31.03.2019

uzun lafın kısası

trevanian: aşk dediğin şeyin yeri insanın kalbi değil, kasıklarıdır.

albert caraco: bizim dinlerimiz insan türünün kanseridir.

amin maalouf: her hata ölüme götürür ve yatağında ölen çok az emir vardır.

konfüçyüs: büyük ve üstün insanın yolu gerçekliktir. yemek onun hedefi olamaz. kıtlık olduğu zaman bile çift sürülebilir. böylece, bilgi ile kazanç elde edilebilir. üstün insan yoksul kalacağı için değil, gerçeği elde edemeyeceği için endişe duyar.

stendhal: zorbalara en çok yarayan düşünce, tanrı düşüncesidir.

ray bradbury: insanlığın en harikulade şeyi bu: hiçbir zaman her şeyi yeniden yapmasını engelleyecek kadar cesaretsizliğe veya iğrentiye kapılmaması. çünkü yaptığı işin ne kadar önemli ve yapılmaya değer olduğunu bilir.

ebu'l ala el-maarri: dünyada yaşayanlar ikiye ayrılır: beyni olup dini olmayanlar ve dini olup beyni olmayanlar.

"gerçekten aşık olduğun biriyle seks yapmak seni bambaşka bir boyuta taşır." (303)

yuval noah harari: modernite şaşırtıcı derecede basit bir anlaşmadır. tüm sözleşmeyi tek bir cümlede özetleyebilirsiniz: insanlar güç karşılığında anlamı terk etmiştir.

howard stern: tüm dinler beni hasta ediyor. din insanları birbirinden ayırmıştır.

vincent van gogh: gerçekten sevilmeye değer şeyleri sadakatle sevmeyi sürdürebilirse kişi; sevgisini anlamsız, değersiz, önemsiz şeylere ziyan etmezse,  zamanla daha çok ışığa kavuşacak, güçlenecektir.

wilhelm von humboldt: varlığımızın amacı, olabildiğince çok deneyimin süzülerek bilgeliğe dönüşmesidir. hayatın zirvesi her şeyin tadına bakmaktır.

29.03.2019

öğütler

konfüçyüs

bir insanın yaptığı işlere bak. onun davranışlarına dikkat et. dinlediği şeylere kulak kabart.

sana yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına yapma.

bir şeyi biliyorsan onu bildiğini göster. bir şeyi bilmiyorsan onu bilmediğini kabul et. işte bu, bilgidir. doğru olan şeyi görüp de bunu uygulamamak korkaklıktır.

yüksek bir konuma sahip olmadığın için telaşlanma. elde edeceğin konumla yerleşikleşeceğinden kork. o konuma layık olup olamayacağından endişe duy.

değerli bir insan gördüğümüz zaman onun gibi olmayı düşünmeliyiz. değersiz birisine rastladığımız zaman geri dönmeli ve kendimize bakmalıyız.

bilginler arasında büyük ve üstün ol. küçük bir insan olma.

yurdundan, yuvandan uzakta olduğun zaman hatırlı bir konuğu ağırlıyormuş gibi davran. hoşlanmadığın bir şeyi başkalarına aktarma. ülkende ve evinde düşmanlığı barındırma.

sanki derin bir uçurumun kenarında ya da ince buz üstündeymişiz gibi sezgili ve ihtiyatlı olmalıyız.

içtenlik ve sadakatle öğrenmeye çalış. ölümle karşılaşsan da doğru yoldan ayrılma.

hedefine erişemeyecekmiş gibi öğrenmeye çalış. sanki onu kaybedecekmiş gibi korku içinde ol.

doğruya sadakati ve bağlılığı birinci ilke olarak ele al, doğruluktan ayrılma. işte bu, erdemi yüceltmektir.

arkadaşlarına karşı içten ol ve doğruyu konuş, onları iyiliğe yönelt. eğer sana uymazlarsa fazla çaba harcama ve onlar için kendini küçük düşürme.

işlerin yapılmasında aceleci olma. küçük şeylerden yararlanmaya çalışma. işlerin yapılmasında aceleci olmak en iyinin yapılmasını önler. küçük şeylerden yararlanmaya çalışmak büyük işlerin tamamlanmasını önler.

konuşmaya değer bir insanla konuşmazsan onu yitirirsin. konuşmaya değmez bir insanla konuşursan sözlerini boşa harcarsın. akıllı olan ne değerli insanı yitirir ne de sözlerini boşa harcar.

sana yararlı olanlarla ilişki kur. sana yararlı olmayanlardan uzaklaş.

26.03.2019

zafer

pablo neruda


basitlik, benimle kal, doğumuma yardım et
türkü çağırmayı bir daha öğret bana
erdem ve doğruluğun bir seli belirgin, saydam bir zafer

24.03.2019

şiir

aristoteles

şiir, temelleri doğada bulunan iki nedenle ortaya çıkmış gibidir. bunların ilki insanların doğuştan taklitçi olmasıdır; insan, içlerinde taklide en yatkın olmasıyla ve öğrenmenin başlangıçta taklit yoluyla gerçekleşmesiyle ayrılır diğer canlılardan. bunun bir kanıtı sanat eserlerini algılayışımızdır. gerçek hayatta bizde tekinsizlik uyandıran şeylerin gerçeğe olabildiğince sadık resimlerine bakmaktan zevk alırız. bunun nedeni, öğrenmenin sadece filozoflar için değil herkes için en hoşnutluk verici şey olmasıdır; ancak filozoflar dışındakiler buna pek zaman ayırmazlar.

23.03.2019

303

hans weingartner

kadınlar bizim kaderimizdir.

beyaz çorap ve sandalet giymiş erkekler: en kötüsü onlardır.

sadece aptallar kendilerini sever.

almanya'da ne kadar kişinin yalnız yaşadığını biliyor musun? %50. ve sana bir şey söyleyeyim mi? bence bunun arkasında bir strateji var: ekonomik sebepler. dört dairede yaşayan dört kişiyi al. ihtiyaçları: dört buzdolabı, dört elektrik süpürgesi, dört su ısıtıcısı, dört düz ekran tv. beraber yaşasalardı hepsinden sadece birer taneye ihtiyaç duyarlardı. yani yalnızken daha çok tükettiklerinden, bu, kapitalist ekonomi açısından daha mantıklı. bir arkadaşım tezini bu konuda yazmıştı: "kapitalizmin ayırma stratejisi."

yalnız olmak insan doğasına tamamen aykırı. insanlar sosyal yaratıklardır. yalnız kaldığımızda dakikalar içinde stres hormonları salgılıyoruz. kortizol gibi şeyler. kortizol bağışıklık sistemini zayıflatır. bu yüzden yalnız olmak sizi hasta eder. ama zaten istedikleri de bu. mutsuz olalım ki daha çok tüketelim. kapitalizm, temel prensiplerinden dolayı kaçınılmaz olarak izolasyonu öngörür.

