31.03.2017

uzun lafın kısası

robert owen: insan koşulların yarattığı bir varlıktır.

barış bıçakçı: en büyük ahlaksızlık bir aşkı yaşamamaktır. hayatı mümkün olan en geniş haliyle yaşamak gerekir.

jack london: kölelerden meydana gelen hiçbir devlet ayakta kalamaz.

epiktetos: ne yazık ki, para söz konusu olduğunda aldığımız önlemleri, ruhumuz söz konusu olduğunda ihmal ediyoruz.

gerard de nerval: pervasız içtenliğim sadakatimin en sağlam güvencesidir.

charles baudelaire: saygıya değer üç varlık var: keşiş, savaşçı, ozan. bilmek, öldürmek ve yaratmak. öteki insanlar angaryacı sürüsüdür, kırbaçlanmak üzere yaratılmışlardır, meslek denilen şeyleri uygulamak için.

kemal sayar: içimizde yaşanmadan bekleyen bir hayatın suçunu duyarız.

mary wollstonecraft: kendi vicdanımız filozofların en aydınlanmış olanıdır.

alexander nehamas: herkes tarafından kayıtsız şartsız kabul edilmesi gereken hiçbir değerler kümesi yoktur.

octavio paz: şairlerin yaşam öyküsü yoktur, onların yaşam öyküsü yapıtlarıdır.

stendhal: tüm dinler birçok insanın korkusu ve az sayıdaki kişinin akıllılığı üzerine inşa edilmiştir.

alper canıgüz: dünya hala dönüyor işte. bütün pespayeliğiyle.

30.03.2017

ülkü

gabriel garcia marquez

dünyada hiçbir ülkü bu denli alçalmaya değmez.

insanın en iyi dostu, ölmüş olan dostudur.

erkekler, sandığından daha çoğunu beklerler. yemek pişirmek, ortalığı süpürmek, ıvır zıvırla uğraşıp onları kendine dert etmek gerekir.

insan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür.

londra kilise meclisinin yirmi yedi yasasının yirmi yedisinin de içine sıçayım.

amaranta ursula ile aureliano, günlük ve sonsuz tek gerçeğin aşk olduğu boş bir evrende asılı kaldılar.

arkadaş dediğin, bir alay hergeleden başka bir şey değildir.

dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekirdi.

eşyanın da canı var, bütün iş, ruhlarını uyandırabilmekte.

seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir.

zararsız deliler olacakları önceden sezinlerler.

sanat ve devrim

john berger

sanatta fazla özgürlük, her zaman sanatın anlamsızlaşmasına yol açabilir. fakat şu da var ki, bir devrin en derin umut ve bekleyişlerini dile getirip olduğu gibi koruma fırsatını sanata ve yalnız sanata bahşeden de ancak bu özgürlüktür.

"heykel, temelinde kalabalıkların sanatıdır." ama çevremiz öylesine inanç uyandırmayan anıtlarla -çoğunlukla içtenlikten yoksun savaş anıtlarıyla- doludur, kültürümüzün genel eğilimi bölük pörçük olana ve özele öylesine yönelmiş durumdadır ki, bugün heykelin özünde var olan kamusal ve toplumsal niteliği küçümser hale geldik.

rodin: antik heykel, insan bedeninin mantığını aramıştır. bense psikolojisini arıyorum.

insan yürekliliği fikri, özgürlük fikriyle sıkı ilişki içindedir. yürekliliğe anlam katan, özgürlüktür.

tüketim mallarında modası geçmişlik, her yeni modele, bir öncekinden değişik bir 'hava' verilmesiyle yapay olarak yaratılır. içerik aynıdır, değişmez. içeriğe göre bu hava keyfi niteliktedir, tek anlamı da bir öncekinden değişik oluşudur. böylece, tüketim malları söz konusu olunca, 'form' ya da 'üslup' kendinden önce gelen form ve üslubu mutlaka öldürmek zorundadır. başarılı bir sanat eserindeyse içerik ile form birbirinden ayrılmaz. 'hava'sı keyfi değildir. gene de bu içerik ve form birliği konusunda pek genelleme yapılamaz. çünkü bu birlik tek tek her eserin kendine özgü olan başarısıdır ve değeri de tekliğinde, benzersizliğinde yatar.

eleştiri daima bir çeşit araya girmedir; sanat eseriyle kişinin arasına girmektir. çoğu zaman pek az şey doğar bu araya girmeden. ama arada bir eleştiri, yaratıcı bir nitelik de kazanabilir; bu, eleştiricinin eseri algılama yeteneğinden çok, eserin etkenlik gücüne bağlıdır.

lenin: komünizm demek, elektrik enerjisi artı sovyetler demektir.

philip o'connor: sanat, olanı ele alır ve ondan, olacak olana biçim vermek için, yoğun bir şekilde özünü çıkarır; bu öz, tam çıkarıldığında, olması gerekenin özüdür.

sanatın sınırlılıklarının sanatın özüyle olan ilişkisi, hayatın ölümle ilişkisine benzer. ölümün mutlak bilincini içimizde taşıyarak var gücümüzle kendimizi yaşamaya verebilirsek, yaşantımız bir sanat eseri niteliğini kazanır.

ölümün hayat için gerekli bir çelişki olduğunu söylemek beylik bir laftır; ama doğrudur da. fakat ne tarzda bir çelişkidir bu? hayata hiç benzemeyen bir tarzda ölümün hiçbir çelişkiyi içermediği midir yoksa? ölüm tekildir. hiçbir ölüm bir başka ölümü içermez. kendisi dışında hiçbir şeyi kapsamaz, kendisi de bir hiçtir. tekil olduğu için de kısmidir, düşünebileceğimiz hiçbir bütün de tekil olamaz.

diderot: duygu ve hayat sonsuzdur. yaşamakta olan, her zaman yaşamış ve yaşayacak olandır. hayatla ölüm arasında benim görebildiğim ayrım şudur ki, şu sırada genel kütle olarak yaşamaktayız. bu kütle eriyip moleküllerine ayrışacağı bugünden yirmi yıl sonrasında da ayrıntıda yaşıyor olacağız.

hepimiz hayatın bedenimizi anlamla doldurduğunun farkındayız; başka bedenlerin başka hayatlar içerdiğinin ve bu hayatların, bedenin bütün parçalarının varoluşundan çok daha büyük bir anlam taşıdığının da farkındayız. dolayısıyla, bir kez düşünülerek işlenmiş cinayetler, bir bedeni ortadan kaldırmaktan çok, bir varlığı yok etme girişimidir. çoğu intiharın nedeni budur. intihar olaylarının pek azında kendi bedenine karşı girişilmiş bir saldırganlıktan söz edilebilir; intihar edenin isteği, o bedenin içerdiği dünyanın anlamını susturmaktır.

che guevara: bütün oligarşiler iktidarlarını, bütün ezici güçlerini, bütün vahşet ve demagoji yeteneklerini davalarının hizmetine sokacaklardır. bizim asıl görevimiz her şeyden önce sağ kalmaktır; ondan sonra da gerillanın kalıcı örneğini izleyecek, silahlı propagandayı yürüteceğiz (vietnam'da olduğu gibi, propaganda kurşunlarıyla, yani düşmana karşı kazanılan ya da kaybedilen -ama verilen- savaşların propaganda kurşunlarıyla). mülksüzleştirilmiş kitlelere dayanan gerillaların yenilmezliğinin büyük dersi. ulusal ruhun harekete geçirilmesi, çok daha sert ve zorlu baskılara karşı koyabilmek için çok daha güç görevlere hazırlanılması.

dünün bütün statik doğruları, bugün ancak yarı doğrulardır.

