31.03.2014

uzun lafın kısası

theodor adorno: bu dünyanın insanı irkilten yanı korkunçluğu değil, olağan görüntüsüdür.

borges: belki de bizim insan olarak hayatımız bir ormanda sessizce yürüyen bir kaplanın kafasından geçenlerdir.

clarence darrow: cehalet ve fanatizm her zaman iş başındadır ve beslenmeye ihtiyaç duyarlar.

alain: başkalarına ve kendimize karşı iyi davranmak, herkesin yaşamasına yardım etmek ve kendi kendimize yardım etmek: işte asıl din. iyilik mutluluktur. sevgi mutluluktur.

henry david thoreau: en iyi hükümet, en az yöneten hükümettir.

walker percy: evlilik talebi aşkı küçük düşüren bir şeydir. aşkın keyifli bir karşılaşma olması gerekir.

ernesto sabato: televizyon, yoksulların afyonudur.

jean-paul sartre: insan köleler için yazmaz. düzyazı sanatı, düzyazının anlam taşıdığı biricik yönetim biçimi olan demokrasi ile bağdaşır ancak. biri tehlikedeyse, öteki de öyledir.

kürşat başar: bütün bir hayat, onun kucağına yatmış, saçlarımı okşarken benimle konuşmasının yanında hiçbir anlam taşımaz.

pascal: bütün yıkımların nedeni odamızda kalmayı bilmememizdir.

michel bourse: her toplum alışveriş üzerinde temellenmiştir, toplumsal bağın olumlanmasını ve sürmesini tek sağlayan budur.

saltıkov-schedrin: hiçbir acı, karanlıklar içindeki birinin, bu karanlığı yırtıp ışığa kavuşmak için yaptığı bilinçsiz, telaşlı ve güçsüz çabalarından doğan acıdan daha büyük olamaz.

30.03.2014

ravel

jean echenoz

"uykuyu gözlerken uyumak mümkün değildir."

kimi zaman insan banyosundan çıkmak zorunda diye kızar kendine. dökülen saçların sabun köpüklerini sarmaladığı, üstünde keselenmiş deri artıklarının yüzdüğü ılık ve sabunlu suyu terk edip iyi ısınmamış bir evin ürpertici havası içinde insanın kendini bulması tatsız bir şeydir. sonra, bir de insan kısa boylu, ejderha ayaklı, küvetin kenarları da yüksek olursa, bayağı güç bir iştir; bacağı öte yana atıp hedefini arayan bir başparmakla yerdeki kaygan karolara ulaşmak. apış arasına zarar vermemek ve kayıp, pis bir şekilde düşmemek için de dikkatlice hareket etmek gerekir. bu sorunun tek çözümü insanın kendi ölçülerine uygun bir küvet yaptırmasıdır elbette; ancak bu, bir süre önce kurdurulan ama bir türlü istendiği gibi çalışmayan ısıtma tesisatına harcanandan daha fazlasına mal olur. sıcak su eklemek için arada bir musluğu sağ ayakla açmak, böylece termostatı ana rahmi sıcaklığında tutarak küvetin içinde, sonsuza dek olmasa da saatlerce, boynuna kadar gömülü kalmak daha iyi olacaktır.

ne var ki bu böyle süremez; her zamanki gibi buna vakit yoktur, bir saate kadar helene jourdan-morhange gelmiş olacaktır. bu yüzden ravel küvetinden güç bela çıkar, kurulanır, sedef renkli bornozunu üstüne geçirir, katlanır fırçasıyla dişlerini fırçalar, sinekkaydı bir tıraş olur, saçlarının bir tek ayrımını bile ihmal etmeden taranır, gece kaşında biten anten gibi fırlamış asi bir kılı çeker. sonra da tuvalet masasının üstünden, saç fırçaları, fildişi taraklar ve parfüm şişeleri arasında duran birinci kalite kuzu derisinden timsah motifli, içi atlas kapitone, şık manikür çantasını alır ve sıcak suyun tırnaklarını yumuşatmış olmasından yararlanarak, onları canını acıtmadan, tam uygun uzunlukta kesmeye başlar. bir sanatçı elinden çıkmışa benzeyen banyonun penceresinden çıplak ağaçların siyah ve beyaza dönüştürdüğü bahçeye bir göz atar, biçili otlar ölmüş, don fıskiyeyi felç etmiştir. 1927'nin son günlerinden biridir, saatse erken. her gece olduğu gibi az ve kötü uyuduğundan ravel her sabahki gibi nemrut kalkmıştır, ne giyeceğini bile bilmemekte, bu da asabını daha da bozmaktadır.

tuhaf yapılı küçük evinin merdivenlerini çıkar: bahçe tarafı üç katlıdır ama dışarıdan yalnızca birmiş gibi görünmektedir. üçüncünün, yani sokakla aynı hizada olanın sofa penceresinden, geçenlerin kaç kat giyindiklerini inceler, ne giymesi gerektiğine karar vermek için bir yöntemdir bu. ancak montford-l'amaury kasabası için vakit henüz çok erkendir; içinde helene'in bulunduğu, evinin önüne çoktan park etmiş gri renkli, artık çok yeni olmayan, küçük bir peugeot 201'den başka hiçbir şey yoktur sokakta; bir tek insan bile. etrafta görülecek başka bir şey de yoktur; güneş soluk, gökyüzü bulutludur.

26.03.2014

uykuların doğusu

hasan ali toptaş

insanın canı tez, gövdesi ağırdır. ağırlığının yanında tezliğinin pek hükmü yoktur aslında; bu tezlik gerilerde bir yerde, gözlerini pörtleterek sarkık dilli bir yaratık gibi çırpınır durur.

hayatı anlamlı kılmanın başlıca yollarından biri olan hikaye anlatma sanatı; dili kullandığımız, kendimizin dışında başka insanların da var olduğunu bildiğimiz ve zamanın içinde kaldığımız sürece varlığını hep devam ettirecektir. aslında zihin denen fahişe de bir hikaye anlatıcısıdır. görünmeyeni anlatmak hüner değildir, tam tersine bir çeşit kabalıktır ve ayıptır. akıl insanın en büyük yarasıdır.

insan dert denen şeyin ağırlığı altında ezilip unufak olunca, dert çoğu kez o insanın şeklini şemalini alır da, hiç kimseyi iplemeden, uluorta konuşmaya başlar. başlangıçta bir hayli yumuşaktır bu konuşma; içinde ortalama mantığa denk düşen dört başı mamur benzetmelerle buğulu birer elma gibi yuvarlanıp duran anlamlar, derin çözümlemelerle parlak sıfatlar, ani bağlantılarla haklı saptamalar, hatta bütün bunların yanı sıra, kıvrak dönüşlerle uzun sıçramalar vardır. duruşları insanın kalp atışlarında yankılanan rengarenk kelimeler de vardır sonra, gerçeğin her yerdeliğine inanmış serinkanlı cümleler, bir ova gibi genişleyiveren sessizlikler, alçak gönüllü paragraflar ve yeryüzündeki konuşmaların ağırlığında oluşmuşa benzeyen her biri birbirinden lezzetli virgüllerle yerli yerine oturmuş noktalar da vardır.