küçük yaşlardan itibaren birbirimizle rekabet etmemiz öğretiliyor. bu, okulda başlıyor. kim en güzel görünüyor? kim en akıllı? ve daha sonra hayat devamlı seçmelere dönüşüyor. bir koleje bin kişi başvuruyor, sadece 10 kişi giriyor. 100 kişi ev başvurusu yapıyor, biri alıyor. 7/24 daha sert, daha hızlı ve daha güçlü olmalısın. ne stres ama! kesintisiz mücadele ve rekabet. tüm dünya lanet büyük bir sirke dönmüş durumda!

sermayenin sahibi olan ilk %5, dinlenmeye zaman bile bulamayan bu insanlardan faydalanıyor. diğer herkes kıçını düzeltmeye çalışıyor. mutsuz ve tamamen stresli.

darwin, "uyumluların hayatta kalması" der, "en güçlülerin hayatta kalması" değil. en güçlüler hayatta kalmaz, en iyi adapte olanlar kalır.

goriller sadece bir tanesi kalıncaya kadar savaşır: alfa erkeği. sadece alfa erkek üreyebilir. diğer erkeklerin bebeklerini bile öldürür. insan toplumu da benzer şekilde çalışıyor. bir hiyerarşi oluşana kadar savaşırız. ve ekonomik sistemimiz buna uydurulur.

komünizm de hiyerarşik bir sistemdir. çünkü herkes pastanın en büyük parçasını ister. bu yüzden gerçek sosyalizm asla var olmadı. ne doğu almanya'da, ne  rusya'da ne de çin'de. mao ve stalin, insanlar üzerinde zorla istemedikleri bir sistem oluşturdular. çünkü o da insan doğasına aykırı.

"benim bisikletim", "senin bisikletin" bu çok eskiden başladı. mülkiyetin icadı ile. eğer ben hiçbir şeye sahip değilsem beni kıskanamazsın, değil mi? bak: göçebeler, onlar paylaştılar. her şeyi paylaştılar. biz paylaşmayı seviyoruz. biz paylaşınca vücudumuz tonlarca mutluluk hormonu salgılıyor. bunu severiz.

kapitalizm insanlık dışı, insanları sevmeyen bir sistemdir. insanlığın geri kalanı mutsuz hissederken en üstteki %1'lik kesime fayda sağlar.

açlık mesela. dünya nüfusunu iki kez besleyebilecek kadar buğdayımız var. sadece düzgün bir şekilde dağıtılmıyor.

afrika'da, büyük sahra çölündeki çok küçük bir alan bile bütün dünyaya güneş enerjisi sağlamak için yeterli bir yer. güneş bu kadar güçlü. bu, bana eğer sadece kendimizi organize edersek neler yapabileceğimizi hatırlatıyor. işbirliği yaparsak. bizse bunun yerine yakıt kullanıyoruz ve gezegenimizi ısıtıyoruz. 

insanlar bu gezegende sürekli kendileri için endişelenerek yaşayabilen tek canlı varlıklardır. korkuları, ihtiyaçları ve açıkları hakkında. biz geleceği düşünüyoruz, geçmiş hakkında  düşünüyoruz; neyi yanlış yaptık, neyi doğru yaptık diye düşünüyoruz, düşünüyoruz. oradaki düşünceler, onlar sürekli olarak yaptığımız her şeyi değerlendirip yorum yapıyor. günde 16 saat, haftada yedi gün. buna sonsuza dek dayanamazsın. bu yüzden insanın doğal olarak uyuşturucu kullanmaya ihtiyacı var.

insanlık tarihindeki tüm insanlar uyuşturucu kullandılar: hintliler, mayalar, inkalar, romalılar, yunanlılar, hepsi. ormandaki yerliler bile uyuşturucu kullanıyor. her zaman kendimizden uzak durmalıyız. aksi takdirde deliririz. aslında kendinden tatile çıkmanın başka yolları da var. örneğin meditasyon, dans, yoga, spor, seks, her şey. ama uyuşturucu daha kolaydır. ve insanlar doğası gereği tembeldir. bu, termodinamiğin ikinci prensibidir.

ama ben kimim o zaman? gerçek benliğimin yeri neresi? derinlerde bir yerde, lisan ile ulaşamayacağın bir yerde. varlığının çekirdeğinde. sadece rüyalarda görülür. veya sadece psikanalizde. uyuşturucu ile yorumcuyu kapatabilirsin; ama gerçek seni değil. ancak uyuşturucularla sadece yorumcuyu kapatmazsın; aynı zamanda gerçek kendine de zarar verirsin. yıllarca uyuşturucu alan insanlara bak. hepsi bir noktada tamamen boş, artık orada bile değil.

22.03.2019

bu dünyanın bilgisi

giambattista vico

bizden onca uzaktaki ilk zamanları örten böylesi kapkara bir gecede bile hiçbir şekilde şüphe götürmeyen şu gerçeğin sönmez ışığı parlar: siyasi dünya hiç şüphesiz insanların eseridir; bu yüzden de ilkeleri kendi insani ruhumuzun değişikliklerinde bulunabilir ve bulunmalıdır. bu konu üzerine kafa yoran herkes şu durum karşısında hayrete düşmek durumundadır: bütün filozoflar ciddi ciddi doğanın dünyası hakkında bilgi edinmeye çalışmışlar; halbuki bu bilgiye, yaratıcısı o olduğu için, sadece tanrı sahip olabilir; halkların dünyasını ya da siyasi dünyayı ise ihmal etmişlerdir; halbuki bunu yaratan kendileri olduğu için insanların bu dünyanın bilgisini edinmesi mümkündür.

21.03.2019

hayata dair

goethe

günlük yaşam en etkili kitaptan daha öğreticidir.

bir destan yazmaya karar verirseniz ona küçük şiirlerle başlamalısınız. 

birkaç insan eğer birbirlerinden pek memnunlarsa, çoğunlukla emin olabiliriz ki yanılmaktadırlar.

az ümit edip çok elde etmek hayatın hakiki bir sırrıdır.

herhangi bir devletin niteliği hakkında en doğru bilgiyi veren, oradaki mahkeme ve ordunun niteliğidir.

yabancı dil bilmeyen kendi dilini de bilmiyordur.

milyonlarca lüleli peruk da taksan, arşınlarca yüksekteki kaideye de çıksan, neysen osundur.

üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır.

deliler ve akıllılar aynı derecede zararsızdır; yalnız yarı delilerle yarı akıllılar çok tehlikelidir.

ve budalalar, anlamadıklarını ve anlayamayacaklarını yok ederler.

her şeyden bıktım, yoruldum artık; bütün acı ve sevinçlerin anlamı nedir?

dilenci

pascal mercier

kişinin ne pahasına olursa olsun yapmayacağı ya da izin vermeyeceği şeylerin olması: belki de onurlu olmak budur. ahlaki sınırlar olması gerekmiyor. onur başka yollardan da kaybedilebilir. müzikholde horoz ötüşü taklidi yapan bir öğretmen.. kariyer uğruna yalakalık yapanlar. sınır tanımayan fırsatçılık. bir evliliği kurtarmak için yalancılık yapmak, tartışmadan kaçınmak. bunun gibi şeyler.

ya dilencilik? insan, onuruyla dilencilik yapabilir mi?

belki, eğer hikayesinde bir zorunluluk varsa, kaçınılmaz bir şey, çözümleyemeyeceği bir durum varsa. ve eğer o da ona sahip çıkıyorsa. kendine sahip çıkıyorsa.