"savaşımızı, belki 10, belki 20 yıl sürebilecek, kusursuz bir disiplin ve enerjiyle yürütülmesi gereken uzun bir çaba olarak düşünmeliyiz. ilk hedefimiz devam etmek, dayanmak -ve bunun için de hayatta kalmaktır."

kesin ve sonsuza değin doğru yargılar yoktur.

bütün sahte ideolojiler kolay bir iyimserliğe güvenirler: çelişmenin kaçınılmazlığını, dolayısıyla hayatın kendisini yadsıyan bir iyimserliktir bu. iyimserliğin konusu her zaman belirli olmalıdır. sömürüyü ortadan kaldırmak mümkündür. çelişkiler ölüm ve umutsuz yoksunluğun değil, hayatın ve gelişmenin koşulu olmalıdır. oysa tek ütopya ölümdür; çünkü o çelişkisizdir.

28.03.2017

kitapla direniş

tomris uyar

birkaç hayat yaşama imkanı verir insana edebiyat.

oyalayıcı bir şey yazmaktansa kopkoyu bir karamsarlığı yeğlerim.

"en iyi makyaj, hafifçe silinmiş olandır."

yıllar önce abd'de büyük ikramiyeyi kazanan yaşlı bir kadına, "uğurlu sayınızı mı seçtiniz?" diye sorduklarında şu yanıtı almışlar: "yok canım. düşümde 6 ve 7 rakamlarını gördüm. altı kere yedi 49 ettiği için 49'la biten bir bilet aldım."

günlük yazan biri, kendini sıradan biri olarak görmüyorsa günlüğü bir önem taşımaz.

türkiye'de ne iyi ne kötü bir şey yapılıyor. her şey ortalama. onun için de yüzleşme ihtiyacı vermiyor insana. çünkü zaten kötü değil, zaten iyi değil.

benim bu toplumda en beğenmediğim şey, hanımefendi ile başlayıp canım'a giden konuşmalar. on dakika içinde oluyor bu. telefonda bile oluyor.

yaşam, yazının daha usta bir taklitçisidir. yazarsanız, bir yaşamın bir ömre az geleceğini bilirsiniz. yazın, size farklı çağlarda, farklı ülkelerde, farklı kişiliklerde yaşama olanağı sunar.

beklenen okur, her zaman beklenmediklerden çıkar.

iyi yazılmış bir öyküyü iyi yapılmış bir makyaja benzetirim. bitirdikten sonra biraz hafifletilir. sanki öyleymiş gibi olur.

edebiyatın çok kötü bir öç alma biçimi vardır. edebiyat siler. öbür dallar gibi değildir, bir zamanlar iyi bir şarkıcıydı demezler. bir zamanlar iyi bir müzisyendi diye akılda kalmazsınız. bütünüyle siler. geçmişteki iyi işlerinizle birlikte yok olursunuz. 

her sözcüğün arkasında bir dünya vardır. geçmişin, bu günün, yaşamakta olanın, insanın, toplumun devinimini, evrimini, devrimini, her bişeyini içerirken, kolay mıdır yazı yazmak! ateşle oynamaktır.

kişi kendinden ne zaman vazgeçer? tutkusunu evcilleştirdiğinde. özürler çeşitlidir: alışkanlık, yaşam karşısında ürkeklik, yalnız kalma korkusu, dayanak yoksunluğu, çocukların mutluluğu, eş dost ya da çevre baskısı vb.

türk öyküsüne nereden düştüğü belli olmayan bir kuyruklu yıldızdır sait faik.

aşk

birhan keskin


sevgilim sabahın erkenini seviyor
ben geceyi ve esmerliğini onun
o dorukları seviyor, korkuyor bundan
ben rüzgarla buluşan tepeyi, tuhaflığı
ona bir yeşil gülümsüyor
ben, hayatı delice sevdiysem nasıl
diyorum, seni de öyle
o kendi boşluğunda oyalanan günlerde
canı sıkılan bir çocuk gibi uyuyor
ben göğe bakıyorum geceden
kendi çukurunu bulmuş deniz gibiyim
diyorum, yanında
o sabahları eğilip öpüyor denizi

çıplağın çıplağımda, rüzgarın dağımda olsun
esmerliğin gecemde, öyle kal
"bulutlara bak, gidiyorlar, hızla" diyorsun
yağmur bir yalıyor yüzümü bir
duruyor. sabahları eğilip yüzüme
öpüşün geçiyor bir
bir duruyor aklım

su ve rüzgar, dağ ve doruk
sonsuz hepsi
oysa camdaki sardunya gibi üşür
bana biçtiğin ömür
ölüm geliyor aklıma bir
bir, çıplağın çıplağımda

rüzgarın dağımda olsun, esmerliğin gecemde
öyle kal, sana sonsuz sarıldığımda

26.03.2017

guguk kuşu

goethe


guguk kuşu hakkında duyduklarım, bende bu ilginç kuşa karşı büyük bir ilgi uyandırdı. çok sorumlu bir kişiliğe ve belirgin bir gizeme sahip, bu kadar belirgin olduğu için de çözümlenmesi o kadar zor değil. birçok konuda kendimizi aynı durumda hissetmiyor muyuz? mucizeler içindeyiz, en son ve en iyi konu bize karşı gizemini koruyor.

arıları ele alalım. bal yapmak için uçtuklarını görürüz, hem de saatlerce; üstelik her defasında başka bir yöne. şimdi haftalardır batı yönündeki çiçek açmış yağ şalgamlarının bulunduğu tarlaya doğru uçuyorlar. sonra aynı şekilde uzun bir süre kuzeye, çiçek açmış fundalıklara uçacaklar. sonra tekrar bir başka yönde esmer buğday çiçeklerine. sonra herhangi bir yöne doğru, çiçek açmış yoncalıklara. ve en nihayetinde bir başka yönde, çiçek açmış ıhlamurlara doğru. onlara biri şunu söylüyor olmalı: şimdi şu tarafa uç, orada seni bekleyen bir şey var! şimdi şurada, orada yeni bir şeyler var! peki onların köyüne, kovanlarına kim geri gönderiyor? sanki birisi onların tasmalarını tutmuş idare ediyormuş gibi, oradan oraya, oradan oraya uçuyorlar; ama işin aslını bilmiyoruz biz. aynı toygar gibi. öterek ekin tarlasının üzerinde yükselir, rüzgarın oraya buraya savurduğu, bir dalganın diğerine benzediği tahıl denizi üzerinde süzülür; tekrar yavrularının bulunduğu yere doğru inişe geçer, yuvasının bulunduğu küçük yere tam isabetle gelir. dışarıdan izlenen tüm bu şeyler bize gün ışığı kadar aşikar; ama olayın iç yüzünde neler saklı, bu bizim için tamamıyla bir sır.

gugukta da durum farklı değil. onunla ilgili olarak bildiğimiz, kendisinin kuluçkaya yatmadığı, yumurtasını bir başka kuşun yuvasına koyduğu. ayrıntıya girmek gerekirse, yumurtasını ötleğenin, sarı renkli kuryuksallayanın, rahipkuşunun yuvasına, bir de bozboğazın, kızılgerdanın ve çalıkuşunun yuvasına koyduğunu biliyoruz. bildiklerimiz bunlar. aynı şekilde guguk kuşlarının böcek yiyen kuşlar olduğunu, guguk böcek yiyen bir kuş olduğundan, yavrusu da otçul bir kuş tarafından beslenemeyeceğine göre, bütün bu kuşların etçil olduklarını, böyle olmak zorunda olduklarını da biliyoruz. peki guguk bunların hepsinin böcek yiyen kuşlar olduğunu nereden biliyor? çünkü adı geçen kuşların hepsi gerek fizyonomi, gerekse renk olarak çok farklılık gösteriyor; ayrıca ötüşleri ve yemlenmek için çağrıldıkları sesler de çok farklı.

