31.05.2021

uzun lafın kısası

dostoyevski:
insanlar gün gelir gemilerini yakar ve geri dönmezler.

emil cioran: sadece bir kere bile sebepsiz yere hüzünlendiysen bütün hayatın boyunca bilmeden öyle olmuşsundur.

goethe: çiçekler bal doludur; ama tatlıyı bulup seçen yalnızca arıdır.

halil cibran: eğer insanlara boş elimi uzatır ve bir şey alamazsam çok üzücü; ama asıl ümitsiz durum, dolu elimi uzatıp kabul edecek kimseyi bulamamamdır.

konfüçyüs: yanlışlarını anlamış ve kendisinin hatalı olduğunu kabul etmiş bir kişiye henüz rastlamadım.

murathan mungan: kendilerine yalan söylemeyi beceremeyenlerin, bildikleri doğruları sonuna kadar götürmekten başka çıkarları yoktur.

nietzsche: nasıl olursa olsun, cinsel yaşamı küçümseme, onu ayıp kavramlarla lekeleme, yaşamın kendisine karşı işlenmiş bir suçtur.

paulo coelho: ne zaman ne de bilgelik insanı dönüştürebilir. bir varlığı değişmeye itebilecek tek şey aşktır.

tom robbins: yaşadığın çağın seni kurban etmesine izin verme.

cenap şahabettin: gerçek büyük adamlar, güzel ağaçlara benzerler. dallarında kuşlar yuva yapar, gölgesinde insanlar serinler, çiçeklerine sürünen hava koku alır, meyvesi ile açlar doyar ve yaprakları arasından dökülen güneş damlaları, altındaki toprağı yeniden canlandırır.

charles bukowski: insanların sevgiye ihtiyacı yoktur. başarıya ihtiyaçları vardır, ne şekilde olursa olsun. sevgi de olabilir ama olmayabilir de.

ayn rand: büyük projeler böyle doğar, arkadaşlarla içilen bir içkiyle.

30.05.2021

dünyaca

fazıl hüsnü dağlarca


burda, hindistan'da, afrika'da
her şey birbirine benzemektedir
burda, hindistan'da, afrika'da
buğdaya karşı sevgi aynı
ölüm önünde düşünce bir

nece konuşursa konuşsun
anlaşılır gözlerinden dediği
nece konuşursa konuşsun
benim duyduğum rüzgarlardır
dinlediği

biz insanlar ayrı ayrı kalmışız
bölmüş saadetimizi çizgisi yurtların
biz insanlar ayrı ayrı kalmışız
gökte kuşların kardeşliği
yerde kurtların

28.05.2021

edebiyat eseri

fethi naci

edebiyatın görevini basit bir pedagojik görev durumuna getirdiniz mi, yani şiirin, hikâyenin, romanın en güzelini yazmak yerine, halka bilinç vermek ya da sömürü koşullarını ortadan kaldırmak adına şiirin, hikâyenin, romanın en sıradanını yazmaya giriştiniz mi, istediğiniz kadar yüksek ülkülerden söz açın, bu sıradanlığı kimseye yutturamazsınız. dahası var: edebiyata yüklediğiniz göreve yan çizmiş olursunuz. çünkü edebiyatın dünyanın tanınmasına ve değiştirilmesine katkıda bulunabilmesinin ilk koşulu, yazdığınız şiirin, hikâyenin, romanın gerçekten "edebiyat eseri" olmasıdır; bu koşul gerçekleşmemişse, bırakın halkı, sanatçı birey olarak kendinizi bile kurtaramazsınız.

26.05.2021

zaman

ömer hayyam


yaptığın zulmü sen de bilirsin ey zaman
oruca, namaza koşturur bunca insan
eşek yerine koymak değil mi insanı
nimet verip yük eksik etmemek sırtından

24.05.2021

mücadele

milan kundera

kendini suçlu hissetmek ya da hissetmemek. bence her şey burada yatıyor. hayat, herkesin herkese karşı mücadelesidir. bu malum zaten. peki, bu mücadele az çok medeni bir toplumda nasıl cereyan eder? insanlar birbirlerini fark ettikleri anda birbirlerinin üzerine atılamazlar. bunun yerine, başkasının üzerine suçluluğun utancını atmaya çalışırlar. öbürünü suçlu kılan kazanır. hatasını itiraf eden ise kaybeder.

sokakta düşüncelere dalmış yürüyorsun. kızın biri, dünyada bir tek kendisi yaşıyormuş gibi, sağına soluna bakmadan, dosdoğru üzerine yürüyerek sana doğru geliyor. çarpışıyorsunuz. ve işte hakikat anı gelip çatıyor. kim öbürüne sövecek, kim özür dileyecek? aslında her ikisi de hem çarpan hem çarpılan.

23.05.2021

türkü

saint-john perse

tunç yapraklar altında bir ay doğuyordu. bir adam ellerimize acı yemişler koydu. yabancı. geçen. ve işte o bayıldığım gürültüsü öbür illerin.. "esenlerim seni, kızım benim, yılın ağaçlarının en ulusu altında."

aslan burcuna giriyor çünkü güneş ve yabancı parmağını ölülerin ağzına koydu. yabancı. gülen. ve bize bir ottan söz ediyor. ah! iller ne rüzgarlı! ne ferah yollarımız! ne seviyorum bu borazan sesini ve ne bilge tüy kanadın skandalında! "ruhum, büyük kız, bize benzemeyen tavırlarınız vardı sizin."

tunç yapraklar altında bir ay doğdu. bir adam ellerimize acı yemişler koydu. yabancı. geçen. ve işte tunç ağaçta büyük bir gürültü. kara sakız ve güller, bağışı şarkının. gök gürültüsü ve flavta sesi odalarda. ah ne ferah yollarımız, ah! ne çok şey oluyor bir yılda ve yabancı yeryüzünün bütün yollarında kendi halince!

"esenlerim seni, kızım benim, yılın en güzel giysisi içinde."

22.05.2021

hannibal

hiçbir şey bir hayatta kalma hikayesinden daha iyi satmaz.

hepimiz biraz umut için çaresiziz.

bir cümlenin sonundaki noktalama işareti, her kelimeye anlam verir. onu takip eden her boşluğa da.

gerçeklik, sırf sen ona inanmayı bıraktığın için ortadan kalkmaz.

rüyalar bizi uyanıkken yaşadığımız hayata hazırlar.

psikopatlar cerrahi alanlara ilgi duyar. bu tür alanlar, güç vaat eder. hisleri ortaya koymadan tarafsız ve hızlı kararlar vermeyi gerektirir.

problem çözmek avcılık gibidir. vahşi bir zevk verir ve bu zevkle doğarız.

hiçbir şey bizi yalnızlık kadar savunmasız kılmaz.

tanıdığın düşman, tanımadığın dosttan yeğdir.

diğer insanlara güvenme eksikliği dine olan ihtiyacı arttırır. diğerlerine güvenemezsen tanrı'ya güvenmek zorundasın.

dünya; kendisini görüntülerin, seslerin, kokuların ve anıların bir ahenksizliği şeklinde sunar.

yamyamlık bir üstünlük eylemidir.

merhamet diye bir şey yok. merhameti biz yaparız onu, basit sürüngen beynimizde fazlaca büyümüş parçalarımızda imal ederiz.

21.05.2021

far

john fowles

dışarı çıkarken gözüne hep bolca far sürerdi, ki bu da, kendisine karakteristik bir yaralanmış görüntüsü versin diye ara ara ağzını soktuğu o somurtuk halle çok örtüşen bir şeydi ve bu öyle bir görüntüydü ki, garip bir şekilde insanda onu daha çok yaralama isteği uyandırırdı. yolda, restoranlarda, publarda erkekler hep fark ederdi onu; o da bunu bilirdi. o geçerken erkeklerin gözlerinin ona nasıl kaydığını izlerdim. alenen güzel olan kadınlarda bile az rastlanan türde doğal bir cinsellik aurasına doğuştan sahipti: böyle kadınların hayatlarındaki en büyük mesele hep erkeklerle olan ilişkileri ve onların nasıl tepki vereceğidir. ve bunu da en munis adam bile hisseder.