20.03.2019

insan

dostoyevski

insanlar gün gelir gemilerini yakar ve geri dönmezler.

aptalca bir mutluluk içinde yaşamaktansa mutsuz olmak; ama bilmek daha iyidir.

dünyada bir işe -ne çeşit olursa olsun- başlamaktan akıllıca bir şey yoktur.

ezilmekten kurtulan aşağılık bir insan, bu kez başkalarını ezmeye başlar.

insanın yaptığı yanlışlardan en büyüğü, başkaları karşısında gülünç olmaktan korkmasıdır.

bilinç hastalıktır. her şeyi fazlasıyla anlamak hastalıktır.

kapılarını kilitlemelerini gerektirecek bir şeyleri olmayan insanlar ne mutludurlar!

ben prensip bakımından yardımların aleyhindeyim. çünkü yardım, ıstırabın kökünü kazımaz; bir süre daha sürüklenmesine hizmet eder.

köpekler başka köpeklerin kendilerine boyun eğmelerinden hoşlanırlar.

insanlar beni yüreklendirmek için, "burada yalnızca sıradan insanlar var." diyorlar. oysa benim karmaşık bir insandan da çok korktuğum şey, sıradan bir insan zaten.

hiçsizliğe

turgut uyar


tanrı sen ne kadar güzelsin
bir hiç olarak
ormansın belki bilmiyorum
belki ormanda bir ağaçsın şuncacık
bir pazartesi günüsün
insanları dupduru edemeyen
bütün karayollarında ve demiryollarında
gider gelirim bütün dünyada
ama biliyorum kırşehir'de mezarsın
bir kilisesin kapadokya'da
söz gelimi yumurtada zarsın
ustasın sabahları yapmada
en katı yoklukları koyarak insanın içine
akşamüstlerinde biraz gaddarsın
sular ve zamanlar kararırken

ne yapalım
bari bağışlayalım birbirimizi

aslı yok

ali püsküllüoğlu


acının ve korkunun
önün ve sonun
yani hiçbir şeyin aslı yok
yalnızca büyüklük
yalnızca yaşama sevgisi aşk sonra
ve bir büyük dünya ortasında
yüreğimde duyduğum yokluğum

19.03.2019

bir kadının ufku

esther vilar

erkeklerin kadınları etkilemek için yaptıkları önemli değildir. kadının dünyasında erkeğin yeri yoktur. onun dünyasında sadece başka bir kadın önemlidir.

elbette bir erkek dönüp ona baktığında memnun olacaktır. bir de bunu yapan erkek şık giyimliyse ve pahalı bir spor araba kullanıyorsa gerisi can sağlığı. onun bu durumda duyduğu hoşnutluk, senetlerinin değerinin yükseldiğini gören bir hissedarınkiyle kıyaslanabilir. söz konusu erkeğin çekici veya zeki olup olmaması kadın için kesinlikle önemsizdir. hissedar, temettü kuponlarının rengiyle kesinlikle ilgilenmez.

bir şirket, belli bir alanda uzman olan birisini kendine çekmek istediği zaman, olabilecek her yoldan söz konusu kişinin gönlünü okşar. sözleşme imzalandıktan sonra işveren artık rahat bir nefes alabilir. uzman artık o şirkete bağlıdır. kadın da erkek konusunda aynen böyle davranır. onu, sadece onunla hayatın ne kadar güzel olduğunu kanıtlamaya yetecek kadar serbest bırakacaktır. buna inanan erkek, onunla yaptığı sözleşmeden hoşnut olacaktır.

kadınlar birbirleri için ideal hayat arkadaşı olurdu. duyguları ve içgüdüleri aynı ilkel düzeye gerilemiştir. çünkü kaç tane bireyci veya kural dışı kadın vardır? birlikte yaratacakları cenneti ve varoluşlarının ne kadar heyecan verici olacağını hayal etmek zor değil. entelektüel düzey sersemletici ölçüde düşük bile olsa hiç kimse gerçekten kaygılanmayacaktır.

kadınlar kesinlikle zarif cins olarak adlandırılamaz; çünkü sadece fiziksel düzlemde değerlendirilmediği sürece aptal bir insana kesinlikle zarif veya güzel denemez.

kadının en büyük ideali işsiz ve sorumsuz bir yaşam sürmektir. ama böyle bir yaşamı çocuklardan başka kim sürer? yakaran gözleriyle, gamzeleriyle, o bebeklere özgü yağ dokulu sevimli küçük bedeniyle, temiz, kadife gibi teniyle küçük bir çocuk. yani bir erişkinin sevimli bir minyatürü. kadınların özendiği de işte bu çocuktur: kolay kahkahaları, çaresizliği, korunma ihtiyacı. çocuğa bakmak gerekir; çünkü kendine bakamaz.

bu değerli bebek görünüşünü korumak için özel olarak geliştirilen kozmetiklerin ustaca uygulanışının, çaresizliğin, anlamsız gevezeliğin, şaşkınlık ve hayranlık ifade eden "oh!" "ah!" ve "harikulade!" gibi nidaların da yardımıyla ve deli saçması gevezelikle kadınlar, dünyanın, eskisi gibi tatlı, sevimli küçük kızlar olduklarına inanmaya devam etmesini sağlamak için olabildiğince uzun süreyle bu "bebeksi görünüşlerini" korumaya çalışırlar ve erkeğin kendilerine bakmasını sağlamak için de ondaki koruma içgüdüsüne güvenirler.

hangi kadın yirmi beşinden sonra böyle bir bebeksi görünüşü koruyabilir ki? kozmetik sanayinin her türlü hilesine, magazin dergilerindeki düşünmeye ve gülmeye karşı verilen öğütlere -çünkü her ikisi de kırışıklık yaratma eğilimi gösterir- rağmen, sonunda gerçek yaşını göstermesi kaçınılmazdır. o zaman sadece çaresiz, sevimli küçük kızların güzellik timsali yaratıklar olduğuna inanmaya şartlandırılmış olan erkek, yetişkin bir yüzle ne yapabilir ki?

erkek, yumuşak hatları et torbalarıyla şişkinleşen, derisi sarkıp kırışan, çocuksu ses tonu çatlaklaşan ve kahkahası at kişnemesini andıran bir kadınla ne yapsın ki? yüzü artık dikkatsiz saçmalıklarını telafi edemeyecek kadar bozulan, "ooh" ve "aah" nidaları embesilce gelen bu bostan korkuluğu neye benzer ki? mumyalaştırılan bu "çocuk" artık erkeğin erotik fantezilerini kamçılamayacaktır.

tercih şansı tanındığı takdirde erkeğin, "yetişkin-çocuk" karısını daha genç bir modelle değiştireceği rahatlıkla söylenebilir. parası bol olanların ve gösteri dünyasında çalışan erkeklerin eski karılarını atıp genç modellerle yaşamak gibi bir alışkanlığı vardır ve yüklü bir nafaka alan eski eşleri de durumdan şikayetçi olmaz. aslında sıkı bir pazarlık ettikleri için de muhtemelen çok memnundurlar.