ayrıca, nasıl oluyor da guguk; yapı, ısı, kuruluk ve nem bakımından birbirinden böylesine farklılık gösteren yuvalara yumurtalarını ve hassas yavrusunu bırakabiliyor? ötleğenin yuvası kuru saman sapçıklarından ve biraz at kılı ile öyle hafif yapılmıştır ki, her türlü soğuk içine işleyebilir, her tür hava cereyanı içinden geçer, üst tarafı da açık ve korumasızdır; ama yavru guguk içinde rahatça büyür. çalıkuşunun yuvası ise dıştan yosun, saman ve yaprakla sağlam ve sıkı bir şekilde yapılır, içten çeşitli yünler ve tüylerle hava geçiremeyecek biçimde özenle sağlamlaştırılır. üst tarafı ise, kapalı ve kubbeli olup çok küçük bir kuşun girip çıkacağı kadar ufak bir açıklığa sahiptir. sıcak haziran günlerinde böyle kapalı bir kovukta yavrunun sıcaktan boğulabileceği akla gelebilir. ama yavru guguk bunun içinde en iyi şekilde büyür. yine sarı renkli kuyruksallayanın yuvası da oldukça farklıdır. bu kuş su kenarında, dere kenarlarında ve her tür ıslak yerde yaşar. yuvasını nemli otlaklarda ve saz demetlerinin arasında yapar. nemli toprağa bir çukur açar, yavru guguğun nemli ve serin yerde kuluçkadan çıkıp büyümesi için yuvaya birkaç ot sapı yerleştirir. guguk burada da gayet güzel büyür. bu ne biçim bir kuştur ki, en hassas bebeklik döneminde bile, nem, kuraklık, sıcak, soğuk gibi her kuş için ölümcül olabilen farklılıkları hiç etkilenmeden kaldırabilir? peki yaşlı guguğun kendisi yetişkin olmasına rağmen ıslaklık ve soğuğa karşı çok hassas iken, yavrularının bu durumlardan etkilenmediğini nasıl bilir?

yine burada bir sırla karşı karşıyayız. eğer gözlediyseniz, o kadar ufak bir girişi olduğuna, kendisi içine giremeyeceğine ve yuvanın üstünde duramayacağına göre, guguk kuşu yumurtasını çalıkuşunun yuvasına nasıl götürmektedir?

o, yumurtasını herhangi kuru bir yere koyar ve gagası ile yumurtayı yuvanın içine sokar. böcek yiyen diğer kuşların yuvaları da üst taraftan açık olsa bile çok küçük olup dallarla öyle sıkı sıkıya çevrilidir ki, uzunkuyruklu büyük guguk yuvanın üstüne tüneyemez. bu oldukça mantıklı. ama nasıl oluyor da guguk kuşu bu kadar küçük yumurtlayabiliyor, sanki yumurta küçük bir böcek yiyen kuşunmuş gibi, bu da insanın içten içe şaşırıp çözüm bulamadığı yeni bir sır. guguğun yumurtası ötleğenin yumurtasından biraz daha büyüktür; eğer böcek yiyen küçük kuşlar kuluçkaya yatacaksa, esasında daha büyük de olmaması gerekir. bu tamamen doğru ve mantıklı bir şey. ama özel bir durum söz konusu olunca, doğa genelgeçer önemli yasalarının dışına çıkıyor; sinekkuşundan devekuşuna kadar, yumurtanın büyüklüğü ile kuşun büyüklüğü arasında belli bir oran söz konusu iken, bu keyfi tutum, bizi tamamen hayrete düşürecek ve şaşırtacak bir şey.

guguğun kaç yumurta koyduğu bilinir mi? bu konuda kesin bir sayı veren kişi, aptal olmalı. kuş tek bir yerde durmaz; kah buradadır, kah şurada; tek bir yuvada her zaman onun tek bir yumurtası bulunur. mutlaka daha fazlasını bırakıyordur; ama nereye koyduğunu kimse bilmez, onu kimse izleyemez! beş yumurta bıraktığını, bu yumurtaların hepsinden de başarıyla beş yavru çıktığını, sevgi dolu koruyucusu aile tarafından büyütüldüğünü varsayalım; doğanın beş guguk için, en güzel ötüşlü kuşlarımızdan en az ellisini feda etme kararını vermesine şaşırır kalırsınız.

bu konularda, doğa başka durumlarda da olduğu gibi insafsız değildir herhalde. savurganlık yapacak kadar büyük bir yaşam bütçesine sahip, ara sıra uzun uzun düşünmeden bunu yapıyordur. ama bir tek guguk yavrusu için bu kadar çok ötücü kuşun heba olmasının nedeni ne?

önce, yumurtadan çıkan ilk yavru ölür. çünkü ötücü kuşun yumurtalarından, her zaman olduğu gibi, guguk yumurtasının yanında yavru çıktığı zaman, anne-baba yumurtadan çıkan büyükçe kuşa öyle sevinir, öyle şefkat gösterir ki, sadece onu düşünür ve onu besler; bunun sonucunda da daha küçük olan kendi yavruları mahvolup gider, yuvada kaybolur. ancak yavru guguk hiç doymak bilmez, küçük böcek yiyen kuşların ara vermeden taşıyabileceği kadar yiyeceğe gereksinim duyar. yuvadan ayrılmadan ve bir ağacın tepesine konma yeteneğini göstermeden önce, yetişkin hale gelmesi, tüylerinin son halini alması epey zaman alır. çoktan uçup gitmişse bile, sürekli olarak beslenmeyi bekler, bütün yaz boyunca yuvaya gider ve sevgi dolu koruyucu aile, her zaman büyük yavrunun peşinde dolaşır, ikinci bir kuluçkayı akıllarından geçirmezler. bu yüzden tek bir guguk yavrusu için birçok başka kuş yavrusu heba olur gider.

guguk yavrusu, yuvadan uçtuktan sonra, onu kuluçkadan çıkarmamış olan başka kuşlar tarafından da beslenir. guguk yavrusu alçaktaki yuvasından ayrılıp yüksek bir meşenin tepesini konut edindikten sonra, yüksek sesle öter, bu ötüş onun orada olduğunu bildirir. ona hoş geldin demek için, komşu küçük kuşların hepsi ona gelir. ötleğen gelir, rahipkuşu gelir, sarı renkli kuyruksallayan ağacın tepesine uçar, doğasında sürekli olarak alçak çalılıklara ve yoğun fundalıklara girme eğiliminde olan çalıkuşu da yaradılışına ters düşse bile, yüksek meşenin tepesine, sevgili yeni komşuya doğru uçar. diğerleri ara sıra doğru düzgün bir lokma getirirken, onu büyüten çift besleme konusunda daha fazla sadakat gösterirler.

böcek yiyen kuşların guguk yavrusuna duyduğu sevgi çok büyüktür. içinde guguk yavrusunun korunduğu bir yuvaya yaklaştığınız zaman, küçük anne-baba korku, endişe ve ürküntüden nasıl davranmaları gerektiğini bilemezler. özellikle rahipkuşu sanki kramp girmiş gibi yerde döne döne uçuşur.

fakat bana oldukça karışık görünen, örneğin ötleğen çiftinin, kendi yumurtalarıyla kuluçkaya yatacakken, yetişkin guguğun yuvalarına yaklaşıp yumurtasını yuvaya yerleştirmesine izin vermeleri. elbette bu büyük bir bilmece; ama belki de tümüyle değil. böcek yiyen küçük kuşların hepsinin yuvadan uçmuş guguğu beslemesi; hatta o yumurtadayken üzerine kuluçkaya yatmayanların bile beslemesi sayesinde, bu iki tür arasında hep birbirlerini tanıyacak ve birbirlerini büyük bir ailenin üyesi olarak görecek türden bir akrabalık oluşur. hatta bir ötleğen çiftine, geçen yıl kuluçkaya yattıkları ve büyüttükleri aynı guguğun, bu yıl kendi yumurtasını getirdiği de olur.