gel gör ki, meçhul bir el gelip konuşmanın seyrine müdahale etmiş gibi, bir süre sonra her şey değişir. tül perdelerin arkasına gizlenmiş kırık kalpli bir çocuk edasıyla sakin sakin konuşan dert birdenbire şirazeden çıkıp insanı afallatacak derecede çirkinleşir de, sürekli ateş püsküren sipsivri bir dille oraya buraya acımasızca saldırmaya başlar bir bakıma. saldırınca da, hiç ayrım yapmadan önüne gelen herkesi suçlar. suçlamaktan da öte, kökleri insanoğlunun ilk anına dek uzanan korkunç bir intikam duygusuyla kıyasıya tırmalar her şeyi ve herkesi, kıyasıya hırpalar, kıyasıya yaralar ve sonuçta ortalığı orasından burasından kat kat dumanlar tüten, uçsuz bucaksız bir savaş alanına çevirir. öyle ki, çığlık çığlığa parçalanmış kalpler yüzer artık bu savaş alanını kaplayan kan göllerinin içinde. kalplerle birlikte ölmüş dostluklar yüzer sonra, dostluklarla birlikte ezilmiş duruşlar, duruşlarla birlikte yok olmuş umutlar yüzer.

insan denen yaratığın akıl almaz labirentler, ürkütücü dehlizler, zifiri karanlık kuyular ve birbirine açılan meçhul genişliklerle dolu ruhunda, hayatını masala dönüştürmek gibi tuhaf bir eğilim vardır. bu eğilim, zaman zaman başka eğilimlerin gölgesinde kalsa, zaman zaman karın doyurma çabasının ağırlığı altında pestil gibi ezilse ve yıllarca ortalıkta gözükmeyip unutulsa da, günü saati gelince ne yapar eder, bir şekilde nükseder. ne kadar direnirse dirensin, akla gelebilecek hangi yolu denerse denesin, eninde sonunda herkes kendini bu eğilimin pençeleri arasında köpekler gibi kıvranırken bulur bir bakıma. bulunca da, durup dururken bir süs iğnesi gibi, toprak altından çıkarılmış binlerce yıllık bir çanak gibi ya da böcek, çiçek ve kuş gibi ne işe yarayacağını bilmediği eften püften bir şeyi kafasına takıp hayatının anlamını tepeden tırnağa değiştirmeye kalkar. üstelik, çoğu kez farkına bile varmadan, hayatını eskisi gibi sürdürüyormuş duygusuyla yapar bunu.  yapar yapmasına ya, can havliyle oradan oraya koşmaktan, dağ bayır gezmekten, günlük hayatın dayattığı her şeyi bir yana bırakıp sadece kafasına taktığı nesneyi düşünmekten ve işte bütün bunların ortasında zavallı bir böcek çaresizliğiyle debelenip durmaktan da bir hayli yorgun düşüp perişan olur tabi.

"şad olup gülmedim eller içinde
soldu benim gülüm güller içinde"

her şeyden korkuyorum aslında. ilkin, insanların büyük kötülüklere yol açan iyilik anlayışlarından korkuyorum. sonra, kendini çocukların varlığında yenileyen hayatın acımasızlığından, bu acımasızlığın üstünü örten masumiyetin derinliğinden ve kapı kilitlerinden korkuyorum. sonra, canlı olmanın aczinden, bu aczin doğurduğu kaçınılmaz sonuçlardan, sokaklardan ve insanların içinde uğuldayıp duran çok ağızlı kuyularla bu kuyuların karanlığından korkuyorum. insanların varlığını eksilterek onları tamammış gibi gösteren şehrin abuk sabuk görüntülerinden korkuyorum. patronlarının diliyle konuştuklarını fark edemeyen ezik ruhlu kapı kullarının gururundan ve bu gururun girebileceği çeşitli kılıklarla bu kılıkların insana alçak gönüllülükmüş gibi gözüken kıvamından korkuyorum. hayatımızın içinde gezinip duran tanklardan, helikopterlerden ve uçaklardan korkuyorum. bir insanın her şeyi bilebileceğini sanan kıt akıllı adamların, geçmişlerini başkalarının geleceğinden geri almaya çalışan kırkını aşmış çocukların ve hemen her fırsatta yaralı güvercin rolü oynayan kadınların yanı sıra ben uzun ömürlü neşelerle uykulardan da korkuyorum.

25.03.2014

granit ve gökkuşağı

virginia woolf

yaşam, onu ifade etmeye çalışan bizlerden her zaman ve kaçınılmaz olarak daha zengindir.

katherine mansfield: bölünmüş bir benlikten değerli bir şey ortaya çıkamaz.

yokuş dik olsa da, tepenin üstünde durduğumuzda ödül bizimdir.

gerçek okuyucu aslında gençtir. oldukça meraklı, fikir sahibi, açık görüşlü ve iletişim becerisi olan bir kişidir; bu kişi için okumak, kuytu köşelerde çalışmak yerine açık havada yapılan canlı bir egzersizdir. anayolda yorgun argın yürür; atmosferin nefes alınamayacak kadar inceldiği noktaya kadar tepeler üzerinde daha da yükseklere tırmanır; onun için okumak hiç de sabit bir eylem değildir.

"düzyazı, esas olarak akla; şiir ise duygulara ve hayal gücüne seslenme aracıdır."

george meredith: katıksız realizm en iyi ihtimalle gübre sineği yetiştiricisidir.

eğer yazarlar değerli kişilerse asla tavsiye almazlar. her zaman riske girerler.

zarif ve görgülü ruhlar bu dünyaya ait değillerdir.

kadınların yazdığı romanların hâlâ en zayıf olduğu nokta şiirsellikleridir.

22.03.2014

yalnızlık

veysel çolak


taş öğreticidir, aşınarak da olsa, sokaklar uğultulu
silaha direnen etim yorgun, acıdan bir deri üstümde
belki de bir söylence.. ama
kurduğum düşler bir çocuğun büyüyen kalbinde
hiç değilse bu ırmak sende kalsın
yalnızlık bu, yanar durur düştüğü yerde

20.03.2014

pasajlar

walter benjamin

mal denilen fetişe hangi dinsel tören kurallarıyla tapılacağını moda saptar. moda, organik dünyayla çatışkı içerisindedir. canlı beden ile anorganik dünya arasında bir tür pezevenklik yapar. cesetlerin hakkını canlılarda gözetir. anorganik dünyanın cinsel çekiciliğinin boyunduruğundaki fetişizm, modanın can damarıdır. mal kültü, bu can damarını kendi hizmetine alır.

kitleler, kendilerini oyalayacak bir şeyler ararlar; oysa sanat, izleyicisinden kendini toplayıp yoğunlaşmasını ister.

"insan doğasının en ilginç özelliklerinden biri" der lotze, "bireyin bunca bencil oluşuna karşın, her şimdiki zamanın kendi gelecek zamanı karşısında kıskançlıktan bunca yoksulluğudur."

"her fabrikatör fabrikasında, kölelerinin arasındaki bir çiftlik sahibi gibi yaşamaktadır."

senancour: insanoğluna bir başkent, mutlaka gerekli değildir.

charles baudelaire: uygar dünyanın günlük şoklarıyla ve çekişmeleriyle karşılaştırıldığında, ormanın ve bozkırların tehlikelerinin lafı mı olur? insan, kurbanını ister bulvarda yakalasın, ister balta girmemiş ormanlarda avlasın, burada da, orada da yırtıcı hayvanların en yırtıcısı olarak kalmaz mı?

baudelaire alacaklılarından kaçarken, café'lere veya okuma mekanlarına sığınıyordu. kimi zaman iki evde birden oturduğu da oluyordu; ama kira ödeme günü geldiğinde, bir üçüncü evde, arkadaşlarının yanında kalıyordu. böylece, kentte dolaşıp duruyordu. yattığı her yatak, onun için bir "serüven yatağı" oluyordu. crépet, 1842 ile 1858 arasında paris'te, baudelaire'e ait 14 adres sayar.