18.03.2019

kral

elias canetti

afrikalı bir kralın belli başlı özelliklerinden biri hayat ve ölüm üzerindeki mutlak iktidarıydı. etrafına yaydığı dehşet çok büyüktü. "sen şimdi ata'sın, hayat ve ölüm üzerinde iktidarın var. senden korkmadığını söyleyen herkesi öldür"; igara kralı'nın resmen göreve atama formülü buydu. canının istediği gibi öldürürdü ve bunun için hiçbir sebep öne sürmezdi. onun istemesi yeterliydi; açıklama yapmak zorunda değildi. pek çok vakada onun şahsen kan dökmesine izin verilmezdi; ama onun yerine öldüren cellat, saray mensupları arasında vazgeçilmez bir görevliydi.

bu makamda bulunan insan ister sonunda, dahomey'de olduğu gibi başbakan olsun; ister asanti'deki gibi, bir kast oluşturan yüzlerce cellat bulunsun; ister idamlar sık sık yapılsın ya da nadir olaylarla sınırlı olsun, idam cezasının ilan edilmesi her zaman kralın tartışılmaz göreviydi ve bunu uygulamadan uzunca zaman geçirirse, iktidarı için temel önem taşıyan dehşet yitirilirdi; artık ondan korkulmazdı ve küçük görülürdü.

bu hayvanın onun atası olduğu düşünüldüğünden mi yoksa yalnızca, doğrudan onun soyundan gelmese de onun niteliklerini taşıdığından mı bilinmez; ama kral bir aslan ya da leopar olarak kabul edilirdi. kralın aslan ya da leopar doğası taşımasının anlamı onun, bu hayvanlar gibi, öldürmek zorunda olmasıydı. onun öldürmesi, bu hayvanlar gibi dehşet saçması doğru ve uygundu; kralın öldürme eğilimi yaradılışından geliyordu.

uganda kralı tek başına yemek yerdi ve hiç kimsenin onu yemek yerken görmesine izin verilmezdi. eşlerinden biri ona yemek getirmek ve o yerken arkasını dönmek zorundaydı. "aslan yalnız yer." denirdi. yemeği beğenmezse ya da yemek yeterince çabuk getirilmezse, ona bu hakareti yapanı çağırır ve mızrakla öldürürdü. ona hizmet eden karısı, o yemek yerken öksürürse o da öldürülürdü. elinin altında her zaman iki mızrak bulunurdu. kral yemek yerken yanlışlıkla içeriye girip kralın karşısına çıkan kişi oracıkta mıhlanırdı. bunun üzerine insanlar, "aslan yemek yerken şunu ya da bunu öldürmüş." derlerdi. kralın bıraktığı yiyeceklere hiç kimsenin dokunmasına izin verilmezdi. bu artıklar kralın en sevdiği köpeklere verilirdi.

yağmurun altında

melih cevdet anday


yirminci yüzyılı yaşadım
ertelenmiş bir yüzyıldı bu
yıkık bir sur yazgımızın uydusu
bekletir ömrü yürüyen ayla birlikte
bırakmaz günün adını koyalım

yanıtsız bir yaşamdı erdemimiz
herkes içindi ve kimse içindi
okunmamış bir yazı, umudu doyuran
duaları düşünmek neye yarar
kurgular tutuşturdu bacalardan

yirminci yüzyılı taşıdım
tedirginliğimizin zorbalığıdır sanrılar
ve tohumun beklenmedik gürültüsüyle
çıplak su gibi yinelenir zaman
gökyüzünde usumuzun dirliği

aklın başarısızlığa uğradığı içtenlik
bir şive gibidir insan, ey öldürülmüş insan
bilinmeyen bir hayvana özgü bir ses gibi

sabırsız testi, hep dolar gibisin
her şeyin sese dönüşeceği bilinemez ki

bilip de diyenimiz yok

yirminci yüzyılı yaşadım
parlak suyunda boğulmuş sahipsiz
insan yeryüzünde durur, bulutlar
bulutlar düşümüzde doludizgin
soylu bir çılgınlıktı gündemimiz

ellerinde oyuk gözlü idoller
yüreğimin yalanını besler üç güzel
bir dağın tepesinde buldum üç güzeli
ama ses yok, sessizlik yok, önce erte yok
bir mezar gördüm içinde kimse yok

yirminci yüzyılı taşıdım
golgota'ya, dirilemem ki
taşlar arasında yabanıl erinç
ölümü diriltiyorduk hep
yaşam tabular arasında bir esinti

mevsimler kurgularla oyaladı bizi
tarlaya bırakılmış bir at gibi
bağlı, yalnız ve özgür
umudumuz sabrın tutamadığı ırmak
umutsuzluğumuz insan kalmak içindi

yirminci yüzyılı yaşadım
dingin karşıtlıkların adını bulmalı
sel gibi kuruyor yaşlılık, gençlik
sanki melekleri gördük uzun saçları
tanrının unutkan kuzgunu idik

nasıl unuturum ey doğa
bana bir diyeceğin vardı, kalakaldım
vaktim yetmedi, ölüm kalım
bütün yüzyılları yaşadım
vaktim yetmedi anlamaya

yirminci yüzyılı taşıdım
atalardan kalma huysuzluk
kuşku, yeryüzü deliliği
kralımız doğuştan yarım
ama tanrımız ara ara idi

yaşayamadım yirminci yüzyılı
kim yaşadı ki kendi yüzyılını
akarsuyun dilinden sezenimiz yok
orpheus'tan sonra ben geldim
giz dönüp baktığımız yerde kaldı

görüp de bilenimiz yok

ah acımasızdır uykusuz soru
delice zeytin yerdi atamız homeros
biz yemezdik, aşılı zeytindi bizimki
suskun arpa, uyur uyanık harlı toprak
ama yüzyılımız hamdı, delice idi

yirminci yüzyılı yaşadık
o çağa bu çağa gömüldük
bir şey var, susar, bakar durur
ölümün soluduğu denizle varolan
gökyüzünden başka çağ yoktur

oysa ne çok geçmiş var ne de çok zaman
ne çok gelecek ne az zaman
benzerlikle karşılaştık, susalım
kapalı bir avuçtur sözcük
neden açıp da sormak ister insan

sorup da dönenimiz yok

hiçbir yüzyılı yaşamadım
tüy kuşun ruhudur, ses teni
hep anlar gibi oldum duvara vuran güneşi
nesne ve bilinç birdir, çağ atlattı beni
bir hoş bilmece içinde yaşadım

dingin ol ruhum, belki uzaklarda
bir yerde nicedir ilk dizeleri
yaratılıyor acıklı destanımızın
çağlar sonra hayranlıkla okunmak için
belki benzer umarsızlığımız kahramanlığa

kalk dostum ormana gidelim
geyik sesleri içine çökelim
yeniden doğuş, kıvanç, uyum
kurgular bir yana, biz bir yana
ilk kez düşünmeden görelim

martılar gibi yağmurun altında

17.03.2019

diogenes

diogenes laertios

"erdemli insanlar tanrıların imgesidir, aşk işsizlerin işidir."

insanların büyük çoğunluğunun delilikle arasının bir parmak olduğunu söylerdi: "eğer biri orta parmağını uzatarak yürürse ona deli gözüyle bakılır; ama işaret parmağını uzatırsa sorun yok."

