29.02.2012

uzun lafın kısası

tolstoy: mutlu aileler birbirine benzerler; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.

aristophanes: söz, insan düşüncesinin kanadıdır. insanı sözdür yücelere çıkaran.

şerif mardin: polisin görevi kamu düzenini korumak olduğu kadar ya da ondan daha çok, kamuyu denetim altında tutmaktır.

carl sagan: aşık olduğunuzda bunu bütün dünya bilsin istersiniz.

doris lessing: hiç kimse günde on iki saat çalışıp sonra da zihinsel etkinliklerde bulunacak kadar zinde kalamaz.

francis bacon: zengin olmanın birçok yolları vardır ve bunların hepsi iğrençtir.

franz kafka: başkalarının varlığının, bakışının ve yargısının omuzlarıma yüklediğinden başka bir sorumluluğun baskısı altında bulunmadım hiç.

jorge amado: toplumda hiçbir değişiklik kan dökmeden gerçekleşmez.

leyla erbil: herkesin yaptığı iş, meydana getirdiği eser mizaç ve karakterinin aynasıdır.

mihail bakunin: tanrı fikri insanın mantığını ve muhakeme yetisini yok eder. insanın özgürlüğünü yadsımanın en etkili yöntemidir.

paulo coelho: her şey az önce olmuş gibi geçmişi yanımızda taşırız.

albert einstein: insanlığın çarklarında, bana gerçekten önemli görünen devlet değil, yaratıcı ve duygun bireyin kişiliğidir. soylu ve yüce olanı yaratan odur.

sri chinmoy: sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde, dünya barışı tanıyacak.

27.02.2012

karamazov kardeşler

dostoyevski

gerçekçiyi dine yaklaştıran, mucizeler değildir. tanrıtanımaz bir gerçekçi, mucizeye inanmasını sağlayacak gücü, yeteneği her zaman bulur içinde; mucize açık seçik olursa gerçeği kabul etmektense duygularına inanmaz. mucizeyi kabul etse bile, o zamana kadar habersiz olduğu bir gerçek olarak kabul eder onu. gerçekçide mucize inancı doğurmaz, inanç mucizeyi doğurur.

sevgi öylesine değer biçilmez bir hazinedir ki, dünyayı satın alabilirsiniz onunla.

son derece dürüst ama şehvet düşkünü insanlarda geçilmeye hiç gelmeyen bir sınır vardır. yoksa öz babalarını bile doğrarlar.

kişinin yakınlarını sevebilmesine hiçbir zaman akıl erdirememişimdir. bence özellikle yakınlarını sevemez kişi, onları sevmeyince yabancıları da hiç sevemez elbette.

insanın sevilebilmesi için yüzünü saklaması gerekir. yüzünü birazcık gösterdi mi sevgi yok olur.

insanlar, her insanın dünyada işlenmiş bütün günahlara ortak olduğunu anladıkları anda hayal ettikleri cennete kavuşacaklardır.

dünyanın değişebilmesi için önce insanların değişmesi gerekir.

olağanüstü cesaretle işlenen suçlar ötekilere oranla daha çok başarıya ulaşır.

bir insan, karşısında duran suçlu gibi kendisinin de bir suçlu olduğu, ortadaki suçta belki en büyük payın kendisinin olduğu bilincine varmadan başkalarını yargılayamaz. bunu anladıktan sonra yargıç olabilir ancak.

"çok bilen çabuk ihtiyarlar." (rus atasözü)

kıskanç bir insanın hiç sıkılmadan ne denli küçülebileceğini, ruhsal yönden ne denli alçalabileceğini düşünebilmek pek güçtür.

gerçekler çoğunlukla budalaca şeyler gibi gözükürler.

hayatın kendisi acılardan oluşur. acılar olmasaydı ne tadı kalırdı hayatın? her şey sonsuz bir ayinden farksız olurdu: kutsal; ama sıkıcı bir hayat.

inanç ne denli az olursa o denli güçlüdür.

hakarete uğramış doğa ile suçlu bir kalbin öcü, insan adaletinden çok daha güçlüdür. öyle ki, verilen ceza doğanın verdiğini hafifletir.

"bir suçsuzu cezalandırmaktansa on suçluyu bağışlamak yeğdir."

belleğimizde iyi tek bir anı kalmış olsa bile, bir gün gelir, bu anımız mahvolmaktan kurtarır bizi.

25.02.2012

faust

goethe



inan ki, akıllılık dedikleri, çoğu zaman
önünü göremeyen bir kendini beğenmişliktir

kızlar büyük bir ilgi gösterirler
birinin geleneğe uygun olarak
dindar ve yalın bir yapıda olmasına
çünkü bu konuda boyun eğiyorsa
bize de boyun eğer diye düşünürler

esaslı bir etki elde etmek
ancak en iyi gereçlerle mümkündür

çoğumuzun bilmeden yaşadığı bir yaşamdır bu

tamamlanmış kişilikler bir şey beğenmez
oluş içindekilerse hep kanarlar

denildiği gibi yaşlılık çocuklaştırmaz
bizi gerçek birer çocuk olarak bulur

bir şeyler bilen o azınlık
taşan yüreklerini susturamayıp
ayaktakımına duygularını ve gördüklerini
açıklamaya kalkan o aptallar
ezelden beri çarmıha gerilip yakıldı

tinimiz her neyi doğuruyorsa yüce güzelliklerden
yabancı bir tarzda, hep yabancı maddeler karışır
iyiliğe eriştiğimizde bu dünyada, bir de bakarız ki
yanılsama ve deliliktir bunlar aslında
bize dirilik veren o yüce duygular
donup kalırlar dünyanın karmaşasında

mucize, en sevdiği çocuğudur inancın

insanların anlamadıklarıyla
alay etmelerine alışığız
ve homurdanmalarına
erişemedikleri
iyi ve güzelin karşısında

tatlı, tanıdık bir ses
korkunç duygulardan arta kalanı
sevinçli zamanların vaadiyle
kandırdıysa da
ruhu kuşatan tuzak ve kandırmacaları
ve onu kör ederek, yaltaklanarak
bu yas dolu mağarada tutsak eden
bütün güçleri kahrediyorum
ruhun içine sarıldığı
kendi beğenmişliği kahrolsun
duyularımızı bırakmayan görünüşün
körleştiriciliği kahrolsun
kahrolsun düşlerin ikiyüzlülüğü
ünümüz ve adımızın sözde kalıcılığı
kahrolsun yaltaklanan mal ve mülk
kadın, çocuk, hizmetçi ve kul
kahrolsun, hazineler vaat ederek
akılalmaz şeyler yaptıran
ya da tembel bir zevk için
yastığımızı hazırlayan para tanrısı
üzümlerin uyuşturan sıvısı kahrolsun
en yüksek aşk, umut, inanç
her şeyden önce sabır kahrolsun

başına
kıvırcık saçlı bir peruk da taksan
ayağını
kaidelerle arşın arşın yükseltsen de
her kimsen hep o olursun

kuramlarla uğraşan bir herif
kötü bir ruhun kurak bir çayırda
dolaştırdığı bir hayvan gibidir
çevrede güzelim yeşil otlaklar dururken

iyi şeyler çoğu zaman uzağımızdadır

illa ki haklı çıkmak isteyen
ağzı laf yaptığı sürece
mutlaka haklı çıkacaktır

bir atasözü der ki
kendine ait bir ocak
ve iyi bir kadın
altın ve incilere bedeldir

evliliğin altın olması
elli yıl gerektirir
ama olmaması kavganın
altının ta kendisidir

açık yapıt *

umberto eco

"iktidar istenci, yalnızca erkeğin kadınlara hükmetme isteğinin ya da çocuğun anne ile babaya geri dönme umudunun şaşaalı bir örtmecesidir." (richard rorty)

salman rushdie: bütün öyküler, olabilecekleri öykülerin hayaletlerinin istilası altındadırlar.