20.05.2021

jean-baptiste grenouille

patrick süskind

mavi elbiseli küçük adam ansızın belirivermişti, yerden bitmiş gibi, elinde, tıpasını açtığı küçük bir şişecikle. hatırlayabildikleri ilk şey buydu; karşılarında biri dikilip bir şişeciğin tıpasını açmış, sonra bu şişeciğin içindekini üstüne başına dökmüş, dökmüş, birdenbire her yanını ışıl ışıl ateş sarmış gibi bir güzelliktir kaplayıvermişti.

bir an saygıdan, katıksız şaşkınlıktan geri çekildiler. ama aynı anda, bu geri çekilmenin daha çok bir tür kuvvet alma olduğunu, saygılarının isteğe, şaşkınlıklarının hayranlığa dönüştüğünü de anlamışlardı. bu melek-insana doğru çekildiklerini hissediyorlardı. hiçbir insanın karşı koyamayacağı, hele hiçbir insanın karşı koymak istemeyeceği için karşı koymanın daha da güç olduğu yavuz bir hortuma, tuttuğunu koparan bir sele yakalanmış gibiydiler; çünkü bu selin yıkıp sürüklediği, kendi tarafına çevirdiği şey istencin ta kendisiydi. ona ulaşmalı diyordu istenç.

çevresinde halka olmuşlardı, 20-30 kişi, daralttıkça daraltıyorlardı halkayı. çok geçmeden hepsi birden sığmaz oldu halkaya, itişip kakışmaya başladılar, her biri merkeze en yakın olmak istiyordu.

sonra birdenbire içlerindeki son tutukluk da yok oldu. meleğin üstüne atladılar, yere indirdiler onu. herkes ona dokunmak istiyor, herkes ondan bir parçacık, bir tüy parçası, bir kanatçık, o harika ateşinden bir kıvılcım almak istiyordu. elbiselerini, saçlarını, derisini parça parça yolup aldılar üstünden, pençelerini, dişlerini etine geçirdiler, çakallar gibi üstüne saldırdılar.

ama insan gövdesi denen şey sağlamdır, öyle kolay kolay parçalamaya gelmez, atlar bile büyük zorluklarla becerirler o işi. onun için bir anda hançerler parladı, indi, yardı, baltalar, kasaturalar ayırdı eklemleri, çatır çatır kırdı kemikleri. göz açıp kapayıncaya kadar otuz parçaya ayrıldı melek, herkes bir parçasını eline geçirdi, bir şehvet açlığı içinde bir kenara çekilip yedi yuttu. yarım saat sonra jean-baptiste grenouille yeryüzünden, bir tek lifi bile kalmamacasına kaybolmuştu.

yamyamlar yemekten sonra gene ateşin başında toplaştıklarında hiçbirinden tek söz çıkmadı. kah biri kah öbürü biraz geğiriyor, bir kemik parçası tükürüyor, sessizce dilini dişlerinin arasında gezdirip yutkunuyor, ayağıyla mavi ceketten arta kalmış bir parçayı ateşe itiyordu: hepsi de azıcık utanma duyuyor, birbirlerinin yüzüne bakmaya cesaret edemiyorlardı. içlerinde erkek olsun kadın olsun her birinin, cinayet ya da ona benzer aşağılık bir suç işlemişliği vardı. ama bir insanı yemek? böyle korkunç bir şeyin hiç; ama hiçbir zaman ellerinden gelmeyeceğini sanırlardı. şimdi, bunu ne büyük kolaylıkla yaptıklarına, üstelik de, ne kadar utanırlarsa utansınlar, bir damla bile vicdan azabı duymadıklarına şaşıyorlardı. tersine! içleri, midelerindeki ağırlık bir yana, tüy gibi hafifti. karanlık ruhlarını birden hoş bir sevinç sarmıştı. yüzlerinde, mutlu bir genç kız yüzünün hafif pırıltısı görülüyordu. belki bakışlarını yerden kaldırıp birbirlerinin gözünün içine dikmekten utanmaları da bundan ileri geliyordu.

sonra, önce kaçamak kaçamak, sonra doğruca göz göze gelmeyi başardıklarında, gülümsemeden edemediler. olağanüstü bir gurur duyuyorlardı. ilk kez sevgiyle bir şey yapmışlardı.

19.05.2021

çocuk ve cinsellik

sigmund freud

kocasında doyum bulamayan nevrotik bir kadın, bir anne olarak, sevgi ihtiyacını aktardığı çocuğuna karşı aşırı düşkün ve aşırı kaygılı olur ve çocuğun cinsel açıdan zamanından önce olgunlaşmasına yol açar. ebeveynleri arasındaki kötü ilişkiler çocuğun duygusal yaşamını kamçılar ve henüz çok duyarlı bir yaştayken sevgi ve nefret duygularını çok yoğun yaşamasına neden olur. bu kadar erken uyanan cinsel yaşamında hiçbir etkinliğe göz yummayan katı yetiştirme tarzı, bastırma gücünü destekler ve böylesine erken bir yaşta ortaya çıkan bu çatışma, yaşam boyu süren bir nevrotik hastalık yaratmak için gerekli her şeyi içerir. 

çocuğun bakımından sorumlu bir kişiyle olan ilişkisi ona bitmek tükenmek bilmeyen bir cinsel heyecan kaynağı ve erotojenik bölgelerinden doyum sağlar. ona bakan ve her şey bir yana kural olarak onun annesi olan kişinin kendisi de onu kendi cinsel yaşamından kaynaklanan duygularla değerlendirir: onu okşar, öper, kucaklar ve ona açıkça eksiksiz bir cinsel nesnenin ikamesi gibi davranır.

"aşırı hoşgörülü bir baba, çocukların aşırı katı bir süperego geliştirmesine neden olur; çünkü aldıkları sevginin etkisi altında saldırganlıklarını içe yöneltmekten başka bir çıkış yolu bulamazlar. sevgisiz büyüyen suça eğilimli çocuklarda ise ego ile süperego arasında bir gerilim olmadığı için saldırganlıklarının tamamı dışa yönelebilmektedir." (franz alexander)

nevrotik abazi ve agorafobi olaylarının analizi, hareketten alınan hazzın cinsel yapısı konusundaki her türlü kuşkuyu ortadan kaldırır. bilindiği gibi çağdaş eğitimde, çocukları cinsel etkinlikten uzaklaştırmak için oyunlardan büyük ölçüde yararlanılır. bu çocuklarda oyun yoluyla hareketten alınan hazzın cinsel hazzın yerini aldığını ve cinsel etkinliği oto-erotik bileşenlerinden birisine zorladığını söylemek daha doğru olacaktır.

bugün gençlere verilen eğitimin cinselliğin yaşamlarında oynayacağı rolü onlardan gizlemesi, ortaya koymayı görev saydığımız tek eleştiri değildir. eğitimin diğer bir günahı da onları nesneleri olacakları -maruz kalacakları- saldırganlığa hazırlamamasıdır. eğitim, gençleri böylesine yanlış bir ruhsal yönelimle yaşama gönderirken, insanları yaz kıyafetleriyle ve italya'daki göllerin haritalarıyla kutup gezisine gönderiyor gibi davranır.

dikkatleri mastürbasyonla bir kez kendi cinsel organlarına çekilen küçük çocuklar genellikle dışarıdan yardım olmaksızın bir adım daha ileri giderek oyun arkadaşlarının cinsel organlarına karşı canlı bir ilgi geliştirir. bu merakı giderme fırsatı genellikle sadece iki çıkarımsal ihtiyacın -işeme ve kaka yapma- giderilmesi sırasında yakalandığı için, bu tür çocuklar birer röntgenciye, işeme ve kaka yapma edimlerinin hevesli birer seyircisine dönüşürler. bu eğilimler bastırıldıktan sonra kendi cinslerinden veya karşı cinsten insanların cinsel organlarını görme arzusu acı verici bir zorlanım olarak varlığını korur ve bazı nevroz olaylarında semptomların oluşumundaki en güçlü güdüyü sağlar.

türkiye'de hukukçu olmak

uğur mumcu

hukukçu, bozuk düzenin çarklarına yine bu düzenin kurallarıyla karşı çıkan adamdır çağımızda. emekten ve emekçiden yana bir hukukçunun çabasıdır çağdaş hukuka kişilik veren. eskimiş kuralların yosun tutmuş kavramlarını emekçi sınıf için kullanabilen adamın hukukçuluğudur önemli olan. doğadaki ve düzendeki eşitsizliği giderebilmenin olanaklarını da vermektedir hukuk bir ölçüde.

bunun için, hukukçu olmanın bir sorumluluğu vardır türkiye'de de. "bir toplumda bir kişi haksızlığa uğruyorsa, bu haksızlık bütün topluma karşı yapılmıştır." diyen adamdır hukukçu. bir ozan, "halkın ekmeğidir adalet." diyor. [brecht] halka bu ekmeği en taze biçimde ve eşitçe verenlerdir hukukçular.

bir olağanüstü dönemde, ezilmek istenen adamların yanında yer alabilen; baskıya, sömürüye, işkenceye karşı çıkabilen hukukçulardır mesleklerine onur katanlar.

baskı döneminde, vicdanlarının emirlerini dinleyerek, başbakanların, bakanların emirlerini ellerinin tersiyle itebilenlerdir gerçek hukukçular.

sınav, yalnız hukuk fakültesinde olmuyor. sınavın büyüğü, bilgi, yetenek ve kişilik isteyeni hukuk fakültelerinin dışında gerçekleşiyor.

nice hukuk profesörleri vardır ki birer orta çağ celladı gibi, darağaçlarına yağlı ipler hazırlamışlardır. onlar, yirminci yüzyılın inanç sınavlarında, her gün yeniden sınıfta kalmaktadırlar.

bir sınav ki, sorularını tarih sorar, notunu halk verir.