mutludur fahişelere aşık olan
doyuma ermiş ve özgürdür
bana gelince, kırılmış kollarım bütünüyle
yukarıdan geçen bulutlara sarılmaktan (charles baudelaire)

victor hugo: sürgün, yalnız başına  durduğu o büyük, yazgıyla dolu ülkelere nasıl bakıyorsa, halkların geçmişlerine de öyle bakar. kendini ve yazgısını olayların içine yerleştirir; o olaylar gözünde canlanır ve doğa güçlerinin, denizin, aşınmış kayaların, gökyüzünde süzülüp giden bulutların ve doğayla ilişki kurmuş, yalnız, dingin bir yaşamın içerdiği başkaca yüceliklerin varlığıyla kaynaşır.

viraneye dönmüş evlerin panjurlarının ardında
gizli zevklerin saklandığı eski varoşlar boyunca
acımasız güneş indirdiğinde peş peşe darbelerini
kente ve kırlara, çatılara ve buğdaylara
yürürüm düşlerimde tek başıma kılıç oynatarak
ve kokusunu alarak her köşede yeni bir uyağın
kaldırım taşlarına takılır gibi tökezleyerek sözcüklerde
kimi zaman da çarparak nicedir düşlediğim dizelere (charles baudelaire)

karl marx: emek, bütün zenginliklerin ve kültürün kaynağıdır.

kişiliğinin çevreyi tedirgin eden yanlarını bir maniyere dönüştüren baudelaire, insanlardan uzaklaşması ölçüsünde güç erişilebilir olduğundan, yalnızlıkların en derinini yaşadı.

kim bilir, belki de düşlediğim yeni çiçekler
bir kıyı gibi yıkanmış bu topraklarda bulur
onlara güç kazandıracak gizemli besinlerini (charles baudelaire)

19.03.2014

faili meçhul öfke

adnan gerger

namus, inanç, töre, kan davası gibi yargılarla kıskançlık, konukseverlik, yardımseverlik gibi yargıları karıştırmamak gerekir. evet, her ne kadar tüm değer yargıları bir zincirin halkaları gibi iç içe geçmiş olsa da.. her bir halkayı iyi algılamak gerekir. toplumsal değer yargılarını ve geleneksel yaşam biçimini bilinçli biçimde özümlemek, sahiplenmek zorundayız. egemen güçler, bu ve diğer tüm yargıları devamlı olarak çarpık bir biçimde kışkırtır, insanların bu bilinçle yoğrulmalarını ve ömür boyu taşımalarını ister. bunun içindir ki toplumsal değer yargılarında olduğu gibi çoğu zaman gelenekler, görenekler de istismar edilir. anadolu insanının günlük yaşamının bir parçası olan başörtü, nasıl türbana dönüştürülerek siyasi simge haline getirilip insanlara dayatılmak istenmişse kıskançlık gibi ilkel olgular da çok rahatlıkla kötüye kullanılabilir. kıskançlık daha çok namus kavramıyla eşleştirilir. kıskançlık da diğer toplumsal değer yargıları gibi yozlaştırılarak, bağnaz hale getirilerek ve vurma-kırma kültürüyle harmanlanarak bu toplumun genetik kodlarına yerleştirilmek istenir. amaç bu konuda da diğer konularda olduğu gibi insanların beyinlerini boşaltarak biat eden ve düşünmeyen insanlar yığını oluşturmaktır. töre ve namus cinayetlerinin özünde işte böyle bir kültür yatar. böylelikle cahil insanları bu tür kavramlarla rahatlıkla oyalayabilirsin, kolayca yönlendirebilirsin. üstelik hoşgörü kültürünün esamesinin okunmadığı bir toplumda kıskançlık daha bireysel bir olgudur. insanın kendisine daha aittir, insanın kendisine daha özgüdür. sanıldığından daha yaygındır ve büyük sorundur.

julius fuçik: gerçek hayatta seyirci yoktur; herkes katılır bu yaşama.

"ankara emniyeti'nin üzerine geliyorlar, gelecekler. hiçbir açık vermeyin. siz hiç merak etmeyin. biz bu vatanı seviyoruz. ne yapıyorsak bu vatan için yapıyoruz. bu ülke bizim. demokratik talepler adına bu ülkeyi zayıflatmak isteyen dış güçler var. ifade ve düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğü diyerek bizi içten içe çürütecekler. bunlara müsaade etmeyeceğiz. bunu hepiniz bilin."

konstantin simonov: bütün sır, senin, başkalarının bilmediği gibi beklemeyi bilmende.

ekip otosuna alınması istenen kişi, başmüdür emin'in ajan gibi kullandığı eski sabıkalı vatandaşlardan biriydi. bu insanları muhbir gibi kullanmalarının yasal dayanakları yoktu ama bu, güvenlik birimlerinin sıkça başvurdukları bir yöntemdi. gizli kapaklı yürütülen ve yasal dayanağı olmayan yöntemlerdi bunlar. bu kişiler bazen operasyonlara katılırlar, operasyon yaparlardı. bazen insanları kaçırır, sorgular ve öldürürlerdi. kaçırıp sorguladıkları ya da öldürdükleri insanları "örgüt sempatizanı" ya da "örgüt yardakçısı" diye yaftalamaları yeterliydi. soruşturma yapmaya, yargılamaya gerek duyulmazdı. ülkenin bir korku ülkesine dönüşmesi herkesin işine geliyordu. bu kişiler, kendilerini devlet gibi görüp rant getiren bütün işlerde söz sahibi oluyor, gayrımeşru işler yapıyor, bazıları da çeteleşiyordu. birçok operasyonda kilit rol oynadıkları ve çok şey bildikleri için o bölgenin emniyet güçleri de bu kişilerin yasadışı faaliyetlerine mecburen göz yumuyordu. bu kişiler için geçerli savunma hep aynıydı. bu kişilerin vatansever oldukları, onların sayesinde bölücü ve hain terör örgütlerinin çökertildiği söyleniyordu. bu kişilerin haraç alma, adam kaçırma, çek-senet, kumar, ihale yolsuzlukları gibi özellikle büyük rant sağlayan suç organizasyonlarında yer alması bu kişileri kullananlar için çok önemli değildi. her türlü yasadışı yol, yöntem mübahtı. bazen örgütlerin içine adam sızdırarak onları da istedikleri gibi yönetmeye kalkışırlardı, bazen de yine bu örgütlerle mücadele etmek adına, kendilerinin kontrolünde, resmen illegal bir örgüt kurdururlardı. dinci, sağcı, solcu ideoloji kisvesi altında yapılandırılırdı. bazen de dağıtılan bir örgüt yeniden canlandırılır ya da o örgütün uzantısı olarak yeniden yapılanma oluşturulurdu. gelecekte ortaya kaotik bir durum çıkarmak için bu örgütleri ellerinde bir koz olarak tutarlardı. her şey yıllar öncesinden hesaplanır, planlanırdı. zamanı gelince pandora'nın kutusundan çıkartılır, senaryo hayata geçirilirdi. ülkenin özellikle son 40 yıllık tarihi "komplolar bileşkesi"nden oluşuyordu. bu yöntemler, her dönem faili meçhul bir öfkeye dönüşürdü.

kitap da ekmek kadar gerekli, insanca yaşamamız için.

toplumsal sorunların temelinde ekonomik sorun yatar. en temel çelişki olan ekonomik sorun, ancak insanlarda oluşan sınıfsal bilinçle çözümlenir. bu sınıfsal bilincin oluşmasında işçi sınıfı lokomotif vazifesi görür ve toplumsal kurtuluşu hazırlar. bu nedenle bizim gibi ülkelerde sendikal mücadeleler yok edilmeye ya da sulandırılmaya çalışılır.

aşk sorgulanmaz; sorgulandığında aşk, aşk olmaktan çıkar, mantıksal ilişkiler yumağına dönüşür.

eric blondel: sevmek, arzulamak, kafada kurmaktır: şeyleri oldukları gibi görseydik hiçbir şeyi sevemezdik belki de.

aşk bir inançsa eğer, dar görüşlü bir inanç olabilir ancak; çünkü hiçbir inanç öfkesini onu kabul etmeyenler ve inançsızlardan çıkarmaktan alıkoyamamıştır kendini. başka bir deyişle, insan bir şeye inandığı anda, o inancın gücü, tüm seçenekleri kendiliğinden yok etmek durumundadır.

hayat acıların bileşkesidir.

ibn arabi: ayrılığa ulaşabilseydik ona kendi acısını tattırırdık.

