31.07.2018

uzun lafın kısası

erich fromm: sevgi esas itibariyle almak değil vermektir.

dostoyevski: en güçlü iyileştirme yolu, yaralanmış ve kirlenmiş ruhu aydınlatan, dürüst yapan emektir.

marcel proust: her şeyin kaybedildiği zamanlardadır ki bizi kurtaracak uyarı gelir.

spinoza: muhteşem şeylerin hepsi ender oldukları kadar zordurlar.

cesare pavese: dünyadan bir şey istemekten vazgeç; sana ne yapacağını bilemeyeceğin kadar çok şey verecektir dünya.

robert musil: insanın bir hedefi olmalı; sürekli olarak anneniz ve babanızla oluşturduğunuz karşıtlıkla yaşayamazsınız.

jiddu krishnamurti: yaşam; ıstırap çekmek, zevk ile acı, umut ile hayal kırıklığı arasındaki bitmeyen kavgadır.

carl gustav jung: örgütlü kitleye direnebilmek, ancak ve ancak, insanın bireyliğini o örgütün organizasyonu kadar iyi organize etmesi ile mümkündür.

emil cioran: mutlak'a kendini beğenmişin biri olarak daldım, mağara adamı olarak çıktım.

friedrich engels: özgür toplumda tapınış olamaz; çünkü üyelerinin her biri, doğanın arkasında ya da üstünde, kurban ya da dua yoluyla etkili olunabilecek varlıklar bulunduğu ilkel ve çocuksu kuruntusunu aşmıştır.

kölelik

jack london

1835 yılında, presbiteryen kilisesi'nin genel kurulu şu açıklamayı yapmıştı: "kölelik hem eski hem de yeni ahit'te kabul edilmiş ve tanrı'nın egemenliği tarafından kınanmamıştır."

charleston baptist cemiyeti, 1835'te şu açıklamayı yapmıştı: "köle sahiplerinin kölelerine hükmetme hakkı, bütün her şeyi yaratan yaratıcı tarafından açıkça tanınmıştır. tanrı, nesnelerin mülkiyet hakkını canının istediğine vermekte kesinlikle serbesttir."

virginia randolph macon metodist koleji ilahiyat profesörü rahip e. d. simon şunları yazmıştı: "kutsal kitap'taki bazı bölümler su götürmez bir şekilde köleyi mal olarak satın alma hakkını onaylamaktadır, bu hakka ilişkin çeşitli örnekler de verilmiştir. satın alma ve satma hakkı açıkça belirtilmiştir. bu konuda, tanrı'nın buyurduğu yahudi kurallarına ya da yüzyıllardır süregiden uygulamaya ya da yeni ahit ve ahlak yasalarına bakacak olursak, köleliğin ahlaksızca bir şey olmadığı sonucuna vardık. ilk afrika kölelerinin yasal olarak köle ilan edildiklerini düşünürsek, çocuklarının da köle olarak kabul edileceği zorunlu bir sonuçtur. böylece amerika'da var olan köleliğin haklı olarak kurulduğunu görmekteyiz."

briç

edgar allan poe

briç denilen iskambil oyununun hesaplama gücüne dayandığı söylenir; öte yandan, en akıllı kimseler bile, satrancı saçma bulurlar da, bu oyundan açıkça görülen ama nedeni pek bilinmeyen bir tat alırlar.

en küçük bir kuşkum olmadan söylüyorum, çözümleme gücünü onun kadar çalıştıran başka hiçbir oyun yoktur. yeryüzündeki en iyi satranç oyuncusu, satrancı en iyi oynayan kimsedir, o kadar. briçte ustalık ise bir insanın kafasını kullanabildiğini, akılların çarpışacağı çok daha önemli işlerde de başarı sağlayabileceğini gösterir. ustalık derken, elverişli yardımların geleceği bütün kaynakları bir anda kavrama gücüne sahip olan, örnek bir briç oyuncusunun olgunluğunu düşünüyorum. bu kaynaklar hem pek çoktur hem de pek çeşitlidir. üstelik düşüncenin öyle kuytu köşelerinde saklıdırlar ki alelade kimselere, erişilmez, yanına varılmaz şeylermiş gibi görünürler. dikkatle gözlemek, iyi hatırlamak demektir. onun için, kafası derli toplu işleyen bir satranç oyuncusu briçte de kendini gösterebilir; sonra hoyle kuralları da -oyunun mekanik yapısına dayandıklarından- herkesin yeteri kadar anlayabileceği şeylerdir.

bizim oyuncumuz dikkatini sınırlamaz. kendimi oyuna vermeliyim diyerek oyunun dışındaki şeylerden çıkarılabilecek sonuçları bir yana atmaz. ortağının yüzündeki değişikliklere dikkat eder, öbür iki oyuncu ile inceden inceye ölçüştürür. her elde kâğıtların nasıl dağıtıldığını kestirmeye çalışır. oyuncuların bakışlarından kozların, onörlerin kimlerde olduğunu anlar. oyun devam ederken yüzlerdeki bütün değişiklikleri kollar; güven, şaşkınlık, utku, can sıkıntısı gibi kolayca belli olan değişikliklere bakarak bazı düşünceler elde eder. bir elin alınışından onu alanın aynı cinsten başka bir kâğıdı olup olmadığını kestirir. şaşırtmak için oynanan bir kâğıdı masanın üstüne atılışındaki edadan anlayıverir. ağızdan kaçan ya da rastgele söylenen bir söz, bir kâğıdın düşüşü, ters dönüşü, görülmemesi için harcanan çaba ya da umursamazlık; kazanılmış ellerin sıralanıp sayılışı; sıkıntı, duralama, heveslenme, heyecan -bütün bunlar, onun sanki içine doğmuşçasına ortaya attığı gerçekleri bulmasına, durumu görebilmesine yardım eder. ilk iki üç kâğıt oynandı mı herkesin elinde neler olduğunu öğrenir; ondan sonra da bütün eller yere açılmış gibi, rahat rahat, hiç çekinmeden oynamaya başlar.

yaz sonu

edip cansever


dün müydü, yüzyıllar mı geçti, bilmiyorum ki

bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik

iki tek votka içtik varmadan aşiyan'a

konuşmadık hiç, nedense hiç konuşmadık

az sonra kalkıp gitti o

kalakaldım ben oracıkta

kapadım gözlerimi ardından gene birlikte olduk

- garson! bize iki tek votka daha

çember

alan lightman

bu dünyada çoğu insan hayatını yeniden yaşayacağından bihaber. tüccarlar hep aynı pazarlıkları yapacaklarını bilmiyor. siyasetçiler, zaman döngüsü içinde aynı kürsüden sonsuz defa bağıracaklarını bilmiyor. ebeveynler çocuklarının ilk gülüşlerine üzerine sanki bir daha hiç duymayacaklarmışçasına titriyorlar. ilk defa sevişecek âşıklar utangaç soyunuyor; dolgun baldırlara, narin meme uçlarına şaşıyorlar. her kaçamak bakışın, her dokunuşun tekrar ve tekrar ve tekrar aynı biçimde yineleneceğini nereden bilecekler?

zamanın bir çember olduğu bu dünyada her el sıkış, her öpücük, her doğum, her kelime tamı tamına aynıyla yinelenecek. iki arkadaşın dostluklarının bittiği her dakika da, bir ailenin para yüzünden dağıldığı her an da, çiftler arasındaki kavgalarda sarf edilen her kırıcı laf da, üstlerin kıskançlığı yüzünden esirgenen her fırsat da, tutulmayan her söz de.