hakikat, zamanın başlangıcından beri birlikte yaşadığımız; ancak unutmuş olduğumuz bir şeydir.

macedonio fernandez: bu dünyada eksik olan o kadar çok şey var ki, bir şey daha eksik olsa ona yer bulunamazdı.

bir metin, yorumcunun sonsuz iç bağlantılar keşfedebileceği açık uçlu bir evrendir.

paul valery: bir metnin kesin bir anlamı yoktur.

dil, düşüncenin yetersizliğini yansıtır: dünyada oluşumuz, aşkınsal herhangi bir anlam bulma yetimizden başka bir şey değildir.

gerçek okur, bir metnin gizinin metnin boşluğu olduğunu anlayan okurdur.

jonathan culler: birçok entelektüel etkinlik gibi, yorum ancak en uç noktasına vardırıldığında ilginç olur.

belli bir bakış açısından her şeyle her şey arasında analoji, yakınlık ve benzerlik ilişkileri vardır.

horatius: her şeyde öyle bir sınır vardır ki, bir şey o sınırın bu yanında veya hemen öbür yanında doğru olamaz.

* "yorum ve aşırı yorum" ile birlikte.

24.02.2012

ilk aşk

ivan turgenyev

irade; hürriyetten de değerlidir; çünkü onunla kudret sahibi olabilirsin. istemeyi bildikten sonra hür olursun, emredersin.

şiirin asıl güzelliği nedir, biliyor musunuz? hayatta olmayan , olandan çok daha iyi; hatta gerçeğe çok daha yakın şeylerden bahsetmesi.

ben başkasının iradesiyle cennete gitmektense, -sırf ben istedim böyle- cehenneme sürüklenmeyi tercih ederim.

dayak yemek, sevdiği elden olsa bile.. buna isyansız katlanmak haysiyetsizlik değil mi?

23.02.2012

orhan pamuk

leyla erbil

hilmi yavuz, "pamuk ve intihal" adlı yazısında pamuk'un, radikal iki'de, yavuz'un "kültür üzerine" adlı kitabındaki kemal tahir'le ilgili görüşlerini 10 yıl sonra nasıl "evirip çevirip kendine mal ettiği"nden yakınıyor; "benim yazıma en ufak bir gönderme yapmadan!" diyordu.

benim de tanık olduğum ve şaştığım bu olay gerçekten de türk edebiyatı adına can sıkıcıdır. pamuk'un yabancı yazarları pazarına alması kendi bileceği bir şey de; yerli yazarlara, onlar henüz yaşarken akarlık taslaması; üstelik bir deneme yazısında, oldukça korkutucu. bu durumda, radikal gazetesinin telif ücretini orhan pamuk'tan alıp hilmi yavuz'a ödemesi gerekmez mi?

hilmi yavuz canı yandıktan sonra günah da çıkarmış; murat bardakçı'nın ortaya çıkardığı "pedro'nun zorunlu istanbul seyahati" adlı kitaptan, pamuk'un "beyaz kale" romanına aktardıkları için de yeni görüşlerini şöyle belirtiyor:

"orhan pamuk'un romanlarına ilişkin olarak intihal (çalıntı) söylentileri öteden beri var olagelmiştir. daha önce yazdığım bir yazıda, bu konudaki söylentilere itibar etmediğimi söylemiştim. şöyle demiştim o yazımda: 'doğrusu, pamuk'un beyaz kale'sini beğenmemiş olsam da, söz konusu çalıntı suçlamasının haklı bir gerekçeye dayandığını düşünmüyorum.' böyle düşünmekte haklı mıyım ondan pek emin değilim artık!"

genç kuşağın öteki (!) şairlerinden nilgün üstün dikkat etmiş: "televizyon kanalları edip cansever'in, orhan veli'nin ve başka birçok ozanın ve yazarın dize ve sözleriyle doluymuş. sahiplerinin adlarını, sanlarını anmadan, kibar kibar 'hayatı paylaşıyoruz' demek ki!

"bizim kuşağımızda da oluyor böyle şeyler" diyor nilgün; "ben de kendimden şüphelendim, bir dizemi lorca'ya benzettim; açıp okuyacağım lorca'yı, bakalım!" lorca'nın ziyanı yok; ölmüş gitmiş, bunca yıl olmuş, biz geride kalanları kurtaralım!

21.02.2012

aşksız zaman

julia kristeva

aşk hikayeleri yok artık. oysa kadınlar istiyorlar ve kadınlar gibi yumuşak ve hüzünlü olmaktan utanmadıklarında erkekler de istiyorlar. hepsi kazanmak ve ölmek için koşuşturup duruyorlar. ölümden sonra da yaşamak için ya da sanki aralarında konuşmuyormuş gibi yaparak konuşarak kendilerini unuttuklarında, zevk alarak ya da zevk almadan çocuk yapıyorlar. uçağa, metroya, hızlı trene, gemiye biniyorlar. dallarını güneşli mavi ipekler sarınmış bulutlara doğru uzatmış, küçücük yapraklarıyla titreyen, arıların bala dönüştürdüğü hafif bir koku yayan şu pembe akasyaya bakacak zamanları yok.

orada, atlantik'in karşısındaki akasyanın altında olduklarından nasıl emin olabiliyorum? şöyle böyle tanıyorum onları, paris'te rastlıyorum, dostları olan hastalar onlardan söz ediyorlar bana.. dolayısıyla sahneyi iyi görüyorum. birlikteler çünkü ayrılar. karşılıklı bağımsızlıklarına bu karşılıklı katılıma aşk diyorlar. bu onları gençleştiriyor, yeniyetme havalarındalar; hatta çocuksu. ne istiyorlar? birlikte yalnız olmak. birlikte yalnız oynamak ve o yalnızlıkta hüzün olmadığını göstermek için zaman zaman topu birbirlerine atmak.

hastalarım bana aşk acılarını anlatıyorlar ve aşk acısıyla uyum sağlayarak tatmin oluyorlar. oysa bu ikisi yaralarını ormandaki hayvanlar gibi yalıyorlar ve rahat ve huzur içinde ayrılıyorlar birbirlerinden.

aşk zamanı, zevklerimize beş duyu bizi acı ve coşkuya boğuncaya kadar dalar. aşkın, maceracıların yaralarını sarmayı başarmalarına, beden kendini yeniden düzenleyinceye, iki insanın sudaki narcissos gibi yeniden birbirlerine bakmaya başladıkları ana kadar sürdüğü söylenir. çok sabır isteyen bir iştir bu, müthiş zaman alır. aşkta zamana dikkat etmek gerekir.

sevme sanatının bir yansımasından başka bir şey olmayan süre yoktur. ama bir algı, bir sıkıntı ya da bir sevinç uzamını bir verme anına dönüştüren büyü. sözcük, hareket, bakış.. seni yanıma aldığımı, ikimizin, orada akasya ve çamın altında, başdöndürücü çiçekler, dalgalar, quatuor, migren, sırt ağrısı içinde rahat olduğumuzu haber vermek için küçük bir ses sadece. zaman duyumu böyle doğar. bu duyulur anlar bir kez verildiklerinde küçücük eylemler halinde zincirlenirler. hiçlikten doğarlar, düğümlenirler ve bizi taşırlar. aşksız zamanın olmadığı çok açıktır. zaman küçük şeylerin, düşlerin, arzuların aşkıdır. yeteri kadar aşk olmadığı için zaman yoktur. insan sevmeyince zamanını yitirir. kimseye söyleyecek bir şeyimiz olmadığında geçen zamanı unuturuz. ya da geçmeyen, yalancı bir zamanın esiri oluruz.