bir gün biri onu zengin bir eve götürüp yerlere tükürmemesini tembihleyince, diogenes önce hımkırdı, sonra adamın yüzüne tükürüp "tükürecek daha kötü bir yer bulamadım." dedi. bazıları bunu aristippos ile ilgili olarak anlatırlar.

değerli şeylerin yok pahasına ve tersine beş para etmez şeylerin pahalı satıldığını söylüyordu: "nitekim, bir heykel üç bine satılırken, bir ölçü arpa unu iki tunç paraya gidiyor."

hangi saatte kahvaltı etmeli diye sorana, "zenginsen, istediğin zaman; yoksulsan, bulduğun zaman." diye karşılık verdi.

bir gün tapınak görevlilerini tapınaktan kupa çalmış bir bekçiyi götürürlerken görünce, "büyük hırsızlar küçük hırsızı götürüyorlar." dedi.

sık sık ortalıkta mastürbasyon yapar, "keşke ovuşturmakla karnın da açlığı geçse." derdi.

yaşamda neyin perişanlık olduğu sorulunca, "yoksul yaşlı" yanıtını verdi. en kötü hangi hayvan ısırır, diye sorulunca, "vahşiler içinde muhbir, evciller içinde de dalkavuk" dedi.

bir gün de zeytin ağacına asılan kadınlar görünce, "keşke bütün ağaçlar böyle meyve verse." dedi.

evlenmek için hangi zaman uygundur, diye sorulunca "gençken daha zamanı değil, yaşlandıktan sonra ise artık zamanı değil." diye karşılık verdi.

bir gün sahte para bastığı yüzüne vurulunca, "bir zamanlar benim de senin gibi olduğum günler oldu; ama sen hiçbir zaman şimdi benim olduğum gibi olamayacaksın." dedi.

gerçekten sahte para basmıştı; çünkü doğal hakka verdiği önemi yasal hakka tanımıyordu. özgürlüğü her şeyden üstün tutan herakles'inki gibi bir yaşam biçimi sürdürdüğünü söylüyordu.

platon bir gün onu yeşillik yıkarken görünce, yanına yaklaşıp usulca "dionysios'un hizmetinde olsaydın şimdi yeşillik yıkamazdın." dedi; o da aynı biçimde usulca "sen de yeşillik yıkasaydın dionysios'a hizmet etmezdin." diye karşılık verdi.

çalışma olmadan yaşamda hiçbir şeyin kesinlikle başarılamayacağını, çalışmanın her şeyin üstesinden gelecek güçte olduğunu söylüyordu.

"yararsız çabaları bırakıp doğaya uygun çabalamayı seçenler mutlu yaşar, insanlar aptallıkları yüzünden mutsuz olurlar. çünkü zevki küçümsemek de en tatlı alışkanlıktır. zevkli bir yaşam sürmeye alışmış olanlar bunun tersi bir yaşama geçince nasıl büyük rahatsızlık duyarlarsa, aynı şekilde bunun tersinde idmanlı olanlar zevkleri büyük bir keyifle küçümserler."

katya'nın yazı

trevanian

büyük kötülüklerden bazen büyük iyilikler doğar.

ertelenen acı, azalmış acıdır.

ben sık sık yalan söylerim. en kolay şeydir. bazen de yapabileceğimiz hareketlerin içinde en nazik olanıdır.

olaylara sonradan bakmak, netliği bozan ayrıntıları ortadan kaldırmaya yarıyor.

mücadele dolu bir hayat geçirerek güçlenmek herkese nasip olmaz. herkes bir meslek sahibi olacak, bir gelecek bekleyecek kadar özgür değildir.

biz her şeyi gerçekte oldukları gibi değil, bizim sandığımız gibi düşünürüz. bu yüzden de her şey, bizim onlara verdiğimiz adı alır.

bir yanda jeoloji, bir yanda orta çağ hastalıkları. pür bilimlerin cazibesine karşı insan kendini kollamalı. bunların pürlüğü, yani saflığı, eski zaman rahibelerininki kadardır. kansız ve ihtirassız. yoo, hayır, siz yine insancıl çalışmalara yönelin. gerçi orada gerçekler daha zor bulunur, kanıtlar daha kolay kırılabilen hassas şeyler olur ama, yine de, ne de olsa, içinde, yaşayan insanın soluğu bulunur.

niyetinin iyi olduğundan eminim. sende gerçekten kötü olmak için gerekli olan hayal gücü eksik bir kere.

biliyor musun, atları neden sevmem? durmadan dışkı atmak gibi antisosyal bir huyları var da ondan. atlar soylu hayvandır diye baş ağrıtırlar ama, bu küçük kusurlarını kimse söz konusu etmez. günün birinde kendime bir otomobil alacağım. ama bende bu şans varken, otomobil de tanrı bilir arkasından durmadan demir parçaları döker durur.

edebiyatın yerini fene kaptırmasına her zaman üzülmüşümdür. hayal gücünün yerine araştırmalar geçti. doğru olan şeyin yerini sahiden olan şey kaptı. ne ve ne zaman soruları, nasıl ve daha önemlisi niçin sorularının önemini azalttı.

birkaç yıl önce kendi kendime bir söz verdim: yoluma çıkacak cinsel fırsatları asla ziyan etmeyeceğime karar verdim.

ne var ki hayat sırayla giden bir şey değildir. düzenli de değildir. ama sıradan hayatın da hayallere özgü hızlı tempoları reddedişinde her zaman yoğun bir ironi vardır.

insan serüvenleri önceden planlayamaz. en güzel yeri buluncaya kadar yolumuza devam ederiz, oraya varınca dururuz.

şölen ne kadar çabuk başlarsa o kadar çabuk biter. benim inancıma göre, yapılmaya layık olan her şey, çabucak yapılmaya da layıktır. insanın yaşamında uygulayacak birtakım ilkeleri olmalı.

sözlerimiz bir neşe yaratmaya yönelikti ama tüm espriler zayıf ve zorlamaydı. her birimiz bu geziyi diğerleri için zevkli bir hale getirmeye çalışırken, aslında zihinlerimiz gamlı ve hüzünlü şeylerle doluydu. amacımız cömert ve iyi niyetliyken, uygulamamız acınacak kadar zayıf ve beceriksizceydi.

sen, az şey bilen insanın tehlikeli görüş açısından bakarak yargıya varıyorsun. yeterince veri yok elinde. bilmiyorsun.

biz ne de olsa nüfuzlu bir aileyiz. adalet belki kördür ama sosyal ağırlıklara karşı da duyarsız değildir. fakirlere sorular sorulur, söylediklerinin kanıtları aranır. zenginlerin ise ifadeleri kayda geçer, yalnızca imla hatası yapılmamasına dikkat edilir.

taşra dedikodularının kurbanlarına pek acırım. dedikodu bizim kadınlarımıza günahın tadını çıkarma olanağı verir. kendi işlemeyecekleri, işleyemeyecekleri günahlar. çünkü onları çaresizlikleri, hayal güçlerinin eksikliği ve fırsatsızlık engelliyor. biz de bu eksikliklere namus diyoruz.