24.03.2017

gül

cemal süreya


gülün tam ortasında ağlıyorum
her akşam sokak ortasında öldükçe
önümü arkamı bilmiyorum
azaldığımı duyup duyup karanlıkta
beni ayakta tutan gözlerinin

ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
istasyonda tren oluyor biraz
ben bazen istasyonu bulamayan bir adamım

gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
her nasılsa sokağa düşmüş
kolumu kanadımı kırıyorum
bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene

22.03.2017

kötülük sorunu

cesare pavese

insanlar acı çekmekten değil, onları egemenliği altına alan, onlara bu acıyı çektiren güçten yakınırlar.

bir haksızlığa uğramanın acısı güçlendiren bir irkiltidir insan için -bir kış sabahı gibi. canlılığımızı ve yaşama sevincimizi doruğuna ulaştırır, nesnelerle aramızdaki bağ açısından önemimizi bize yeniden kazandırır, bizi yüceltir; herhangi bir talihsizlik sonucu acı çekmekse sadece utanç verir insana.

başkasından nefret eden bir insan hiçbir zaman yalnız değildir. nefret ettiği insan her zaman onun yanındadır.

gerçek kötülük başlangıcından beri kötü olduğu için daha da kötüleşmeyip kendi soysuzlaşması sonucu bir gün kuruyup gidecek birinden değil de, bir zamanlar iyi olmuş birinden gelir.

hiçbir zaman öfkelenmeyen adamdan kendini koru.

korktuğumuz şeyden, dolayısıyla kendimiz olabileceğimiz, bizimle belli bir yakınlığı olan şeyden nefret ederiz; çünkü herkes kendinden nefret eder.

bir insanı küçük düşürmenin en korkunç yolu, onun acı çektiğine inanmamaktır.
hepimiz kötü şeyler düşünürüz; ama pek seyrek kötülük yapabiliriz. hepimiz iyi şeyler yapabiliriz; ama iyi şeyler düşünebilenlerimiz pek azdır.

nefret her zaman kendi ruhumuzla bir başkasının bedeni arasındaki çatışmadır.

bir şey bilmediğinin farkında olmak öğrenme isteğini içerdiğine göre, nefret de sevgiye susamışlıktan başka bir şey değildir.

işimize geldiği zaman bağışlarız başkalarını.

birisi bizi küçük gördüğü, aşağıladığı, bize uşak gibi davrandığı zaman ona bağlanır, ardını bırakmaz, elinden tutar ve büyülenmiş gibi onu yürekten kutsarız.

savaş insanı barbarlaştırır; çünkü insanın bir savaşa katılabilmesi için kendisini her türlü pişmanlığa, inceliğe ve soylu değerlere karşı duygusuzlaştırması gerekir. insan sanki bu değerler yokmuşçasına yaşamak zorundadır ve savaş bittiği zaman o değerlere yeniden dönebilme gücünü de yitirmiştir.

"adem iyilik ile kötülük arasındaki farkı bilmiyor değildi; böyle bir fark yoktu." (leon chestov)

kötülük yapma isteği yeniyetmeliğe özgü bir şeydir. bununla evrenin bir parçası olduğumuzu, beylik kısıtlamalara aldırmadığımızı kendimize kanıtlamak zorunluluğunu duyarız.

hiç öfkelenmeyen insandan sakın; çünkü insan ancak kendini denetlemediği zaman içtendir.

"iyilik ile kötülük arasında bir seçim yapmanın gerekli olması, özgürlüğün zaten yitirilmiş olduğu anlamına gelir. kötülük dünyaya nüfuz etmiş ve tanrısal iyinin yanında yerini almıştır." (leon chestov)

tedirginliğimizin nedeni, tek gerçeğimiz olan kelimelere güvenmeyişimiz, henüz ne olduğunu açıkça bilmediğimiz bir öz arayışımız, kararsızlığımız, acı çekmemizdir.

en korkunç acı, acının dineceğini bilmektir.

birinden öç mü alacaksın? onu bağışlamış gibi davran; bırak, hayat öç alsın ondan. senin düşmanından başkalarının öç alması kadar tatlı bir öç alma duygusu yoktur. üstelik bunun sana iyi yürekli insan rolünü vermesi gibi bir yararı da vardır.

insan kendisinden nefret ettiği için başkalarından nefret eder.

bir insanın hayatın tadını çıkarmasına, kıskançlık duymadan katlanamadığımızı kesinlikle söyleyebiliriz.

kitle ve iktidar

elias canetti

insanı bilinmeyenin dokunuşundan daha çok korkutan hiçbir şey yoktur. insan kendisine değen şeyi görmek ve tanımak, hiç değilse sınıflandırmak ister. yabancı herhangi bir şeyle fiziksel temastan her zaman kaçınma eğilimindedir.

uygar yaşam dokunulmaktan kaçınmaya yönelik çabaların sürdürülmesinden başka bir şey değildir.

hakkında kesin bir bilgi sahibi olmaksızın, hiçbir sosyal olayı anlamak mümkün değildir.

vaaza katılan bir adam kendisi için önemli olanın vaaz olduğuna dürüstçe inanır. oradaki çok sayıdaki dinleyicinin mevcudiyetinin ona vaazdan çok daha fazla tatmin verdiği söylenecek olsaydı, buna çok şaşırır, hatta hiddetlenirdi.

bir kitlenin iç yaşamının en çarpıcı özelliklerinden biri zulme uğramış olma duygusudur; bu duygu bir kez ve sonsuza dek düşman ilan ettiği insanlara yönelttiği kendine özgü bir öfke ve sinirliliktir. böyle bir kitledeki herkes bağrında, yemek, içmek, sevişmek ve yalnız kalmak isteyen küçük bir hain taşır.

her türden yangın felaketinin insanlar üzerinde büyülü bir etkisi vardır.

insanlar "çocuklar uğruna" bir şeyleri biriktirir ve başkalarının açlıktan ölmesine izin verirler. aslında yaptıkları, yaşadıkları sürece her şeyi kendilerine saklamaktır.

yalnız yiyen herkes, bu işlemin başkalarının gözünde ona sağlayacağı prestijden feragat etmiş demektir.

hayatta kalanlara gösterilen düşmanlık, hayatta kalmayı kendi ayrıcalıkları olarak gören despot hükümdarlarda yaygındır; bu onların gerçek serveti ve en değerli mülküdür. büyük bir tehlike atlatıp hayatta kalarak dikkat çekme cüretini gösteren herhangi biri ve özellikle de çok sayıda başka insan ölürken hayatta kalan biri, despot hükümdarların alanına izinsiz girmiş sayılır ve hükümdarların nefreti hayatta kalanlara yönelir.