ölüm sevgisi, ölme arzusu, görmeden bakabilmemiz, uyuyabilmemiz ve düş kurabilmemiz için görmek istemediğimiz sırdır. gözlerimizi kapamasaydık, sadece boşluk, siyahlık, beyazlık ve kırık biçimler görebilirdik.

20.02.2012

çavdar tarlasında çocuklar

j.d. salinger

bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. ama öylesi pek bulunmuyor.

pencey'de cumartesi akşamları hep aynı yemek çıkardı. çok önemli bir şeymiş gibi. neymiş, biftek çıkarıyorlarmış size. bin kağıdına bahse girerim ki, bunu yapmalarının nedeni, çoğu ailelerin pazar günleri okula çocuklarını ziyarete gelmesi ve bizim thurmer'ın hesabına göre sevgili oğulcuklarına akşam ne yediniz diye soracak olmasıydı, o da "biftek" diyecekti. iyi tezgah, değil mi?

kardeşim öldü. 18 temmuz 1946'da, lösemiden. o sıralarda maine'de oturuyorduk. tanısaydınız onu çok severdiniz. benden iki yaş küçüktü; ama benden elli kat daha akıllıydı. korkunç zekiydi. öğretmenleri, durmadan anneme mektup yazar, allie gibi bir çocuğun öğretmeni olmaktan gurur duyduklarını bildirirlerdi. ve palavra sıkmak için yazmazlardı, gerçeği söylerlerdi.

ona geri zekalı demenizden nefret ederdi. zaten bütün geri zekalılar kendilerine geri zekalı denmesinden nefret ederler.

bir kızı gerçekten beğenmiyorsanız, onunla asla oynaşmamanız gerekir. ama onu beğeniyorsanız, onun yüzünü de beğeniyorsunuz demektir. eğer bir kızın yüzünü beğeniyorsanız, öyle, su püskürtmek filan gibi rezil şeyler yapmaktan kaçınmanız gerekir. bazen böyle rezil şeylerin eğlenceli olması ne kötü.

vakit hala erken sayılırdı. saat kaçtı, şimdi emin değilim; ama pek geç değildi. nefret ettiğim bir şey de, daha uykum gelmeden yatağa girmektir.

kızlarla olan sorun da bu işte. hoş bir şey yaptıklarında, pek yüzlerine bakılmayacak gibi olsalar da, hatta salak bile olsalar, onlara böyle yarı yarıya aşık oluyorsunuz ve hangi cehennemde olduğunuzu bile unutuyorsunuz. kızlar! aman tanrım! aklınızı başınızdan alıyorlar. gerçekten alıyorlar.

denizci herifle ben birbirimize, tanıştığımıza memnun olduğumuzu söyledik, ki böyle, tanıştığıma hiç memnun olmadığım kimselere, durmadan "tanıştığıma memnun oldum" demek beni öldürüyor. ama hayatta kalmak istiyorsanız, ille de bu zırvaları söylemek zorundasınız.

sorun şu: bir kızla -yani orospularla filan değil- bu iş tam olacak gibiyken, başlıyor durmadan size dur demeye. benim derdim de bu işte; duruyorum. çoğu herif durmuyor. benim elimden gelmiyor. durmanızı gerçekten mi istiyorlar veya yalnızca korkuyorlar mı ya da işin sonunda kusurun onların üstünde değil de sizin üstünüzde kalması için mi dur diyorlar, hiç bilemiyorsunuz. ben yine de, hep duruyorum. sorun, onlara acımam. yani, bu kızların çoğu aptallaşıyor. bir süre oynaştıktan sonra, bir bakıyorsunuz, akılları başlarından gitmiş. bir kız kendisini oynaşmaya bir kaptırdı mı, beyin meyin aramayın onda. ne bileyim? dur diyorlar, ben de duruyorum. onları evlerine bıraktıktan sonra, keşke durmasaydım diyorum; ama yine de durmadan edemiyorum.

kitabın bir yerinde, "kadın bedeni bir keman gibidir, hakkını vererek çalmak için acayip iyi bir müzisyen olmak gerekir." diyordu. hödük bir kitaptı -farkındayım yani- ama bu keman zırvası hiç aklımdan gitmiyor.

bir şeyi çok iyi yapıyorsanız, bir süre sonra, dikkatli olmazsanız gösteriş yapmaya başlıyorsunuz. ve sonunda da iyi olmaktan çıkıyor yaptığınız.

derken, başladım kibritle oynamaya. bazen, belirli bir ruh haline girince, kibrit yakar dururum. bırakırım, sonuna kadar yanarlar, artık tutulmayacak gibi oluncaya dek, sonra tablaya atarım. asabi bir alışkanlık işte.

sinemalarda böyle sahtekarca zımbırtılara deli gibi gözyaşı dökenlerin yüzde doksanı aslında kötü kalpli, aşağılık insanlar. şaka demiyorum.

bizim evin girişindeki o tuhaf koku, başka hiçbir yerinkine benzemez. ne cehennem olduğunu ben de bilmiyorum. karnabahar kokusu da değil, parfüm kokusu da -ne cehennem olduğunu ben de bilmiyorum- ama o kokuyu alınca evde olduğunuzu anlıyorsunuz.

"rastlarsa birine biri, çavdarlar arasında" (robert burns)

hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta -yetişkin hiç kimse, yani- benden başka. ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. çılgın bir şey bu, biliyorum; ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. biliyorum, bu çılgın bir şey.

d.b.'nin odasına döndüğümde, bizim phoebe radyoyu açmıştı. dans müziği çalıyordu. ama çok hafif açmıştı, hizmetçi duyamazdı. onu görmeliydiniz. yatağın tam ortasında, örtülerin üstüne, şu yoga yapan herifler gibi bağdaş kurmuş, oturuyordu. müzik dinliyordu. bitiyorum bu kıza.

wilhelm stekel: olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir; olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir.

iyi eğitim görmüş insanlar ve bilim adamları, başlangıçta zeki ve yaratıcı iseler -ne yazık ki bu, ender bir durumdur- yalnızca zeki ve yaratıcı olan insanlara kıyasla, arkalarında sonsuza kadar kalabilecek çok daha değerli şeyler bırakıyor gibiler. kendilerini daha açık seçik ifade edebiliyor gibiler ve genellikle, düşüncelerini sonuca ulaştırmak gibi bir tutkuları var. ve -en önemlisi- yüzde doksan olasılıkla bilim adamı olmayan düşünürlerden daha alçakgönüllü oluyorlar.