18.05.2021

yemek

paulo coelho

bir ruh mutlu olduğunda dünya çok daha iyi bir yer olur.

"sizlerden birinin yüz koyunu olsa ve bunlardan bir tanesini kaybetse, doksan dokuzu bozkırda bırakıp kaybolanı bulana dek onun ardına düşmez mi?" (luka 15:4)

insanların benden beklediği şekilde davranırsam onların kölesi haline gelirim.

evlilikte kadına en fazla keyif veren şey seks değil, yemek yapmaktır. yemek yiyen erkeğini seyretmek; bu bir kadının zafer anıdır; çünkü bütün gününü akşam yemeğini düşünerek geçirmiştir. ve bunun nedeni geçmişteki bu hikayede saklı olmalı; açlıkta, neslin tükenme tehlikesinde ve hayatta kalma çabalarında. 

eğer bir hikayeyi anlatıyorsan o zaman hala ondan kurtulamamışsın demektir.

her yeni rolle birlikte o karaktere bürünebilmek için kendimiz olmayı bırakmamız gerekir.

yeter! çok işin varmış gibi, sorumluluklarının altında eziliyormuş, her ne yapıyorsan dünyanın buna çok ihtiyacı varmış gibi davranmayı bırak artık ve bir süreliğine sadece seyahate çık. 

yaşamımızda gelişmemizi engellemekten sorumlu bir olay daima vardır.

kimse özgürlük istemez; hepimiz sadakat isteriz; cenevre'nin güzelliklerinin keyfini birlikte çıkarmak için kitaplar, söyleşiler, filmler hakkında konuşmak veya her ikimize yetecek paramız olmadığından sadece bir sandviçi bölüşmek için bile olsa, yanımızda birisini isteriz.

hayatta her şeyin bir bedeli vardır ve bilgi, dünyadaki en pahalı ürünlerden biridir.

eleştirmenler aşırı derecede tehlikelidir; gerçekte ne olup bittiğini bilmezler; politika söz konusu olduğunda demokrattırlar; ama konu kültürse faşist olurlar. insanların onları yönetecek kişileri mükemmel şekilde seçebileceğine inanırlar; ama iş film, kitap, müzik seçmeye geldiğinde hiçbir fikirleri yoktur.

"aşk kimsenin kurtulmak istemediği bir hastalıktır."

yapman gereken sadece dikkat etmek; dersler daima sen hazır olduğunda gelir ve sen işaretleri çözebilirsen bir sonraki adımı atman için bilmen gereken her şeyi öğrenebilirsin.

17.05.2021

kan

frida kahlo

kan. evet, bol bol kan.
kan-yaşam.
kan-kadın.
kan-acı.
kan-tutku.
kan-yürek.

peret, "kan damarları, kadınların en eski takılarının su damlalarıdır." diye yazmış.

toprağın, güneşin, evrenin varlıklarını sürdürmeleri için kan isteyen tanrı'ya, chac'a hibe edilen, azteklerdeki kurban-kan.

resmimde kan var, ölüm var, yaralı bir kadın olarak ben varım. evet.

imzam, neredeyse hep kan kırmızısı. kırmızı kurdeleler, saçlarımda kan damarları gibi bağcıklar var. evet.

evet, bunların tümü var. iyi de, insanların asıl korktuğu nedir? midesi bulanmadan, baygınlık geçirmeden bakılamayacak olan şeyden korkuyorlar. yaşamımızın parçası olan ama utançla saklamak istediğimiz, dehşete düştüğümüz, tabu olan şeyden.. ama böylesine saklamak istediğimiz, bizzat kendi yaşamımızın temsilidir. damarlarımızda akan ve suyun bitkiye can vermesi gibi bize yaşam veren kan; saklamak istediğimiz belki de aslında yaşamın antitezi olmayan ölümdür; çünkü ölümden yeni bir yaşam doğar, toprağın yaşamı, biz ona karışırız, onunla, kökleriyle, özsuyuyla, demiriyle, kireciyle, kum taneleri, taşları, ölü yaprakların maddesiyle, katmanlara inen yağmurla dolarız. ve saçlarımızda köklenerek başımızın üzerinde çiçekler açar. yaşam oradadır, tek eksik olan bizim bilincimizdir. hatta bunu bile bilmiyoruz, nasıl olduğunu bilemiyoruz.

ne kadar çok kan var! ne kadar çok kan diye şaşırıyor insanlar. onları, tablolarımı gördüklerinde bir tiksinti ifadesiyle sırtlarını dönenleri, laflarını yutanları ya da tersine, o lafları bir balgam, bir silah, bir kurtuluş gibi fırlatanları görür gibiyim.

işin tuhafı, savaşlarda akıtılan kan, o adaletsizlik ırmakları, insanlık utancının kırmızısı, işte bu kan insanları tiksindirmiyor, kaçırtmıyor. insan "aşıldığını" düşünüyor. ama bir cenin, açık bir yürek resmi (halbuki onlar bizim bir parçamız, burada söz konusu olan kendi varlığımız, bilinçdışı temsilimizden, saklı gerçeğimizden gelen bir şey bu, kaçmak istediğimiz bir anı), işte bundan korkuyoruz, insani zaaflarımız, bedensel bir tutarlılık karşısındaki yetersizliğimiz gözlerimizin önünde seriliyor.

çünkü biz kendimizin idealleştirilmiş, sürekli idealleştirilmiş bir görüntüsünü bulmak istiyoruz. çünkü her birimiz bir tanrı olmayı arzuluyoruz. ama tanrı değiliz, işte! bal gibi, et ve kan karışımıyız. tüm berelerin üzerine yazıldığı bir bedenimiz var ama biz yalnızca manevi yaralara ilgi gösteriyoruz; çünkü onlar incelenebilir, düşlenebilir ama ele gelmez. çıplak gözle görülemeyeni yüceltiyoruz. hepimiz tanrılaşmak, bilmediğimiz bir konumda, öümsüzlük içinde var olmak istiyoruz.

rembrandt "anatomi dersi"ni yaptığında bizi gerçekte olduğumuz şeye indirgedi; buna tahammül edemedik. böyle bir doğruculuk bakışları yaraladı.

ben ise bir insanoğlu olan frida kahlo'nun, yaşamdaki olgular sayesinde bedeninin tam varlığının bilincine erdiğini söylüyorum. bir kadın olan frida kahlo'nun bedenini açtığını ve o bedende hissettiklerini dile getirdiğini söylüyorum. o bedende hissettikleri öyle şiddetliydi ki, eğer onları kavrayıp, tanımlayıp, sonra da düzene sokmasaydı, asla anlayamadığı ve üzerinde oynayamadığı şeyler ve acılarla çıldırabilirdi. bence insanın acısını gömmesi, içten içe o acı tarafından, bulanık ve anlamsız yollardan geçerek kemirilmesi demektir. insanın ifade edemediği şeyin gücü patlayıcı, hasar verici, kendi kendini yıkıcı bir güçtür. ifade etmek, kurtulmanın başlangıcıdır.

hayata farklı bakanlar

hakan günday

eskiden hayata farklı bakanlar bulurlardı beni. gerçek entelektüeller, anarşistler, nihilistler.. mıknatıs gibi çekerdim toplumun dışında yaşamayı seçmiş robinson crusoe'ları. ama şimdi seyrek de olsa benimle karşılaştıklarında başlarını önlerine eğiyorlar, bakışlarımızın kesişmesini engellemek için. çünkü anlayabildikleri kadar anlıyorlar benim artık uzun, alkollü, yüksek sohbetlerden eyleme, gerçeğe geçtiğimi. ve korkuyorlar. çünkü onların oynadıkları oyun, günün üç saatini, içlerinde bağırıp çağıran anarşiste ayırıp geri kalan zamanında normal bir insan gibi yaşamaktan ibaret. çok azı söylediklerini yapar. çok azı gece anlattığını gündüz yaşar. bunlar daha çok düşünsel kurt adamlardır. barış ve anarşi işaretlerini sokaktaki aynı kadın heykelinin iki göğsüne çizenler bu salaklardır işte. coşarlar insan hayatının değersizliğini anlatırken. ama daha sonra işkence gören bir teröristin haberi karşısında en çelik hümanist kesilip insan haklarından dem vururlar. çelik hümanistler çelik kapı taktırırlar evlerine, adlarına methiyeler dizdikleri kaosun, devrimin geldiği gün kedilerine bir zarar gelmesin diye. sağdan nefret ederken soldan da etmeyi unutanlardır bunlar. kişisel muhalefetlerine bir kalabalığın fikrini eklemekten zevk duyarlar. "sola daha yakınım" derler utanmadan. gölgesiz yaşayamazlar, yalnız kalmaktan ödleri koptuğu için. yakın olmazlarsa herhangi bir tarafa, yok olacaklarını düşünürler. açık deniz adamlarının yanında karadan uzaklaşamayan dubalar gibi dururlar.