20.03.2017

ilk yılların ekmeği

heinrich böll

eskiden, annem ve babamla alp dağlarına çıktığımız o kış duyduğum öfke hatırıma geliyordu. babam, karla örtülü tepelerin önünde annemin bir resmini çekmişti, annemin saçları koyu renkliydi, sırtında açık renkli bir manto vardı. babam resmi çektiği sırada ben yanında duruyordum: ortalık bembeyazdı; yalnız annemin saçları koyu renkliydi -ama babam evde bana resmin negatifini gösterdiği zaman, yüksek kömür yığınlarının önünde ak saçlı bir zenci kadın duruyor gibiydi. kızmıştım ve aslında çok da karışık olmayan kimyasal açıklama beni tatmin etmemişti. bana öyle geliyordu ki -şu dakikaya kadar da öyle geliyor, bu birkaç kimyasal formül, eriyikler ve kimyasal tuzlarla açıklanabilecek bir şey değildir; buna karşılık beni büyüleyen şey karanlık oda sözüydü daha sonraları, içimin rahat etmesi için, babam annemin bir de kara mantoyla bizim şehrin dışındaki kömür yığınları önünde bir resmini çekmişti. bu sefer de resmin negatifinde sonsuzcasına yüksek karlı dağlar önünde beyaz saçlı, beyaz mantolu bir zenci kadın görmüştüm. koyu renkli olan sadece annemin üzerindeki açık renklerdi: beyaz yüzü.. ama kara mantosuyla kara kömür yığınları, bütün bunlar öylesine aydınlık ve şenlikli görünüyordu ki, sanki annem gülümseyerek karların ortasında durmuş kalmıştı.

öfkem bu ikinci resimden sonra da daha azalmadı; o günden bu yana resimlerin kopyaları beni hiç ilgilendirmedi, resimlerden hiç kopya yapılmamalı gibi geliyordu bana; onlarda  gerçeğe en az uyan şey buydu: ben negatifleri görmek istiyordum, babamın kırmızı ışık altında, esaslı kaplar içinde kar kar, kömür kömür oluncaya dek negatifleri yüzdürdüğü karanlık oda beni büyülüyordu. ama bu ortaya çıkan kötü kar ve kötü kömürdü. kar negatifte iyi kömür, kömür de negatifte iyi kardır gibi geliyordu bana. babam, bütün bunların sadece tek bir doğru kopyası olduğunu, onun da bizim bilemediğimiz bir karanlık odada durduğunu söyleyerek içimi rahat ettirmeyi denemişti: bu karanlık oda allahın dimağıydı -bu açıklama bana o zaman çok basit gelmişti; çünkü allah, büyüklerin her şeyi örtbas etmek için kullandıkları büyük bir sözdü.

19.03.2017

eskilerin dünyası

leopold von sacher-masoch

tek başına zevktir var olmayı değerli kılan. zevk alan, yaşamdan zor kopar; cefa veya sıkıntı çeken, ölümü bir arkadaş gibi selamlar; ama zevk almak isteyen, neşe ile yaşamalıdır. antik dönemin bağlamında, başkalarının sırtından zevkusefa içinde yaşamaktan, hiçbir zaman merhamet göstermemekten çekinmemelidir; başkalarını arabasının önüne, sabana koşmalıdır, aynı hayvanlar gibi; onun gibi hisseden, zevk almak isteyen insanları, pişman olmadan, onun keyfi için köle yapmalı, hizmetinde sömürmelidir; kendisini iyi hissedip hissetmedikleri sorulmamalıdır.

eskilerin dünyası işte böyleydi: zevk ve gaddarlık, özgürlük ve kölelik her zaman el eleydiler; olimpik tanrılar gibi yaşamak isteyen insanların, göllerine atacakları köleleri ve üzerlerine biraz kan sıçramasından rahatsız olmadan, zengin sofralarında yemek yerken birbirleri ile savaştıracak gladyatörleri olmak zorundadır.

18.03.2017

su diyarı

graham swift

tarih karamsarlık uyandırır.

sakın unutma: insanlar hakkında ne öğrenirsen öğren, ne kadar kötü çıkarlarsa çıksınlar, hepsinin bir kalbi vardır ve hepsi minicik birer bebek olmuş, analarının sütünü emmişlerdir.

"biz şimdinin efendileri değil, geleceğin hizmetkarlarıyız."

gerçeklik tuhaf değildir, beklenmedik değildir. gerçeklik olayların ani halüsinasyonu içinde ikamet etmez. gerçeklik olaysızlık, boşluk, düzlüktür. gerçeklik hiçbir şeyin olmadığıdır.

batıl inanç kolay; gerçekleri bilmek yok mu -o zor.

başka şeylerin yanında bizi hayvanlardan ayıran bir başka özellik olan merak, aşkın bileşenlerinden biridir. hayati bir kuvvettir. bizi zorlu tefekkürlere boğan, bazen tarih kitaplarının yazılmasına da neden olan merak, aynı zamanda, yer yer, bize nadiren örselenmemiş gördüğümüz bir şeyi sergileyebilir -karşımıza daha ziyade dehşete bürünerek (ölü bedenler, tekne kancaları olarak) çıkan: burası ve şimdi'yi.

şahsi melaneti gizlemek için toplum nezdinde erdemli davranmak gibisi yoktur.

insan, açıklama talep eden hayvandır, neden diye soran hayvan. insanın başka bir tanımı: anlam peşinde koşan hayvan -ama onu asla.

tarih çöküşün tarihidir. gelecekten dileğimiz genelde kayıp, hayali bir geçmişin imgesidir.

tarihin önemli bir tarafı varsa o da sonunun geldiği bir safhaya ulaşmış olmasıdır.

çocuklar, meraklı olun. merakın durmasından daha kötü bir şey yoktur. merakın bastırılmasından daha iç karartıcı bir şey yoktur. merak aşk doğurur. bizi dünya evine sokar. ikamet ettiğimiz bu imkansız gezegene duyduğumuz sapkın, delişmen sevginin bir bölümünü oluşturur. merak bitince ölür insanlar. insanların araştırması gerekir, bilmesi gerekir. neden yapıldığımızı öğrenene kadar gerçek bir devrim nasıl mümkün olabilir?

yaşamın anlam ve amacı

alfred adler

bir insanda toplumsallık ruhu oluşmuşsa, o insan hiçbir vakit cesaret ve umudunu yitirmez.

düşler, bireylerin karşılaştıkları sorunlara kolay yoldan çözüm bulma çabalarıdır; bazen de bir insandaki cesaret eksikliğini açığa vururlar.

insanlar sağ ile solun, aynı şekilde erkekle dişinin, sıcakla soğuğun birbirine karşıt şeyler olduğuna inanırlar çoğu zaman. ne var ki bunlar bilimsel açıdan birbirinin karşıtı değil çeşitlemelerdir yalnızca. bir cetvel üzerinde tasarlanan bir sınır değere yakınlıkları dikkate alınarak sıralanmış aşamalardır. aynı şekilde iyi ve kötü, normal ve anormal de birbirlerinin karşıtı değil, değişik aşamalarıdır. uyku ve uyanıklığı, gündüzki düşüncelerle gece düşteki düşünceleri birbirinin karşıtıymış gibi ele alan her kuram, zorunlu olarak bilimsel nitelik taşıyamaz.

nazlı büyütülmüş bütün çocukların hastalığıdır korku. korkudan yararlanarak çevresindekilerin dikkatini üzerlerine çekebildikleri için, bu duyguya yaşam üsluplarının mimarisi içinde her zaman yer verirler. korku yardımıyla amaçlarına -anneyle yeniden bağlantı kurma- ulaşmaya çalışırlar. korkak bir çocuk, şımartılmış ve bundan böyle de şımartılmak isteyen biridir.

bir çocukla savaşta başarı şansı hiçbir zaman yoktur, bir çocuk zora başvurularak asla yenilgiye uğratılamaz ya da işbirliğine razı edilemez. bu tür kavgalardan hep zayıf olan taraf zaferle çıkar.

günümüz uygarlığında insanlar çoğunlukla toplum yaşamına iyi hazırlanamamaktadır. bizler fazlasıyla kişisel başarıya eğilim gösterecek gibi yetiştiriliriz; yaşama ne verebileceğimizi değil, yaşamdan ne çıkar sağlayabileceğimizi düşünmeye alışmışızdır.

hayatta dikiş tutturamamış kişilerin yaşamını geriye doğru izlediğimizde, hemen her zaman ödevlerini doğru dürüst yerine getirememiş bir anneyle karşılaşırız; bu anne çocuğunu yaşama ilk çıkış için olumlu bir hazırlıkla donatamamıştır.