yıllar boyunca üzüntüsünü yoğun bir iş programının altına saklamaya çalışmıştı. acıyı bir çalışma perdesinin arkasına saklamaya uğraşmıştı. onca zaman, ifade edemediği acıları içine atmıştı hep.

tanrı bizi iyi niyetlilerin vereceği zararlardan korusun!

sevgili çocuğum, kendini her zaman önemsiz saymanı, yerine başkasını bulması kolay biri diye değerlendirmeni istiyorum.

ran

akira kurosawa

delirmiş bir dünyada sadece delilerin aklı başındadır.

sadece kuşlar ve canavarlar yalnız yaşar ve yalnızlığa katlanabilir.

yüreğin başarısızlığını görmesi için aklın iflas etmesi gerekir.

kenara çekilmek zamanı gelmişse bunu fark edip dizginleri genç ellere teslim etmek gerekir.

yaşadığımız bu dünya nasıl bir dünyadır? kısır bir sadakat ve duygu dünyasında yaşıyoruz.

bacakta kangren başlamışsa, bu bacak senin bile olsa mutlaka kesilmelidir.

köpekler avdan vazgeçen sahiplerine sırtlarını dönerler. av borusunu çalmazsanız, kendiniz av olursunuz.

mutluluğa giden yol, gerçekten cehaletten geçiyor.

insanoğlu, ağlamaya doğarken başlar yeterince ağladığında ise ölür.

savaşlar, dirayetli liderlerle kazanılır.

insanın içinde olduğu gemi su almaya başladığında gemiyi terk edip bir an önce kaçması gerekir. sadece aptallar güvertede kalır.

insanoğlu aynı yollardan hep geçer.

tatlı sözler genelde aldatıcıdırlar.

tanrılar nerede? buddha nerede? gerçekten varsanız beni iyi dinleyin. muzır ve zalimsiniz. orada canınız çok mu sıkılıyor da burada bizi karıncalar gibi eziyorsunuz? cevap verin. insanları ağlarken seyretmekten bu kadar mı zevk alıyorsunuz?

aslında ağlayan, tanrıların kendisi. zamanın başlangıcından bu yana aralıksız birbirimizi öldürmemizi seyrediyorlar. bizi kendimizden koruyamazlar ki!

bu, dünyanın hamurunda var. insanoğlu, ıstırabı neşeye, kavga-dövüşü de barışa tercih ediyor.

16.03.2019

how i met your mother

dürüstlük zordur ama uzak ara en iyisidir.

bizim kadınsı huylarımız örümcek ağına benzer. bazen istemediğimiz şeyleri de yakalar.

yirmili yaşlardayken birileriyle çıkmak harikadır. ama otuzlarınıza geldiğinizde herkesin geçmişten gelen bir yükü olduğunu anlarsınız hemen. tabii siz muhabbetinize bakıp o yükü görmemeye çalışabilirsiniz ama er ya da geç o yük suyüzüne çıkar.

erkekler metro gibi. birini kaçırıyorsun, diğeri 5 dakika içinde yine geliyor.

herkes sana bir şeyin eğlenceli olacağını söylediğinde, genellikle o şey eğlenceli olmuyor.

şunu bir dinleyin: "senden çok hoşlanıyorum. fakat şu anda seninle birlikte olamam." "şu anda" herkesçe bilinen klasik bir kekleme sözüdür. "şu anda" lafı, insanın aklında her şeyin yoluna gireceği sihirli bir gelecek fikri oluşturuyor. ama işin doğrusu, bu asla gerçekleşmiyor. şöyle oluyor: "birlikte olamayız."

en iyi ilişkiler genelde kendiliğinden olanlardır.

kendinizi telkin ederek aşık olamazsınız. günlerce düşünmeye de gerek yoktur. gerçeğini bulduğunuz zaman hemen ve kesin olarak anlarsınız.

atalarımız mutluluğu kovalarken ölmüşler; etrafta oturup onun gelmesini beklerken değil.

erkeklerin hayatındaki her hikaye taklit bir resimdeki nokta kadardır.

kızlar ve balıklar arasındaki 24 benzerlikten birisi: ikisi de parlak objelerin cazibesine kapılırlar.

bu çift zırvalıklarının dışardan aptalca göründüğünü biliyorum; ama eğer sen bunun bir parçası olursan bu dünyadaki en güzel şeylerden biri oluverir.

araştırma ortamı

david b. resnik

araştırma ortamı birkaç yönden etik yolsuzluklara ve sorunlara katkıda bulunabilir:

öncelikle bilim, pek çok bilim adamı için kariyer demektir. bilimde başarılı bir kariyer, yayınlar, burslar, araştırma pozisyonları, akademik görevler ve ödüllerle ölçülmektedir. akademik pozisyonlara gelen çoğu bilim adamı, görev süresince ya da terfi olmadan önce "yayımla ya da yok ol" ilkesinin baskısını hisseder. hemen hemen bütün değerlendirme ve terfi komiteleri, bilim adamlarının araştırmalarındaki başarılarını yayınlarının sayısıyla ölçmektedir; yayınlar ne kadar çoksa o kadar iyidir. görevinde kalma hakkını koruyan bilim adamları bile saygınlıklarını artırmak ya da terfi edebilmek için makale yayımlamayı sürdürmek zorunda kalırlar. bunların da etkisiyle bilim adamları arasında kariyerlerinde yükselmek için etik kurallarını çiğneme eğiliminde olanlar çıkabilir.

araştırmaları destekleyen devlet fonları, fon arayan bilim adamı sayısının artması ve bütçenin darlığı nedeniyle, geçmişe oranla daha az verilmektedir. fon alabilmek ve fonun kesilmemesi için, bilim adamları sonuçlar üretmek zorundadırlar. eğer bir deney iyi gitmiyorsa veya sonuçlar muğlaksa, bilim adamları fona başvururken veya çalışmalarının sonuçlarını bildirirken bu sorunları gizleyebilmektedirler.

araştırmalar, pek çok bilim alanında parasal yönden ödüllendirilmeleri de beraberinde getirir. yeni bir metodun, tekniğin ya da icadın patentini alan kişi, binlerce, hatta milyonlarca dolar kazanabilir. böylece, parasal ödüllerin bilim etiğine aykırı tavırlara imkan vermesi mümkündür.

bilimin -danışmanlık, yayımlama ve cevap hakkı gibi- çok desteklenen kendini düzeltme mekanizmaları, hataları ve sahtekarlıkları ortaya çıkarmakta genellikle yeterli olmaz. makaleleri ve makale önerilerini gözden geçiren hakemlerin de çoğu zaman hataları veya hileleri tespit etmek için detaylı bir inceleme yapacak zamanları yoktur; yayımlanan makalelerin çoğu okunmaz ve deneylerin çoğu tekrarlanmaz.