16.05.2021

aleladenin zaferi

andre gide

her yıl bahçeme kavuşunca aynı aksilikle karşılaşıyorum; en az yetişen cins ve türlerin yok olması. darwin'e karşı koyan nietzsche'nin dediği gibi, alelade ve değersizlerin zaferi, başarılı oluşların silinmesi. orta değerde, hatta ortanın altında olan tiplerin, önüne geçilmez bir hakimiyeti. nietzsche şunu da söylüyordu: üstün gelen mutlu tesadüfler seçkin türler değil, ama soysuzlaşmaya yüz tutan türlerdir. daha ileride: tabiat, talihi yaver olanlara karşı amansızdır; gösterişsiz, orta ve aşağı çapta olanları gözetir, korur ve sever. bu sonuncuların verimlilik ve sürekliliği büyük olur. halbuki birincilerde çarçabuk yok olmak, sayısı azalmak tehlikesi artar.

kedim bir kuş yakalar yerse, bu hep, serçe yerine bir ötleğendir.

çiçekler de nefis, nadir olduğu kadar güç elde edilir.

bir mucize, korularımıza fevkalade bir orkide bağışlasa, derhal onu koparmak, soldurmak için yüz el uzanır; zümrüdüanka göklerimizde görünecek olsa bütün tüfekler omuzlanıp ona çevrilir, sonra da bunların pek az olduğuna şaşarız.

15.05.2021

yaratıcılık

clarissa pinkola estes

yaratıcılık bin bir kılığa girer. her an değişik bir şekle bürünür. hepimize görünen; ama kimse o parlak ışıkta ne gördüğü üzerinde anlaşamadığı için tanımlanması zor olan şaşırtıcı bir hayalet gibidir.

kimileri yaratıcı hayatın fikirlerde olduğunu söyler, kimileri de eylemde. çoğu durumda, basit bir varlığın içindeymiş gibi görünür. bu kendi içinde fazlasıyla incelikli olsa da, büyük bir ustalık gerektirmez. ister bir kişi olsun, isterse bir sözcük, bir imge, bir fikir, isterse ülke ya da insanlık, bir şeye duyulan sevgidir, bir şeyi çok fazla sevmektir; taşkınlıkla yapılan her şey, bir yaratım eylemidir. bu ne bir ihtiyaç meselesidir ne de tekil bir iradi eylem; yalnızca bir şarttır.

nehrin belli bir noktasında bir şey yaratmak, nehre gelenleri de besler, akıntının uzağındakileri olduğu kadar derinlerdeki yaratıkları da besler. yaratıcılık yalıtılmış bir hareket değildir. onun gücü burada yatar. onunla temasa geçen her şey, onu işiten, gören, hisseden, tanıyan herkes ondan beslenir. başka birinin yaratıcı sözlerini, imgelerini, fikirlerini görünce bizim de kendi yaratıcı işlerimizle dolmamızın, esinlenmemizin nedeni budur. tek bir yaratıcı eylem, koskoca bir kıtayı besleme potansiyeli taşır.

mazeretler, kirlenmenin bir başka şeklidir. "zamanı gelince yapacağım, param yok, zamanım yok, zaman bulamıyorum, zaman ayıramıyorum, en güzel, en pahalı aletlere ya da deneyimlere sahip olana kadar başlayamıyorum, sadece tam şu anda canım istemiyor, ruh halim henüz uygun değil. onu yapabilmek için en azından bir günlük zamana ihtiyacım var, onu yapabilmem için birkaç günlük zaman lazım. bunu yapabilmek için kendime ayırabileceğim birkaç haftalık bir zamanımın olması icap eder, ben sadece, ben sadece.."

yaratıcı kompleksin en büyük sorunlarından biri mantıklı düşünmediğiniz, mantıklı hareket etmediğiniz, bugüne kadar yaptıklarınız zaten mantıklı olmadığı ve bu yüzden başarısız kalmaya mahkum olduğu için ne yaparsanız yapın hiçbir sonuç alamayacağınız yönündeki ithamıdır. her şeyden önce, yaratmanın ilk evreleri mantıklı değildir -zaten öyle de olmamalıdır. kompleks sizi bununla durdurmayı başarırsa yenilirsiniz. ona oturup sakin olmasını ya da siz işinizi bitirene kadar uzaklaşmasını söyleyin. unutmayın, mantık gerçekten dünya için makul bir şey olsaydı, bütün erkekler eyerde yan otururdu.

evleri, eşleri ya da çocukları için çok pahalı şeyler satın almak amacıyla hor gördükleri işlerde çok uzun saatler boyunca çalışan kadınlar gördüm. bunlar küçümsenemeyecek yeteneklerini arkadaki ocağa atarlar. yazı yazmaya oturmadan önce evdeki her şeyi temizlemekte ısrar eden kadınlar gördüm. elbette, ev temizliğinin tuhaf yanını biliyor olmalısınız. asla sonu gelmez. bir kadını durdurmanın en iyi yoludur.

hayat

gustave flaubert

çağımın salaklığına karşı beni boğan nefret dalgaları hissediyorum. ağzıma kadar bok geliyor, fırlayan bir fıtık gibi. ama ben bu boku saklamak istiyorum, katılaştırmak, sertleştirmek. 19. yüzyılın yüzünü sıvayacağım bir macun yapmak istiyorum, hint pagodalarını tezekle nasıl bezerlerse öyle.

hiçbir zaman düzenli bir hayatı, belirli saatleri, düşüncenin de sarkaçla birlikte durması gerektiği, her şeyin asırlar ve kuşaklar öncesinden kurulduğu bir duvar saatinin varoluşunu sevmedim. bu düzenlilik şüphesiz çoğunluğa uygun gelebilir ama şiirle, düşlerle ve hülyalarla beslenen, aşkı ve bütün palavraları düşünen zavallı çocuk için, bu, onu sürekli bu yüce düşten uyandırmak, ona bir an olsun dinlenme fırsatı vermemek, onu, dehşete düştüğü ve iğrendiği maddecilik ve aklıselim atmosferimize sokarak boğmak demektir.

14.05.2021

yol

hermann hesse

her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur; bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. hiçbir insan yüzde yüz kendisi olamamıştır ama yine de herkes gücü yettiğince ilerler bu yolda; kimi biraz daha gözü açık, kimi biraz daha gözü kapalı. herkes kendi doğumuna ilişkin artıkları, bir ilk çağ dünyasının sümüksü cismini ve yumurta kabuklarını sonuna dek sürükleyip götürür kendisiyle. kimileri vardır, hiçbir vakit insan aşamasına erişemez, kurbağa olarak, kertenkele olarak, karınca olarak kalır. kimileri de vücutlarının belden yukarısıyla insan, belden aşağısıyla balıktır. ama her biri doğanın insan doğrultusunda bir yaratısıdır. hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz ama bir taslak, derinliklerden çıkıp gelen bir yaratık olarak her birimiz kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz. birbirimizi anlayabiliriz ama kendimizi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz.

13.05.2021

ermeni soykırımı

sevan nişanyan

türkiye'de biliyorsunuz, mantıklı olan şeyleri, aklı selimin gereği olan şeyleri sonsuza kadar erteleyip çürütmek devlet geleneğidir.