ayrıca, kadıncağız pencey'yi çok iyi sanıyorsa, bırakın öyle sansın. yüz yaşındaki birine yeni bir şey söylemekten nefret ediyor insan. böyle şeyleri duymak istemiyorlar.

durum umutsuzdu. sileceğim diye bir milyon yıl uğraşsanız, bu dünyadaki tüm "seni ..." yazılarının yarısıyla bile başa çıkamazsınız. olanak yok buna.

sorun da buydu işte. asla güzel ve huzurlu bir yer bulamıyordunuz; çünkü böyle bir yer yoktu. var sanıyordunuz; ama siz oraya varır varmaz, sizin bakmadığınız bir sırada biri gizlice gelip burnunuzun dibinde, "seni ..." diye yazıveriyordu. sanırım, öldüğüm zaman bile, beni bir mezara tıktıklarında başıma diktikleri taşın üstündeki "holden caulfield" ile doğduğum ve öldüğüm tarihlerin hemen altında, "seni ..." yazılmış olacaktır. biliyorum bunu, gerçekten.

sakın kimseye bir şey anlatmayın. herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.

19.02.2012

bir gün tek başına

vedat türkali

dostluğu geliştiren her söz güzeldir. doğrudur da.

polis korkusu azalıverir meyhanelerde. hemen her çağda iktidarlar, sarhoşlarla gizli bir anlaşma yapmış gibidirler. konuşun, edin; meyhanede kalsın. birazını da eve saklayın isterseniz. ama sokağa, alanlara, işyerine, hele fabrikalara asla!..

"bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür." (sakallı celal)

evlenmek de boşanmak kadar ciddi bir iştir.

erkekler konusunda düşlerden koru kendini. genellikle böyledirler. en devrimcileri bile. kadını kandırıp yararlanmak bir soy övünme, böbürlenme konusudur aralarında.

bunca yıllık nikahlı karı da her gece çekilmez.

kadın erkek ayrımına kapılmadan, ahlaktı, terbiyeydi boş verip konuşmanın nasıl da dinlendiren bir yanı vardır. hep kendimizi sıkarak yaşıyoruz; demir kalıplar içindeyiz.

insanlar belli bir birikim olmadan kimi şeyleri anlayamazlar.

17.02.2012

six feet under

"kuşların tünediği ve sonra uçmalarına izin veren, onları bir daha geri çağırmayan ağaçları düşünün. kalbiniz bir ağaç gibi olabilirse devaya daha yakın olursunuz."

bir sanatçı dünyanın ona sunduğu şeyleri tecrübe etme hakkını asla sorgulamaz.

eğer hayatı, bir erdem koyduğunda mutluluk alacağın bir satış otomatı gibi görüyorsan, hüsrana uğrayacaksın demektir.

insanlar değişmez; sadece yaşlanırlar.

her şeyin sürekli mükemmel olmasını bekleyemezsin. mükemmel olmadığında sarsılmamalısın. kendimi hapishanede gibi hissettiğim anlarda, güvende hissettiğim anları düşünürüm. ve kendi kendime o anların, hapiste hissettiğim anlardan fazla olduğunu hatırlatırım. asıl yalnızlık, hapiste olmak gibi sadece kendini düşünmek. sürekli kendini izleme girdabına girip çıkamamak. ilginç biriysen sanırım bu da sorun değil. ama işin aslı şu ki, kimse o kadar ilginç değil.

tüm gerçek sanatçılar aklını kaçırmıştır.

casusluk yapmayı herkes sever. hepimiz aslında röntgenciyiz. başkalarının berbat özel pisliklerini görmek için yanıp tutuşuyoruz.

16.02.2012

tanrı gelini sibyl

par lagerkvist

nehirler kolay bağışlamazlar, herkes bilir bunu.

tanrı amansızdır. iyidir diyenler onu tanımayanlardır. en insansal olmayan şeydir o. vahşidir, yıldırım gibi hesaba kitaba gelmez. kimsenin, içinde yıldırım var mı yok mu bilmediği bir buluttan çıkan yıldırım gibi. apansız vurur, apansız vurur insana; tüm zulmünü ortaya çıkararak. ya da aşkını. zalim aşkını. her şey gelebilir ondan. herhangi bir zamanda, herhangi bir şeyde gösterir kendini.

evet, tanrı anlaşılmaz, zalim ve korkunçtur. tanrı kötüdür. kalpsiz ve uğursuz. ondan başkasını sevmeye kalkan herkese karşı öçle dolu. "başını evime dayama" demeye cesaret edene karşı. zalim ve amansız. insanları hiç düşünmez; yalnız kendini düşünür. ve hiç bağışlamaz, hiç unutmaz.

çocuklar sevgiyle sarılı olsalar da yalnızdırlar; kimse fark etmez bu yalnızlığı.

işte biz böyleyizdir; doğru diye bellediğimiz bilgileri en az inandığımız kimselerden toplar ve yürekten tiksindiğimiz kimselerin bizi yönetmelerine bilmeden boyun eğeriz.

insan gerçekten bıraktı mıydı, ona çocukluk dünyası kadar yabancı hiçbir şey olamaz.

kötülük, aşk gibi, pek az sözcük gerektirir.

insanın kaderi vardır; ama bir tane. tamamlanınca hiçbir şey kalmıyor. yalnızca tanrılardır birçok kaderi olan ve ölümü gereksemeyen. onlar her şeyle doludur ve her şeyi denemişlerdir. her şeyi.. insan mutluluğundan başka. yalnız onu bilemezler ve bu yüzden de insanlara çok görürler mutluluğu. insanların mutlu olmaya kalkmaları ve bu dünyasal mutluluk uğruna onları unutmalarıdır tanrıları bunca zalim, bunca kötü kılan; başka bir şey değil. bundan ötürü de alıyorlar işte öçlerini. ve ağaçlarının bir dalını da sıkıştırıveriyorlar kurbanlarının eline.

15.02.2012

beyaz diş

jack london

güzel smith, beyaz diş'in boynundaki zinciri çıkartıp geri çekildi. beyaz diş ilk kez hemen saldırıya geçmedi. kulaklarını dikerek olduğu yerde tetikte bekliyordu. karşısına çıkarılan bu garip yaratığı ilgiyle süzüyordu. şimdiye kadar böyle bir köpek hiç görmemişti. tim keenan, bulldogu ileri iterek: "hadi, tut onu!" dedi. hayvan yalpalayarak çemberin ortasına doğru ilerledi. hantal, bodur ve biçimsizdi. bir noktada durdu, gözlerini kırpıştırarak beyaz diş'e bakmaya başladı.

seyirciler arasında bağrışmalar yükseldi: "hadi cherokee! git ona! saldır cherokee! parçala onu!"

fakat cherokee dövüşmeye niyetli görünmüyordu. kafasını geri çevirip bağrışan seyircilere gözlerini kırpıştırarak bakarken küt kuyruğunu sevinçle sallıyordu. aslında korktuğu falan yoktu, azıcık ağırkanlıydı o kadar. hem karşısındaki köpekle dövüştüreceklerini de sanmıyordu. böyle bir köpekle dövüşmeye alışık olmadığı için gerçek bir köpek getirmelerini bekliyordu.