16.03.2014

devlet ana

kemal tahir

uçlarda postu kurtarayım dersen, önce oku atacaksın, sonra kimi vurduğuna bakacaksın.

aslında pusu yeridir buralar. ya pusudasın, ya pusuya bilmeden uğramaktasın.

ekmek eskilerde aslanın ağzındaymış, şimdilerde işkembesine inmiştir. pençe salıp ele geçirilmesi cihan pehlivanlarına kalmıştır.

bir ülkede düzen bozulursa, her şey bozulur.

batak iz saklamaz, sazlar nişan tutmaz.

"iste, verilecektir. ara, bulacaksın. çaldığın kapı sana açılacak."

insan bir anlamda bütün insanlığa, yani, kendi kendine gerçekten düşman olmadıkça, doğanın, anlamını büsbütün yitirmiş bir parçasıyla bu kadar kaynaşamazdı.

ahilikte miras yürümez, babanın kazandığı oğula geçmez ve de herkesin kendi kazanması kanundur. ama kazanmak kolay, tutmak çetin. yüz yıl çabaladın, kazandın, bir gün şaştın, yaramazı işledin, gitti gider.

itle dalaşmaktan çalıyı dolaş.

kılığı düzgün olanın sözü güçlü olur.

azdan az gider, çoktan çok.

okun ilki hedefe yapışmadan, ikinci yarı yolda, üçüncüsü yayda..

bize dildar gerek dünya gerekmez
bize mana gerek dava gerekmez

gerçek mertliği hiçbir nesne bozamaz.

bir devletin gideri gelirini aştı mı, rezilliği, hızır peygamber gelse önleyemezmiş.

sakın olma sen aman dört beldenin birinden
darende'den, kemah'tan, erzincan'dan, gürün'den

senin bildiğin kadar benim unuttuğum var!

koyu lacivert gökte, ışıklı bir iz bırakarak bir yıldız aktı.

tutkusuna gem vuramayan kısa yaşar.
gem de vurdu mu, yaşasa da bir, yaşamasa da..

koca tanrı, "atı yaratsam" demesiyle, elini uzatıp güney yelinin yakasını kavradı.

yayalık atlılıktan iyi, derlerse, diyene bakacaksın, yaya demekteyse buna hiç inanmayacaksın, atlı demekteyse, büsbütün inanmayacaksın!

insanlar ne yana gitseler, ölümlerine doğru giderler.

* padişah dahi, kullukçularına iyiliği ve nimeti endazeyle vermek gerek ki, korku ile umut arasında yaşayalar.. ne yoksulluk yüzünden kaçıp düşmana varalar ve ne baylık ve mallık yüzünden azalar ve padişaha asi olalar..

* benim, kendime öğütçü.. kendi nefsimden daha doğru kim ola.. bu ara, öğüt yeridir eğer makbul düşerse ve mesel vaktidir eğer akıl gücüyle dinlenirse..

* fesat ve zalim kişinin sırrını gizlemek ol kötü işte onunla ortaklık göstermek olur.

* söz ademde gizli değil, illa adem sözde gizlidir. zira ki, söz ademe perdedir, imdi bilmiş ol ey oğul, söz ulu nesnedir, sen dahi söz ulu bil ki, gökten gelmiş nesnedir..

* bir kişi duvarlı evceğizi içinde bir padişaha benzer.. içki meclisinden şöyle kalk ki, daha iki üç kadeh içmeye gücün ola, pes, sakın, tokluk lokmasından ve sarhoşluk kadehinden..

* konuktan özür dileme ki, özür dilemek pazar halkının işidir. aşk yiğitlerin oyunudur. pirler aşık olursa hiç özürü yoktur.

manzaradan parçalar

orhan pamuk

insanın hayatı, kitaplarından daha değerlidir. ama hayata anlam ve değer veren şey bu kitaplardır.

benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelir bana.

her erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlar.

2006 dünya kupası'nda elemeleri kaybedince, isviçreli futbolculara maçtan sonra saldırdık. bunun gazetelerde yazılış şekli hiç de ahlaki değildi ve türkiye için de kötü oldu. türk futbolu türk milliyetçiliğine yarıyor, türk milletine değil.

futbol -din gibi- herkesle birlikte tadına varılacak bir şey. yalnız bir romancının değil tesellisi, eğlencesi bile olamaz.

sinek asını hiçbir zaman bulamazsın. hile el hareketlerinde değil, kağıtlarda.

modern çağın çözümleyici (analitik) felsefesi, düşünmeyi kelimelerle ilişkilendirerek, görmeyi duyumsal ve çocuksu bir şey olarak küçümsedi.

yeni bir hayat, her zaman daha güzel bir manzaradır.

son yüzyılda kitapları yasaklamak, yakmak, yazarları öldürmek, hapse atmak, onları vatan haini ilan edip sürgüne yollamak, basında hep bir ağızdan yazarları aşağılamak türk kültürünü zenginleştirmedi, tam tersine fakirleştirdi. devletin yazar ve kitap cezalandırma alışkanlığı hala devam ediyor.

yazının güzelliği için her zaman kötü yazan adam olmaya hazır olmuşumdur. mesele yazı güzel olsun, ben kötü adam olayım.

kitapları kapaklarına bakarak alan okurlara ve bu okurlar için yazılmış kitapları küçümsemeyen eleştirmenlere daha çok ihtiyacımız var.

kitap okuyarak, düşünerek, tek başımıza yaratıcı bir şekilde ve özgürce kafamızı kullanarak dünyayı kavrayabileceğimize ilişkin iyimser inanç, modern edebiyatın ve bireysel özgürlük duygusunun da başlangıcıdır.

büyük şair, içinden gelen sesi tanıyan, ona güvenen, kendine ve söyleyeceği sözün gücüne güvenen kişidir. içimizden geleni dinlemeyi öğrendiğimiz anda, ister şair olalım, ister romancı; şiirin, romanın olması gerektiği gibi, yazılması gerektiği gibi yazıldığını da hissederiz.

bütün büyük yazarlar söyledikleri şeylerle değil, söylemedikleriyle mutlu ederler bizi.

dadaistler bize sanatın öncelikle, daha önce hiç bir araya gelmemiş şeyleri bir araya getirmeye kalkışmak olduğunu öğretmişlerdir. iyi sanatın veya farklı sanatın başlangıcında dadaist bir fikir yatar.

benim için mutluluk bir yandan kalabalık bir ailenin gürültüsünü işitip güvenini ve şefkatini hissederken, insanın aynı zamanda yalnız kalıp kağıtla kalemle, boyayla fırçayla kendine yeni bir dünya yaratmak için sabırsızlık; hatta öfke duyması demektir.

otobiyografi bir hatırlama yolu değil, unutma biçimidir.

