31.03.2022

uzun lafın kısası

dostoyevski:
sevginin izini sürün, sevgiyi yüreğinizde biriktirin. sevgi o denli güçlüdür ki bizleri yeniden yaratır.

nietzsche: yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla dayanabilir.

paulo coelho: öğretmen bir şeyler öğreten biri değil, öğrencinin zaten bildiği şeyi keşfedebilmesi için ona esin veren kişidir.

cenap şahabettin: herkesin bayıldığı adamlar senin hoşuna gitmiyor mu, anla ki bayağı bir yaradılışta değilsin.

goethe: günlük yaşam en etkili kitaptan daha öğreticidir.

halil cibran: insanlar arasında kalbime en yakın olanlar, bir ülkesi olmayan kral ve dilenmeyi bilmeyen fakirdir.

tolstoy: felsefe üzerine on cilt kitap yazmak, bir tek ilkeyi uygulamaktan daha kolaydır.

william s. burroughs: bütün silahlarını, zırhını yere fırlat; dosdoğru sınır'a yürü.

mario puzo: bir kadına hiçbir zaman fazla iyi muamele etmemeli. kadınlar sarhoşlara, kumarbazlara, pezevenklere ve hatta dayak atanlara tutulurlar. yumuşak başlı, tatlı bir adama tahammül edemezler. sıkılırlar çünkü. mutluluk aramazlar onlar. can sıkıcıdır mutluluk.

jodi picoult: bütün sevdiklerin hayatında iki kez bir araya gelir: düğününde ve cenaze töreninde.

alain de botton: erdemli duygular, acının bereketli topraklarında kendiliğinden gelişir.

charles baudelaire: kişi sanatla ne denli çok uğraşırsa kuşu o denli az kalkar.

30.03.2022

enver paşa

hüseyin rahmi gürpınar

her insanı, hatta her toplumu hoşlandığı yemle avlarlar. mesele, böyle oltalara tutulmayacak kadar insanlığımızı terbiye edebilmektedir.

bilir misiniz etrafımızda enveri tipine benzeyen ne kadar çok insan vardır. bunlar berikinden daha tehlikelidirler. çünkü enveri budalalığıyla ünlüydü. ötekiler yaradılışça ona benzeyip de akıllı görünenlerdir. üzerlerindeki yaldızı kazıyınca altından mükemmel birer ebulfazl enveri çıkar.

işte bizim, bütün insanların, felaketimizin temeli budur. eğer hakikat böyle olmasa dünyada ne bir napolyon çıkabilirdi ne de kendini türklüğü ve islamiyet'i kurtarmakla görevli bilen enver paşa. kurtarmaya uğraştığı türklüğü büsbütün harap etti. bu zafersiz kahramanın kefenlendirmeden gömdürdüğü insanların hesabını eğer cenabıhak ondan soracaksa aman yarabbi! soramaycaksa şöyle böyle günahları işlemekten hiç korkmayalım.

enver son nefesine kadar kendini pek büyük bir işle müjdelenmiş bildi. üst üste gelen müthiş başarısızlıkları onun kendine güvenini kırdıramadı. siyasi ve askeri maharetinin son iflası felaketinde istanbul'dan adi suçlular gibi kuyruğu kıstırıp kaçtı. hamiyeti onu diğer bir islam beldesine koşturdu.

hiçbir millet ve hükümdarın vermediği, kendi kendine aldığı rütbelerin şereflerini doymak bilmez ruhu için hiçbir vakit yeterli göremedi. yükselmek, bulutların üzerinde taht kurmak istiyordu. talihi ve gücü sayesinde çıkamadığı bu en son makama bir bolşevik kurşunu onu uçurdu.

merhum zannetti ki cihanı yenmek abdülhamit'i korkutmak kadar kolaydır.

28.03.2022

poetika

yakup kadri karaosmanoğlu

şiirdeki karanlık, ilimdeki karanlık gibi ışığın yokluğuna değil, dante'nin cennet'indeki geceler gibi, ancak ışığın sustuğuna işarettir. böylece şair bize karanlığı sevdirmek, bizi karanlığa alıştırmak suretiyle, karanlığı dağıtmak isteyen âlemden ziyade, ondan gizlenmiş olan hakikatleri görebilmemize yardım eder.

pascal'ın dediği gibi, "kâinatı muhit olan bu ebedi gece içinde aydınlık bir fezadır." pascal, "bizi her taraftan karanlıklar sarmış." diyor. görülüyor ki, anlaşılmazlık, bizzat hilkatin kendisinde gizli olan vasıflardan biridir ve şairde bu vasfın tecellisi ilahi bir meziyet sayılmak lazım gelir.

bize söyleyen şair değildir, biz şairi söyletiriz. çünkü şair, tabiat gibidir. kendisinde gizlenmiş servet ve güzellik hazinesini ancak onu keşfetmeyi bilenlere verir.

ey türk şairi! senin taş attığın yer ise, hiç dalgalanmayan ve hiç ses vermeyen karanlık ve ıssız bir boşluktur.

26.03.2022

saadet nedir?

filibeli ahmet hilmi

hz. ibrahim: saadet çalışmak, kazanmak ve kazancını diğer insanlarla paylaşmaktadır.

hz. musa: saadet, nefsini firavun ihtiraslarından kurtarmaktadır.

hz. adem: saadet, şeytana uymamak ve havva'ya aldanmamaktadır.

konfüçyüs: bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktadır.

eflatun: daima yücelikleri düşünmektedir.

aristo: mantık! işte saadet.

zerdüşt: saadet, karanlıkta kalmamaktır.

brahma: saadet mi? herkesin zannı neyse onun aksidir.

hz. isa: saadet; maziyi unutmak, bugünü hoş görmek, geleceği düşünmemekle mümkündür.

lokman hekim: insanlar bu kelimeyi bütün özlemlerini bir sözle ifade etmek için icat etmişler.

hızır: saadet, bitmek bilmeyen arzuların giremediği gönüllerde bazen şimşek gibi parlayan bir hayalettir.

buda: ey beşeriyet! saadet yokluğun güzel isimlerindendir.

buda: saadet, hayatı olduğu gibi kabul, zorluklarına rıza, ıslahına gayrettir.