bunun üzerine tim keenan işe karıştı, hayvanın üzerine eğilip ellerini omuzlarına doladı, tüylerini öne doğru hafifçe okşarken cherokee'yi usul usul ileri itmeye başladı. bu kızıştırıcı hareketler hayvanı etkiledi. cherokee, gırtlağının derinliklerinden kopan boğuk bir sesle hırlamaya başladı. adamın elinin hareketleri ile hayvanın hırıltısı arasında uyumlu bir anlaşma vardı. tüyleri öne doğru her okşayışında hayvanın gırtlağından bir hırıltı yükseldi ve elin yeni bir hareketiyle yeniden başlamak üzere bu ses kesildi. her hareketin sonunda bu uyum değişiyordu; elin hareketi bir anda bitiyor, hayvan silkinerek yeniden hırlamaya başlıyordu.

bu kızıştırıcı havaya beyaz diş de kendini kaptırdı. boynundaki tüyler omuzlarına doğru kabardı. tim keenan hayvanı son bir kez daha ileri doğru iterek geri çekildi. cherokee işte o zaman kendi isteğiyle çarpık bacakları üzerinde ilerleyerek hızla öne atıldı. aynı anda beyaz diş de sıçradı. seyirci topluluğunda şaşkınlıklarını belirten çığlıklar koptu. beyaz diş tıpkı bir kedi gibi bir sıçrayışta düşmanına ulaşmış ve kaşla göz arasında dişlerini hayvanın etine geçirdikten sonra aynı çeviklikte geri fırlamıştı.

bulldogun kulağının arkasından boynuna kadar inen kalın bir yaradan kan akıyordu. ama hayvan büyük bir vurdumduymazlık içinde gık bile çıkarmaksızın hemen geri döndü ve düşmanının peşine takıldı. her iki tarafın gösterisi, birinin çevikliği, diğerinin dayanıklılığı kalabalığın coşmasına yol açtı. bu arada beyaz diş tekrar saldırdı, dişlerini düşmanının etine geçirdikten sonra en küçük bir yara almadan geri kaçtı. garip rakibi ise acele etmeden, kararlı, sabırlı ve dikkatli bir tavırla peşini bırakmıyordu. cherokee'nin dövüş yöntemi böyleydi. hedefi gözüne kestirmişti bir kez, gözleri artık ondan başkasını görmüyordu. bile bile düşmanının üstüne gidiyordu.

beyaz diş afalladı. ömründe böyle bir köpek görmemişti: onu koruyacak tüylü bir postu yoktu. bu yüzden de her saldırıya geçişinde hiç şaşırmaksızın tüysüz deriye dişlerini geçiriveriyordu. eti yumuşacıktı ve kolayca kanıyordu. görünüşe bakılırsa kendisini savunamayacak kadar beceriksizdi. üstelik öbür köpekler gibi kavga sırasında bağırıp çağırmıyordu. hırlamak şöyle dursun, sanki cezasını sineye çeker gibi bir hali vardı. bununla birlikte kendini bu kovalamacadan hiç geri bırakmıyordu.

oysa cherokee öyle hantal bir hayvan sayılmazdı. kıvrak hareketlerle beyaz diş'in kandırmacalarını yakalamaya çalışıyordu ama onu asla yerinde bulamıyordu. buna cherokee de şaşırmıştı. yakınına sokulamadığı bir köpekle dövüşmeye alışkın değildi. fakat bu köpek arada daima bir mesafe bırakıyor, dans eder gibi sağa sola kaçıyor, çevresinde dolanıyordu. dişlerini batırdığı zaman tutmuyor, tersine hemen bırakıp uzağa çekiliyordu.

beyaz diş ise hayvanın gırtlağındaki o yumuşak yere ulaşamıyordu bir türlü. bulldog bodurdu; üstelik geniş çene kemikleri gırtlağını koruyordu. cherokee yara bere içinde kalmıştı. beyaz diş birdenbire saldırıyor ve hiç yara almadan geri çekiliyordu. bulldogun boynu ve şakakları yırtılmış, kan revan içinde kalmıştı. ama hiç aldırmıyor, umutsuzluğa kapılmıyordu. inatla kovalamaya devam etti. bir ara afallamış gibi durdu ve gözlerini kırpıştırarak seyircilere baktı; sanki dövüşü sürdüreceğini belirtmek istercesine kuyruğunu salladı.

işte tam bu esnada beyaz diş tekrar atıldı ve kulaklarından birini tamamen parçaladı. bunun üzerine cherokee bozuntuya vermemeye çalıştığı belirsiz bir öfkeyle yeniden kovalamaya başladı. beyaz diş'in çizdiği çemberin içinde kalarak onu kovaladı, gırtlağındaki can alıcı noktaya ulaşmaya çalıştı. ama hedefini kıl payıyla ıskaladı. beyaz diş son anda karşı tarafa sıçrayarak, bu saldırıyı savuşturmuş ve seyircilerin hayranlık dolu çığlıklar atmalarına neden olmuştu.

aradan uzun bir zaman geçti. beyaz diş sürekli sağa sola sıçrıyor, saldırıp düşmanını yaralıyor, bulldog ise hala korkunç bir kararlılıkla onu izliyordu. cherokee kolladığı açığı er geç yakalayacak, beyaz diş'i gafil avlayarak can alıcı saldırıyı yapıp dövüşü kazanacaktı. o zamana dek düşmanının açtığı yaralara ve acılara yılmadan göğüs gerdi. kulakları paramparça olmuş, boynu ve omuzları yara bere içinde kalmıştı. beyaz diş'in o umulmadık anlarda yaptığı yıldırım gibi saldırılardan sakınamadığı için dudakları bile yarılıp kanamaya başlamıştı.

beyaz diş, cherokee'yi yere yuvarlayabilmek için tekrar tekrar saldırdı; fakat aralarındaki boy farkı çok fazlaydı. cherokee çok bodur ve yere çok yakındı. bu yüzden beyaz diş sık sık hileye başvuruyordu. beyaz diş şaşırtmaca yapmak için hızla atılıp sıçrarken, birden ters yönden kıvrılıp geri döndü ve cherokee'yi başı yana çevrili olarak omzu açık bir durumda yakaladı. hemen şimşek gibi bir hızla üzerine sıçradı; ama kendi omzu çok yüksek kaldığından hızını alamayıp bulldogun üzerinden öbür tarafa fırladı. seyirciler ilk kez beyaz diş'in ayaklarının yerden kesildiğini gördüler. havada bir takla atan hayvan, eğer tıpkı bir kedi gibi kıvrılıp dört ayak üzerine düşmeye çalışmasaydı sırtüstü yere serilecekti. ama daha havadayken bükülüp yanlamasına yeri boyladı. biraz sonra yere değer değmez ayağa fırladı ama aynı anda cherokee dişlerini onun gırtlağına geçirdi.

bulldogun saldırısı tam yerini bulmamış, gırtlağın aşağısından, göğsüne yakın bir yerden yakalayıvermişti. ama kaptığı yeri bırakmadı. beyaz diş ayağa fırladı, bulldogun vücudunu silkip atabilmek için çılgınca dört dönmeye başladı. hayvanın böyle olanca ağırlığıyla asılması onu deli etmişti. bütün benliğiyle bu boyunduruktan çıkmak için kızgınca başkaldırıyordu. birkaç dakika deli gibi çırpınıp durdu. boynunda asılı olan bu 20 kiloyu silkip atabilmek için kendi çevresinde dönüyor, daireler çizerek bükülüyordu. cherokee sağa sola savrularak sürünüyor; ama kaptığı yeri bir türlü bırakmıyordu. bazen beyaz diş'e karşı dengesini koruyabilmek için ayaklarını yere basmayı becerebiliyordu. gelgelelim bir an sonra ayakları beyaz diş'in çılgınca dönüşlerinden biriyle yine yerden kesiliyor ve sürüklenmeye başlıyordu. içgüdüsü, ne olursa olsun tuttuğu yeri bırakmaması gerektiğini söylüyordu ona.

