen sevgi 

deneyim

pascal mercier

yaşadığımız binlerce şeyden olsa olsa bir tanesini dile getiririz; onu da gelişigüzel ve hak ettiği özeni göstermeden yaparız. dile getirilmemiş bütün o deneyimlerin arasında hayatımıza belli etmeden biçimini, rengini ve tınısını verenler de vardır. bizler, ruhları araştıran arkeologlar olarak, bu hazinelere yöneldiğimizde, onların ne kadar dağınık olduklarını keşfederiz. incelediğimiz şey, kımıldamadan durmak istemez; kelimeler yaşananın üzerinden kayıp gider; sonunda kağıdın üzerinde bir sürü çelişki kalır. uzun zaman, bunun bir eksiklik, üstesinden gelinmesi gereken bir şey olduğuna inandım. bugünse durumun başka türlü olduğunu düşünüyorum: bu bildik ama yine de gizemli deneyimlerin anlaşılabilmesi için geçerli çözüm yolu, dağınıklığı kabul etmektir. kulağa tuhaf geliyor bu, evet; hatta aykırı, biliyorum. ama olaya bu açıdan baktığımdan beri ilk kez gerçekten uyanık ve hayatta olduğumu hissediyorum.

20.03.2021

başka frekans

özdemir asaf


vurdun, acısı daha geçmedi
biliyorum, geçecek
ama öyle ağır konuştun ki ardından
o, gittikçe gerçek

19.03.2021

adagio

paul auster

artık ne diyeceğimi bilmiyorum. yağmur, denize sıçrayan kumlar gibi sürekli yağıyor. şehir çirkin. hava soğuk -sonbahar geldi. iki kişi asla birlikte olamayacaklar- ten görünmüyor, dokunulamayacak kadar uzakta. herkes hiçbir şey söylemeden konuşuyor, sözcüksüz, anlamsız. bacaklar kafayı bulmuş gibi sendeliyor. melekler dans ediyor ve her taraf bok içinde.

hiçbir şey yapmıyorum. yazmıyorum, düşünmüyorum. her şey ağırlaştı, zorlaştı, sinir bozucu oldu. ne başlangıcın başı var ne de sonucun sonu. her yok oluşunda kendi yıkıntıları içinden yeniden ortaya çıkıyor. artık sorgulamıyorum. bitirir bitirmez dönüp yeniden başlıyorum. kendi kendime diyorum ki, biraz daha gayret et, şimdi bırakma, biraz daha gayret et ve her şey değişecek; ve neden yaptığımı bilmeden devam ediyorum, her defasında bu son olacak diye düşünerek devam ediyorum. ne için? artık benim olmayan bu eskimiş sözcükler, sürekli ağzımdan dökülen bu kelimeler..

18.03.2021

şibumi

trevanian

biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür; fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder. hiç bıkmaz. amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. o ölümsüz tekdüzelikleriyle. kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır.

gözlerini bir an için sanata çevir. bak, kabuki can çekişirken, no beri yanda sürünürken şiddet romanları kalabalıkları nasıl da peşinden sürüklüyor! dikkat edersen hiçbir yazar romanına kahraman olarak gerçekten üstün bir insan tipi seçmeye cesaret edemiyor. çünkü seçerse, kalabalığın içinde bulunan orta düzeydeki insan öfkelenecek, utanacak ve kendisini savunması için kendi yojimbo'sunu, yani eleştirmenleri ortaya sürecektir.

kalabalığın çıkardığı gürültü mantıksızdır ama kulakları sağır edecek kadar güçlüdür. beyinleri yoksa da binlerce kolları vardır. bunları seni yakalamak, çekmek, aşağıya indirmek ve batırmak için kullanırlar.

onlarla temastan kaçın. kendini bir terbiye örtüsünün altına sakla. onlara aptal ve uzak görün. içlerine girme. ayrı yaşa ve şibumi'yi incele. hepsinden önemlisi de, seni çeşitli yemler kullanarak öfkeye ve saldırıya itmelerine izin verme. saklan.

* şibumi: içine kapalı, gösterişsiz güzellik.

17.03.2021

batı medeniyeti

sevan nişanyan

islamın batıya bakışındaki önyargı/aşağılama/cehaletin yanında, batınınki pek bir masum kalır bence.

avrupa medeniyetini seviyorum evet.