şizofreni insanı akıllandırır. gerçekle ilişkinizi kaybedebilirsiniz; ama şizofreniniz sizi endişelendirmemeli. eğer bir tarafınızın bir diğer yanınızı öldüreceği sizi fazla endişelendiriyorsa, sonunda tek bir ruhla kalakalırsınız. bu, hastalığın kendisinden daha kötüdür.

romancı bir cemaate ait olmayan, cemaatin temel içgüdülerini paylaşmayan, tecrübe ettiğinden başka bir kültürle düşünen ve yargıda bulunan bir kişidir. ait olduğu cemaatten başka bir bilince sahip olduğu anda dışarıdadır, yalnızdır. metninin zenginliği de hem dışarıda olanın hem içeride olan bir gözlemcinin bakışından gelir.

kitaplarınızın gelecekte bir etkisi olacağı inancı bu hayattan zevk almanızı sağlayan tek teselli.

orijinalliğin, özgünlüğün formülü son derece basittir: daha önce bir araya gelmemiş olan iki şeyi bir araya getirmek.

ne kadar da umutsuzdur bazan hayat, ne kadar acımasız.

15.03.2014

brida

paulo coelho

kuşkulanmaktan hiç vazgeçme. kuşku duymayı bırakırsan artık ilerlemiyorsun demektir. insan olmak demek kuşku duymak; ama yine de yoluna devam etmek demektir.

çok az insan yolunu bulacak kadar cesurdur. onlar kendilerinin olmayan bir yolu izlemeyi yeğlerler. herkes yetenek sahibidir; ama bunu görmemeyi seçerler. yeteneğini kabul edip onunla yüzleşmen dünyayla yüzleşmen demektir.

olağanüstü deneyimler yaşarız ve aradan daha iki saat geçmeden bunların sadece hayal ürünü olduğuna kendimizi inandırmaya çalışırız.

yolunu bulduğun zaman korkmamalısın. hata yapacak kadar cesur olmalısın. hayalkırıklığı, yenilgi ve umutsuzluk tanrının bize yol gösterme araçlarıdır.

görünenle görünmeyen arasındaki köprüyü yok etmenin en iyi yolu duygularını açıklamaya çalışmaktır.

duygular yaban atlarına benzer.

bazen sırf inanmadığımız için bir yoldan vazgeçeriz. bu çok kolaydır. o zaman yapmamız gereken tek şey, o yolun bizim için doğru yol olmadığını kanıtlamaktır. ama bir şeyler olmaya başlayıp da yol kendisini bize gösterince devam etmekten korkarız.

ilerlememizi sağlayan, açıklamalar değil yola devam etme isteğimizdir.

dünyada hiçbir şey tamamen yanlış değildir. durmuş bir saat bile günde iki kez doğru saati gösterir.

tanrının çobanlara özel bir sevgisi vardır. onlar doğaya, sessizliğe, sabretmeye alışık insanlardır. evrenle iletişim kurmak için gerekli meziyetlerin hepsine sahiptirler.

yalnız yaşayanlar zaman kavramını yitirirler; saatler uzun, günler sonsuzdur.

büyü bir köprüdür; insanın görünür dünyadan görünmeyen aleme geçmesini ve her iki dünyanın derslerini de öğrenmesini sağlayan bir köprüdür.

"şeytan ayrıntıda gizlidir." (alman atasözü)

bu dünyadaki her şey kutsaldır ve bir tek kum tanesi görünmeyene uzanan köprü olabilir.

ermiş, ancak vermek yoluyla almayı becerebilenlerin cesaretine sahiptir. ermiş, insanların sürekli olarak su çekebildikleri dipsiz bir kuyudur. kuyu kuruyacak olursa, başkaları susamasın diye ermiş kendi kanını verir. ermiş, teslimiyet yoluyla dünyanın bilgeliğini keşfeder.

kendini insanlara gerekli, yararlı biri olarak görmek, insanoğlunun tadacağı en güzel duygudur.

yaşamında önemli bir şeyle karşılaşınca bütün öteki önemli şeylerden vazgeçmen gerekmez.

aşk, görünenle görünmeyenin arasında, herkesin bildiği tek köprüdür. evrenin insanlara her gün öğrettiği dersleri tercüme etmenin en yetkin dilidir aşk.

14.03.2014

gecenin sonuna yolculuk

louis-ferdinand celine

ah dostum! inanın bana, bu dünya aslında tamamen insanlarla taşak geçmek için yaratılmış koskocaman bir kandırmacadır.

en uzağa giden kişi tek başına yolculuk edendir.

herkesin kendi mahrem sefaletinden kaçmak için haklı nedenleri vardır ve hepimiz bunu başarmak için koşulların içinden çekip çıkardığımız şu ya da bu kurnazca yola başvururuz. ne mutlu kerhaneyle yetinebilenlere!

her iffetin kendi tiksinç edebiyatı vardır. 

yaşam bundan ibarettir, gecenin içinde son bulan bir ışık parçası. 

bencillik biraz olsun üzerimizdeki baskısını azalttığında, son yolculuk saati gelip çattığında, insan sadece, erkekleri ama tek bir erkeği değil, bu siz dahi olsanız, tüm erkekleri gerçekten azıcık da olsa seven kadınların anısını saklıyor yüreğinde. 

insan gençken ve bilmezken her şeyi gönül yarası sanıyor. 

elinin altında ne varsa onunla sarhoş olmaya çalışır insan.

kahramanlık türküleri, savaşa gitmeyenleri, dahası savaş sayesinde anormal derecede zenginleşmekte olanları hiçbir direnişle karşılaşmaksızın teslim alır. hep böyledir.

gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir.

insanın, kendi sızlanmalarına kesin bir son verecek cesareti olmadığı sürece, kendini her gün biraz daha iyi tanımaya katlanması gerek.

güzellik; alkol ya da konfor gibidir, alışırsınız, sonra da artık aldırış dahi etmezsiniz.

gerçek insani soyluluğu veren, kim ne derse desin, bacaklardır, hiç sekmez.

kimi işler vardır, o kadar ters giderler ki düze çıkma umudu kalmadığı için borç almayı dahi düşünmezsiniz.

ev sahibi dediğin, bok üstü boktur. o kadar.

insan bir yerde takılıp kaldıkça nesneler ve insanlar iyice yozlaşıyorlar, çürüyorlar ve sırf sizin hatırınıza leş gibi kokmaya başlıyorlar.

ihanet demesi kolay. ama bunu yapabilmek için fırsatları da değerlendirmeyi bilmek gerek. ihanet etmek, bir hapishanede pencere açmaya benzer. herkes bunu yapmak ister ama gerçekten yapılabildiği nadirdir.

hayat devam ettiği sürece kavuşmak olanaksızdır. sizi oyalayan fazlasıyla renk ve çevrenizde hareket eden fazlasıyla insan vardır. ortalık sessiz olmadan kavuşamayız; yani iş işten geçtikten sonra, ölüler gibi.

aile dediğin her işe yarar, suratına bakılmaktan gayrı. her şey bir tarafa, babanın gücü, mutluluğu, ailesini asla suratına bakmadan öpmektir, bu onun şiiridir.

acımız, o büyük olanı, böyledir işte, bir oyalanmadır.

yaşam yalanla dolup taşan bir çılgınlıktan ibaret olduğuna göre, insan ne kadar uzaktaysa, yalanlarına ne kadar çok şey katabiliyorsa o kadar mutludur; bu da doğal ve olması gereken bir şeydir. hazmedilmesi zor olan gerçektir.

bir aileye, akrabaları olsun olmasın, bir insanın alt tarafı sürüncemede kalmış bir kokuşmuşluktan ibaret olduğunu asla anlatamazsınız. çünkü sürüncemede kalmış bir kokuşma için ödeme yapmayı reddederler.