1919'da örgütlenen kuvayımilliye'nin asıl amacı, ingiliz-fransız işgaline direnmek filan değildi: ermenilerin dönmesine engel olmak ve rumların da ermenilerin peşinden defolup gitmesini sağlamaktı.

soykırım, 1915'te olup biten bir hadise değildir. 1913 civarında başlayıp günümüze kadar aralıksız devam eden bir devlet politikasının adıdır.

ermenilere yönelik zulüm ve katliam politikasını başlatan ittihat ve terakki değil abdülhamit'tir. ermeniler ilk başta ittihat ve terakki'ye, kendilerini abdülhamit zulmünden kurtaracak bir umut olarak baktılar. bu durum 1909 ile 1913 yılları arasında, tam olarak araştırılmamış bir sürecin sonunda, tersine döndü.

cumhuriyetin ilk iki kuşağında ortaya çıkmış olan servetlerin tamamına yakını, incelenirse, rum ve ermeni mülklerinin gaspına dayanır. buna koç, sabancı, eczacıbaşı vs. gibi, 1946 sonrasında türk kapitalizminin belkemiğini oluşturan isimler dahildir. daha önemlisi, atatürk döneminde siyasi iktidara kavuşan cumhuriyet elitinin neredeyse tümü dahildir. başta atatürk dahildir. düşünün ki çankaya köşkü sonuçta kasapyan çiftliğidir. memleketin dört bir yanındaki "atatürk evlerinin" tümü, bazısı demiyorum hepsi, gayrimüslimlerden ele geçirilmiş ganimet malıdır.

türkiye cumhuriyeti'ni kuran kadroların büyük bir bölümü aktif olarak soykırımda rol oynamıştır. cumhuriyetin ilk beş meclisinde ve ilk hükümetlerinde yer alan kişilerin neredeyse tamamı ermenilerden (ve bir ölçüde rumlardan) yağmalanmış mallarla zenginleşmiş kişilerdir. buna atatürk de dahildir.

bugün istiklal caddesi'ndeki binaların birçoğunda ermeni ustaların parmağı vardır. sadece istiklal caddesi değil istanbul'daki tarihi yapıların bir kısmında o ustaların alın teri vardır. çırağan sarayı'nın mimarının sarkis balyan olduğunu kaç kişi bilir? mimar sinan'ın ermeni kökenli olduğundan kimlerin haberi vardır?

yağma üzerine kurulu cumhuriyet 1913 ile 1923 yılları arasında, yani sadece 1915'ten söz etmiyoruz, ilk rum tehcirinin başladığı 1913'ten, ikinci temizlik dalgasının yaşandığı 1919-20'den, nüfus mübadelesinin yapıldığı 1923'e dek, türkiye nüfusundan yaklaşık olarak toplam nüfusun %25'i eksiltildi, öldürülmek suretiyle veya yurt dışına gönderilmek suretiyle. bunlar çıplak insanlar değildi. sadece bir insan olarak da eksilmediler. bunların malı, mülkü, tarlası, eşyası, bankadaki mevduatı, okulu, kilisesi vardı.

basit bir hesapla şu sonuca varabiliriz ki, türkiye'nin toplam menkul ve gayrimenkul mal varlığının belki üçte biri, yüzde %30'u gibi bir oranı 1913 ile 23 yılları arasındaki on yılda zorla ve gasp yoluyla el değiştirdi. dehşet verici rakamlardan söz ediyoruz. memleketin ekonomik yapısının kökünden değiştiği durumdan söz ediyoruz. yani bugünkü rakamlarla şöyle kabaca ne ifade eder bu, türkiye'nin şu anki toplam menkul ve gayrimenkul mal varlığının parasal değeri nedir, bunun üçte biri nedir hesaplamaya çalıştığınız zaman trilyon dolar gibi rakamlardan söz etmeye başlarsınız. devasa boyutlarda bir servet transferinden söz ediyoruz. bunlar birilerinden çıktı, birilerine girdi ve olaya bu açıdan baktığınız zaman şunu görürsünüz ki, türkiye cumhuriyeti'nin kuruluşunun temel taşı, yani türkiye cumhuriyeti denilen fenomenin en temel unsuru bir servet transferinden ibarettir. 

son zamanlarda özel sermaye bazında, ne bileyim koç'lar, sabancı'lar bazında, türk kapitalizminin bu servet transferi üzerine kurulu olduğuna dair genel bir kabul oluşmaya başladı. teker teker ele aldığınız zaman, özellikle 1940'larda palazlanıp büyüyen türk kapitalizminin sermaye oluşturması sürecinin başında, hemen hemen her örnekte ya rum ya ermeni mülkü görürsünüz. bir şekilde 1913-23 olaylarında edinilmiş birtakım servetler görürsünüz. fakat bunlar itiraf edilirken, daha önemli bir unsur çoğu zaman gözden kaçırılır.

tek parti döneminde büyük millet meclisinde bulunan veya halk partisi üst düzey yönetiminde bulunan kişileri teker teker ele aldığınız zaman görürsünüz ki, hemen hemen istisnasız olarak hepsi soykırım zenginleridir. atatürk de bunun istisnası değildir. düşünün ki cumhurbaşkanlığı köşkü olan çankaya, kasapyan köşküdür aslında. başka bir şey söylemeye gerek yok; türkiye cumhuriyeti'ni kısaca özetleyin dediğiniz zaman bu bir cümle yeter: çankaya köşkü kasapyan köşküdür. memleketin her tarafında atatürk konakları ve atatürk evleri vardır, ben 20-25 tane kadar sayabiliyorum. işte efendim trabzon'da, bursa'da, adana'da, tarsus'ta, her tarafta. yani tesadüf olamayacak bir durumdur, bunların hepsi, ama istisnasız hepsi, gayrimüslim katliamından veya gayrimüslim tehcirinden elde edilmiş mülklerdir.

son zamanlarda özellikle sosyolog ve siyaset bilimcisi genç arkadaşlar çok ilginç mikro araştırmalar yapıyorlar. adana bölgesinde siyasi iktidarın oluşumundan, eşrafın kökenlerinden haberim var biraz. demin sibel hanım bana datça bölgesinde buna benzer bir araştırmadan söz etti. aynı şeyi, ne bileyim eskişehir'de, aynı şey kütahya için, aynı şey bingöl için, aynı şeyi van için yapabilirsiniz. cumhuriyet döneminde burada palazlanan, yerel siyasi iktidara kavuşan, parti yöneticisi olan, ağa olan, bey olan, sinema sahibi olan, arçelik bayii olan, ülkü ocakları başkanı olan kişilerin geçmişine baktığımız zaman, şaşmaz bir düzenlilikle, bir şekilde 1915'te, 1916'da, 1922'de elde edilmiş mülklerle ve bu sayede aniden sosyal hiyerarşide üste tırmanmış kişilerle karşılaşırsınız.

türkiye'nin bu işten ötürü özür dilemesi gerekiyor. türkiye'nin bu işte her şeyden önce sembolik düzeyde, ahlaki düzeyde özür dilemesi gerekiyor. bu türkiye'nin medeni bir ülke olması için vazgeçilmez ön adımdır. yani türkler için de asıl olan iş budur. türklerin geçmişin korkunç lekesinden ve onun getirdiği psikolojik eziklikten, onun getirdiği savunma zihniyetinden çıkabilmesi için, etrafındaki duvarları kırabilmesi için öncelikle özür dilemeleri gerekiyor. ve bu özür de böyle yarım ağızla filan olacak bir iş değil.

türkiye cumhuriyetinin bu toplumun ruhunu kanser gibi kemiren bu geçmişten kurtulması gerektiğine inanıyorum, bunun yalnız türkiye için değil, insanlık için de önemli bir şey olduğuna inanıyorum.

kestik ama ermeniler de kesti saçma sapan propaganda formüllerini tekrarlamadan önce allah aşkına beş dakika düşün. akla mantığa sığan bir tarafı var mı? bir taraf tam teşekküllü orduya ve bin yıllık muharebe geleneğine sahip. polisiyle, jandarmasıyla, yasasıyla, mahkemesiyle koskoca devlet teşkilatı elinde. ayrıca icabında yağma vaadiyle harekete geçirilecek mal-mülkten yoksun büyük bir başıbozuk kitlesi var. her yerde bire beş, bire altı gibi bir oranla çoğunlukta. en kabadayısı van vilayetinde ermeni sayısı bilemedin yüzde otuz. 

öbür taraf büyük çoğunluğu tarımla ve esnaflıkla uğraşan bir azınlık; misillemeye karşı en ufak bir savunmaları yok; silah taşımaları bin yıldan beri kanunen yasak. 1895'te memleketin her yanında köyleri ve işyerleri basılmış, on binlercesi öldürülmüş, gıklarını çıkartamamışlar. sınırdan eşek sırtında sokulan silahlarla, okulun müstahdem odasında gece vakti toplanan derneklerle direniş örgütlemeye çalışıyorlar. manyak mı bu adamlar ki gidip sivil türkleri kessinler? 

evet silahlanmışlar. 1895'teki gibi koyun gibi boğazlanmamak için direniş teşkilatı kurmuşlar. evet şiddet kullanmışlar. devrimci örgütler dünyanın her yerinde ne yaparsa onu yapmışlar. erzurum'da valiliğe bomba koymuşlar; birkaç yerde jandarma vurmuşlar; asker ve polisle iş birliği yaptığına inanılan (türk ve ermeni) kişileri öldürmüşler. zeytun ve sason'da devlet güçlerine karşı yıllarca gerilla mücadelesi vermişler. devlet gözüyle bakarsan buna haydutluk denir. öbür yandan bakarsan savunma denir, delikanlılık denir, onur mücadelesi denir. ama mukatele (karşılıklı katliam) denmez.