hastalık

dino buzzati

gerçeklerin, beklentilerin, eskimiş ayakkabıların, evde dikilmiş iç çamaşırlarının anılarıyla dolu sonsuz dünyada özel bir kişi olmanın, yakışıklı beyefendilerin dikkatlerini çekmenin, onları kendine âşık etmenin düşleri birden ölüverir. insan ansızın bir şeyin farkına varıverir. belki öteden beri bildiği, ancak şimdiye kadar inanmak istemediği bir şey. ölümcül bir hastalığın kaçınılmaz belirtilerinin uzun süredir farkında olan ama bunun yaşamını eskisi gibi sürdürmesini engelleyemeyeceğini kendisine karşı inatla savunan biri gibi. ama sonunda, şiddetli ağrılarla kıvranılan bir anda gerçekle yüzleşilir.

her şey dehşet verici bir kesinlikle ortadadır artık. o andan başlayarak yaşam biçimi tam anlamıyla yön değiştirir. yaşamda kutsanan, üstün tutulan değerler ansızın anlamını yitirir; hatta tiksindirici olur. kişi çevresinde umutla sarılabileceği bir şey aranır. ne var ki, tamamen silahsız ve tek başınadır. bu dünyada şimdi onu kemiren hastalıktan başka bir şey yoktur. sadece iki kaçış yolunun kendisine açık olduğunu görür: kendini tedavi ettirmek ya da ölene kadar hastalıkla bir arada yaşamaya alışmak. ancak hangi yola yönelirse yönelsin, düşüş hızı her saniye giderek artar.

30.07.2018

kıç deliği

charles bukowski

ben o leziz yosun salatasından doldurdum ağzıma.

"nefis, değil mi?"

ağzındaki salyangozu çiğnedi.

"tereyağında kızarmış!"

elimle birkaç salyangoz alıp ağzıma fırlattım.

"yüzyıllar bizden yana, bebeğim. bundan iyisi can sağlığı!"

sonunda yuttu ağzındaki lokmayı. sonra tabağındakileri yakından inceledi.

"hepsinin minik kıç delikleri var! korkunç! korkunç!"

"kıç deliğinin nesi korkunç, yavrucuğum?"

peçeteyi ağzına götürdü. kalkıp banyoya koştu. kusmaya başladı. bağırdım mutfaktan:

"kıç deliklerinin nesi var, güzelim? senin kıç deliğin var, benim kıç deliğim var! kasaba gidip biftek alıyorsun, onun da bir kıç deliği vardı! kıç deliklerinden geçilmiyor dünya! ağaçların da kıç delikleri vardır ama biz bulamayız, yaprak sıçarlar! senin kıç deliğin, benim kıç deliğim, milyarlarca kıç deliği var dünyada! başkanın kıç deliği var, yargıcın kıç deliği var, katilin kıç deliği var. mor kravat iğnesinin bile kıç deliği var!"

"kes artık! kes!"

bir kez daha öğürdü. taşralı. saki şişesini açıp bir fırt aldım.

altın horoz

george orwell

iki yıl önceydi. ağabeyim paris'e gelmişti. kendisi avukattır. annem, babam beni bulmasını, yemeğe çıkarmasını söylemişler. ikimiz, birbirimizi hiç sevmeyiz ama, annemize babamıza karşı gelmezsek daha iyi olur, diye düşündük. birlikte yemek yedik. ağabeyim üç şişe bordeaux şarabı içip de kafayı bulunca kendisini oteline götürdüm, yolda da bir şişe konyak aldım.

otele gelince ağabeyime kendisini ayıltacak bir şey diye bir su bardağı dolusu konyak içirdim. içti ve hemen sızıp külçe gibi yere yığıldı. kaldırıp sırtını karyolaya dayadım. ceplerini karıştırdım. bin yüz frank varmış, aldım, hemen aşağı indim ve bir taksiye atlayıp oradan kaçtım. ağabeyim adresimi bilmiyordu. güvendeydim.

bir erkeğin cebinde para olunca gideceği yer neresidir? bordel (genelev) elbette. fakat sanmayın ki, yapı işçilerinin gittikleri o adi yerlerden birine gittim. olacak şey mi? uygar adamız biz! cebimde bin frankla, anlayacağınız gibi, zor beğenir olmuştum. aradığımı ancak gece yarısından sonra bulabildim. pek şık giyinmiş, on sekiz yaşında bir gence rastlamıştım. üzerinde smokin vardı, saçlarını amerikalılar gibi kestirmişti. bulvarlardan uzak bir yerde, sessiz bir bistroda söyleşiyorduk. iyi anlaşmıştık delikanlıyla. şundan, bundan, çeşitli eğlencelerden söz ettik. sonra bir taksiye binip gittik.

taksi tenha bir sokakta durmuştu. sokağı öteki uçtaki tek bir havagazı fenerinin titrek ışığı aydınlatıyordu. yerde, taşların arasında koyu renk su birikintileri vardı. bir yanımızda bir manastırın yüksek, dümdüz duvarı uzanıyordu. rehberim beni dar ve yüksek, harap, pencereleri kapalı bir eve doğru yöneltti ve kapıya birkaç kez vurdu. ayak sesleri, kilit şakırtıları duyuldu, kapı aralandı. dışarıya bir el uzandı. avucu yukarıya dönük, görünümü çirkin bir eldi. burnumuza dayanmış para istiyordu. rehberim ayağını kapı arasında koydu ve "ne kadar istiyorsun?" diye sordu. "bin frank" dedi bir kadın sesi, "hemen ödeyin, yoksa giremezsiniz." bin frankı uzanan avuca koydum, geri kalan yüz frankı da beni getiren delikanlıya verdim. iyi geceler dileyip uzaklaştı.

içeride bir sesin paraları saydığını işittim. sonra, siyahlar giymiş, sıska, karga gibi bir kadın burnunu dışarı uzatıp beni kuşkulu bir bakışla süzdükten sonra içeri aldı. içerisi çok karanlıktı. kireç sıvalı duvarın ufak bir kesimine çipil bir ışık veren lambasız bir gaz bekinden başka bir şey göremiyordum; o da geri kalan her şeyin büsbütün karanlığa gömülmesine neden oluyordu. kötü bir şeyler seziliyordu ve toz vardı. ihtiyar kadın, bir şey söylemeden gaz bekine bir mum tutup yaktı, önünde durduğum taş geçitten geçip taş basamaklardan çıkmaya başladı.

"haydi" dedi, "bodruma iner, istediğinizi yaparsınız. ben hiçbir şey görmeyeceğim, hiçbir şey işitmeyeceğim, hiçbir şey bilmeyeceğim. istediğinizi yaparsınız, anlıyor musunuz? istediğiniz her şeyi."

ah, beyler, size anlatmama gerek var mı, bilmem. elbette, böyle durumlarda insanın içine düştüğü o titremeyi, o yarı ürküntü yarı neşe olan şeyi siz kendiniz de bilirsiniz. ellerimle yanımı yöremi yoklayarak aşağıya indim. kendi solumamı, kunduralarımın taşın üzerinde çıkardığı tırmalama sesini duyuyordum. bunların dışında tam bir sessizlik egemendi. merdivenin alt başında elime bir elektrik düğmesi geldi. çevirdim, tavanda on iki ampullük kırmızı bir avize yandı.

meğer, sıkı durun, bir mahzende değil, yatak odasındaymışım. geniş, zengin, cafcaflı bir yatak odasında. tabandan tepeye kıpkırmızıydı. düşünün bir hanımlar, beyler! yerde bir kırmızı halı, duvarlar kırmızı kağıtla kaplı, sandalyelere kırmızı pölüş geçirilmiş, tavan bile kırmızı, her yer kırmızı, ışık sanki kan dolu kaselerden fışkırıyormuş gibiydi.