kahramanlık öyküleri, belden aşağı öyküler gibidir; dünyanın tüm askerleri bundan her zaman hoşlanmışlardır. 

aşırı kanaat sahibi olmaktan beter hiçbir şey yoktur.

süreklilik arz eden kimi küçük ahlaki ve fiziksel kusurların varlığı kölelerin kötü kaderini haklı çıkarmaya yarar. böylece de dünyanın düzeni daha iyi işler; çünkü herkes hak ettiği yerde duruyordur.

asıl korkulması gereken, insanlardır; yalnızca onlar.

bazı kadın belsoğuklukları umulmadık bir mutluluğa dönüşürler. durmadan hamile kalmaktan korkan bir kadın, başarıya giden yolda asla çok ilerleyemeyecek olan bir tür iktidarsızdır. 

ilginç olan her şey karanlıkta geçer. hiç bilinmez insanların gerçek hikayesi.

insan sonunda nelerle tatmin olmaya razı oluyor, yaşamın bize teselli niyetine bahşettiği kırıntılarla.

bilirim deppoyları

cevat çapan


güz -geceye yönelmiş bir saati güzün
gözleri bulutlara takılı
iskele nerdeyse uzaklaştı vapurdan
bir martı bakışların içinden süzülüp
bir başka martıya değiyor
sular mı, hava mı ormandan boşalan
dokunsan, gözleri çiçek dürbünü
yürüsen, bitmeyen bir mağara karanlık
yosun basamaklı uzak kuleden
belirsiz adımlarla iniyor gece
sözleri çalgısız bir şölenin artığı
bir yerde bir tavşan, ürkek-
bir avcının duyulmayan türküsü
sevinse, üç el silah atsa havaya
susuyor -paslı bir tabanca öfkesi
şimdi yollar toz çamur arada
taraçanın altında atkestaneleri
güz -mektupsuz, habersiz günleri güzün
barış askerleri talimden yorgun
nerde bu köhne gecenin kundakçıları

12.03.2014

az

hakan günday

bazı insanlar diğerlerine göre çok daha kırılgan olurlar. ölümü sırtlarında bir çanta gibi taşıyıp yorulduklarında önce onu açarlar.

dünyanın en seksi kadınları onlar olmalı: müslüman kadınlar. baksana, o kadar seksi olmalılar ki, her yerlerini kapatıyorlar. yani bir açsak kendimizi, tutamayacaksınız kendinizi, diyorlar bize. üzerimizdeki kumaşları çıkarırsak, kendinizi kaybedersiniz, demek istiyorlar biz erkeklere. insan, dünyanın en güzel kadını değilse niye saklasın kendini? tecavüze uğramaktan korkuyor olmalılar. şöyle düşün, sen hiç nüdist olan güzel bir kadın gördün mü? yok! belki de müslüman kadınlar, bir çeşit silah gibidir. ölümcül bir silah gibi. o kadar ölümcüller ki, kılıflarından asla çıkarılmıyorlar. nükleer bombalar gibi. asla ateşlenmiyorlar ama oradalar. yani ortaya bir çıksalar dünyanın sonu olacak. herkes onların kölesi olacak. belki de tutsak alınmış amazonlardır.

maddenin hallerinden biri de olağanüstü olanıdır.

11.03.2014

karanlık oda

sadık hidayet

ben hiçbir zaman başkalarının zevkine ortak olmadım. ya katı bir duygu ya mutsuzluk duygusu engel oldu bana. yaşam derdi, yaşam güçlüğü. bütün sorunların içinde en önemlisi insanlarla uğraşmak. kokuşmuş toplumun şerri, yiyecek giyecek belası, bunların hepsi, durmadan gerçek varlığımızın uyanmasına engel oluyor.

vaktiyle onların arasına karışmıştım; başkalarını taklit edeyim dedim. baktım, soytarıya dönmüşüm. adına zevk dedikleri her şeyi denedim; gördüm ki başkalarının zevki bana yaramıyor. her yerde, her zaman yabancı olduğumu hissettim. diğer insanlarla aramda en ufak bir ilgi dahi yoktu. başkalarının yaşam tarzına ayak uyduramazdım. kendi kendime derdim ki hep: bir gün toplumdan kaçacağım; bir köyde, gözden ırak bir yerde kendi köşeme çekilip yaşayacağım. ama inziva hayatını şöhret için istemiyordum. kendimi birinin düşüncesine mahkum etmek, birinin taklitçisi olmak değildi istediğim. nihayet zevkime göre bir oda yapmaya karar verdim. sadece kendimin bulunacağı, düşüncelerimin dağılmayacağı bir yer.

aslında ben tembel tabiatlıyım. çalışıp çabalamak kof adamların işi. kendi içlerindeki çukuru doldurmak için yoksul insanların malına mülküne sarkarlar. benim atalarımın da içi boştu. çok çalıştılar, çok zahmet çektiler; sonra düşünüp baktılar kendilerine ve zamanlarını tembellik içinde geçirdiler. onların içindeki çukur dolmuştu. sonra da bütün tembelliklerini bana miras bıraktılar. atalarımla övünmüyorum. zenginlerin, ensesi kalınların iki üç kuşak ötesine gidersen hepsi ya hırsız çıkar ya haydut, ya saray soytarısı ya sarraf. atalarımızın aslını faslını iyice karıştıracak olursak sonunda gorille şempanzeye kadar gideriz. ama bildiğim şu ki, ben çalışmak için yaratılmamışım.

yenilikçi geçinen sonradan görmeler, kendi zevklerine, hırslarına, şehvetlerine göre bir toplum oluşturmuşlardır. yaşamla ilgili en küçük görevde bile onların cebri ve körü körüne bağlılık kanunlarını bir kapsül gibi yutup kabullenmek gerekir. adına çalışmak dedikleri bir nevi esarettir bu. herkes yaşama hakkını onlardan dilenmek zorunda. bu muhitte sadece bir avuç hırsız, utanmaz ahmak ve manyağın yaşama hakkı var. hırsız, alçak ve yağcı olmayan için "yaşamasına gerek yok!" derler. içimdeki dertleri, altında belimin büküldüğü mevrus yükü onlar anlayamaz.

atalarımın yorgunluğu bana geçmişti ve geçmişin nostaljisini içimde hissediyordum. kışın uyuyan canlılar gibi inime çekilmek, kendi karanlığıma dalmak ve kendi içimde olgunlaşmak istiyordum. karanlık odada resmin belirmesi gibi insanın içinde gizli olan şeyler de hayat koşturmacası ve kavgası içinde, o aydınlıkta boğulup ölüyor. sadece karanlıkta ve sessizlikte görünüyor insana. bu karanlık benim içimdeydi, onu yok etmek için boşuna uğraştım. üzüntüme gelince, neden bir süre boşu boşuna başkalarının peşine takıldım? şimdi anladım ki benim en değerli yanım bu karanlık ve sessizlikmiş. bu karanlık her canlının yaratılışında var. yalnız inziva halinde, kendi içimize döndüğümüz zaman, dış dünyadan uzaklaştığımız zaman bize görünüyor. ama insanlar hep bu karanlık ve inzivadan kaçmaya çalışıyor. ölüm sesine kulaklarını tıkıyorlar, kendi kişiliklerini hayatın hayhuyu arasında yok ediyorlar. mutasavvıflar ne demiş: "hakikat nuru bende tecelli ediyor." bense aksine, ehrimen'in inişini bekliyorum. şimdi olduğum gibi kendi içimde uyanık kalmak istiyorum. düşünceleri aydınlatan parlak ve kof cümlelerden iğreniyorum. hırsızların, kaçakçıların, para düşkünü ahmak yaratıkların arzularına göre düzenlenip yönetilen bu yaşamın kirli ihtiyaçları uğruna kişiliğimi yitirmek istemiyorum.