en sonunda beyaz diş durdu, yorulmuştu. onca didinmesine rağmen hiçbir şey yapamıyordu ve buna da akıl sır erdiremiyordu. şimdiye kadar yaptığı sayısız dövüşlerde böyle bir şey hiç başına gelmemişti. bu türlü dövüşen bir köpekle daha önce hiç karşılaşmamıştı. dövüş deyince, tekrar tekrar ısırmayı, parçalamayı ve hemen geri sıçramayı anlıyordu. soluk alabilmek için hafifçe yana yattı. bulldog tuttuğunu asla bırakmıyor, çenesini kenetleyip beklemekle yetiniyordu.

beyaz diş'in, cherokee'nin sımsıkı kenetlenmiş çene kemiklerinden kurtulması olanaksızdı. yazgısı bu amansız çenelerin arasındaydı. cherokee'nin dişleri beyaz diş'in boynundaki şahdamara biraz daha yaklaştı. onu ölümden koruyan tek şey olan boynunun sarkık derisi, üstündeki tüylerden kocaman bir yumak meydana getirdiği için dişlerine engel oluyordu. fakat bulldog çenesini her kaydırışında ağzına daha fazla deri ve kıl yağı dolduruyordu. bunun sonucu olarak da beyaz diş daha yavaş soluk almaya başladı. her geçen an soluk alması daha da güçleşiyordu.

işte tam bu sırada seyircilerin dikkatini dağıtan bir şey oldu. kızak çıngırakları ve köpek havlamaları duyuldu. güzel smith hariç herkes polis baskınına uğradıklarını sanarak korkuya kapılmıştı. ama bunun ırmak boyundan gelen bir kızak olduğunu görünce rahatladılar. kızağın üzerinde iki adam vardı. bir inceleme gezisinden döndükleri belliydi. kalabalığı görünce köpeklerini durdurup yanlarına geldiler. bu heyecanın nedenini anlamak için sabırsızlanıyorlardı. kızağı süren adam bıyıklıydı; fakat daha uzun boylu ve genç olan diğeri sinekkaydı tıraş olmuştu. yanakları, kanın hızlı akışından ve buz gibi havada koştuğundan kızarmıştı.

beyaz diş mücadeleyi hemen hemen bırakmıştı. zaman zaman umutsuzca çırpınıp kurtulmaya çalışıyordu. düşmanının acımasız dişleri arasında zar zor nefes alabiliyor, solukları gittikçe zayıflıyordu. şayet bulldog daha ilk saldırısında onu böğründen değil de tam gırtlağından yakalamış olsaydı, kalın yelesine rağmen boynundaki şahdamar çoktan parçalanmış olacaktı. cherokee'nin daha yukarıdan yakalamak için çenesinin yerini değiştirmesi uzun zaman almış, aynı zamanda ağzı kürk ve deriyle dolmak zorunda kalmıştı. 

bu arada güzel smith iyice zıvanadan çıkmış, ruhunu kıskıvrak saran canavarca duyguların baskısıyla en sonunda o ufacık aklı da başından gitmişti. beyaz diş'in gözlerinin donuklaştığını görünce kavgayı kaybettiğine hiç kuşkusu kalmadı. üstüne saldırarak onu canavarca tekmelemeye başladı. kalabalıktan ıslıklar ve protestolar yükseldi; ama daha ötesine karışmadılar. güzel smith beyaz diş'i tekmeleyedursun, kalabalık arasında bir kargaşa çıktı. yeni gelen uzun boylu genç, inceliğe gerek duymadan adamları omuzlarından sağa sola iterek kendisine yol açıyordu. tam dövüş alanının ortasına geldiği sırada güzel smith yeni bir tekme atmak üzere ayağını kaldırmış ve tüm ağırlığını öbür bacağına vermiş bulunuyordu ki, o anda genç adam yumruğunu suratına yapıştırdı. güzel smith'in ayakları yerden kesildi ve bütün vücudu havada uçarak sırtüstü döndükten sonra karlara çakıldı. genç adam seyircilere dönerek:

"hayvan herifler!" diye bağırdı. "canavarlar!"

kan beynine fırlamıştı; ama haklı bir öfkeydi bu, çeliktenmiş gibi görünen gri gözleriyle kalabalığı süzerken bakışlarından kıvılcımlar saçıyordu sanki. güzel smith güçbela ayağa kalktı ve burnundan soluyarak korka korka ona doğru geldi. genç adam onun ne kadar aşağılık ve korkak olduğunu bilmediğinden, dövüşmek için geldiğini sandı. bunun üzerine, "seni hayvan herif!" diyerek güzel smith'in suratına ikinci bir yumruk indirdi. kendisi için en güvenilir yerin karların üstü olduğuna karar veren güzel smith oracıkta öylece uzandı kaldı.

yabancı delikanlı, peşinden dövüş alanına giren kızak sürücüsüne seslenerek:

"haydi matt, yardım et" dedi.

iki adam beraberce köpeklerin yanına çömeldi. matt, cherokee'nin çenesi gevşer gevşemez ağzından çekip alabilmek için sıkıca tuttu beyaz diş'i, genç adam ise bulldogun çene kemiklerine yapışmış, ayırmaya uğraşıyordu. ama nafile.. genç adam çekiştiriyor, var gücüyle asılıp yükleniyor, arada bir öfkeyle burnundan soluyarak "hayvan herifler!" diye homurdanıyordu.

bu arada tim keenan genç adamın tepesinde dikiliyor; fakat scott ona aldırış etmiyordu.

genç adam belindeki meşin tabanca kılıfına uzandı ve tabancasını çıkartıp namlusunu bulldogun çenesi arasına sokmaya çalıştı. bütün gücüyle itip bastırıyordu; öyle ki kenetlenmiş dişler arasında sürtünen çelik namlu gıcır gıcır sesler çıkardı. namlunun ucunu bulldogun çenesinin bir yanından içeri sokmayı başarmıştı. şimdi iş, öbür taraftan çekip çıkarmaya kalıyordu. bu işi de başardıktan sonra tabancayı ağır ağır ve dikkatle tıpkı bir manivela gibi oynatarak kenetlenmiş çeneyi oynatmaya başladı. o bunu yaparken, matt de beyaz diş'in hırpalanmış boynunu yavaş yavaş çekerek dişlerin arasından kurtarmaya çalışıyordu. scott, cherokee'nin sahibi olan tim keenan'a dönerek buyurgan bir sesle:

"köpeğini tutmaya hazırlan" dedi.

kumarbaz söz dinleyerek çömeldi ve cherokee'yi kıskıvrak yakaladı.

scott hayvanın çenesini son bir kez daha kaldırıp uyarıda bulundu:

"dikkat et!"

köpekler birbirinden ayrılmıştı. bulldog yeniden ileri atılmak için çırpınıp duruyordu.