1915'ten önce ermenilerin türklere toplu kıyım yaptığına dair elle tutulur bir tane iddia yoktur. ümit özdağ ve benzerlerinin ortaya saçtığı çarşaf çarşaf hezeyannameleri dikkatle oku. 1915 öncesine dair tek bir söyleyecekleri yoktur. "ama dedemi ermeniler öldürmüş" diyenlerin kastettiği nedir, anlatayım. bir: 1915 nisanından itibaren ermeniler sürü sürü boğazlanmaya başladığında üç-dört yerde direniş olmuş. en meşhuru van'dır. nisan ortasına doğru van'daki ermeni toplumunun tüm ileri gelenleri valilik emriyle tutuklanıp öldürülür; köylerdeki ermenilerin silahları toplanır; erciş'te bütün ermeni erkekleri köy meydanlarına toplanıp boğazlanır. bunun üzerine van ermenileri direnişe geçerler. bağlar semti ile varak dağını ele geçirip eski şehri topa tutarlar. bir ayın sonunda aç kalıp yenilmek üzerelerken rus ordusu gelir kurtarır.

şebinkarahisar'da kaleyi ele geçirip bir süre savaşırlar; sonunda hepsi ölür. musa dağı'nda çoluk çocuk dağa çıkıp kırk gün direnirler. yarısı ölür, yarısını fransızlar kurtarır. (franz werfel'in musa dağ'da kırk gün romanı bunu anlatır. muhteşem bir eserdir, ileri geri fikir beyan etmeden önce okumanda fayda vardır.)

iki: 1916'da ruslar van'ı ikinci kez ele geçirdiğinde, rus ordusuna bağlı ermeni gönüllü alayının kumandanı antranik paşa ozanyan bitlis ve hizan'a girer. bir sene önceki hizan katliamlarına misilleme olarak sivil kürtlerden on bin küsur insanı öldürtür. bunun üzerine rus divan-ı harbinde yargılanıp rütbeleri sökülür. ama bir süre sonra göreve iade edilir.

üç: rusya'daki ihtilalden sonra rus ordusu dağılır. sap gibi ortada kalan ermeniler işgal altındaki erzurum'da antranik paşa liderliğinde batı ermenistan geçici hükümetini kurarlar. mart 1918'da türk ordusu harekete geçince panik içinde geriye çekilirler. o sırada yollarına çıkan bütün sivil türkleri toplayıp katlederler. erzurum, kars ve ağrı yöresinde yüzlerce köyü taş üstüne taş kalmamacasına tahrip ederler. bilhassa bu üçüncüsünün mazur görülecek tarafı yoktur. katliamdır, savaş suçudur. daha sonra taşnak partisi içindeki hesaplaşmalarda şiddetle kınanmış, antranik ve adamları kendi partidaşları tarafından boka batırılmıştır. (şiddetle ittihatçı düşmanı olan ahmet refik altınay, iki kıtal'de 1918 baharında erzurum'un köylerinde gördüğü felaket manzarasını anlatır. tüyler ürpertici bir tablodur.) (1923'te romanya'da yapılan taşnak partisi kongresindeki hesaplaşmaları doğu perinçek'in oğlu yayımladı. konteksti bilince ilginç bir belgedir. bilmeyince beyinsiz propagandadan başka şeye yaramaz.) ama bunları bahane edip "n'apalım karşılıklı kesiştiler" demek için cidden insaf ve vicdan yoksunu olmak gerekir. bosna'da boşnaklar hiç mi sırp öldürmedi?

çeşme ve urla'nın hemen hepsi rum olan nüfusu 1913 mayısında iki hafta içinde tehcir edilir. selanik'in düşüşünden bir hafta sonra nüfusunun çoğu rum olan makri kasabasının adı fethiye diye değiştirilir; bu da anlayana yeterince anlamlı bir mesajdır.

safsata

marquis de sade

ben koyun eti yemem; çünkü koyunlar uysal hayvanlardır.

alçak gönüllülük ruhumuzu kemiren bir aldatmacadır. kültürel adetlerin saçma sonucu olarak bize yetiştirilirken öğretilen safsatalardan başka bir şey değildir. insan doğanın ona sunduklarını alçak gönüllü davranarak keşfedemez. doğa hiçbir şeyi saklı kalması için yaratmamıştır.

insanın kendini özünden koparan ve topluma iyi görünmek için arzularından vazgeçiren şey işte bu sözünü ettiğimiz erdem saçmalığının ta kendisidir.

dünyada olup bitenlere şöyle bir bakalım. sonunda göreceğimiz tek şey iyiliğin olduğu hiçbir yerden verim elde edilemediği olacaktır.

tamamen iyilikle dolu bir dünya varlığını hiçbir şekilde sürdüremez. doğanın öğretisinde doğumdan ölüme dek kaos vardır.

hiçbir engel alçaklığı ve ahlaksızlığı durdurabilecek güce sahip değildir.

kurtuluş

pascal bruckner

16. yüzyılda ispanya zaragoza'da bir haham, inancından dönsün diye engizisyon'un kararıyla bir çukur zindanda çürümeye bırakılmış. ispanya'nın üçüncü büyük engizisyoncusu olan bir dominiken keşişi, yanında bir işkence ustası ve iki yakın dostuyla, gözleri yaşlı hahama "kardeşçe ıslahının sona erdiği" haberini vermeye gelmiş; ertesi gün kendisi gibi başka kırk sapkınla birlikte odun yığını üzerine çıkarılacak ve yakılırken tanrı'dan ruhu için merhamet dilenecekmiş.

bu ziyaretten kısa bir süre sonra, tutsak, hücresinin kapısının iyi kapanmamış olduğunu fark etmiş; inanamasa da tereddüt ederek açmış kapıyı, birkaç meşaleyle hafifçe aydınlatılmış geniş bir hole çıkmış. görüleceği düşüncesiyle dehşet içinde sürünerek ilerlemiş. dakikalarca süründükten sonra ellerinin üzerinde bir hava akımı hissetmiş ve önünde küçük bir kapı görmüş.

haham ayağa kalkmış, kapıyı itmiş. kapı hiç direnmeden açılmış; bir de ne görsün: mis gibi kokan limon ağaçlarıyla dolu bir bahçe. gece muhteşemmiş, gökyüzü yıldız doluymuş. onca işkenceden sonra iyice güçten düşen hahamın yüreği ferahlamış, kurtulduğuna sevinmiş. şimdiden kendini hemen şuracıktaki sıradağlara doğru koşarken görüyormuş, büyük bir keyifle özgürlüğün havasını içine çekiyormuş.

birden karanlıktan çıkan iki kol sarıp sarmalamış bedenini ve bir de bakmış ki, büyük engizisyoncunun göğsüne yapışmış. engizisyoncu, gözleri yaşlı ama sürünün kayıp kuzusunu bulmuş iyi bir çoban edasını takınarak, oruçtan leş gibi kokan soluğuyla hahamın kulağına şöyle fısıldamış:

"evladım, muhtemel kurtuluşunuzun arifesinde bizi terk mi edecektiniz?"