sadece bu odada, kendi içimde yaşayabiliyorum ve güçlerim heder olmuyor. bu karanlık ve kızıl aydınlık benim için gerekli. arkamda pencere bulunan bir odada oturamam. düşüncelerim dağıldığı için aydınlıktan da hoşlanmıyorum. güneşte her şey şımarıklaşıyor, sıradanlaşıyor. korku ve karanlık güzelliğin kaynağıdır. bir kedi gündüz aydınlığında sıradan bir varlıktır. ama geceleyin karanlıkta gözleri ışıldar, tüyleri parlar, hareketleri gizemli bir hal alır. gündüz keyifsiz olan ve üstüne örümcek ağı örülen bir çiçeğin etrafında geceleyin sırlar dalgalanmaya başlar; kendine özgü bir anlam kazanır. aydınlık bütün canlıları uyanık ve dikkatli tutar. karanlıkta ve loş ortamda her yaşam, sıradan her şey gizemli bir havaya bürünür, kaybolan tüm korkular uyanır. karanlıkta insan uyur; ama işitir. şahsı uyanıktır ve gerçek hayat o zaman başlar. insan yaşamın adi ihtiyaçlarına karşı müstağni kalır, manevi alemleri kat eder, farkına varamadığı şeyleri hatırlar.

kim ne derse kendisine aittir. herkes için geçerli olan tek gerçek, bu kişidir. hepimiz farkında olmadan kendimizden söz ederiz. hatta yabancı olduğumuz konularda kendi duygularımızı, gözlemlerimizi başkasının ağzından söyleriz. işin en zor yanı, kişinin her şeyi olduğu gibi söyleyebilmesidir.

zevkime ve isteklerime göre rahat bir yer hazırlamayı arzu ederdim hep. başkalarının yaptığı yerler işime yaramıyordu. kendi içimde, kendimde olmak istiyordum. bunun için bütün mal varlığımı paraya çevirdim. buraya geldim ve bu odayı istediğim gibi yaptım. bütün kadife perdeleri ben getirdim. bu odanın her ayrıntısıyla ben ilgilendim. tek unuttuğum, gaz lambası için kırmızı abajurdu; onu da bugün getirdim. yoksa ne odamdan çıkmak ne biriyle konuşmak isterim. hatta hangi durumda olursa olsun, yatarak veya oturarak içebilmek ve yemek hazırlamak zorunda kalmamak için besinimi de sütle sınırlandırdım. fakat ahdettim kendi kendime. günün birinde paralar suyunu çekince ve başkasına muhtaç duruma düşünce hayatıma son vereceğim. bu gece, kendi odamda uyuyacağım ilk gece. ben muradına kavuşmuş mutlu bir insanım. mutlu bir insan; tasavvur etmesi ne kadar zor! hiç düşünmezdim; ama şimdi ben mutlu biriyim!

sizin aradığınız hal, ceninin ana rahmindeki halidir. koşuşturmadan, mücadele etmeden, kimseye yağ çekmeden, sıcak, yumuşak ve kızıl bir duvarın içinde iki büklüm vaziyette vurur. yavaş yavaş annesinin kanını emer, tüm ihtiyaçları kendiliğinden karşılanır. bu, her insanın yaratılışında var olan, kaybolmuş bir cennet nostaljisidir. orada insan kendinde, kendi içinde yaşar. belki bir anlamda ihtiyari ölüm değil midir?

hiç için metinler

samuel beckett

kadınlar ne yapacaklarını bilemediklerinde soyunurlar, kuşkusuz en akıllıca davranış da budur onlar için.

bırak ve git, gitme zamanı geldi, bunu söylemek gerekiyor ne olursa olsun, zamanı geldi, nedeni bilinmiyor. kendini tanımlama biçiminin ne önemi var, burada ya da başka bir yerde olmak, gezmek ya da yerinden kımıldamamak, boylu, insansı bir biçime sahip olmak ya da bir biçimden yoksun olmak, karanlıkta kalmak ya da göğün ışıklarıyla aydınlanmak, bilmiyorum, önemi var gözüküyor, kolay olmayacak bu. her şeyin karardığı o ana dönseydim yeniden ve oradan başlasaydım, hayır, bir yere varamazdım buradan, bir yere varamadım hiçbir zaman, bellekten silindi gitti o an, kocaman bir alevdi, sonra karanlık, büyük bir sarsılıştı, sonra ağırlıktan ve kat edilecek uzamdan soyutlanış. bir yalıyardan aşağı atmayı denedim kendimi, sokağın ortasına ölümlülerin arasına yığıldım kaldım, bir sonuç alamadım, vazgeçtim. beni buraya getirip bırakan yola yeniden koyulup sonra da geri dönmek ya da daha uzaklara yol almak, bilgece bir öğüt bu. bir daha yerimden kımıldamayayım diye bu, o ben değilim, doğru değil, o ben değilim, ben uzaktayım, diye, on yüzyılda bir mırıldanarak, sonsuza kadar ağzımdan salyalar akıtayım diye. hayır hayır, gelecekten söz edeceğim şimdi, gelecek zaman kipinde sürdüreceğim söylemimi, aynen eskiden geceleri kendime, yarın sarı yıldızlı koyu mavi kravatımı takacağım (gecenin bitiminde takıyordum onu) dediğim gibi. çabuk çabuk, yoksa ağlayacağım. bir dostum olacak, benim yaşlarımda, benden farksız, eski bir savaşçı, savaştığımız günlerden söz edeceğiz birlikte, yara izlerimizi göstereceğiz birbirimize.

yalnızca sözcükler yırtıyor sessizliği, başka tüm sesler kesilmiş. sussam, işitmezdim hiçbir şey. ama sussam, başka sesler, sözcüklerin beni sağırlaştırdığı ya da gerçekten de kesilmiş olan sesler başlardı yeniden. ama susuyorum, bazen başıma geliyor bu, hayır, hiç olmuyor, tek bir saniye bile. ağlıyorum da, hiç durmadan. sözcük ve gözyaşlarının kesintisiz bir akıntısı bu. düşünmeye zaman kalmıyor. ama daha alçak sesle konuşuyorum, her yıl daha alçak sesle konuşuyorum. belki de. daha da yavaş, her yıl, daha da yavaş. belki de. ayırdında değilim bunun. böyleyse eğer, sözcüklerin, tümcelerin, hecelerin, gözyaşlarının arasında verilen duraklamaların uzaması gerekiyor gittikçe, karıştırıyorum onları, sözcükleri ve gözyaşlarını, sözcüklerim gözyaşlarım benim gözlerim de ağzım. söylediğim gibi (yalnızca sözcükler yırtıyor sessizliği, demiştim) sessizlikse, her kısa duraklamada işitmem gerekiyor bunu. ama öyle değil işte, hep aynı mırıltı sanki hiç sonu gelmeyen tek bir sözcükmüş gibi, kesintiye uğramadan, sürüp gidiyor, böylece de bir anlamdan yoksun kalıyor; çünkü sondur sözcüklere anlamını veren.

muhasebeciler korosu bu, tek bir kişiymişçesine söylüyorlar düşüncelerini, onlara katılacaklar var ayrıca, yeryüzündeki tüm insanlar bile yetmeyecek, milyarların bitiminde gereksinme duyuyorsunuz bir tanrıya, varlığına tanıklık edilmeyen her şeyin tanığına, her şeyin berbat olması nasıl da mutluluk verici, hiçbir şeyin hiçbir zaman başlamaması, hiçbir zaman olmaması, yaşamasız sözcüklerden başka varolan bir şeyin olmaması.