17.03.2017

usdışılığın burgacında

george sabine

schopenhauer hem doğanın hem de insan yaşamının arkasında "istenç" diye adlandırdığı kör bir gücün kavgasını, sonu gelmeyen bir amaçsız uğraşıyı, her şeyi arzulayan ve hiçbir şeyde doyum bulmayan, yaratan ve yıkan; ama hiçbir zaman ulaşamayan huzursuz ve anlamsız bir çabayı görüyordu. bu usdışı güç burgacında yalnız insan kafası, görünüşte bir düzene sahip, usa uygunluk ve amaç düşünün kararsız bir biçimde yer aldığı bir küçük ada kurar.

schopenhauer'un kötümserliği, böyle bir dünyada insan dileklerinin boşluğunun, insan çabasının küçüklüğünün ve insan yaşamının umutsuzluğunun ahlaki bir sezinlemesi üzerine kuruluydu. köklerini, özellikle maddeci bir insanın küçük değer ve erdemlerine, yaşam ve gerçeğin anlaşılmaz güçlerini, adet ve mantık kurallarıyla bağlayabileceğini düşleyen silik ve bayağı kimselerin kendini beğenmişliğine, durumundan memnunluğuna ve rahatlığına karşı duyduğu tiksintiden alıyordu. schopenhauer, pek de haklı olmadan, bu yarı kör manevi gururun, karşıtı olan hegel'de bulunduğuna inanıyordu. tarihin mantığına karşı, istence onu denetleyerek değil, yadsıyarak egemen olan dahinin, sanatçının ve evliyanın yaratıcılığını çıkardı.

schopenhauer'a göre insanoğlunun umudu ilerlemede değil, yok olmadadır; çaba ve başarısının düşlerden başka bir şey olmadığını anlamadadır. bu kurtuluşa, arzusuz bilinçlilik olan dine aşırı bağlılıkla ya da güzelliği tasarlayarak ulaşacağını düşünüyordu. schopenhauer günlük yaşamın ahlakını, acıma duygusundan, acının kaçınılmaz olduğu ve bütün insanların sefalette asıl olarak birbirlerine eşit oldukları anlayışından çıkarıyordu.

usdışıcılıkla insanseverliğin, istenç ile tasarlamanın bu tuhaf bileşimi nietzsche tarafından parçalandı. çünkü eğer yaşam ve doğa gerçekten usdışı iseler, usdışılık usça olduğu gibi ahlakça da onaylanmalıdır. eğer başarının, insan doğasının körü körüne çabalamaya sürüklendiği anlamı dışında bir anlamı yoksa, insan başarısının yerine yalnız çabalaması kabul edilebilir ve olanak varsa bunu zevkle yapar; değerli olan şey uğraş verme, hatta doğrudan doğruya uğraşmanın umutsuzluğudur. kişiliğin iç güçleri acıma ve vazgeçme değil, yaşamın onaylanması ve erk sahibi olma istencidir.

nietzsche bayağı, kendini beğenmiş ve sahtekar insanların schopenhauer'un söylediği kadar aşağılık olduklarını kabul ediyor; ama bunları aşan insanın evliya değil kahraman olduğunu söylüyordu. bütün ahlaki değerlerin buna uygun olarak değiştirilmesi gerekir: eşitliğin yerine doğuştan üstünlüğün kabul edilmesi, demokrasinin yerine mert ve güçlü olanın aristokrasisi, kendini silme ve insancıllığın yerine katılık ve kendini beğenme, mutluluğun yerine kahramanca yaşam, çöküşün yerine yaratış.

nietzsche'nin de dirençle belirttiği gibi bu, gerçekten yığınlara uygun bir felsefe değildi; başka bir deyişle yığınlara aşağı düzeyde varlıklar olarak uygun düşecek bir yer vermekte ve onlar için sağlıklı içgüdünün önderi izleme olduğunu söylemektedir. bir kez bu sağlıklı içgüdü bozulursa, yığınlar yalnızca bir köle ahlakı, bir insancıllık, acıma ve kendini yadsıma kuramı yaratır; bu bir ölçüde onların kendi aşağılıklarını yansıtır. ama daha doğru olarak yaratıcıların güçlerini kısırlaştıracak keskin bir zehir, aşağılık ve aldatıcı bir buluştur. çünkü bayağı insanın özgünlüğün bozucu gücü kadar tiksindiği ya da korktuğu başka hiçbir şey yoktur.

böyle bir köle ahlakının iki büyük yapısını nietzsche demokrasi ve hristiyanlıkta buluyordu; bunların her birinin, kendi yönünden, bayağılığın sonsuzlaştırılması ve bir çöküş simgesi olduğu inancındaydı. nietzsche, muhalefeti ezen, mutluluğu hor gören ve kendi kurallarını yaratan kahramanını, üstün insanı, "büyük sarışın canavar"ı betimlemek için ağır deyimler bulmak üzere sözlüğün altını üstüne getirmiştir. ama felsefesini her türlü devrimciye ve özellikle genç devrimcilere beğendiren şey, çağdaş burjuvanın madde düşkünlüğünü ve bayağılığını suçlamasıydı.

16.03.2017

yılanların öcü

fakir baykurt

ankara'nın ulus sineması'nda, filmden sonra halkı selamlamak için perdenin önüne çıktığım zaman, alkış, ıslık birbirine karıştı. bir yandan "yaşaaa! var oool!", bir yandan "yuuuuuh!" diyorlar.

birkaç saniye sonra, kıran kırana bir dövüş başladı. başkentli seyirciler kravat kravata geldi. hınçla, istekle vuruşuyorlar. ikisi sahneye fırladı, ses aygıtlarını, ışıkları falan tekmeliyorlar. gazoz şişeleri, kırmızı mürekkep şişeleri üzerime geliyor. birtakım sersemler gerçeği tekmeyle, yumrukla örteceğini sanıyor.

bunlar, "yılanların öcü" romanımdan yapılmış filmin ilk gösteriminde oluyor. üstünden zaman geçti şimdi. onları hiç kıpırdamadan seyrettim. getirdiğim öykünün kendilerine batan yerleri vardı tabii. anlıyordum bunu. oysa gösterilen filme temel olan roman, büyük çoğunluğumuz köylünün hala yaşamakta olduğu zehirden acı gerçeğin küçük bir kesitiydi.

o yıllarda ankara'nın perişan köylerinde dolaşıyordum. kafamda yeni bir roman vardı. evirip çeviriyordum. talim ve terbiye kurulu'nda yılanların öcü'nü suçlayanlar, devlet tiyatrosu'nda sahneye konulmak üzere olan oyunumu kaldıranlar, senato'nun bütçe komisyonu'nda ardımdan ağzına geleni söyleyenler ve şimdi beyazperdedeki gölgelere mürekkep ve gazoz şişesi atan bu dırdırcı bulvar aydınları, kafamdaki romanı yazdığım zaman ne yapacaklar acaba? bu yel böyle esip bu kılıç da böyle kesip gittiğine göre, bir sırasını bulup hesabımı görmeye mi kalkacaklar? içecekler mi kanımı?

bizim yurdumuz, hem de insanımız, bir bakıma, mürekkep yalamışların geriliği ve yanlış tepkileriyle, hala orta çağ'ın çukurları içindedir. başkalarını yeni amaçlara alıp götüren sağduyu, bilinç ve hoşgörü, bizimkilerin kabuğuna neden işlemiyor?