14.03.2019

dolly

david b. resnik

23 şubat 1997'de iskoçyalı bilim adamları, yetişkin hücrelerden "dolly" adlı bir koyunu klonladıklarını açıkladıklarında halktan feryatlar yükselmişti. kuzu haziran 1996'da doğmuştu; ancak bilim adamları, dolly'nin gelişimini izledikleri altı ay boyunca bu bilgiyi gizli tutmuşlar ve nature dergisinin bulgularını değerlendirmesini beklemişlerdi. ilk defa yetişkin memeli hücrelerinden yaşayabilir memeli bir döl elde edilebilmişti.

edinburgh'taki roslin institute'da bir embriyolojist olan ian wilmut ve meslektaşları, laboratuvarda dişi bir koyunun memesinden hücreler aldılar; bu hücrelerin çekirdeklerini çıkartıp bunları elektrik akımıyla çekirdeği alınmış koyun yumurtalarıyla birleştirdiler. daha sonra, gelişmeleri için bu yumurtaları koyun rahimlerine yerleştirdiler. bu yöntemle elde edilen 227 embriyodan sadece 19'u yaşayabilmiş ve bunlardan sadece 1'i doğmuştu.

bu şaşırtıcı bildiriden kısa bir süre sonra, oregon'daki bilim adamları, embriyo hücrelerinden rhesus maymunlarını başarılı bir biçimde klonladıklarını açıkladılar.

hayvanların klonlanmasının tarım, eczacılık ve biyoteknoloji endüstrilerinde önemli uygulamaları olabilirdi. eğer bu klonlama teknolojisi gen terapi teknikleriyle birleştirilseydi, az yağlı tavuklar, organ bağışında kullanılabilecek domuzlar, çok süt veren inekler ve insan hormonları, vitaminleri veya başka tıbbi önemi olan bileşenleri üretebilecek hayvanlar yaratmada kullanılabilirdi. wilmut bu araştırmayı, koyunu ilaç fabrikasına dönüştürebilecek bir yöntem geliştirmek için sürdürdü. çalışması, koyun sütünden üretilen ilaçlar satmayı planlayan ppl therapeutics plc adlı şirket tarafından desteklendi. medya koyun klonlama haberlerine geniş yer verdi ve "dolly" dergi kapakları ve internette manşet oldu.

pek çok kişi bu araştırmayı şaşırtıcı ve korkutucu buldu; çünkü araştırma yetişkin bir insanı klonlamanın yollarını açıyordu. time/cnn'in 1005 yetişkinle abd'de yaptığı ankette, bu yetişkinlerin %93'ünün insan klonlamanın kötü bir fikir olduğunu düşündükleri ortaya çıkarken, bu anket grubunun %66'sı hayvan klonlamanın bile iyi bir fikir olmadığı kanaatindeydi.

kısa bir süre sonra devlet görevlileri habere tepki gösterdiler. başkan clinton, federal bir biyoetik komisyonunun, klonlamanın hukuki ve etik sonuçlarını değerlendirmesini istedi ve insan klonlama araştırmalarını destekleyebilecek federal fonları yasakladı. clinton'ın verdiği bu emirde klonlamanın insan hayatının eşsizliğini ve kutsallığını tehdit ettiği ve insanlığı gerek ahlaki gerek dini önemli sorularla karşı karşıya bıraktığı ifade edildi. başkan clinton, memelileri klonlamanın pek çok özel şirketin ilgisini çekeceğini biliyor; yine de şirketleri, insan klonlama araştırmalarının bir süre için ertelenmesine seyirci kalmaya davet ediyordu.

ingiltere gibi ülkelerde insan klonlama yasal değildir. abd'de insan klonlama şimdilik yasalara aykırı değilse de, yeni yasalar yürürlüğe konmayı beklemektedir. ingiltere hükümeti, iskoçya'da verilen bir demeçte, tarım bakanlığı'nın wilmut'un klonlama araştırmasına destek vermeyeceğini ilan etti. wilmut'a verilmesi planlanan 411.000 dolar nisan 1997'de yarıya düşürüldü, nisan 1998'de ise tamamen kesildi.

klonlama pek çok soruyu gündeme getiriyor: bu araştırmanın ne gibi sosyal ve biyolojik sonuçları olacaktır? insanların klonlanması, insan hayatının eşsizliğini, kutsallığını ve onurunu tehdit ediyor mu? insan veya hayvan klonlama araştırmaları durdurulmalı mı? bilim adamları, etik ve sosyal sonuçları dikkate alınmamış bir araştırmayı sürdürmeli mi? bilimde önemli olan fikir ve ifade özgürlüğünü etik ve politik değerlerle nasıl dengeleyebiliriz? eğer abd hükümeti insan klonlama çalışmalarına fon sağlamazsa, abd'deki araştırmalar özel fonlarla sürdürülebilir mi? araştırmanın dünyada böyle bir yankı yaratmasında, medyanın ve halkın yanlış değerlendirmelerinin -eğer varsa- nasıl bir rolü var?

13.03.2019

bilimin zengin kocası

yuval noah harari

teknoloji çağında yaşıyoruz ve çoğumuz bilimle teknolojinin tüm problemlerimizin çözümünü barındırdığına inanıyoruz. tek yapmamız gereken bilim insanlarını ve teknisyenleri rahat bırakmak. böylelikle yeryüzünde cenneti kurabilecekler. ancak bilim, insan faaliyetlerinin geri kalanından daha üstün ahlaki veya ruhani bir ortamda gerçekleşmez. kültürümüzün tüm diğer ögeleri gibi ekonomik, siyasi ve dini çıkarlarla şekillenir.

ayrıca bilim çok pahalı bir iştir. insanların bağışıklık sistemi üzerinde çalışan bir biyoloğa laboratuvar, test tüpleri, kimyasal maddeler ve elektron mikroskopları gerekir. elbette laboratuvar asistanları, elektrikçiler, tesisatçılar ve temizlikçiler de. kredi piyasalarıyla ilgili bir modelleme yapmaya çalışan iktisatçının bilgisayar alması, devasa veri bankaları oluşturması, karmaşık veri işleme programları geliştirmesi gerekir. eski avcı toplayıcıların davranışlarını anlamaya çalışan bir arkeoloğun da uzak yerlere gitmesi, eski kalıntılarda kazı yapması ve fosilleşmiş kemikleri ve eşyaları tarihlemesi gerekir. bunların hepsi para demektir.

geçtiğimiz beş yüz yıl boyunca modern bilim pek çok olağanüstü gelişmeye imza atarken bunu büyük ölçüde devletlerin, şirketlerin, vakıfların ve bireysel bağışçıların bilimsel araştırmalara akıttıkları milyarlarca dolarla başardılar. bu milyarlar evrenin ve dünyanın haritasını çıkarmak ve hayvanlar krallığını belgelemek konusunda galileo galilei, kristof kolomb ve charles darwin'in yaptığından fazlasını başardı. bu dahiler doğmamış olsaydı, muhtemelen onların sezgisel buluşlarını başkaları gerçekleştirecekti. ama eğer gerekli finansal kaynaklar olmasaydı hiçbir entelektüel gelişme bunun yerini dolduramazdı.