1. dünyanın başka hiçbir yerinde eşi olmayan güzellikte köyleri ve kasabaları var. "akdeniz medeniyeti" eğer avrupa medeniyetinden farklı bir şey ise, tek rakibi orası olabilir.

2. diğer hiçbir medeniyetin yakınına bile yaklaşamayacağı zenginlikte ve güzellikte müzik üretmişler. ve ayrıca resim.

3. edebiyatı (yazılı sanatı) üstün müdür bilmiyorum ama benim tanıdığım ve sevdiğim bir sanat; diğerlerine (eski türk edebiyatı dahil) hiç o kadar ısınamadım.

4. üretim ahlakı diyebileceğim şey beni etkiliyor: her ne üretiyorsan, en iyisini yapma hırsı. bu teknolojik bir şey değildir, ahlaki bir şeydir; dürüstlükle ve insan sevgisiyle alakalıdır.

sevdiğim için, bugün içine düştüğü çürüme hali beni öfkelendiriyor. 1945'ten bu yana tam bir duraksama döneminde. sadece anılarıyla yaşıyor, huysuz ve bunak bir ihtiyarın ruh halini yansıtıyor. barış ve huzur (=konfor, bencillik) dışında hiçbir sosyal ideali kalmadı. 1945'ten bu yana insanlığa sunabildiği yeni hiçbir şey yok. 

amerika için bunu söyleyemeyiz. bilgisayarı, interneti, google'ı, facebook'u, cep telefonunu ve iphone'u icat ettiler. akıllara durgunluk veren bir sinema sanayii yarattılar. finans sistemine, son iki bin senenin toplamından daha fazla yenilik getirdiler. kiwi'yi ve starking elmasını icat ettiler. daha bundan canlı medeniyet nerede görülmüş?

avrupa neden battı? bir, iki dünya savaşı yüzünden battı: dünya tarihinde görülmemiş bir kepazelikti, kendi kendilerini yok ettiler. iki, amerika (ve kısmen rusya) yüzünden battı. dayak yediler, dünya hakimiyetini kaybettiler, en parlak beyinlerini de bunlara kaptırdılar. üç, yahudileri kaybettiler. yahudiler önemlidir, topluma aykırılık getirirler.

"amerika.. dünyayı teknolojik bir çöplüğe çevirip hepimizi o teknoloji ile bir taraftan büyüleyen bir taraftan tüketen uyuşturan bir bok" tezine cevaben "teknoloji" dediğin şey medeniyetin ta kendisidir. insanın hayvanlıktan bugünkü haline evrilmesinde bir merhaledir. her yenilenme kendi sıkıntılarını getirir, daha önce var olan pek çok şeyin acımasızca silinmesine yol açar. acıtır. ama kaçınılmaz bir süreçtir. yeni ve üstün olanın geldiği yerde, eskisi ya adapte olmak ya da yok olmak seçeneğiyle karşı karşıyadır.

yenilen'i sevmeyelim, üzülmeyelim diyen yok. elbette trajik bir yanı var yenilginin, tükenmeye mahkum olmanın. tabii ki her yeni, eskinin yıkıntıları üzerinde yükselir. ama sonuçta yeni kazanır. ve daha iyi olduğu için kazanır. "zanzibar'a gitmek istiyorsun dubai'ye değil. neden tapıyoruz peki biz dünyaya en fazla dubai olmayı vadeden bir medeniyete?" sorusuna cevaben tam on bin seneden beri insanlar dubai'yi inşa etmek için uğraşıyorlar. bütün o çabayı çıkarsan geriye "insan" namına ne kalır? beslenmek, avlanmak, çiftleşmek ve boş zamanlarında güneşte yatıp bitlerini ayıklamaktan başka işlevi olmayan bir sefil mahluk.

ikarus'un kanatları

frida kahlo

bu, bitmek tükenmek bilmez bir can çekişmeden ibaret olan yaşamımla ilgili olarak şunu söyleyebilirim: ben uçmak isteyip de uçamayan bir kuş gibiydim.

hem de çaresizliğini kabullenemeyen bir kuş gibi. hele bir de, kuşun içgüdüsel olarak kas ve sinir sistemine yayılan denetlenmesi olanaksız bir refleksle kanadının ucunu kaldırmaya, tüylerinin yelpazesini açmaya çalıştığı, yaşamsal atılımın orada olmasına rağmen bedenin buna tepki göstermediği, titreyen kanatlar açılamadan ağır bir biçimde yere indiği düşünülürse..