12.05.2021

edebiyat dünyası

inci aral

yaz başında bir ödül jürisi üyesi telefon ederek bu önemli ödülün jüri toplanmadan, oylama yapılmadan ve ortak karar alınmadan yaşlı bir yazara verildiğini, bu nedenle kendisinin jüriden istifa ettiğini anlatıyor. karşı çıktığı, ödülün verilme biçimi. benim kitabım da bu ödüle aday olduğundan taraf olduğumu düşünerek durumu bana aktarmak gereği duyduğunu söylüyor. hiç şaşmıyorum. bu yeni bir şey değil ki.. ödüllerin çoğu böyle dağıtılıyor zaten. olayın önemli yanı, bu genç üyenin dürüst çıkışı. ama skandal çabucak, ustalıkla örtbas ediliyor.

bu ülkedeki edebiyat çevresinin kuralları belirsizdir. ya da ilkesizlik tek kuraldır. hiçbir zaman görüş birliği oluşamamıştır ve iyi olan değil, iyi oynayan gündemdedir. kayıtsızlığın, kıskançlıkların, hor görmelerin, yetkeyi kötüye kullanmanın, adam kayırmanın ve ilişkiler kurabilmenin belirleyici olduğu garip, yıkıcı bir işleyişe sahiptir bu dünya. umut verici başlangıçlar yapan ama sonra şöyle ya da böyle umutsuzluğa kapılarak küsen, ruh yorgunluğuna kapılan ve kendi yeteneğinden kuşkuya düşüp yazmayı bırakan birçok insan vardır. emeğin az çok yerli yerine oturtulması için inatçı olmak, bıkmadan yazmak ve epey yaşlanmayı beklemek gerekir.

yazarlar çevresinde kimse ötekinin yazdığını okumaya gerek duymuyor artık. değerlendirme, eleştiri bitmiş. medyaya havale edilmiş bu alan. ama medya yalnızca, sıradan insanın ilgisini çekecek, güzel görüntüler veren ve aykırı görünen şık sözler edebilen yazarlara ilgi duyuyor. bütün bunların reklam şirketlerince kotarıldığı söylentileri de dolaşıyor ortalıkta ayrıca.

yozluk, ahbap çavuş ilişkileri ve iktidar hırsıyla edebiyat dünyasının ganimetlerini ellerinde tutanların köhnemiş yargılarına gereksinmem olmadığını anlamış; onların aldırmazlık kılıflarında körelmiş kılıçlarından çekinmemeyi öğrenmiş; her türlü sınıflama, yok sayma ve pohpohlamanın dışında durmanın en sağlıklı yol olduğuna inanmış durumdayım. kendi adımı ve resmimi basılı gördüğümde hoşnutluk duyuyorum kuşkusuz gene; ama o adın ve yüzün altına yazılanlar beni değil de yalnızca o adı tanımlayan sözcükler olduğu için başka herhangi bir addan daha fazla ilgilenmemeye çalışıyorum.

bir kız

bret easton ellis

bir çarşamba gecesi. m.k.da tanıştığım, benim için adsız kalan bir kız, oturma odamda kanepenin üzerinde oturuyor. bir şişe şampanya, crystal, yarılanmış, cam sehpanın üzerinde duruyor. çeşitli düğmelere basarak şarkılar seçiyorum, wurlitzer'ı canlandıran şarkılar. sonra pencereleri açıyorum, terasa açılan raylı kapıları, gerçi serin bir gece, güz ortası ve o da çok ince giyinmiş; fakat bir kadeh crystal daha alıyor ve bu onu yeterince ısıtıyor ki, bana hayatımı nasıl kazandığımı sorma gücünü kendinde buluyor. ona harvard'a gittiğimi, oranın iş idaresi bölümünden mezun olduktan sonra wall street'te çalışmaya başladığımı anlatıyorum, pierce and pierce'da. o ya anlamayarak ya da şaka olsun diye, "o da neresi?" diye sorunca yutkunuyor ve arkam ona dönük olarak, yeni onica'mı düzeltirken zar zor "bir.. ayakkabıcı" deme gücünü buluyorum kendimde.

yatak odası. çıplak, bütün vücudu yağlanmış, çükümü emiyor, onun üzerinde ayakta durmuşum, sonra çükümü sağlı sollu suratına vuruyorum, ellerimle saçından kavrayıp ona "siktiğimin orospusu, kancık" diyorum, bu onu daha da tahrik ediyor ve uslu uslu beni emerken, klitorisini parmaklamaya başlıyor ve taşaklarımı yalarken de bana "hoşlanıyor musun?" diye soruyor, "ev-vet, ev-vet" diye cevap veriyorum nefesim sıklaşarak. memeleri dik, büyük ve sert, her ikisinin de uçları iyice sertleşmiş, ben sertçe ağzına verirken boğulur gibi oluyor, bense aşağıya doğru uzanıp onları sıkıyorum ve daha sonra, kıçına bir dildo sokup kayışla bağladıktan sonra, onu düzerken memelerini tırnaklıyorum, ta ki o bana durmamı söyleyene kadar.

"oh, tanrım" demekte şimdi. tahrik oluyor, tokatlıyorum onu, sonra hafif bir yumruk indiriyorum ağzına, sonra öpüyorum, dudaklarını ısırarak. korku, dehşet alıyor kızı, şaşalıyor. kayış kopuyor ve kız beni itip kurtulmaya çalışırken dildo kayarak çıkıyor kıçından. öte yana yuvarlanıyor, kaçmasına izin vermiş gibi yapıyorum, sonra o elbiselerini toparlar ve mırıldanarak benim nasıl da "siktiğimin manyak bir orospu çocuğu" olduğumu söylerken üzerine sıçrıyorum, çakal gibi, kelimenin tam anlamıyla ağzım köpürerek. bir çığlık atıyor, özür dileyerek, isterik hıçkırıklar içinde, kendisini incitmemem için bana yalvararak, gözyaşları içinde, memelerini örterek, utanç içinde şimdi. fakat hıçkırıkları bile beni tahrik etmeye yetmiyor. suratını mace'lerken biraz zevk alıyorum, kafasını dört ya da beş kez duvara vururken daha azını, sonunda bilincini kaybediyor, duvarda üzerine saç yapışmış küçük bir leke bırakıyor. o yere yığıldıktan sonra banyoya yollanıyorum ve kokainden bir çizgi daha çekiyorum.

kız bağlı olarak yerde yatıyor, çıplak, sırtüstü, elleriyle ayaklarının uçlarına metal ağırlıklar asılı, bunlar da yerdeki tahtalara diktiğim direk gibi şeylere bağlı. elleri çivi dolu, bacakları mümkün olan en geniş biçimde iki yana açılmış. kıçının altına bir yastık sürmüşüm ve açık organını baştan aşağı peynirle sıvamışım, hatta birazını da vajinasına tıkamışım.

belli belirsiz kendine gelip de üzerinde ayakta duran beni gördüğünde, benim insanlıktan tamamen yoksun oluşumun onu, akıl fırttıran bir dehşetle doldurduğunu görüyorum. vücudunu televizyonun önüne yerleştirdim, video kayıt cihazında eski bir bant var, ekranda ise son videoya aldığım kız. ekranda, yere bir cesedin yanı başına çömelmiş, kızın beynini yemekteyim, hapır hupur götürüyorum, pembe, parça parça tombul etin üzerine grey poupon sürmekteyim.

"görebiliyor musun?" diye soruyorum; ama televizyondaki varolmayan kıza değil. "şunu görüyor musun? seyrediyor musun?" diye fısıldıyorum.

elektrikli matkabı onun üzerinde kullanmaya çalışmaktayım, zorla ağzının içine sokarak; ama bilinci yeterince yerinde, dişlerini kapayacak, onları kenetleyecek gücü var ve matkap dişlerini kolaycacık delip geçse de olay beni enterese etmiyor; bu yüzden ağzından kan sızan kafasını tutup kaldırıyorum, onu videonun geri kalanını seyretmeye zorluyorum ve o ekranda mümkün olan her deliğinden kanlar sızan kıza bakarken, ne olursa olsun, bütün bunların kendi başına da geleceğini anlamış olduğunu umuyorum. sonunun şurada, apartman dairemin zemininde yatmak olacağını, elleri direklere çivilenmiş olarak, vajinasına kırık cam parçaları ve peynir tıkıştırılmış olarak, kafatası çatlamış ve mosmor olmuş bir halde, herhangi bir başka seçim yapmış da olsa öyle olacağını. benim onu nasıl olsa bulacağımı. hayat böyledir işte.

elimdeki içi boş plastik tüplerden birini vajinasına sokmaya çalışıyorum, vajinanın dudaklarından birini zorlamaya çalışarak, zeytinyağıyla yağlanmış dahi olsa tam girmiyor. bu sırada frankie vallie, müzik kutusunda "beterin var beteri"ni söylüyor, ben de tüpü kancığın amcığına sokmaya çalışırken dudaklarımı sözlere uydurarak eşlik ediyorum. dudaklarının dışına kezzap dökmekte buluyorum çareyi, böylece et yağlanmış tüpü içine alacak kadar genişler diye, gerçekten de çok sürmüyor, kolayca giriyor. "umarım canın yanıyordur." diyorum.