"cahallıklarından, kapkara cahallıklarından." okuma yazmaları olduğu halde okumadıklarından! sanattan, kültürden gıda almadıklarından! aldıklarını eritemediklerinden! koşullanmışlar çağ gerisi tersliklere, küçük bencil rahatlıklara, çıkarlara; bir türlü kurtulamıyorlar.

inandıklarına aykırı düşen inançlara dayancaları yok. değişik bir düşünceyle, yeni bir yapıtla karşılaştılar mı, böyle yırtınıyor, perdedeki gölgelere şişe atıyorlar.

bu beylerin yaptığını seyrederken, "ankara köylerinde düşünüp kafama taktığım romanı çabuk yazmalıyım!" dedim. "ya kendilerine gelip anlasınlar ya biraz daha kötü olsunlar!"

o gün nisan 23, yıl 1962 idi.

14.03.2017

kadın

tayeb salih

geçmişi kurcalamak kimseye iyi gelmez.

kadın kadındır. mısırlı, sudanlı ya da ıraklı.. nereli olursa olsun fark etmez. siyah, beyaz ya da kızıl. hepsi kadın ve hepsi aynı.

kadınlar erkeklere aittir. dünyada bazı şeyler değişti; su dolaplarının yerine pompalar geldi, tahta sabanlar yerine demir sabanlar geldi, artık kızları da okula gönderiyoruz, radyolar ve arabalar değişti, rakı ve mısır şarabının yerine viski ve bira içmeyi öğrendik. ama tüm bunlara rağmen, her şey eskisi gibi.

bu topraklarda peygamberlerden başka kimse yetişemez. bu kuraklığı yalnızca gökyüzü iyileştirebilir.

acıma, bazı durumlarda sonuçları belli olmayan bir duygudur.

hayat acılarla dolu ama yine de iyimser olmalı ve ona cesaretle sarılmalıyız.

kadınları yalnızca erkeklere kur yaparken gördüğümüz bir çağda yaşıyoruz.

dünyada ne adalet ne de insaf var.

bu topraklar şiirin ve olasılığın toprakları. yıkabilir ve yapabiliriz; istersek güneşin kibrini kırabiliriz, bir şekilde yenebiliriz yoksulluğu.

onu çarpık bir şekilde sevdim. o da beni.

"her kim ki iyiyi emzirir, onun için yumurtalarından mutlulukla uçan kuşlar çıkacak. her kim ki kötülüğü doğurur, onun için dalları acı ve meyveleri pişmanlık dolu bir ağaç büyüyecek."

12.03.2017

kitabe-i seng-i mezar

orhan veli kanık


hiçbir şeyden çekmedi dünyada
nasırdan çektiği kadar
hatta çirkin yaratıldığından bile
o kadar müteessir değildi
kundurası vurmadığı zamanlarda
anmazdı ama allahın adını
günahkar da sayılmazdı
yazık oldu süleyman efendi'ye

mesele falan değildi öyle
to be or not to be kendisi için
bir akşam uyudu
uyanmayıverdi
aldılar, götürdüler
yıkandı, namazı kılındı, gömüldü
duyarlarsa öldüğünü alacaklılar
haklarını helal ederler elbet
alacağına gelince
alacağı yoktu zaten rahmetlinin

tüfeğini deppoya koydular
esvabını başkasına verdiler
artık ne torbasında ekmek kırıntısı
ne matrasında dudaklarının izi
öyle bir ruzigar ki
kendi gitti
ismi bile kalmadı yadigar
yalnız şu beyit kaldı
kahve ocağında, el yazısıyla
"ölüm allah'ın emri
ayrılık olmasaydı."

anılar, düşler, düşünceler

carl gustav jung

insan, kendisini yargılayamayan bir olgudur ve başkalarının iyi ya da kötü yargılarına bırakılmıştır.

inancın en büyük günahı, deneyime izin vermemesidir.

kocalarını sevmeyen kadınlar çoğu zaman kıskanç olurlar ve kocalarının dostluklarını engellemeye çalışırlar. kocalarının tümüyle onların olmasını isterler; çünkü onlar tümüyle kocalarına ait değillerdir. kıskançlığın özünde sevgisizlik yatar.

geçmiş ürkünç bir gerçektir ve varlığını sürdürürken tatmin edici bir yanıt bulup canını kurtaramayan herkesi yakalar.

insan nedir ki? tümü, köpek yavruları gibi aptal ve kör doğuyor ve tanrı'nın öbür yaratıkları gibi yalnızca içinde el yordamıyla dolaştıkları karanlığı hiçbir zaman yeterince aydınlatamayan iyice solgun bir ışığa sahipler.

kültür, cinselliğin bastırılmasının kötü bir sonucu olduğunda bir gülmeceye dönüşür.

ensest aslında geleneksel olarak tanrıların ve soyluların dünyasının bir parçasıdır ve çok ender vakalarda kişisel bir soruna bağlıdır. ensestin genelde çok güçlü bir dinsel boyutu olduğu için tüm evren bilimiyle ilgili şeylerde ve birçok mitte belirleyici bir yeri vardır.

mantığa aşırı değer verme siyasal mutlakiyete benzer: her ikisinin egemenliğinde de birey kısırlaşır.

zihin, gelip geçen kuşaklar gibi, bir şeyi öğrenebilmek için, o şeyin karşıtı, burası ve orası, altı ve üstü, öncesi ve sonrası olduğu varsayımından yola çıkar.

hiçbir şey bir insanın kendine düşman olmasından daha çok acı veremez.

küçük ve geçici bilincimizin farkına varabildiği şeylerin dışında hiçbir şeyin varlığından haberimizin olmamasının ne anlama geldiğini kavrayabilmekten henüz çok uzağız.

11.03.2017

katıksız sevgi

jack london

acı, en iyi öğretmendir.

insan, köpeklerin, yalnızca sevgi karşılığında profesyonel numaralar yapmasını bekleyemez; kadınla köpek arasındaki ayrım budur işte.

yüreği para diye çarpanlar, şaşılacak derecede kolay kandırılır. ciğerleri beş para etmez onların. bire yüz getirecek bir iş öner, oltanın ucundaki solucana saldıran çaylak kesilirler. bire bin getiren bir iş öner, resmen çılgına dönerler.

insan ruhunun üç temel yansısı; hafıza, irade ve anlayıştır. 