kanatları uçmasına değil, yalnızca yürümesi için biraz destek almasına yarayan, yere düşmüş bir kuştan -ki bu durumda kanatlar minicik ayaklarla büsbütün orantısız görünür- daha hüzünlü bir görüntü olamaz. kısa bir süre önce alçak bulutlara karışacak kadar hafif olan kanatlar birden öylesine ağırlaşmıştır ki, kurşuni gri bir sokağın ya da bir avlunun çakıllı zemininin mıknatısınkini andıran çekim alanına girivermiştir. çocukken günün birinde küçük bir uçak maketi istemiştim. bunun yerine, kim bilir hangi azizlikle bir melek giysisine sahip oldum. (eminim ki bu fikir annemin aklından çıkmıştı; çünkü uçakları meleklere dönüştürmek daha çok katoliklere yaraşır bir davranıştır.) basit bir şekilde dikilmiş -belki de annem dikmişti, pek anımsamıyorum- altın sarısı yıldızlarla süslü bu beyaz, uzun elbiseyi giydim. sırtımda, meksika'nın her yerinde, hatta tüm yoksul ülkelerde oyuncak ve çeşitli eşya yapımında kullanılan hasırdan büyük kanatlar vardı.

ne mutluluktu o! uçacaktım!

ama bu mümkün olmadı. umutsuzca yere çakılı kalıyor, anlamıyordum. kanatlarım beni havaya yükseltmiyor, korkunç bir ağırlık veriyorlardı. çocuk kalbime dolup taşan tüm umuda karşın uçmam için yapılabilecek hiçbir şey yoktu.

soran gözlerle çevreme bakıyorum. soruma, endişeme, yarım ağızla yanıt veriliyor, biraz da gülünüyordu. az sonra ne söylendiğini anlamaz oldum. yetişkinler olduklarından daha da büyük görünmeye başladılar. bense, kanatlarımla, uçarak, bir an için de olsa onları altımda görmeyi ne çok istemiştim! hepsi bana mantıksız göründü, birer karabasan kahramanı gibiydiler. suratları, mimikleri, sözlerinden kulağıma çalınan parçacıklar kafamda birbirine karışıyordu. ne olduğumu, orada ne yaptığımı kendim de bilemez hale gelmiştim. çevremdeki her şey bulanıklaştı. her neyse, iki gözüm iki çeşme ağlamaya başladım ve gözyaşlarımın buğusunun ardından küçük bir kızın, aynanın öbür tarafında kendi gerçeklikleri içinde yer alan ve hiçbir şeyi anlamamış olan insanlara yöneltilebileceği tüm bedduaları sıraladım.

yaşamımın bu anını, 1938'de yaptığım, "onlardan uçak istersiniz, size hasır kanat verirler" adını taşıyan tabloda görüntüledim; yüzümde düş kırıklığı, elimde düşlediğim uçak, sırtımda iplerle göğe bağlı kanatlar ve yere çakılmış bağlarla bağlı, tutuklu bedenim.

ikarus'un eriyen kanatları gibi benim kanatlarım da birer saman aleviydi. her ikisi de birer yanılsamaydı.

bu, herhalde yazgının bir işaretiydi. geleceğin, ilerdeki dizi dizi özürlerimin bana hazırlayacakları oyunların bir provasıydı.

yazgı

felix pecaut

dışsal olaylara rağmen, ister uçarı veya ciddi, ister bencil veya eliaçık yön olsun, düşüncelerimizin alışık olduğumuz yönüne göre her gün yazgımızı oluştururuz. düşüncenin, duygunun, hayalin isteyerek büzdürülmüş bu kıvrımı bizi yan tutmaya, yollar izlemeye, ruh durumumuza yanıt veren ilişkileri seçmeye sürükler ve böylece yaşamımız, hemen hemen bilgimiz içinde bir yönde veya başka bir yönde kendini belirlenmiş bulur. öngörülemeyen olaylar ne olursa olsun bu yılın bize mutlu bir geleceği getirmesi bize bağlıdır; çünkü mutlu olmak için birinci koşul kendinin efendisi olmak, ne şeylere ne de insanlara bağımlı kalmaktır. bunu, çok uzun zaman önce bilge insanlar söylemişlerdi ve bu eski gerçek her zaman yeni olacaktır. kuşkusuz bu, gerçek mutluluğun gizini içermez -insanın yüreği kendi kendine yetmez- ama mutluluğun temel bir özelliğini gösterir. ve bu kendine egemen olma konumuna ulaşmak ve de onu kusursuz, gerginlik olmadan, gösteriş olmadan uygulamak bir günün eseri olmadığına göre, buna uyum sağlamaya çok erken başlayamazsınız.