mutfaktan oturma odasına taşırken sıçan kendini cam kafesin duvarına vuruyor. geçen hafta ona oynasın diye satın aldığım ve şu anda kafesin bir köşesinde ölüsü duran, çürümekte olan öteki sıçandan geri kalanları yemeyi reddetti. son beş gündür özellikle aç kalmasını sağladım. cam kafesi kızın yanı başına, yere koyuyorum ve belki de peynirin kokusundan ötürü sıçan fıttıracak gibi oluyor, önce kafesin içinde daireler çiziyor, sızlanıyor, sonra açlıktan zayıf düşmüş bedenini kafesin kenarından aşırıyor. sıçanı dürtmem bile gerekmiyor, öyle ki, kullanmak üzere yanımda getirdiğim bükülmüş tel askı elimde kalıyor ve henüz kızın bilinci yerindeyken, hayvana bir enerji geliyor, hiç zorluk çekmeden tüpe hızla dalıyor, gövdesi yarı yarıya tüpün içinde kayboluyor, derken dakika geçmeden, tümüyle -yerken iki yana sallanan sıçan vücuduyla- içeri girip kayboluyor, kuyruk hariç; tüpü hızla çekip çıkarıyorum kızdan, kemirgeni içeride bırakıyorum. çok geçmeden kuyruk bile kayboluyor. kızın çıkardığı sesler, genel itibariyle, anlaşılmaz şeyler.

sıçanın kızın içine alt tarafa girdiğini gördükten bir ya da iki dakika sonra kızın bilincinin hala yerinde olduğundan, başını acıyla iki yana salladığından, gözlerinin dehşet ve şaşkınlıktan iri iri açıldığından emin olarak, elektrikli testere marifetiyle saniyeler içinde onu ikiye biçiyorum. vızlayan dişler deri ve kas ve sinir ve kemik dinlemeden öyle hızla yarıp geçiyor ki, kız bacaklarını -kalçaları aslında, parçalanmış vajinasından geriye kalanlar- vücudundan ayırdığımı ve onları, içlerinden fışkıran kanlarla, neredeyse bir ganimet gibi havaya kaldırdığımı görecek kadar bir süre canlı bile kalıyor. gözleri bir dakika açık kalıyor, umarsız ve gözbebekleri kayık, sonra kapanıyorlar ve sonunda, ölmeden önce, öylesine, anlamsızca burnundan içeri doğru bir bıçak sokup bıçağı alnının derisinden dışarı çıkana kadar ittiriyorum, sonra çenesinin kemiğini kırarak kesip atıyorum. sadece ağzının yarısı var, onu da düzüyorum bir, iki, derken üç kere. hala nefes alıp almadığına aldırmadan gözlerini oyuyorum, sonuna doğru parmaklarımı kullanarak.

sıçanın kafası çıkıyor önce dışarı -bir şekilde ters dönmüş karın boşluğunda- baştan aşağı mor bir kana batmış -elektrikli testere kuyruğunun da yarısını götürmüş- ta ki ayağımın altında parçalayıp öldürmek hissi gelinceye kadar ona biraz daha brie peyniri veriyorum, sonunda da öldürüyorum. daha sonra, kızın uyluk kemiğiyle çene kemiği fırında pişmekte, tutam tutam edep yeri kıllarını kristal bir steuben küllüğe dolduruyorum, tutuşturunca hemen yanıveriyorlar.

11.05.2021

o beyaz bir gül ağacıdır şimdi

ali püsküllüoğlu


yeni bir ay'dı, öteden bir sabahtı, bir karanlık
ağzına kocaman bir kırılmışlığı alır yola çıkardı
bir su başına -aç kurtlara ya da-
yani o beyaz bir gül ağacıdır şimdi, çok eski
bir kartal -iri gagalı- gelir gelir konardı
bir boru öterdi, bir kurşun sesi, o yeni bir ay'dı
kirli yüzü, bir şarkıydı havada hem ay kadar
o tanrınındı -gökte- kocaman ak bulutlardı

yani o beyaz bir gül ağacıdır şimdi, çok eski

bir doğum günü şöleniydi unutulmuş ölülerin elleri
çarpıktı, huuu bir köleliği sürdürürdü onlar
çiğ bir yalnızlıktı -o korkuyu çok yaşamıştık
gece biter gece başlardı huuu hayın bir devdi o
bir bırakılmışlık kadar hem -çok eski- başa vuran şarap kadar
karaya bulanmış, çirkin taylara benzerdi
atılmış eski giysilere, çürük ahşap evlerin odalarına
durup durup huuu durup durup kocaman bir yalnızlık

yani o beyaz bir gül ağacıdır şimdi, çok eski

10.05.2021

doğu'da zaman

murathan mungan

her dönemin şimdisi, "zaman" olgusuyla kavramsallaştırılmış bir ilişkiye girer. geçmişi şimdide soğurmak da, geleceği biçimlemeye kalkışmak da bu ilişkinin bir parçasıdır. moda olgusunun varlığı, bu durumun histerisi üzerine kuruludur örneğin. bir sistem olarak moda, geçiciliği sabitler. insan doğasındaki değişim ve yenilik arzusunun sürekliliğine vurgu getirirken, şimdiki zamanı kendi aylasıyla kutsar. giysiler, eşyalar, nesneler bu kutsama ayininin vurgusu aşırı güncelleştirilmiş oyuncaklarıdır. bu imgeler ve araçlarla teçhizatlanmış bir toplumsal tahayyül, şimdiki zamanda yaşayanlara, tarihin en doğru zamanında yaşadığı duygusunu aşılamaya çalışır. bu dönemde yaşadığı için kişiye fazladan bir mutluluk payı oluşturmak, bu paketin önemli bir parçasıdır. "zamanı yakalamak" demek aynı zamanda modayı yakalamak demektir. reklam dünyasının "günü yakalayın" gibi sloganları, ömrün geçiciliğini, hayatın faniliğini varlığının derinlerinde bir yerde hisseden insanlara, dolaşım değeri olan "mal" üzerinden kendi hikayelerini kurmayı vaat eder; bu insanların içinde yaşadığı zamanın önemini bu mallar üzerinden işaretler. anlam üretimi, sistemin önemli egemenlik alanlarından biridir.

doğu'da zaman bir "kıymet" değildir. işaretlenmesi gereken bir şey değildir. doğulu toplumlarda çocukların doğum tarihlerinin bile aileleri tarafından kayıt altına alınmasına özen gösterilmediği bilinen bir gerçektir. erken yaşta ölenin adının kendinden sonrakine verildiği bir kültürde tarih, zaman ve diğerleri anonimdir. (kişinin doğum gününün kutlanması, bireyin ve bireyselleşmenin önemsendiği toplumların adeti olabilirdi elbet.)

doğu'da zaman, öldürülmesi gereken bir şeydir. anadolu'da herhangi bir kahveyi hıncahınç dolduran kalabalığa "ne yapıyorsunuz burada?" diye sorduğunuzda, alacağınız yanıt yalnızca ağız alışkanlığı yerleşmiş basmakalıp bir deyiş değil, aynı zamanda bir gerçekliktir. "vakit öldürüyoruz" derler. yalnızca işsiz ya da emekli oldukları için değildir vakti öldürülmesi gereken bir şey olarak görmeleri. vaktin kendisi öldürülecek bir şeydir zihnin işleyişinde. bir türlü geçmek bilmeyen, içi doldurulamayan, hep sıkıntısı duyulan, bir an önce öldürülüp kurtulunması gereken bir şey! zamanın durallığı, yaşamın işlerliğini de azaltır. hayatı kullanamadığınızda onu öldürmeye bakarsınız. kapalı toplumlar insanlarını çalıştırır; ama onlara hayatı kullandırtmazlar. çünkü bu alan geniş ölçüde hazzın, zevkin, öğrenmenin, gelişmenin, değişmenin olası tehlikelerini barındırır. dünyanın tekinsizliğini büyütür.

çoğu kez müzik, arkada ses olsun diye açılır/çalınır. kimse içiyle, içinin sessizliği ve boşluğuyla baş başa kalmak istemez çünkü. insan en çok içindeki boşluktan korkar. zamanın varlığını doldurmasına izin vermediği boşluktan.

9.05.2021

şükrü yarbay

ülkü tamer

"sınıf arkadaşımız"* şükrü yarbay, 27 mayıs'tan sonra emekliye ayrılmıştı. 28 nisan olayları sırasında istanbul'da görevli olduğunu söylüyor, şimdi sınıfta sıraları paylaştığı bizlere o güç dönemde nasıl yardım ettiğini anlatıyordu.

işkenceci polislerden yakınıyordu:

"sırtımda yarbay üniformasıyla odaya girince bir de baktım ki polisler almışlar bir öğrenciyi ortalarına, hababam vuruyorlar! ama nasıl bir dayak! ben olsam oracıkta ölmüş gitmiştim. cop, tekme, tokat, yumruk.. dayanamadım."

acaba ne yaptı diye yüzüne bakıyoruz.

"dayanamadım. çıkıp gittim."

* istanbul üni. iktisat fak. gazetecilik enstitüsü, 1961.