scott:

"götür şu köpeği buradan" diye bağırdı.

tim keenan, cherokee'yi alıp kalabalığın arasına karıştı.

beyaz diş, doğrulabilmek için birkaç kez yekindi. ama ayağa kalkar kalkmaz yeniden karların üzerine yığıldı. yorgunluktan dizlerinin bağı çözülüyordu. gözleri kısık, bakışları donuktu. ağzı bir karış açık, dili dışarı sarkıyordu. bu görünüşüyle boğulmuş bir köpeğe benziyordu.

matt eğilip hayvanı şöyle bir yokladıktan sonra:

"az kalsın postu deldiriyormuş; ama şimdi rahatlıkla soluk alabiliyor" dedi.

o sırada güzel smith ayağa kalktı ve beyaz diş'in durumuna bakmak için yaklaştı.

scott sordu:

"matt, iyi bir kızak köpeği kaç paradır?"

hala dizüstü duran kızak sürücüsü beyaz diş'in üzerine eğildi ve bir an düşündükten sonra:

"300 dolar" diye cevap verdi.

scott ayağının ucuyla beyaz diş'i dürterek:

"peki böyle her tarafı ısırılmış olan ne eder?" diye sordu.

kızağın sürücüsü:

"yarısı" diye değer biçti.

scott bu kez güzel smith'e dönerek:

"duydun mu hayvan herif! köpeğini alıyorum ve 150 dolar veriyorum."

cüzdanını çıkarıp paraları saymaya başladı. güzel smith paraya el sürmeyeceğini göstermek istercesine ellerini arkasında sakladı.

"iyi ama ben köpeği satmıyorum" dedi.

beriki hiç istifini bozmadan:

"bal gibi satıyorsun" dedi. "çünkü ben alıyorum. işte paran, köpek benimdir."

güzel smith ellerini hala arkasında gizleyerek gerilemeye başladı. scott üzerine yürüyerek yumruğunu kaldırdı. güzel smith yumruktan korunmak için ezilip büzüldü.

"hakkımı kimseye yedirmem" diye sızlandı.

"senin bu köpek üzerinde hakkın falan yok artık. parayı alıyor musun almıyor musun? yoksa tekrar yumruğu indireyim mi?"

güzel smith'in ödü kopmuştu, hızlı hızlı konuştu:

"peki peki, öyle olsun. ama bu parayı istemeye istemeye alıyorum. aslında bu köpek dünyanın parası eder. göz göre göre kazıklanamam. her insanın hakkını koruması doğal bir şeydir."

scott parayı ona doğru uzatarak:

"haklısın" dedi. "her insan hakkını almalı. ama sen insan değil, düpedüz bir hayvansın."

güzel smith tehdit etmeye kalktı:

"dawson'a döneyim hele, o zaman görürsün sen. mahkemeye vereceğim seni."

"dawson'a döndüğünde ağzını açacak olursan, seni şehirden attırmak zorunda kalırım. anladın mı?"

güzel smith karşılık olarak homurdanmakla yetindi. ama scott üzerine yürüyerek öfkeyle bağırdı:

"anladın mı dedim?"

"evet" diye homurdanan güzel smith geri çekildi.

"evet.. ne?"

güzel smith dişlerini gıcırdatarak:

"evet efendim" dedi havlarcasına.

seyircilerden biri:

"aman dikkat edin! hiç bakmaz ısırıverir!" diye bağırdı.

bu söz üzerine kahkahalar yükseldi kalabalıktan. scott adamı bırakıp beyaz diş'i kendine getirmeye çalışan kızak sürücüsünün yanına gitti. kalabalık birer ikişer dağılmaya başlamıştı. kimileri de gruplar halinde toplaşmış bakıyor ve aralarında konuşuyorlardı. tim keenan bu gruplardan birine sokuldu:

"kim bu herif?" diye sordu. birisi cevap verdi:

"weedon scott."

kumarbaz yeniden sordu:

"weedon scott da kim?"

"tanınmış bir maden uzmanıdır. hatırı sayılı biridir. eğer başının belaya girmesini istemiyorsan ondan uzak dur, benden söylemesi. bu yörede ne kadar ileri gelen kişi varsa hepsiyle sıkı fıkıdır. altın komisyonu başkanının da yakın arkadaşıdır, ona göre!" 

kumarbaz:

"ben herifin önemli biri olduğunu tahmin etmiştim zaten. onu için yelkenleri daha işin başında suya indirdim ya!"

13.02.2012

türkçe

talat sait halman

türkçemiz güzel dil, ahenkli dil, duyarlı dil. grameri bakımından, dünyanın gelmiş geçmiş en düzenli, en mantıklı dillerinden biri. hoş sesleri ve ritimleri var, sımsıcak ve renkli deyimleri. ama şu da acı bir gerçek: türkçemiz, yoksul bir dil. dağarcığındaki kelimelerin sayısı henüz 70 bine varamadı. oysa fransızcanın 400 bine yakın, ingilizcenin 600 binden fazla kelimesi var.

biz, gündelik gerçekleri, temel duyguları çok rahat ifade edebiliyoruz. dilimiz enfes bir şiir dili. kafiyelerimiz bakımından ingilizceden çok daha zenginiz. gelgelelim, bilimsel dil olarak, felsefe dili olarak, kültür dili olarak türkçemiz yoksulluğunu gideremiyor. bir kısır döngü içindeyiz: bilimde dünya çapında çalışma yapamıyoruz, felsefeye katkımız olamıyor; çünkü terimlerimiz yetersiz ve soyut kavramlarımız az; bilim ufuklarımız dar, felsefede ve teorik bilgide gücümüz yok.

70 bin kelimeye dayanan bir bilim ve kültür yaşamı sönük olmaya mahkumdur. ve bu yaşam, dilin kapsamını genişletmekten, dağarcığını artırmaktan aciz kalır.

türkçenin zenginliğine inananlardan kimisi diyor ki: "karşılığı başka dillerde bulunmayan sözlerimiz, deyimlerimiz var." elbette var. ama bu bize üstünlük sağlamaz. her dile özgü kelimelerden birkaçının başka dillerde karşılığı yoktur. bu gibi karşılaştırmalarda, ne yazık ki, biz başka birkaç dile yenik düşüyoruz. çünkü ingilizce, fransızca, almanca gibi dillerdeki birkaç yüz bin kelime, terim ve deyimin türkçemizde karşılığı yok. kaldı ki zamana karşı yarışı da yitirmekteyiz. biz, 1000 kelime üretirken onlar 10 bin kelime türetiyorlar.

ingilizce, geçtiğimiz 30 yılda, türkçedeki kelimelerin tümünden fazla söz, deyim ve terim yarattı. dilimizde büyük değişmelere yol açan, kuşaklar arasında bazı konularda anlaşmayı zorlaştıran, yeni tatlar ve ritimler getiren "sözcük türetme" çabalarımızdan, 1930'lu yıllardan 1980'lere kadar, biz kaç kelime elde ettik, biliyor musunuz? 12 bin kadar. ve bunu yaparken 8 bin kadar yabancı kökenli kelimeyi attık. bu arada, arapça ve farsçanın boyunduruğundan çıkmak için, nice kavramları ve nüansları yitirdik.