16.03.2021

postane

charles bukowski

kadınların bir erkeğin hayatına birden nasıl girdikleri bilinir. biraz soluklanmaya başladığını hissettiğin anda başını kaldırır ve bir başka kadın görürsün.

bazı erkekler karılarına âşıktır.

cüce, harikulade bir kızla evliydi. kız on yedi yaşındayken yarığına coca-cola şişesi sokmuş, sonra çıkaramayınca doktora gitmek zorunda kalmıştı. bütün küçük kasabalarda olduğu gibi şişe hikâyesi duyulmuş, kıza cüceden başka talip çıkmamıştı. kasabanın en güzel amcığı cüceye kısmet olmuştu.

joyce iyi besliyordu beni. bol et. kalın, nefis biftekler. o kancık için şu kadarını söyleyebilirim: yemek pişirmeyi biliyordu. hayatımda tanıdığım bütün kadınlardan daha iyi yemek pişiriyordu. insanın sinirlerini ve ruhunu yatıştırır yemek. cesaret mideden gelir. gerisi umutsuzluktur.

kovmuyorlardı beni. satış elemanları bile hoşlanıyorlardı benden. patronu arka kapıdan soyuyorlardı ve ben sesimi çıkarmıyordum. bu da onların küçük oyunuydu. beni ilgilendirmiyordu. küçük hırsızlıklar bana göre değildi. dünyayı istiyordum ben, aşağısı kesmiyordu beni.

ben hep favori atı geçebilecek atı ararım. favori atı geçebilecek bir at bulamazsam favori ata oynarım.

kadının doğasında vardır hır gür. kirli çamaşırların karşılıklı olarak değiştirilmesinden, bağırıp çağırmaktan, tiyatrodan hoşlanırlar. ardından da karşılıklı yeminler gelir. bu yemin alışverişlerinde pek başarılı olduğum söylenemezdi.

kadınlar acı çekmek için yaratılmışlardı sanki. sürekli sevgi sözleri duyma ihtiyaçları bundan kaynaklanıyordu belki.

"okyanus," dedim, "nasıl da dövünüyor, bir aşağı bir yukarı. ve altında, balıklar, zavallı balıklar birbirleriyle savaşıyorlar, birbirlerini yiyorlar. bizim de o balıklardan farkımız yok; ama biz karadayız, tek fark bu. bir yanlış hamle, işin bitik. şampiyon olmak güzel. hamlelerini bilmek güzel."

15.03.2021

hayat

pedro antonio de alarcon

hayat aşktır, hayat tutkudur. ama bu aşkın, bu tutkunun ideali, şu ya da bu çamurdan bir güzellik olmamalı. hayal görmektesiniz, uzaktakini yakın sanıyorsunuz! hayat aşktır, hayat duygudur; ama hayatın büyüklüğü, asaleti, mucizesi, yeni doğmuş ya da ölmek üzere olan birinin yüzünden süzülen hüzün gözyaşlarıdır; yaşamaya aç ama var olmaktan acı çeken insanoğlunun melankolik yakınması, ahirete duyulan tatlı özlem ya da öte dünyanın dokunaklı hatırasıdır. bu dünyanın saçmalıklarıyla tatmin olmayan yüce ruhların keder ve sıkıntısı, kuşku ve korkusu, başka bir yurdun, bilim ve kudretten daha yüksek bir görevin, nihayet, insanoğlunun gelip geçici büyüklenmesinden ve kadınların zayıf büyülerinden daha sonsuz bir şeylerin varlığını seziyor olmalarından başka bir şey değildir.