odanın ta öteki ucunda kocaman, dört köşe bir yatak duruyordu. yatak örtüsü de geri kalan her şey gibi kırmızıydı. üzerine, kırmızı kadifeden bir şey giymiş bir genç kız uzanmıştı. beni görür görmez toparlanıp dizlerini kısa eteklerinin altında saklamaya çalıştı. kapıda durmuştum. "buraya gel, piliç!" diye kızı çağırdım. korktuğunu belli eder bir ses çıkardı. bir sıçrayışta yatağın yanına gittim. elimden kaçmaya çalışıyordu, fakat boynunu kavradım. direndi, ağlayıp aman diledi; ama sıkı sıkıya tutuyordum. başını arkaya devirdim, yüzüne bir iyi baktım. belki yirmisinde vardı. yüzü ablak, çekiciliği olmayan bir yüzdü, aptal bir çocuğun yüzü. fakat boya ve pudra ile kaplıydı. kırmızı ışık altında parlayan mavi, budala gözlerinde ancak bu tür kadınlarda rastlanan o afallamış, çarpık bakış vardı. kuşkusuz, annesi babası tarafından esir gibi satılmış bir köylü kızıydı. 

hiçbir şey söylemeden kızı yataktan çekip yere fırlattım. sonra üzerine bir kaplan gibi atıldım. ah, o anın tadı, hiçbir şeye benzemez coşkusu! işte beyler, hanımlar, size anlatmak istediğim; işte aşk! gerçek aşk vardır, uğrunda çarpışılacak tek bir şey vardır; tüm becerilerinizi ve ülkülerinizi, tüm felsefe ve inançlarınızı, tüm ince sözlerinizi, yüce davranışlarınızı bir kül yığınına çevirecek, gölgede bırakacak tek şey vardır, gerçek aşk. insan bir kez aşkı, gerçek aşkı yaşadı mı, artık bu dünyada neşe hayalinden başka bir şey bulabilir mi?

gittikçe daha yabanıl bir biçimde saldırımı yineledim. kız yine kaçmaya çalıştı, yine bağışlayayım diye ağladı. güldüm. "bağışlamak mı?" dedim. ben buraya senin yalvarmanı seyretmeye mi geldim sanıyorsun? ben bin frankı bunun için mi ödedim sanıyorsun? yemin ederim, beyler, hanımlar, şu elimizi kolumuzu bağlayan başımızın belası yasa olmasa kızı o anda öldürürdüm.

ah, nasıl çığlıklar atıyordu, canını alıyorlarmış gibi acı çığlıklar. fakat işitecek kimse yoktu. paris sokaklarının altında, bir piramidin gizli odası gibi erişilemez bir yerdeydik. yaşlar kızın yanaklarından süzülürken eriyen pudra, yüzünde kirli izler bırakıyordu. ah, o bir daha geri gelmeyecek zaman! sizler, beyler, hanımlar, sizler ki aşkın bundan daha incesini yaşamamışsınız, sizin için böyle bir haz neredeyse düşlenemez bir şeydir. ben de artık gençliğimi geride bıraktığım için, -ah gençlik!- yaşamı artık bir daha hiçbir zaman bu kadar güzel olarak göremeyeceğim. bitti. evet, gitti, bir daha dönmemecesine.

ah, yoksulluk, yokluk, insanın hazlarının düş kırıklığına uğraması! çünkü, aslına bakılırsa, aşkın o en coşkun anı ne kadar sürer ki? hiç, bir an, belki bir saniye. bir saniyelik kendinden geçme, ötesi toz, kül, hiçlik.

işte öyle, bir an için o en yoğun mutluluğu, insanoğlunun erişebileceği en ulu, en ince şeyi yakaladım. o anda da bitmiş oldu. kalakaldım. elimde ne vardı? tüm yabanıl gücüm, tutkum solmuş bir gül gibi yaprak yaprak dökülüvermişti. donmuş, uyuşmuş kalmıştım; içimde belirsiz bir pişmanlık vardı. hatta, yerde ağlayan kıza bir çeşit acıma bile duyuyordum. böyle aşağılık heyecanların esiri olmak zorunda kalmamız ne kadar kötü, değil mi?

kıza bir daha bakmadım. tek isteğim oradan uzaklaşmaktı. acele acele merdivenleri tırmandım ve kendimi sokağa attım. dışarısı karanlıktı ve zehir gibi bir soğuk vardı. sokaklar bomboştu. ökçelerimin taşlar üzerinde çıkardığı ses sanki uzaklardan, bir boşluktan gelir gibiydi. tüm param bitmişti. taksiye verecek kadar bile bir şey kalmamıştı. soğuk ve boş odama yürüyerek döndüm.

işte, beyler, hanımlar, size anlatmaya söz verdiğim şey işte buydu. bu, aşk işte. yaşamımın en mutlu günü bu oldu.

29.07.2018

bir yazarın günlüğü

dostoyevski

en güçlü iyileştirme yolu, yaralanmış ve kirlenmiş ruhu aydınlatan, dürüst yapan emektir.

en büyük özgürlük, maddi birikim yapmamak, para peşinde koşmamak, tersine, sahip olduklarını başkalarıyla paylaşmak, insanların hizmetine koşmaktır.

korku acımasız bir duygudur. her çeşit duygusallığı ve yüce duyguları insanın yüreğinden uzaklaştırır, onu katılaştırır.

güçlü bir ruha ve yaradılışa sahip kadınlar, hele tutkuluysalar, başka türlü severler; acımasızca severler. sanatkar ruhlu zangoç gibi pek olgunlaşmamış, çocuksu yaradılışta olanlara karşı özel ilgi duyarlar.

trajik kader! acınası dünya görüşüyle, tümüyle kendinden hoşnut, çürümüş, pis bir solucana dönüşen insanoğlu!

zincirlerinden boşanmış insanoğlunun yaşamında, en açık, en küstah ve en kaba bir kötülüğün ruh yüceliği ve soylu bir yüreklilik sayıldığı tarihsel anlar vardır.

güçlü ve birbirine komşu iki devlet ne kadar iyi ilişkiler içinde bulunursa bulunsun, bu dostluklarını birinin ötekini yok etme emeliyle sona erdirmesi ve en sonunda da bu amacını askeri harekata çevirmesi, siyasal olduğu kadar, bir doğa yasasıdır.

tanrı yoktur, haliyle din de anlamsızdır; ama din cahil halk için gereklidir; çünkü din olmadan halkı dizginlemek mümkün değildir.

"her iftiranın daima izi kalır."

kadınların hiçbir özgün yanları yoktur. seven kadın, sevdiği insanın kusurlarına, zorbalığına bile tapar. aklamak için öyle bahaneler uydurur ki erkek arasa kendi kötülüklerini, kusurlarını bulamaz. bu soylu bir davranıştır ama özgün değildir. kadınları mahveden, bu özgünlükten yoksun olmalarıdır.

bir bulut gibi yanınızdan geçip giden, sizinle ilgisi olmayan bir olay yüzünden mahvolmanızdan daha dayanılmaz ve insanı yaralayan bir şey yoktur. bir aydın için acı veren bir aşağılanmadır bu.

cezada yanlışlık yapmaktansa merhamette yanılmak daha evladır.

bilim duygudan daha yücedir, yaşam bilinci hayatın üstündedir. bilim bize bilgeliği verecek, bilgelik yasaları ortaya çıkaracak. mutluluk yasaları bilimiyse mutluluğun üstündedir.