artık dil konusunda gerçekçi, hoşgörülü, girişken olmak zorundayız. tutucu, yobaz, şoven, sorumsuz olmaksızın. bilinçli bir senteze ulaşmak günü gelmiştir. nice eski kelimelerin değerini bilerek, yeni terimleri bağrımıza basarak. dil partizanlığından, bağnazlığından kaçınarak. "hür" de diyebilmeliyiz, "özgür" de; "kanun" da, "yasa" da; "devrim" de, "ihtilal" de; "sosyal" de, "toplumsal" da.. hangi sözlerin yaşayıp yaşamayacağına dili kullanan halk karar verir. "günaydın" sözü icat edildiğinde öfkeyle, alayla karşılanmıştı. 60 yıl sonra, en sevdiğimiz sözlerden biri. ama "tünaydın"ı başlangıçtan beri kimse sevmedi, benimsemedi. dilin yargıcı halktır.

ve halkın kulağı, alışkanlığı, zevki, birçok yabancı kelimeden vazgeçmeyecektir bence: farsçadan geldi diye "can" yerine başka bir sözcük kullanılmayacak. yunanca kökenli diye "liman" ve "lahana" dilimizden atılacak mı? "mecmua" yerine "dergi"yi benimsedik ama, "gazete" italyancadan gelmiş olsa da dilimizden düşmeyeceğe benzer. "kral" slav dillerinden, "apartman" ve "telefon" fransızcadan alınma. latince "mil" söylenmez olacak mı? "semaver"i rusçadan uyarlamışız; yerine başka bir terim düşünebiliyor musunuz? arapçadan aldığımız şu sözler, belki de türkçeden hiç eksik olmayacak: "ve", "kahve", "din", "haber", "hayır", "cennet", "cep", "elbet", "merhaba", "devlet".. sanırım, "afiyet" arapça diye "afiyet olsun" demekten vazgeçmeyeceğiz. farsçadır diye "hiç"e sırt çevirmeyeceğiz.

masal *

thomas bernhard

değerli konuklar, konuşmamı kent mızıkacıları masalına dayandıramam. bir şey anlatmak istemiyorum, şarkı söylemek istemiyorum, öğüt vermek istemiyorum; ama şurası kesin ki masalların dönemi geçti. kentlerin ve devletlerin masalları ve bütün bilimsel masalların. felsefi olanlar da geçti. artık düşünce dünyası kalmadı. evrenin kendisi de artık masal değil.

avrupa, en güzel olan öldü; gerçek ve hakikat bu. gerçek, tıpkı hakikat gibi, masal değildir ve hakikat hiçbir zaman masal olmamıştır. daha elli yıl önce avrupa tek bir masaldı, bütün dünya bir masal dünyasıydı. bugün bu masal dünyasında yaşayan birçok kişi var; ama onlar ölü bir dünyada yaşıyor ve söz konusu olanlar ölüler. ölmeyenler yaşıyor ve masallarda değil, o masal değil.

kendim de masal değilim, hiçbir masal dünyasından değilim; uzun bir savaş içinde yaşamak zorunda kaldım ve yüz binlerce ölen insan gördüm ve onların üzerinden geçip giden diğerlerini; ileriye, her şey ileriye yürüdü; gerçekte her şey değişti, hakikatte her şeye başkaldırıldığı ve her şeyin değiştiği elli yılda, ki bu süreçte binlerce yıllık masal gerçek ve hakiki oldu, giderek nasıl da üşüdüğümü hissediyorum, eski dünya yenisine, eski doğa yenisine dönüştüğünde.

masalsız yaşamak daha zordur, bu yüzden yirminci yüzyılda yaşamak zor; yalnızca var oluyoruz; yaşamıyoruz, kimse yaşamıyor artık; ama yirminci yüzyılda var olmak güzel; ilerlemek: nereye ilerlemek? ben biliyorum ki hiçbir masaldan doğmadım ve hiçbir masala dahil olmayacağım, bu bile bir ilerleme ve bu bile öncesiyle bugün arasındaki fark.

bizler bütün tarihin en korkunç topraklarında yaşıyoruz. dehşet içindeyiz, hem de yeni insanın bu derece menfur malzemesi olarak dehşet içindeyiz ve yeni bir doğa algısı ve doğanın yenilenmesi içinde; hepimiz son yarım yüzyılda tek bir acı dışında bir şey olamadık; bu acı bugün biziz, bu acı şimdi bizim ruhsal durumumuz. bütünüyle yeni sistemlerimiz var, yepyeni bir bakış açımız var dünyaya karşı ve yepyeni, gerçekten dünyayı saran en mükemmel bakış açısına sahibiz ve yepyeni bir ahlak anlayışımız ve yepyeni bilimlerimiz ve sanatımız var. başımız dönüyor ve üşüyoruz.

biz insan olduğumuz için, dengemizi kaybedeceğimizi sandık; ama dengemizi kaybetmedik; donmamak için her şeyi yaptık. her şey değişti, çünkü biz onu değiştirdik, dışsal coğrafya tıpkı içseli gibi değişti. şimdi artık yüksek taleplerimiz var, asla yeterince yüksek taleplerle yetinemiyoruz; hiçbir zaman bizimkilerle aynı derecede yüksek talepler olmadı; büyüklük deliliği içinde var oluyoruz; çünkü yıkılmayacağımızı ve donmayacağımızı biliyoruz, yaptığımız şeyi yapmaya cesaret ediyoruz.

yaşam artık bir tek bilim, bilimlerin bilimi. şimdi birden doğanın içinde açtık. elementleri tanıdık. gerçeği sınadık biz. gerçek bizi sınadı. artık doğa yasalarını biliyoruz, sonsuz yüce doğa yasalarını ve onları gerçekte ve hakiki olarak öğrenebiliriz. artık tahminlere bağımlı değiliz. doğaya baktığımızda artık hortlakları görmüyoruz.

dünya tarihi kitabının en cesur bölümünü yazdık; ve de içimizden her biri kendi açısından dehşet içinde ve ölüm korkusu altında ve hiçbiri kendi isteği ile, kendi zevkine göre değil, tersine doğadaki konumuna uyarak ve bu bölümü kör babalarımızın ve budala öğretmenlerimizin sırtlarına saklanarak; kendi sırtımıza saklanarak yazdık; bu derece sonsuz uzun ve sıkıcı olanı, en kısa, en önemlisi olanı. dünyamızın birdenbire neden oluştuğu, bilim dünyamızın berraklığı karşısında dehşete kapıldık, bu berraklık içinde üşüyoruz; ama biz bu berraklığa sahip olmak istedik, ona biz neden olduk, demek ki şimdi hükmünü sürdüren soğuktan yakınmaya hakkımız yok.

berraklıkla soğuk artar. bu berraklık ve bu soğuk, bundan böyle hüküm sürecek. doğabilim bizi tahmin edebileceğimizden daha yüksek bir berraklığa ve çok daha şiddetli bir soğuğa götürecek. her şey berraklaşacak, gittikçe artan ve gittikçe yoğunlaşan bir berraklık içinde her şey soğuyacak, gittikçe daha dehşet verici bir soğuklukta olacak. gelecekte hep berrak ve hep soğuk bir günün etkisi altında olacağız.

sizlere dikkatiniz için teşekkür ediyorum. bugün bana verdiğiniz bu onur için teşekkür ediyorum.

* özgür ticaret kenti bremen edebiyat ödülü sırasında yapılan konuşma