14.03.2021

hüzün, sevinç ve coşkunluk için

turgut uyar


"öyle pek derin değil ölüm denilen ırmak
sezmeksizin geçivereceğiz öte yana"
bu kadar bile değil
sezmeksizin yaşanır bile ara sıra
yalnız akşamın alacasında
bir sakız sardunyasının tozunda
birdenbire gümüşhane'de
ya da üsküdar'ın ortasında
yenilgiyle bitince kavga

ölüm ölüm
üstün değilsin aşka

sevinç çılgın bir taraktır saçlarımda
oradan oraya savurur parmaklarımı
caddeleri karışlarım ürkütmez
yarasını okşarım birinin
sevgilimin saçlarını da
ve uzakta bir kış gecesinde
bir mutlunun düşlerine girdiğimi anlarım
birdenbire kars'ta
ya da ordu'nun perşembe'sinde
ürperten bir dalga
ıslatır hepimizi
ıslatır ne kelime

ey dirim
memelerin hep dursun ağzımda

13.03.2021

sanatçı

lawrence durrell

gündelik eylemlerimiz, altın sırmalı ipek üzerine giyilmiş çuval bezinden bir giysi gibidir, derindeki anlamı gizler. bir sanatçı, sanatı aracılığıyla gündelik yaşamda kendisini yaralamış, yenilgiye uğratmış şeylerle mutlu bir uzlaşmaya varabilir; sıradan insanların yapmaya çalıştıkları gibi alınyazısından kaçmak için değil, imgelem aracılığıyla, onu daha tam ve daha uygun biçimde gerçekleştirmek için. bir sanatçı bizim gibi kişisel bir yaşam sürmez, onu gizler, duygularının gerçek kaynaklarına erişmemiz için bizi kitaplarına girmeye zorlar. cinsellik, toplum, din gibi şeylerle uğraşan adamın gerisinde, dünyadaki sevecenlik eksikliğinden akıl almaz derecede acı duyan bir adam vardır.

12.03.2021

uyum

dostoyevski

"her zaman geriye bir şeyler kalır."

her büyük mutluluk, içinde bir parça acıyı barındırır; çünkü yüreğimizde yüksek bilinç doğurur. yüce mutluluk kadar, bilinç açıklığı, acıyı da keskince duymamıza yol açar.

insanların merhametine ve birbirlerine karşı besledikleri sevgiye inanmaktan daha büyük mutluluk yoktur.

köylüler kara cahildir, hiçbir şeyden anlamazlar. köylünün yaşamı müzik, tiyatro, dergi, kitap okuma gibi estetik zevklerden yoksundur.

"köylüye sopa gereklidir, dayak yemeden yaşayamaz, ayaklarıyla gelir, kendi ister: 'beni kırbaçlayınız, efendimiz, adam edin beni, çok şımardım da!' söyleyin lütfen, böyle bir yaradılışta olana ne yapılabilir? ee, değil mi ki istiyor, onu tatmin etmek için vereceksin sopayı."

kendimizi gündelik olayların yarısını unutmaya zorlayarak zihinlerimizi başka tarafa yönlendirseydik ve gerçekte hep yüzeyde aradığımız için hiçbir zaman görmediğimiz derinliklere girebilseydik ne olurdu?

mutluluk salt bedensel aşk heyecanlarında değil, ruhun yüce uyumundadır.

sevginin izini sürün, sevgiyi yüreğinizde biriktirin. sevgi o denli güçlüdür ki bizleri yeniden yaratır.

yeri gelmişken, ne olur ne olmaz diye, burada bir türk atasözünü aktaracağım: "eğer hedefine doğru giderken yolda durup sana havlayan her köpeğe taş fırlatırsan hiçbir zaman hedefine varamazsın." kendimi vaatlerle bağlamayı sevmesem de günlüğümde elimden geldiğince bu bilge söze uyacağım.

11.03.2021

şiir mükafatı

orhan veli kanık

"bizde cumhuriyet döneminde, istiklal marşı için açılan şiir yarışmasını saymazsak, bilinen ilk şiir yarışması 1946'daki chp şiir yarışması'dır." (mehmet h. doğan)

parti'nin şiir müsabakasına 164 şair iştirak etmiş; bunlar arasında da cahit sıtkı tarancı birinciliği, attila ilhan ikinciliği, fazıl hüsnü dağlarca üçüncülüğü kazanmıştı. bu sonuç üzerine her türlü söz söylendi. bazı kimseler cahit sıtkı'ya verilen birinciliğe itiraz ettiler; bazı kimseler onun yazdığı "otuz beş yaş" şiirine hayran oldular. bazı yazarlar cahit sıtkı gibi, fazıl hüsnü gibi sevdiğimiz şairlerin bu müsabakaya katılmalarının müsabakaya daha bir itibar kazandırdığını söylediler; bazı yazarlar birinciliği, daha çok, fazıl hüsnü dağlarca'ya layık gördüler. birçokları da -bu iş en ziyade, konuşmalarda oldu- ikinciliği kazanan attila ilhan üzerinde dedikodular yürüttüler. kimisi dedi ki: "attila ilhan diye biri yoktur. bu bir takma isimdir." kimi: "on para etmez" dedi; kimi de: "hakkı ikincilik değil, birincilikti."