27.07.2018

niteliksiz adam

robert musil

insanoğlu bayağılıklardan yapılmıştır.

insanın nerede bulunduğu sorusunun aşırı önemsenmesi, insanların henüz sürüler halinde yaşadıkları ve yiyecek bulunabilecek yerleri ezberlemek zorunda oldukları zamanlardan kalmadır.

her istediğini yapmasına izin verilen biri, sonunda başını duvara çarpacaktır.

her üç yüz adımda bir polisin düzene en küçük karşı gelişin hesabını sorduğu caddelerin hemen yakınında, balta girmemiş ormanlarda yaşamak için gerekli güce ve anlayışa sahip olmayı gerektiren başka cadde ve sokaklar uzanır.

her birimiz, kendini bir zamanlar ötekiyle karıştırmış olmanın verdiği o tedirgin edici duygudan kurtarmak peşinde ve bu yüzden de birbirimize karşı acımasızca dürüst birer çarpıtan ayna görevi görmekteyiz.

insanın ekmek ve su kadar doğal biçimde gereksindiği bir şeye yalnızca bakmakla yetinmek zorunda kalmak.. bir süre sonra insan, o şeyi artık doğal olmayan bir tutkuyla istemeye başlar.

yaşam, hiçbir zaman bir yerden taşları sökmeden bir başka yerde bir şeyler inşa etmez.

düzlüklerde yaşayan insanlar için eleştirel olmak ve uygun görmedikleri bir şeyi geri çevirmek kolaydır; ama insan kendi hayat salıncağıyla üç bin metre yükseğe çıkmışsa eğer, bazı şeyleri uygun bulmadı diye oradan kolayca inemez.

uzak tepeler

kazuo ishiguro

birisinin kaç yaşında olduğu hiç fark etmez, neler görüp geçirdikleri önemlidir. insan yüz yaşına gelip de hiçbir şey görüp geçirmemiş olabilir.

insanlar bugünlerde eğitimlerini kimlere borçlu olduklarını kolayca unutuyorlar.

sınıf arkadaşlarının hep yolları ayrılır, o zaman da ilişkilerini korumak zor gelir. işte bu toplantılar bunun için çok önemlidir. insan bağlarını bu kadar çabuk unutmamalı. arada sırada geriye şöyle bir göz atmak iyi olur, olayları gerçek açıları içinde görmeyi sağlar.

insanlar hep mutluymuş gibi davranırlar.

insanın tıpkı kendi bedenindeki bir yara gibi, en rahatsız edici şeylerle bile bir yakınlık geliştirmesi olmayacak şey değildir.

"çocukları bilirsin," dedi saçiko. "yalan şeylere sahipmiş gibi inanma oyununu oynarlar ve düşlerin nerede başlayıp nerede bittiğini karıştırırlar."

her zaman ileriye bakmayı sürdürmenin ne kadar önemli olduğunu söyler. elbette haklı. insanlar bunu yapmazlarsa, o zaman bütün her şey, bütün her şey yıkıntı olarak kalır."

bir çocuğun ilk duyduğu sesler arasında iyi müzik de bulunmalıdır.

satranç, tutarlı stratejileri sürdürmek demektir. düşman senin bir planını bozduysa vazgeçmek değil, hemen bir yenisini yapmak gerekir. sonunda şah köşeye sıkıştırılana kadar oyun kazanılmış ya da kaybedilmiş değildir. oyunculardan biri strateji oluşturmaktan vazgeçerse oyun tıkanır. savaşçılarının hepsi dağıldığında ortak bir amaçları kalmamıştır, hepsi tek tek hareket eder, işte o zaman kaybedersin.

25.07.2018

kral lear

william shakespeare



en sefil dilencinin bile
ihtiyacından fazlası bulunur çıkınında

kudret kapılırsa yaltaklanmalara
görev sesini duyurmaktan korkar mı sanırsın
yücelik aklını kaçırırsa
dürüstlük namus borcu olur

özüne yabancı kalan düşüncelerle karıştırıldı mı
sevgi, sevgi olmaktan çıkar

zaman ikiyüzlülüğün gizlediğini
nasıl olsa bir gün ortaya çıkarır

kusurlarını örtenin sonu nasıl olsa utançtır

talih, o usta orospu
almaz yatağına yoksulu

zillet, insanın en aşağılık bir yaratık olduğunu
yüzüne çarpmak ister gibi
onu hayvana yaklaştıran yoksul, sefil bir kılığa sokar

hastalık hep ihmale uğratır sağlığın borçlu olduğu görevleri
baskı altında kalan benliğimiz
bedenimizle birlikte sarsınca ruhumuzu
gerçek kimliğimizi yitiririz

dilbazlıktan yoksun oluşumdur bana mutluluk veren
beni zenginleştiren şey

göze iyi görünür kötü kişiler
daha kötüleri varsa eğer
en kötü olmamak da
bir bakıma övgüye değer

aynanın karşısında kırıtmayan
bir tek kadın yoktur dünyada

talihten en yoksul, en aşağıda olan kimse
hep bir umut ile yaşar, çekinmez hiçbir şeyden

bir dirhemcik bile aklı olanlar
yağmur yağsa da, rüzgar esse de
uydurmalı mutluluğu kaderine
her gün yağar çünkü yağmurlar

ruh huzurluysa beden duyarlıdır

kendi başına acı çeken, ruhunda acıyı daha fazla duyar
çünkü geridedir her türlü tasasız şeyler
geçmişte kalmıştır mutlu bakışlar
ancak acının ortağı, dayanmanın dostu varsa
ruhun da çilesi hafifler

yolum kalmadı ki göze ihtiyacım olsun
zaten görebildiğim zamanlar da yolumda tökezledim
varlık, çoğu kez aşırı güven veriyor herkese
oysa yokluk, düşkünlük yararlı oluyor bizlere

varlığın kaynağını küçümseyen kimse
engel, sınır tanımaz yolu üstünde

insanın hayal gücü öylesine etkili ki
tüm canlılığına karşın, hayat denen o hazineyi
bazen aşırıp soyuveriyor
hayatın kendi buna karşı koyamayınca

"boş kap çok ses çıkarır."
(ingiliz deyişi)

tefeci, onu dolandıranı astırır
lime lime giysiler, en ufak, en önemsiz hataları bile gösterir
ama günahına altın kaplat da gör
adaletin güçlü, uzun kılıcı bir şey yapamadan kırılır
bir de sen o günahı paçavralara sar
bir cücenin saman çöpü bile onu deler

ağlayarak geldik bu dünyaya
yazık, doğduğumuz güne yazık

doğduğumuzda ağlarız
çünkü bu büyük maskaralar sahnesine çıkarız

hayat o kadar tatlı ki
her an ölüm acısıyla bin kez ölürüz de
göze alamayız hemen ölmeyi

insanlar, bu dünyaya gelişlerine katlandıkları gibi
göçüp gitmeye de katlanabilmelidirler
önemli olan hazırlıklı olmaktır ölüm gelince

dünya, dünya, ah dünya
senden nefret etmemize neden olan şey talihimizin cilvesidir
yoksa böylesine boyun eğmezdik yaşlanmaya, ölüme

23.07.2018

doğu yolculuğu

hermann hesse

"nereye bu yolculuk peki? evimize, hep evimize." (novalis)

bütün dünya tarihi çokluk resimli bir kitaptan başka şey değildir. insanların en güçlü ve gözü hiçbir şey görmeyen bir özlemini yansıtır: unutma özlemi.