çaresiz bir adamda, ağlama isteği korkunç vahşi davranışlar biçiminde kendini gösterir. 

insanoğlu, tanrıyı, ilk çağlarda, çoğu kez taştan, ateşten ya da topraktan yaratmış; onu ağaçlara, dağlara ve yıldızların arasına yerleştirmiştir. çünkü insanoğlu, kabilesinden, ailesinden ya da altı üstü bir insan sürüsü olan topluluğuna ne ad vermişse ondan ayrılıp göçtüğünü, yitip gittiğini görmüştür. ve insanoğlu, soyunun tükenmesini, yitip gitmeyi kabul etmek istememiştir. bu yüzden, hayalinde, ölümsüz, sonsuza dek yaşayacak yeni bir soy yaratmıştır. bakmış ki bütün insanlar karanlıkta kayboluyor, karanlıktan korkmuş ve karanlıkların ötesinde, daha aydınlık bir bölge, daha rahat bir avlanma alanı, daha neşeli bir bayram yeri ve gülüp eğlenmek, oynayıp zıplamak için büyük bir ziyafet salonu yaptırmış, buna da "cennet" adını vermiştir.

10.03.2017

konferans

sabahattin ali

büyük şehirlerimizden birine yakın bir köyde yeni bir yatılı okul açılıyordu. açılış törenine maarif müdürü, müfettişler, şehrin mühimce adamları ve "köycü"ler, bir kafile halinde otomobillerle gittiler. köy halkı, bu golf pantolonlu, kasketli, kara gözlüklü, boyunları fotoğraf makineli kalabalığı, yolun iki yanına dizilerek, derin bir sükutla karşıladı. gelenler derhal yeni yapılan okulun önündeki meydanda toplandılar. henüz kapatılmamış kireç kuyularının, inşaattan sökülmüş tahtaların, kum ve çakıl yığınlarının etrafında geniş bir halka oldular. bunların arkasında, herhalde tahsil çağında oldukları için, köyün küçük yaşlı sakinleri birikmişti. asıl köylüden, civar damlardan bakan birkaç kadından başka, kimse görünmüyordu. gelenler birbiri arkasına birçok nutuklar verdiler, atılan dev adımlardan, köylerin nurlanmasından bahsettiler ve alkışlandılar. sıra okulun gezilmesine geldi. misafirler, henüz badana kokan binanın içini dolaştılar. maarif müdürü davetlilere, binanın şurasında, burasında görülen sıva dökükleri, çatlaklar hakkında izahat verdi; henüz kati tesellümün (teslim alma) yapılmadığını, bütün bu kusurların müteahhide tamir ettirilmesine çalışıldığını söyledi. "efendim!" diyordu, "nafıa mühendislerine meram anlatamıyoruz.. bakın, koridorlara döşenen parkeler daha okul açılmadan yerinden oynamaya başladı. kontrole gelen mühendisler, amele fazla gezindiği için böyle olmuştur, müteahhidin kabahati yoktur, diye rapor verdiler. yarın talebe bunların üzerinden uçarak gidecek değil ya, onlar da gezinecek, koşacak.. bu müteahhitlerle başa çıkamıyoruz efendim.."

misafirler köy ve civarını da beş on dakika içinde iyice gezip dolaştılar. "köycü"ler yolda ve kahvede rastladıkları bazı köylülerle lafa girişmek teşebbüsünde bulundular. aralarında köycülük tahsili için paraguay'a gidip senelerce kalmış biri vardı, sesini tatlılaştırıp yumuşatarak türlü şeyler soruyor, hiçbir şey ifade etmeyen kısa cevaplar alıyordu. bütün gayretlere rağmen, konuşmalar birkaç sual ve cevaptan ileri gidemedi. soran karşısındakinin acaba ne diye bu kadar her şeyden habersiz, vurdumduymaz olduğunu, sorulan ise ötekinin neden böyle ipe sapa gelmez şeyler sorduğunu düşünerek birbirlerinden ayrıldılar.

bu aralık, şehirden gelenlerin arasında bulunan bir "iktisatçı", köylüye daha faydalı olmak isteğiyle, kooperatifçilik alanındaki bilgilerini kullanmayı akıl etti. maarif müdürüne ve köye beraber gelmiş olan nahiye müdürüne: "tam fırsattır, şunlara kooperatifçilik hakkında bir konferans vereyim!" dedi. kendisi, memleketi sadece bu nevi şirketlerin yükselteceğine inanmıştı. böyle bir teklifi kabul etmemeye imkan yoktu. herkes: "pek güzel olur.. biz de istifade ederiz!" diye samimi fikrini beyan etti.

yalnız, konferansı asıl dinleyecek olanların mütalaası (düşüncesi) alınmadı. köyde adam dolaştırılarak halk yeni okulun boş sınıflarından birine toplandı. hatip duvarın dibinde yerini alarak boynunu ileri geri uzattı; mendilini çıkarıp gözlüğünün camları arkasındaki çipil gözlerini sildi. köylüler henüz pek kurumamış olan çimento döşemenin üzerine oturmuşlar, şehirliler de sağ ve soldaki duvarların kenarına dizilmişlerdi.

"iktisatçı" sözüne başlamadan evvel dinleyicilere, üst üste birkaç defa: "aman, sözlerimde anlamadığınız bir yer olursa hemen sorun!" diye ihtar etti. ondan sonra kooperatifçiliğin kısa bir tarihçesini yaptı ve tam kırk beş dakika, hiç durmadan, sözüne devam etti. ara sıra dinleyicilerin yüzüne şüpheyle bakarak: "nasıl, anlıyor musunuz?" diye soruyor, köylülerin evet makamında başlarını salladıklarını, bazılarının "anladık, anladık" dediklerini görüp işitince emniyetle sözüne devam ediyordu. karşısındakilere ancak bir kısmını verebildiği büyük ilim denizine dalmıştı. "istihsal (üretim) kooperatiflerine gelince..", "istihlak (tüketim) kooperatiflerine gelince..", "kooperatifçiliğin memleketin ekonomik bünyesi üzerinde yapacağı şifakar tesirlere gelince.." diyerek meseleyi her tarafından ele alıyor, tüketmeden bırakmıyordu.

nihayet, ağzı kurumuş; fakat gözleri kendi sözlerinin heyecanıyla yaşarmış bir halde ve "söyleyin bakalım, şimdi aklınız yattı mı? beni iyice anladınız mı?" sorusuyla konferansını bitirdi.

bütün köylü dinleyiciler, derin bir uykudan uyanır gibi kımıldadılar.

"çok doğru dedin! hepimiz anladık!" diyerek hatibi mükafatlandırdılar, sonra hep birden yerlerinden kalkıp bir kenara çekilerek misafirlere yol verdiler.

herkes çıktıktan sonra içerde beş on köylü ile nahiye müdürü, bir de şehirden gelenler arasında bulunan eski bir köy öğretmeni kalmıştı. bu sonuncusu, şüpheyle dolu gözlerini, kabahatli gibi hepsi önlerine bakan köylülere çevirdi:

"ülen, ne anladınız o efendinin dediklerinden?" diye sordu.

köylüler cevap vermeden birbirlerinin yüzüne baktılar. nahiye müdürü, öğretmenden cesaret almış gibi, gülümseyerek:

"hadi canım, doğrusunu söyleyin.. ben bile bir şey anlamadım da, siz ne anlayacaksınız?" dedi.

bunun üzerine köylülerin birkaçının yüzünde hafif bir gülümseme dolaştı. nihayet içlerinden orta yaşlı biri genç nahiye müdürünün ve yaşlıca öğretmenin yanına sokuldu:

"aslını ararsan biz de bir şey anlamadık amma, müdür bey.." dedi, "ne idelim, dinledik işte.."

öğretmen, bir talebesini paylar gibi:

"peki, ne diye anlamadık demediniz öyleyse? adamcağız kaç defa sordu da!" dedi.

köylü, içinden gelen bir gülüşü zapt etmek istiyormuş sandıracak kadar ciddi bir çehre ile:

"aman beyim!" dedi, "anlamadık diyelim de bir daha baştan mı anlatsın?"