bütün dedikoduları bir tarafa bırakalım. biz bu sonuçtan memnunuz. fazıl hüsnü dağlarca ile cahit sıtkı tarancı gibi iki değerli şairimizin derece almaları bizi gerçekten sevindirdi. ikinciliği kazanan attila ilhan'ın da iyi bir şair olduğunu görüp ayrıca sevindik.

birinciliği kazanan "otuz beş yaş" şiiri için ileri sürülen itirazların başında bu şiirin kötümser, karamsar bir şiir olması geliyor. bu itirazlara karşılık ulus gazetesi yazarlarından biri -bu zat ayrıca jüri üyelerindendir- "otuz beş yaş" şiirinin dünyaya karşı duyulan bağlılığın şiiri olduğunu söyledi. hakkı var. ama biz bir sanatkarın mutlaka kendisine hak verdirecek şeyler söylemek zorunda olduğuna pek inanmıyoruz. güç olan, söylemektir; doğru söylemek değil. "otuz beş yaş" şiirinin kolay söylenir bir şiir olduğunu sananlar, kağıdı kalemi alıp bir yol da kendileri denesinler.

n'eylersin, ölüm herkesin başında
uyudun, uyanmadın olacak
kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında
bir namazlık saltanatın olacak
taht misali o musalla taşında

ikinciliği kazanan attila ilhan bir gazeteye verdiği beyanat arasında en çok sevdiği şairlerin tevfik fikret, mehmet akif ve ahmet muhip dıranas olduğunu söylüyor. ama şiiri daha çok nazım hikmet'e benziyor. bir parça da ondan alalım:

rivayet şöyledir kim
dumanlı bir güz akşamı
şu mor dağlar, efendim
destur demiş de yürümüş
silkinip kalkmış ayağa

fazıl hüsnü dağlarca'yı biliriz. onun kimsenin erişemediği yerlere erişen, kimsenin dokunamadığı tellere dokunan bir hassasiyeti vardır. bu hassasiyeti bize duyuran birçok pürüzlerine rağmen çok hoşumuza giden bir de dili vardı. son zamanlarda bu dili biraz anlamaz olduk. ama, kimbilir, belki de bu, anlayışsızlığımızdır. dağlarca'nın kitabının başlıkları bile şiir. derece alan şiirinde "çakır"ı şöyle anlatır:

"yaşamayı kabullenmiş cihan arasında, bu hissi, canlı ve cansız ne görse ondan ümit ederdi."

üç şairi de tebrik ederim.

tavan arası

gündüz vassaf

20. yüzyılın totaliter evleri, mekânı fonksiyonel biçimde düzenlemelerinin yanı sıra, özgürlüğün kendini en çok hissettirdiği mekânlardan da yoksundurlar. eskiden hemen hemen tüm evlerin tavan arası, kiler ya da bodrum gibi "gizli" yerleri vardı. pek çok insan için tavan arası bir yığın zengin, çılgın, nostaljik, gizemli çağrışımlar uyandırır hâlâ. tavan arası sadece mükemmel bir düzensizlik ortamı değil, aynı zamanda bir kuşaktan ötekine uzanan tarihsel sürekliliğe işaret eden bir yerdi. bir zamanlar yaşamış olanlardan arta kalan bir yığın öteberi, gazeteler, mektuplar, fotoğraflar -hepsi de, her şeyin bir zamanlar nasıl olduğunu gösteren tanıklardı. tavan araları, tarihi çabucak hayata, günümüze getirebilirdi. onların varlığı, bizi anın gereksinimlerine göre biçimlendirmeyi amaçlayan totaliter devlete karşı önemli bir tehditti. tavan arasının yok edilmesi, evin içinde barınan tarihin silinip atılması demektir. nineden kalma oyuncak ayının tek başına yatak odasına yerleştirilmesi ya da eski bir fotoğrafın çerçevelenip oturma odasına konması, tarihin saptırılmasından, bir anakronizmadan başka bir şey değildir.