örneğin darwin hiç doğmamış olsaydı biz bugün evrim teorisini alfred russel wallace'a, yani doğal seçilim yoluyla evrim fikrini darwin'den bağımsız olarak ve ondan sadece birkaç yıl sonra ortaya atmış adama atfedecektik. ama eğer avrupalı güçler, dünyanın dört bir yanındaki coğrafi, zoolojik ve botanik araştırmaları finanse etmeseydi, ne darwin ne de wallace'ın elinde evrim teorisini geliştirmelerini sağlayacak yeterli ampirik veri olmazdı; hatta muhtemelen böyle bir işe kalkışmazlardı bile.

neden devletlerin ve şirketlerin milyarlarca doları laboratuvarlara ve üniversitelere akmaya başladı? akademik çevrelerde çoğu kişi saf bilime inanacak kadar naiftir. devletlerin ve özel şirketlerin özveriyle, onlara canları hangi bilimsel araştırmayı yapmak istiyorsa onu yapmaları için para verdiklerine inanırlar. ama bilimin finanse edilmesindeki gerçeklik bu değildir.

çoğu bilimsel araştırma finanse edilmektedir; çünkü birileri bu araştırmaların sonucunda ortaya çıkacak birtakım siyasi, ekonomik veya dini şeylere inanmaktadır. örneğin 16. yüzyılda krallar ve bankerler dünyanın etrafını dolaşacak seyahatlere muazzam finansal kaynaklar aktarmışken, çocuk psikolojisiyle ilgili araştırmalar için bir kuruş bile ayırmamıştır. bunun nedeni de kralların ve bankerlerin dünyanın yeni bölgelerinin keşfedilmesi durumunda kendilerinin de yeni topraklar fethedeceği ve yeni ticaret imparatorlukları kuracağı beklentisidir. öte yandan çocuk psikolojisini daha iyi anlamanın kendilerine bir kâr getirmeyeceğinin farkındadırlar.

1940'larda abd ve sovyetler birliği yönetimleri, su altı arkeolojisi yerine nükleer fizik araştırmalarına olağanüstü miktarda para aktarmıştır. bu yönetimler de nükleer fizik araştırmalarının nükleer silahlar geliştirmelerine olanak sağlayacağını, buna karşılık su altı arkeolojisinin savaşları kazanmaya bir etkisinin olmayacağının farkındaydılar. bilim insanları paranın akışını sağlayan siyasi, ekonomik ve dini çıkarların her zaman farkında olmazlar; hatta çoğu bilim insanı aslında sadece saf bir bilimsel merak dürtüsüyle hareket eder. araştırma hedeflerini kendilerinin belirlemesi de çok nadiren gerçekleşir.

her ne kadar siyasi, ekonomik ve dini çıkarlardan arındırılmış saf bilimsel araştırmalar yapılmasını istesek de, bu muhtemelen mümkün olamazdı. öncelikle kaynaklarımız sınırlı. bir milletvekiline ulusal bilim vakfı'na bir araştırma için fazladan bir milyon dolar gerektiğini söylerseniz o da size bu paranın eğitime ayrılmasının veya kendi seçim bölgesindeki mali sıkıntıları olan bir fabrika için vergi indirimi olarak kullanılmasının daha iyi olacağını söyleyerek yeni bir öneri getirir.

sınırlı kaynakları doğru aktarmak için "ne daha önemlidir?" ve "fayda nedir?" gibi soruları cevaplamamız gerekir, bunlar da bilimsel sorular değildir. bilim dünyada neyin var olabileceğini, bir şeylerin nasıl işlediğini ve gelecekte neyin olacağını açıklayabilir. tanım gereği, bilimin gelecekte ne olması gerektiği ile ilgili bir duruşu yoktur. yalnızca dinler ve ideolojiler bu tip soruları cevaplamaya çalışırlar.

şu ikilemi bir düşünün: aynı bölümde çalışan ve aynı mesleki becerilere sahip iki biyoloğun ikisi de ellerindeki araştırma projelerini finanse edecek bir milyon dolarlık bir ödenek için başvuru yapıyorlar. profesör slughorn ineklerin memelerine musallat olan ve süt üretimlerini yüzde 10 azaltan bir hastalığı incelemek, profesör sprout ise ineklerin yavrularından ayrıldıklarında zihinsel olarak acı çekip çekmediğini incelemek istiyor. ödenek miktarının sınırlı olduğunu ve iki projeyi aynı anda finanse etmenin imkansız olduğunu varsayarsak hangi proje desteklenmelidir?

bu sorunun bilimsel bir cevabı yoktur; yalnızca siyasi, ekonomik veya dini cevaplar vardır. günümüz dünyasında slughorn'un ödeneği alma ihtimalinin daha yüksek olduğu çok açıktır. meme hastalıkları büyükbaş hayvanların zihninden daha ilginç olduğundan değil, süt endüstrisi bu araştırmadan fayda sağlayacağı ve hayvan hakları lobisine göre daha ciddi bir siyasi, ekonomik prestije sahip olduğu içindir.

belki ineklerin kutsal kabul edildiği katı bir hindu toplumunda veya herkesin hayvan haklarına çok duyarlı olduğu bir toplumda profesör sprout'un şansı daha fazla olurdu. ama ineklerin hislerine nazaran sütün ticari potansiyelini veya insanların sağlığını önemseyen bir toplumsal düzende yaşadığında, yapacağı en iyi şey proje teklifini bu hassasiyetler doğrultusunda hazırlamaktır. örneğin "depresyon süt üretiminde düşüşe yol açar. eğer süt ineklerinin zihinlerini anlayabilirsek onları daha mutlu edebilir ve bunun sonucunda da süt üretimini yüzde 10 arttıracak psikiyatrik bir ilaç geliştirebiliriz. tahminlerim büyükbaşlara yönelik psikiyatrik ilaçların dünya çapındaki pazar büyüklüğünün 250 milyon dolar olduğunu gösteriyor." yazabilir.

bilim kendi önceliklerini dikte etme şansına sahip değildir. ayrıca keşifleriyle ne yapılacağını da belirleyemez. örneğin tamamen saf bilimsel açıdan, genetikle ilgili giderek artan bilgilerle ne yapmamız gerektiği net değildir. bu bilgiyi kanseri yenmek için mi kullanmalıyız, genetik olarak modifiye edilmiş bir süper insan ırkı mı yaratmalıyız; yoksa dev memeli süt inekleri mi tasarlamalıyız? çok açıktır ki liberal, komünist veya nazi yönetimleri ya da kapitalist bir şirket, aynı bilimsel keşfi tamamen farklı amaçlar için kullanacaktır ve bunlardan biri yerine diğerine kaynak aktarırken herhangi bilimsel bir gerekçeleri olmayacaktır.

kısacası, bilimsel araştırma ancak din veya bir ideolojiyle ittifak halinde büyüyüp gelişir. ideoloji araştırmanın maliyetini haklı gösterir. bunun karşılığında da bilimsel araştırma gündemini etkileyerek keşiflerle ne yapılacağına karar verir. dolayısıyla insanlığın nasıl muhtemel başka hedefler yerine, alamogordo veya ay'a vardığını anlamak için fizikçilerin, biyologların ve sosyologların çalışmalarını incelemek yeterli değildir. aynı zamanda fiziği, biyolojiyi ve sosyolojiyi etkileyerek bazı çalışmaların önünü keserken bazılarını da teşvik eden ideolojik, siyasi ve ekonomik güçleri de -emperyalizm ve kapitalizm gibi- hesaba katmak gerekir.