birtakım insanlar

sait faik abasıyanık

gece. saat on ikiyi geçiyor. taksim'de saatin altında tramvayı bekliyorum. öyle olmasa bu kadar ince eleyip sık dokumaya lüzum görmez; vakit gece yarısını geçmişti, derdim.

epey oluyor. baharın bu soğuk günlerinde, şu devam eden kıştan bir buz gibi gece hatırıma geliyor. o zamanlar daha bahardan haber bile yoktu. şimdi ne kadar olsa sisin ve yağmurun hatta soğuğun içinde insanı şaşırtan ve başını döndüren bir koku var. o zamanlar daha camlı köşk'ün camlarını ve hanende ilanlarının mavi ışığını üşüterek geçen buz gibi bir rüzgar esiyordu. benimle beraber belki ona yakın insan, gördükleri herhangi bir filmin rüyasını ayakta görüyor ve yataklarının ümit, hayal, güzel günler veyahut uykusuz, muharebeli geceler, sığınaklar düşündüren ılıklığına bir an evvel kavuşmak için bir türlü gözükmeyen tramvaya sabırsızlanıyorlardı. ağzımdan su buharı fışkırıyor. birbiriyle konuşanların arasına bir sis tabakası seriliyordu. yatak şimdi bütün insanlar için, ekmek kadar azizdir. yatak bir sevgili, yatak hatıra, yatak çocukluk, güzel rüya, yatak bir bahar, bir deniz kenarı, bir egzotik memleket, bu saniyede insana dostlarım yatak ne değildir ki..

burnum yastıkta, yorganım ağzım hizasında, kirpi gibi büzülmüşüm; dalmak üzereyim: bir şeyler, birtakım kuşlar tüylerini döküyor, bir ılık su damlıyor, içimi yıkayan bir çeşme var..

tramvay hala yok. biraz daha yerimde yatağımı, uykuyu düşünsem, belki de uyuyuvereceğim. donmak üzere olan insanların tatlılığını içimde duymaya başladım. "bari gideyim şu açık pastanede bir ıhlamur içeyim de sonra yatarım." dedim. bir iki adım atmamıştım ki, önüme bir adam dikildi. rüzgardan yalnız bir karartı gördüm. sonra yüzüme doğru bir hortumdan çıkar gibi bir duman yayıldı: adam konuşuyordu. tatlı, munis bir anadolu şivesiyle:

- ağabey, dedi, buradan bana benzer birtakım adamlar geçti mi?

paltomun yakası içinde yarı yarıya kaybolmuş kafamı çıkardım. kafamı bir iki defa salladım. soğuğa alışmış, mukavemete hazırlanmış gibiydim. kulaklarımı keskin bir rüzgar ısırdı. adama baktım:

bana benzer adamlar.. bütün insanlar birbirine aşağı yukarı benzemez mi? bana benzer adamlar, ne demekti?

evet, adamın hakkı vardı. ona benzer adamlar, ötekilerinden kolaylıkla ayrılabilirdi. kış günü bir şehirde insanlar palto, şapka giyer, ayaklarında fotinleri vardır. belki paltolarının renkleri, şapkalarının kurdeleleri ve alametifarikan yahut alaturka şapkalarıyla birbirlerinden ayrılabilirler, icap ederse.

bu adamın ne paltosu, ne şapkası ne de ayakkabıları vardı. buna mukabil sırtında mor pamukları yer yer, parça parça dökülen bir hırkası, belinde ipi, ayağında yazlık, tüy gibi bir pantolonu ve ayaklarında da yine iplerle bağlanmış çuvalı..

yüzü tatlı esmer renkli idi. sakalı uzamıştı. yirmi beş, otuz yaşlarında gözüküyordu. yalnız gözlerinde büyük, korkak, acele bir şeyler vardı. acaba, dedim bir esrarkeş midir?

o devam etti:

- benim gibi ağabey, dedi. (üstünü başını gösterdi.) işte bu biçim adamlar görmedin mi? bazıları şu yoldan geleceklerdi. birtakımları da (taksim sinemasının aşağısındaki yolu göstererek): şu yokuştan çıkacaklardı.

işi kısa kesmek istedim. meçhul, karanlık, dalgada bir kafada her türlü hayaller dolaşabilir, neme lazım..

- görmedim vallahi! dedim.

- allah allah! dedi. imkanı yok. muhakkak geçmişlerdir. ben yolda biraz eğlendim. onları kaybettim. yoksa geçmemelerine imkan yok.

- nedir bu adamlar canım? diye sabırsızlık ve merakla sordum.

kafamın içinde esrarengiz, büyülü garip hikayeler canlandı. hatta daha ileriye giderek başka ve daha tuhaf şeyler düşündüm. adamın afyonlu kafasına girmiş gibi oluyordum.

- ağabey, biz, dedi, tophane'deki sabahçı kahvelerinde yatarız. hepimiz hamal, uşak gibi herifleriz. ama namusumuzla yaşıyoruz. ne yapalım? beş on para kazanırız. geceleri de kahveciye beş kuruş verir, bir köşede uyuruz. ne yapalım? otellere para mı dayanır? en aşağısı otuz kuruş. otuz kuruşla iki gün geçimimiz var..

ha! bu akşam polisler geldiler. sabahçı kahvelerinde yatmak yasakmış. hepimizi çıkardılar. biz de hep birlik olduk. gidelim valiye çıkalım; uyandıralım, derdimizi anlatalım, dedik. işte birtakımı şu yokuştan, birtakımı da arkadan geldiler. demek görmedin ağabey.

- görmedim, dedim. nerelisin sen?

gözleri çakmak çakmaktı:

- zonguldaklı beyağabey.

gece yarısı, bu soğukta valiye gideceklerine başka bir koğuş bulmak, daha olmazsa polisler gittikten sonra kahveciye zorla kapıyı açtırmak mümkündü.

valiye kadar çıkmayı akıl edemezler. bu muhakkak bir esrarkeştir, dedim.

- neyse, ben yukarıya doğru bir hızlanayım, belki geçmişlerdir de sen görmemişsindir, dedi ve hafif hafif serpen karın içine karıştı gitti.

tramvay gelmişti. atladım. tam yedek subay mektebinin önünde birtakım adamlar gidiyordu. fakat camlar o kadar buz tutmuştu ki göremeyince tramvaydan atladım.

belki seksene yakın insandı. aralarında çok gençleri bile vardı. büyük adımlarla gayet ciddi yüzlerle yürüyorlardı. önde gidenlerin halinde daha büyük bir vaziyet vardı. daha ciddi idiler. tek tük geçenler durup onlara bakıyorlardı. fakat onlar hiç kimseye bakmıyorlardı. yalnız en önde gidenler bağıra bağıra konuşuyorlar. vali ile nasıl konuşacaklarını talim ediyorlardı. kıyafetlerine baktım. evet, benim mor pamuk hırkalı ve keten pantolonlu adamın hakkı vardı, onun gibi birtakım adamlar gidiyorlardı. kulaklarımda genç zonguldaklının:

- canım benim gibi adamlar beyağabey, dediği zamanki hali geliyordu.

yatağım, tramvay beklediğim dakikalardaki o munis halini kaybetmişti artık. ne şu, ne buydu. bir yataktı. içinde yatabildiğim için mesut değildim.

sabahçı kahvelerini kapamadan evvel birkaç tane gece barınma evine şiddetle ihtiyacı olan istanbul şehrinin kışı bazen ne kadar uzun, ne kadar uzun ve bitmez tükenmez bir afettir, bilen bilir.