10.03.2021

düşlem

comte de volney

insanı, insanın tasarladığı gibi yaratmış olan, tanrı değildir. aslında kendi tasarladığı gibi tanrı'yı düşünen, insandır. insan kendi ruhunu ona mal etti, kendi eğilimlerini ona yükledi. bu karışıklık içinde kendi ilkeleriyle kendisini çelişki durumunda görünce de, ikiyüzlü bir gönül alçaklığına bürünerek, aklına iktidarsızlık damgasını vurdu; kavrayışının saçmalıklarına tanrı'nın gizemi adını verdi.

bütün tanrı bilimiyle ilgili kanılar düşlemden başka bir şey değildir. tanrıların nitelikleriyle, eylemleriyle, yaşamlarıyla ilgili bütün bu masallar, yalnızca eğretileme ve söylence örnekleridir. bunların altında çok ince ahlak düşünceleri, ögelerin düzenli çalışmasında göze çarpan doğa eylemlerinin bilgisi, yıldızların hareketleri saklıdır. gerçek olan, her şeyin hiçliğe döndüğüdür. her şey bir kuruntu, bir görünüş, bir düştür. manevi beden değişimi, maddi beden değişiminin mecazi anlamından başka bir şey değildir.

bu sürüp giden oluşumla, aynı cismin asla yok olmayan ögeleri, o cisim dağılınca, başka ortamlara geçerler, başka bireşimler oluştururlar. ruh, yalnızca maddelerdeki özelliklerle ögelerin içinde bulundukları cisimlerde kendiliğinden bir devinim yaratarak düzenli çalışmalarından çıkan bir yaşam ilkesidir.

organların düzenli çalışmasından çıkan, onlarla gelişen, onlarla uyuyan bu ürünün, onlar yok olduktan sonra da yaşayacağını varsaymak, belki tatlı bir düşlemdir; ama sapıtmış bir imgelemden çıkma, gerçek bir düşlem. tanrı'nın kendisi de güdücü ilkeden, varlıkların içine dağılmış gizli güçten, onların özellikleriyle yasalarının toplamından, canlandırıcı ilkeden; tek sözle, evrenin ruhundan başka bir şey değildir.

9.03.2021

yanlış hüküm

marcel proust

en önce keşfedilen güzellikler, aynı zamanda en çabuk bıkılanlardır. kuşkusuz aynı sebepten ötürü: daha önce bildiklerimizden en az farklı olanlar bunlar oldukları için. ancak, bu güzellikler uzaklaştıktan sonra, dimağımıza karışıklıktan başka bir şey sunamayacak kadar yeni olan üslubunun bizim için anlaşılmaz kıldığı, el değmemişliğini koruduğu bir cümle kalır seveceğimiz. o zaman, her gün farkına varmadan önünden geçtiğimiz, bekleyen, sırf güzelliğinin gücüyle görünmez olup bilinmezliğini korumuş olan cümle, en son gelir bize. ama en son terk edeceğimiz de odur. üstelik ona olan sevgimiz, diğerlerinden uzun sürecektir. çünkü onu sevmemiz daha fazla zamanımızı almıştır. zaten biraz derin bir eseri bir bireyin kavraması için gereken zaman, gerçekten yeni olan bir şaheseri kitlelerin sevebilmesi için geçmesi gereken yılların, hatta bazen asırların küçük bir örneği, adeta simgesidir. bu yüzden de dahiler, halkın kavrayışsızlığından kurtulmak için, çağdaşlarının yeterli mesafeden yoksun olduğu gerekçesiyle, gelecek kuşaklar için yazılmış eserlerin ancak gelecek kuşaklar tarafından okunması lazım geldiğini düşünebilirler. tıpkı bazı resimlerin fazla yakından bakıldığında yanlış değerlendirilmesi gibi. ama aslında yanlış hükümlerden kaçınmak için alınan bütün korkakça önlemler faydasızdır. çünkü yanlış hükümler kaçınılmazdır. bir deha ürününün derhal takdir edilmesi zordur. çünkü onu yazan kişi olağandışıdır, ona benzeyen pek az insan vardır. eserin kendisi, onu anlayabilecek ender dimağları zenginleştirerek geliştirecek, sayısını arttıracaktır.