annelerde de durum böyle değil midir? çocukları dünyaya getirip onlara süslerini

verdikten, güzelliklerini ve güçlerini bağışladıktan sonra kendileri gösterişsiz ve silik kimseler olup çıkarlar. bundan böyle kimse arayıp sormaz onları.

uzun yaşamak isteyen her varlık başkalarına hizmet etmek zorundadır. başkalarım buyruğu altına almak isteyenlerin ömrü ise uzun olmaz. başkalarına hükmetmek için doğmuş az insan vardır. bunlar bu işi yaparken neşe ve sağlıklarını yitirmezler. hırs ve tamahla hükümdarlık mevkine yükselenlere gelince, bunların tümü hiçlikte son bulur.

yaşantı açlığından sonra insandaki en güçlü açlık unutma açlığıdır.

yeni gelen her kuşak kendinden önceki kuşağın önemli bulduğu şeyleri yasaklara, sükutla geçiştirip örtbas etmelere, alay edip eğlenmelere başvurarak belleklerden silip atmaya çalışmıyor mu? yıllar yılı süren, tüyler ürpertici bir savaşın bütün uluslarca yıllar yılı unutmalara, inkârlara, bilinç dışına itmelere ve hokus pokus ortadan kaldırmalara konu edildiğini görüp yaşamamızın üzerinden topu topu ne kadar zaman geçti? ve şimdi bu uluslar, biraz toplanıp kendilerine geldikleri şu sıra, birkaç yıl önce başlarının altından çıkan ve başlarına gelen kötülükleri sürükleyici savaş romanları aracılığıyla yeniden amınsamaya çalışmıyor mu?

savaşa katılanların hepsinin de savaşı yaşadığı söylenemez asla. hatta pek çok kişi savaşı gerçekten yaşamış olsa bile, sonradan onu unutmuştur.

"sözcükler gizli anlamı ele geçirmeye elverişli şeyler değildir; her zaman biraz değişik gösterirler bu anlamı, biraz çarpıtır, biraz aptalca bir kimlikle donatırlar. evet -bu kadarı da iyidir yine, bir kimsedeki hazine ve bilgeliğin bir başkasına budalalık gibi görünmesine de doğrusu bir itirazım yoktur." (siddharta)

insanların bütün yaptıklarını bencil içgüdülere dayandıran hekim ve psikologlar belki de haklıdır.

umutsuzluk, insan yaşamım kavramaya ve haklı göstermeye yönelik her ciddi girişimin sonucu olarak açığa vurur kendini. umutsuzluk erdemle, adaletle, mantıkla yaşamaya ve yaşamın zorunluluklarım yerine getirmeye yönelik her ciddi girişimin bir sonucudur. umutsuzluğun bu yakasında çocuklar, öbür yakasında büyükler bulunur.

"uzaklara yolculuk eden bir kişinin 

yaşadıkları gerçek diye beklediklerinden uzaktır 

çokluk dönüp gelende yurduna 

sağda solda anlattıkları uydurma sayılır

ve palavracıya çıkar adı

gözleriyle görmediği, hissetmediği şeylere inanmaz insanlar 

kapalıysa gönül kapıları

biliyorum görüp geçirmemiş toy kişilerin 

benim anlatacaklarıma da yoktur pek inanacakları."

öyküler

dostoyevski

seven bir kadın sevdiği erkeğin kusurlarını bile, canavarlığını bile yüceltir. erkeğin yaptığı canavarlıkları aklamak için kadının ileri sürdüğü düşünceleri erkek kendi bile düşünüp bulamaz. yüce gönüllülüktür bu; ama özgünlük değildir. kadını mahveden yalnızca özgün olmamasıdır.

her şeye şaşmak elbette budalalıktır; oysa hiçbir şeye şaşmamak, her şeye şaşmaktan çok daha büyük bir budalalıktır.

yaşam bilinci yaşamın kendisinden, mutluluk bilinci mutluluğun kendisinden yücedir. herkesin yalnızca istemesi, her şeyin yoluna girmesine yetecektir.

yeryüzünde yalan söylemeden yaşamanın olanağı yoktur; çünkü yaşamla yalan eş anlamlı iki sözcüktür.

günlük yaşamlarında hemşireler gibi olan kadınlar vardır. onlardan hiçbir şeyinizi, en azından ruhunuzdaki acılarınızdan hiçbirini gizleyemezsiniz. acımız olduğunda cesaretle, umutla, onları sıkacağımızdan korkmadan gideriz onlara. ayrıca, bazı kadınların kalbinde belki de ne sınırsız sabırlı bir sevgi, merhamet, her şeyi bağışlama bulabileceğimizi de çok azımız biliriz. bu temiz kalplerde bütün bir sempati, avutma, umut hazinesi vardır. ne var ki, onların çok seven, çok acı çeken kalplerinin de sık sık yaralandığı olur. ama bu yara, meraklı gözlerden ne denli gizlenirse gizlensin, derin hüzün kendini daha derine saklar, gizler.

kaba yaradılışlı insanlar ancak maddi sıkıntıdan, gözle görülür dış nedenlerden ötürü kendilerini yok ederler.

robert musil

ernst fischer

"ben, tinsel yoldan dünyanın üstesinden gelinmesine katkılar sağlamak istiyorum."

robert musil'e yazdığı bir mektupta thomas mann şöyle demişti: "ölümsüzlüğünden sizinki kadar emin olduğum bir başka yaşayan alman yazarı yok!"

ne yazık ki ölümsüzlük, borç karşılığı gösterilebilecek bir ipotek değildir ve karın doyurmaya da yaramaz. avusturyalı romancıların en büyüğü, 1942'de sığınmacılığın yoksulluğu içinde öldü. geride kalan belgeleri arasında şu not bulundu: "artık devam edemem!" ve ikinci bir not: "yaşamım, her gün kopabilecek bir pamuk ipliğine bağlı ve son yıllarda, niteliksiz adam üzerinde çalışırken, insanın can düşmanı için bile istemeyeceği epey zamanlarım oldu."

isviçre'deki acı sürgünden, bir vatansızın örümcek ağı kadar zayıf yaşamından önce, onu umursamayan bir vatanda yazdıkları: "gerçekte ise, niteliksiz adam'ı yazmaya başladığımdan bu yana o kadar yoksulum ve yaradılışım nedeniyle her türlü para kazanabilme olanağından öylesine yoksunum ki, yalnızca kitaplarımın geliriyle, daha doğru söylemek gerekirse, yayıncımın belki de böyle bir gelirin gerçekleşebileceği umuduyla bana verdiği avanslarla yaşıyorum."

"benim için önemli olan, düşünme eyleminin coşkulu enerjisidir."

6 kasım 1880'de avusturya'nın bir taşra kenti olan klagenfurt'ta doğan robert musil, 15 nisan 1942'de cenevre'de öldü. avusturya-macaristan ordusunun bu genç subayı, önceleri makine mühendisliği ve felsefe öğrenimi gördü. mühendis oldu, "musil renkli çarkı"nı icat etti, başlangıçta edebiyatta değil ama iş yaşamında kök saldı. imparatorluğun yıkılmasının ardından, 1920'den 1922'ye kadar avusturya federal ordu işleri bakanlığında uzman danışman olarak çalıştı. daha sonra berlin'e gitti ve hiç tereddüt etmeksizin yazar oldu. ilk romanı için bulduğu konuyu bir arkadaşına bırakmak istedi. arkadaşı konuya el atmayınca, mühendis robert musil sonunda bütün cesaretini toplayıp edebiyata bir kaçamak yaptı.

"yazma sanatı, söylenecek olanı kişilere uygun kılan durumlar yaratmak, öte yandan da söylenecek olanı, düşüncelerin akışı içerisinden bir ölçüde etkileyici düğüm noktalarını, kişilerin fazla bir şey söylemelerine gerek bırakmaksızın seçebilmektir."

musil, yirminci yüzyılda artık erişilmesi olanaksız bir bütünlüğü, bir goethe'nin bütünlüğünü amaçlıyordu. kendisine "ona göre yazar kimdir?" diye soruyor ve şu yanıtı veriyordu: "kesinlikle sezgiyle yaratan kişi değil, zamanın bilgisiyle ve o zamanın yararları doğrultusunda yaratan kişi. sadece tempo açısından zamandan daha hızlıdır, zamanın o kadar ilerisindedir ki, kendini onunla bir karşıtlık içerisinde duyumsar. zamanın iyi egosudur, zamanın zamana karşı çalışan avukatıdır."

"edebiyatın görevi, olanı değil, fakat olması gerekeni anlatmaktır. başka deyişle: edebiyat, ortaya anlam imgeleri koyar. anlamlandırma demektir. yaşamın yorumlanmasıdır. gerçek, edebiyat için malzemedir."

musil, izlemek istediği ilkeyi "kahramanca bir ilke" diye adlandırıyordu. "bir prometheus ilkesi, ruhun savaşma güçlerini gereksiz olandan ayırıp asıl önem taşıyanın hizmetine veren bir ilke. bana göre ilerletici, klasik bir ilke. bu, büyüklük ilkesidir."

"edebiyat, özünde daha yüksek düzeyde bir insanlık uğruna verilen kavgadır; bu amaç doğrultusunda edebiyat, var olan üzerinde bir araştırmadır ve serinkanlı kuşkunun erdeminden yoksun herhangi bir araştırmanın hiçbir değeri yoktur."

robert musil, ölmek ile oluş arasındaki bir çağın bulanık ışıkları altında yetişmiş en büyük yazarlardan biriydi. bu sezgilerle dolu olarak sorgulayan yazar, yalnızca habsburg monarşisinin yıkılışını değil, fakat bu yıkılış bağlamında çökmekte olan bir dünyanın sorunsalını da etkileyici biçimde betimlemeyi başardı. sözü edilen sorunsalı hem onun baskısı altında kalan hem de yanıltılamaz ve zeki bir eleştirmen kimliğiyle, yaşayan ve anlayan, büyüleyici bir mizah ustası olarak betimledi. gerçekliğin gözle görülür, elle tutulur bir şey olarak, yüzey niteliğiyle ve natüralist bir tutumla resmini çekmedi; o gerçekliğin gizli yapısını, molekül süreçlerini, elektromanyetik güç alanlarını gözler önüne serdi. kesin ama yine de fantastik gelen yanlarıyla, varlık ve bilinçten oluşma sağlam iskeletin bedenselliğin geçici bulutları arasında yer almasıyla, bir hayaletler dünyasının tedirginliğini yaşayan varoluş biçimiyle bu roman tekniğinin röntgen çekimleriyle yakınlığını görmezlikten gelebilmek olanaksızdır.

teknik ve bilim alanlarından gelen biri olarak musil, tümevarım yöntemini, başka deyişle, somut olaydan -egemen anlayışlara, ilkelere ve sistemlere ne kadar aykırı kaçarlarsa kaçsınlar- somut bilgiler çıkartmak için bu somut olayı elden geldiğince önyargısız araştırma yöntemini benimsemişti. fakat bu analitik kafa, aynı zamanda da hep yaşantının etkisinde kalan, öznel etkilenme nedeniyle hep soğukkanlı gözlemcinin tutumundan ve çekimserliğinden kopan bir yazardı. kapitalist burjuva dünyasının olumsuzluğunu sergileyen biri olarak, olumsuzun olumsuzlanmasına, yeni düzene, bütünlüğe, içerik zenginliğine, insanın kendisiyle, çevresiyle uyum içerisinde olacağı bir öteki duruma büyük özlem duyuyordu. "bütünsel bir yaşama, tam bir inanca, içine aşk olmayan hiçbir şeyin karışmadığı, hiçbir bencilliğe yer vermeyen bir aşka ulaşmanın yolu nedir?" diye sorar. "bu yol, yalnızca olumlu yaşamaktır."

böyle sormayı başaran bir yazar, yanıtı kopuk kopuk olsa bile geleceğe atıfta bulunur. hatta daha da fazlası: doğru sorulan, tutkulu, acımasız soru, yalnızca her dogmatik yanıtın değil, aynı zamanda her ilerlemeye yardımcı yanıtın da önkoşuludur. musil'in yapıtı, "ileriye doğru yanılması" içerisinde bir ilerlemeye yardımcı niteliğindedir. musil'in sorunsalından çok güçlü bir "her şeye rağmen!" yükselir. yalnızca olumlu yaşama olanağı, bireyle toplumun uyum sağladıkları bir dünyayı kurma görevi kaynaklanır.
"benden geriye ne kaldı? belki de yalnızca cesur ve satın alınamaz olan, iç dünyasının özgürlüğü uğruna çok az sayıdaki dış yasaya saygı duyduğunu sanan bir insan. fakat bu iç özgürlük, insanın kendi kendine her şeyi düşünebilmesinden, her insani durumda, kendini bu duruma bağlamasına neden gerek bulunmadığını bilmesinden ve neye bağlanmak istediğini de asla bilmemesinden başka bir şey değil."

zemberekkuşu'nun güncesi

haruki murakami

dünyada bilinmemesi daha iyi olan şeyler vardır. 

çıkacaksan, en yüksek kuleyi bul ve tepesine tırman. ineceksen, en derin kuyuyu bul ve dibine in.

bir insanın anlayışı ne denli kıtsa, ulaşabileceği iktidar derecesi o denli yüksek oluyor. 

insanların çoğu, birkaç istisna dışında, yaşamlarını, varlığın ve dünyanın temelde mantığa uygun ve sağlam olduğuna inanarak geçirirler.

boşuna çaba harcamak kadar insanı tüketen bir şey yoktur.

insanın kendisinin nasıl bir durumda bulunduğunu bilmesi öyle pek kolay değil. kimse kendi yüzünü doğrudan göremez. tek çözüm, aynadaki yansımasına bakmaktır. ve deneyimlerimiz yüzünden, aynanın yansıttığı görüntünün gerçek olduğuna inanırız, hepsi bu.

genç ve derdi başından aşkın insanlar, ihtiyarları çabuk unuturlar.

merakımızı kurcalayan şeylere karşı cesur oluruz ve insan merak ettiği zaman gerekli cesareti de bulur. merak çabucak yok oluverir de cesaret uzun bir yol almak zorundadır. merak, birlikte iyi olunan ama güvenilemeyen bir arkadaşa benzer. seni bir şeyler yapmaya kışkırtabilir de gerektiği zaman savuşup gider. işte o zaman devam etmek için cesaretini toplamak zorunda kalırsın.

insanların başkalarına şarkı söylemelerinin nedeni, onlarda eşduyum uyandırabilme yeteneğine sahip olmak isteğidir. ben'in o daracık kabuğundan kurtulmak ve başkalarıyla acıyı da, sevinci de paylaşmak isterler.

21.07.2018

felsefenin ışığında

marcel proust: her şeyin kaybedildiği zamanlardadır ki bizi kurtaracak uyarı gelir.

georges gusdorf: eğer akıl insansal düşüncenin en üst organı ise, gerçeğin görevi içimizdeki birbirinin zıddı özlemleri kavramak ve düzenlemek, akla kendisine ait olan yeri vererek bu özlemlerin her birine hakkını vermektir.

henri bergson: zeka, içgüdüye ve sezgiye karşı çıkan üretici bir yetidir.

francis herbert bradley: kişisel ahlak olmadan ahlaksal kurumlar ölü kütlelerdir ve ahlaksal kurumlardan kopmuş kişisel ahlak gerçek dışı bir şeydir, bedensiz bir ruhtur.

jean-marie guyau: yasal cinayet, yasa dışı cinayetten daha saçmadır.

frederic rauh: bir parti, eğer üyeleri açık bilime, eleştiriye yabancı ise ahlaksızdır. dürüst insan inancını üst bir ilkeye bağlamaktan çok onu derinleştirmeyi, ortaya çıkarmayı, geliştirmeyi düşünür. düşüncesi eleştireldir.

george sand: bir kitap yazma işiyle ilgilenmediğim veya yeni birisini yazma hayali kurmadığım zaman can sıkıntısından ağlama isteği duyuyorum.

ferdinand alquie: insan, içinde kaybolduğu, sınırlandığı, yabancılaştığı her şeyi aşabilir ve aşmak zorundadır; ama insanı aşamaz.

pierre janet: en zor şey, tüm depresyonlarda en hızlı ve en çok yok olan, tüm biçimleriyle gerçeğin kavranmasıdır. bir algıyı veya bir fikri onun gerçek olduğu duygusuyla kavramak, yani bu algının çevresinde tüm eğilimlerimizi ve etkinliklerimizi birleştirmek dikkatin en büyük eseridir.

maine de biran: içsel duygumuzun yapısına dayanan ahlaksal yapının temeli, varlığımızın üzerinde her zaman en fazla bilgisiz olduğu tarafıdır.

spinoza: muhteşem şeylerin hepsi ender oldukları kadar zordurlar.

leon brunschvicg: eğer bizi çevreleyen dünyaya akılcı bir düzeni yerleştirmeyi başaramazsak, kendimiz aracılığıyla kendimiz için akılcı varlıklar haline gelemeyeceğiz. jules lachelier'nin ifadesine göre: "dışarıdaki tutarsızlık, içerideki deliliktir." ancak insanlar arasında insanız, ancak bedenler arasında bedeniz.

19.07.2018

türkiye'nin realitesi

mehmed uzun

biz demokrasi geleneğinden uzak, anti demokratik, düşünce ve duygu fukarası, bireyin hak ve özgürlüklerinden söz bile etmeyen, vatandaşı itaat etmesi gereken bir "unsur" olarak gören, ilişkilerini güç erkine göre ayarlayan, ceberrut, yıkıcı ve yok edici bir anlayışın egemen olduğu bir zaman ve mekana aitiz. bölgemiz bir bütün olarak bugün belki de dünyanın en tutucu bölgesi. bölgemiz dünyanın gidişatına karşı direniyor; gelişmemek, uygar ve demokratik bir refah toplumu yaratmamak için, eksiksiz, her türlü çabayı gösteriyor. bireyin hak ve özgürlüklerini esas alan yeni yüzyıldaki dünyamızda, çin ile birlikte, bölgemiz bugün akhilleus'un topuğu. eğer uygar dünyaya ait bir ok, mızrak, kılıç o topuğa ulaşırsa, dünyadaki demokratikleşme, uygarlaşma süreci muazzam bir ivme kazanacaktır.

kürtlere, kürtçeye ve durumları kürtlerden de daha kötü olan mezopotamya'nın öteki kadim toplulukları asurilere, süryanilere, ermenilere, yahudilere, keldanilere, nasturilere, yezidilere, alevilere biçilmiş bir yaşam tarzı var. benim 7 yaşında yediğim tokata benzer biçimde tarihin tokadını yemiş bu topluluklar yok edilmeye mahkum edilmiş durumda. demokrasiden, insan haklarından, vicdan ve eşitlik duygusundan zerre kadar nasibini almamış ve "hak, hukuk, adalet tanımayan cahil ve kibirli askeri diktatörler, dini muhafazakârlığı en uç noktalara kadar götürmüş pervasız dini liderler ve sürekli uygarlıktan, mutlu gelecekten, adaletten söz eden, vatandaşlarına karşı duygusuz, her şeyi teknik, ekonomik gelişmeden ibaret gören pişkin sivil politikacıların yönettiği" bir bölgede tüm bu topluluklara söylenen şu: kaderine razı ol.

tasallutçu otoriter ideolojinin yok etmek istediği diller, sözcükler, anlatılar, şehirler.. uygarlıkların kaynağı olmuş, insanlık için çok şey ifade etmiş, varlıklarıyla bize kim olduğumuzu öğretmiş, şaşmaz insani değerler ve erdemler konusunda hep rehberimiz olmuş, tecrübeleriyle ruhumuzu zenginleştirmiş, bugün neredeyse yok olmakla karşı karşıya bir kültür mirası. bölgemizdeki bu kültür mirasının cahil diktatörler, et kafalı palabıyık generaller ve ruhunda tüm insani değerleri katletmiş sivil siyasetçiler tarafından yok edilmek istenmesi ne kadar acı!

diller, sözcükler, anlatılar, uygarlıklar, dinler, şehirler, bir kültür mirasını oluşturan her şey, zalimin zulmüne karşı dayanıklı, paslı zincirlere karşı inatçı, zamanın gürültüsüne karşı sabırlıdır. ancak insanın unutkanlığına karşı son derece kırılgan, kayıtsızlığına karşı çaresiz, ölü uykusuna karşı tümüyle savunmasızdır.

türkiye tek kültürlü değil, çokkültürlü bir ülkedir. resmi söylemin aksine, türkiye'nin realitesi budur. çokkültürlü bir ülkede "tek ulus, tek kültür" düşüncesinin resmi düşünce haline gelmesi ve bunda ısrar edilmesi her şeyden önce ülkeyi çok zayıflatır, dinamizmini keser, sağırlar diyaloğunun hakim olduğu bir çöl haline getirir, vatandaşları huzursuz, sıkıntılı, durmadan terleyen savcı-sanık haline getirir. kültürler arası ilişkiyi keser, kültürleri birbirinden ve dünyadan izole eder, onları fakirleştirir, basitleştirir, önyargılar yaratır, kültürler arasına nifak tohumları eker, çelişkiler çıkarır, kuşkular yaratır, gerilimi durmadan artırarak insanları birbirinden alabildiğine uzaklaştırır. kültür, bir yaşam biçimidir, bir yaşam için gerekli olan her şeydir. tek bir ulusal kültür yaratacağım diye kültürü, kültürleri eritmek, insanı, insanları, insanlığı eritmektir.

ödüllerim

thomas bernhard

para düşkünüyüm, karaktersizim, ben de bir domuzum.

insanlar vazgeçmiyor ve oymayı sürdürüyorlardı. nereden oyacaklarını çok iyi biliyorlardı beni delirtmek için. sabah benimle buluşup ödülümü kutluyor ve bana devlet edebiyat ödülünün verilmesinin nihayet sırasının geldiğini söylüyorlar ve ardından konuşmalarına anlamsız bir ara veriyorlardı. o zaman ben ödülümün küçük devlet ödülü olduğunu, bir onurlandırmanın değil, bir hainliğin söz konusu olduğunu anlatmak zorunda kalıyordum. ama ardından ödüllerin onurlandırma olmadığını, onurlandırmanın sapıklık olduğunu, bütün dünyada ödüllendirme bulunmadığını söylüyordum. insanlar onurlandırmadan söz ediyorlardı; oysa hangi onurlandırmadan söz edilirse edilsin alçaklık söz konusuydu dedim. devlet çalışan vatandaşlarını onurlandırmalara boğuyor ama temelde onları sapıklık ve hainlikle boğuyor dedim.

şurası kesin ki masalların dönemi geçti, kentlerin ve devletlerin masalları ve bütün bilimsel masalların; felsefi olanlar da geçti. artık düşünce dünyası kalmadı, evrenin kendisi de artık masal değil. avrupa, en güzel olan öldü; gerçek ve hakikat bu. gerçek, tıpkı hakikat gibi, masal değildir ve hakikat hiçbir zaman masal olmamıştır.

müzisyenler pek formda değildi ve birçok yerde hata yaptılar, ama bu gibi durumlarda doğru bir icraya değer verilmezdi.

sanatçının bir genç adam olarak portresi

james joyce

sanatçının hedefi güzeli yaratmaktır.

yeryüzünde yazılagelmiş en derin cümle, zoolojinin son cümlesidir: çoğalma ölümün başlangıcıdır.

düşüncesiz coşkunluk, yolunu şaşırmış bir gemiye benzer.

erkeğin kadında beğendiği her fiziksel nitelik, kadının insan türünü devam ettirmek yönünde çeşitli işlevleriyle dolaysızca ilişkindir.

tennyson'ın en büyük şair olduğunu herkes bilir.

acıma, insan zihnini insan ıstıraplarında ciddi ve sürekli olan şey karşısında yakalayan ve ıstırap çeken insanla birleştiren duygudur. dehşet, insan zihnini insan ıstıraplarında ciddi ve sürekli olan şey karşısında yakalayan ve gizli nedenle birleştiren duygudur.

zorbanın insan kardeşlerine çektirdiği en büyük işkence ateş işkencesidir.

kendi bilgeliğini başkalarından uzakta öğrenmekti alın yazısı ya da başkalarının bilgeliğini yeryüzünün tuzakları arasında tek başına dolaşarak öğrenmek.

nesneler merkezde uzak noktalarda olduğundan daha yeğindirler.

lirik biçimde sanatçı imgesini kendisiyle dolaysız bir ilişki içinde sunar; epik biçimde imgesini kendisi ve başkalarıyla dolaylı bir ilişki içinde sunar; dramatik biçimde, imgesini başkalarıyla dolaysız bir ilişki içinde sunar.

17.07.2018

profesör y ile konuşmalar

louis-ferdinand celine

"yalnızca sefalet insandaki dehayı özgür kılabilir. sanatçıya acı çekmek yaraşır. bir tutamı asla kafi gelmez. avuç avuç anca keser sanatçıyı. çünkü sanatçı ancak acıların bağrında doğurabilir de ondan. ancak acıya, efendisine boyun eğdiği müddetçe." (alfred de musset)

yazara düşen, avucunu yalamaktır. harbi sanatçı dediğin, sen kaç, zindan kovalasın, öyle geçirir ömrünü.

bir kere sanatçı dediğin sürüden ayrılmayı seçmiştir, milletin gözüne gözüne batmıştır. eh ötekilere ibret olsun diye cezalandırılmasından daha normal, daha doğal bir şey olamaz.

öfkesine yenilen, diline sahip çıkamaz. öfke iblisleri yapışır adamın yakasına. gün gelir, ciğerini sökerler adamın.

eh bakıyorum da size profesör y misal, rencide etmek için demiyorum da, hani siz de pek bir zeki gösteriyorsunuz dışarıdan! hani böyle bir mantıkçı havanız falan var hatta! takılıyordur o gençler peşinize muhakkak! bir güzel dolduruyorsunuzdur o kafalarını! ah o gençler yok mu o gençler, başınızın tacıdır hepsi kesin. eh olacak tabii, sayelerinde karnınız doyuyor! ah o sabırsızlıkları, o cüretkarlıkları, o tembellikleri! siz şimdi kazuistik falan da takılıyorsunuzdur tabii! kesin, kesin! abélard’ı sollamışsınızdır bile! oh mis, tam modası!

bunların sağı solu belli olmaz profesör y, bunlar, bu malum kitle, acayip "coşkulu anlar" yaşıyordur misal, sonra durup dururken, bir bakmışsın şalter atmış bunlarda! bir bakmışsın o coşku dönüvermiş vahşete, yağmaya, hatta cinayete, anında, oracıkta! insan denen tür, etle beslenir.

insanlar öyle çok değil, topu topu ikiye ayrılır, nerede olursa olsunlar, ne bok yerlerse yesinler, ya işçidir bunlar, ya pezevenk. ya biri, ya öteki! mucit dediğin adamlar da "memurların" en zavallı türüdür! daha baştan idamlıktırlar! çaktırmadan aşıramayan, adam gibi cilalayamayan, intihalden faydalanmasını beceremeyen yazar, belasını bulmuş demektir!

cümle alemin nefretine pek güzel nail olmuştur! artık insanlar kendisinden tek bir şey beklemektedir, o da bir an evvel nalları dikmesidir ki böylece zulasındaki numaraları yürütebilsinler! oysa intihalciler, aşıranlar, tam aksine, güven verirler insanlara.

lan zaten şu kadarcık coşku olsaydı profesör y beyefendi bunlarda, tek bir savaş yüzü görmezdi şu dünya yüzyıllardır! tek bir katliam yaşanmazdı! ama daha çok bekleriz!

şu yaşadığımız dünyada aslolan tek hakikat nedir bilir misiniz? ben söyleyeyim: bu dünya var ya, paranoyak olmuş! ya! bildiğin paranoyak! olmayan şeyleri var sanıyor, çizmiş işte kafayı!

15.07.2018

yaşama sanatı

cesare pavese

davranışlarında ve düşüncelerinde bir başka insanın varlığını hesaba katmadan bir gün geçirebildiğin zaman kendini yiğit bir insan sayabilirsin.

yaşama sanatı, sevdiklerimize onlarla birlikte olmaktan ne büyük bir zevk duyduğumuzu belli etmemekten başka bir şey değildir; bunu başaramadık mı, bırakıp giderler bizi.

hayatta becerikli olmanın yolu kurnazlıktan geçer.

"dünyadan bir şey istemekten vazgeç; sana ne yapacağını bilemeyeceğin kadar çok şey verecektir dünya." sen her şeyden vazgeçince, sana kalan en küçük şeyler bile büyük önem kazanır. genellikle görmezlikten geldiğin önemsiz şeylerden bile en büyük tadı almanın yoludur bu.

politika, olabilecek şeylerin sanatıdır. hayat her yanıyla politikadır.

hayat yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır. kendi gerçek durumumuzu gördüğümüz zaman bunun yazgımıza uyduğunu anlar, huzura kavuşuruz.

tutarlı, kapsamlı ve canlı bir kalıba göre yaşanmış her hayat klasik bir hayattır.

yaşama sanatı, yalanlara inanmayı bilme sanatıdır. bunun korkunç yanı, doğrunun ne olduğunu bilmememize karşın, bir yalanın yalan olduğunu hala anlayabilmemizdir.

hayatın gizi, yokluğu bize acı veren şey bizde varmışçasına davranmaktadır.

"otuzumuza kadar köle gibi çalışıp her meteliğimizi biriktirelim; ondan sonra hayatın tadını çıkarırız." diyenler, otuz yaşına gelince kendilerini hırsa kaptırmış ve ağır işe öylesine alışmış olacaklar ki; artık hiçbir şeyin tadını çıkaramayacaklardır.