24.03.2022

rose maury

fatma aliye

bir gün, o zaman fransa'nın milli eğitim bakanı olan tanınmış tarihçi ve meşhur alim victor duruy, demiryolu istasyonunda treni beklemek üzere dururken beş yaşındaki bir kız çocuğunun, elindeki deftere kurşun kalemiyle kendi karşısında bir şeyler yapmakta olduğunu görür. "çocuğum o yaptığın nedir?" diye sorar. kızcağız "sizin resminiz mösyö!" der. victor duruy gülerek, "sen onu bana gösterir misin çocuğum?" dediğinde çocuk, "büyük bir memnuniyetle mösyö!" diyerek defterini takdim eder. victor duruy bakar ki kızcağız kendisine çok benzeyen bir resim yapmış. hemen kızın babasını sorar. o istasyonun kondüktörü olduğunu öğrenince adamcağızı resim okuluna yakın olan bir istasyona naklettirir. kızı ressamlık okuluna koyar. işte bu kızdan meşhur ressam rose-maury çıkar.

ideal çift

vaclav havel

mikael: biliyor musun ferdinand, bazen yeryüzünde bir tek şeyin değeri var diye düşünüyorum: bir çocuğu olmak ve onu yetiştirmek! masal gibi bir şey! hayatın esrarını ellerinde tutmak gibi bir şey. zor bir çaba ama bu işi yaparken insanları saymayı öğreniyorsun. bunu yaşamayan bilmez.

vera: ah, ferdinand! doğru! ayrı bir deneyim bu, harika bir deneyim. günün birinde bu küçük varlık oluşuyor ve birden sana ait olduğunu, sensiz olamayacağını, senden çıktığını anlıyorsun ve sonra doğuyor. bu kez de kendisine ait bir hayatı olduğunu, gözlerinin önünde büyüdüğünü, yürümeye başladığını, yarım yamalak konuştuğunu görüyorsun. sonra düşünüyor, soru soruyor. başka ne denilebilir, mucize bu!

ferdinand: elbette.

mikael: çocuk.. adam oluyor, bu böyle ferdinand. birden doğayı, başkalarını, kısacası hayatı daha derinden duyuyor gibi oluyorsun. yapacak bir şey yok. bu varlık bir başka boyut kazanıyor, bir başka hız, bir başka içerik.. daha sağlam bir yapı! öyle değil mi vera?

vera: tam anlamıyla. birdenbire nasıl bir sorumluluk yüklendiğini düşün. o küçük varlığın oluşumu salt sana bağlı. gelecekteki duyguları, düşünüş biçimi, hayatı, her şey senin elinde.

mikael: bir şey daha söylemek istiyorum. bu çocuğu dünyaya sen getirdiğine göre, kendi yönünü bulacağı bir eğitim vermekle dünyayı ayaklarının altına seriyorsun. çocuğunun yaşadığı bu dünyaya karşı gün geçtikçe artan bir sorumluluk duyuyorsun.

ferdinand: hımm..

mikael: eskiden bilmezdim, ama şimdi eminim.

vera: çocuk, bize daha doğru bir görüş açısı, yepyeni değerler yelpazesi sağlıyor. bu küçükten gayri hiçbir şeyin önemi olmadığını keşfediyorsun. onun için yapabileceklerin, onun için yaratacağın rahat yuva, ona verebileceklerin, ona sağlanabilecek işler.. öylesi ağır bir görev ki, her şey; ama her şey karşısında soluyor, anlamını kaybediyor. özellikle eskiden bizi heyecanlandıran, bizim için o kadar büyük önem taşıyan bütün şu siyasi sorunlar!

vera: tabii, hiçbir şey anlamadan doğuran kadınlar da var, bu takdirde çocuğa acımalı.

mikael: ama çocuk olunca bütün sorunlarının sihirli bir değnek değmesiyle ortadan kalkacağını da sanma. ana babanın bu işe biraz olsun hazırlıklı olması gerek.

vera: doğru, örneğin mikael tam bir ideal baba. eve biraz para getireceğim diye fabrikasında kendini kahrediyor, acımamak elde değil! ama ailesine, evine bütün vaktini harcamasına mani mi bu? hiç de değil! şu apartmana bak: mikael işten döndüğü vakit dinlenmiyor, çırpınmaya devam ediyor, bütün bunlar oğlumuz iyi bir ortamda büyüsün, güzel şeyleri sevmeyi öğrensin diye. bu yetmiyormuş gibi küçük pierre ile meşgul olacak vakti de buluyor.

mikael: ama vera da olağanüstü! düşün bir kere. alışverişi yap, küçüğe bak, yemeği pişir, temizliğe bak, çamaşırı yıka; üstelik düne kadar da badana, boya işi sürerken. ama yüzüne bir bak. sanki bu kadar işi yapan o değil. güzel ve alımlı! büyük çaba bu! bir şey söyleyeyim mi? onu her geçen gün daha çok takdir ediyorum.

vera: bütün bunların tek bir nedeni var: çok iyi anlaşan bir çiftiz.

mikael: tabii. mükemmel anlaşıyoruz. hafızamı yoklayıp duruyorum, tek bir kavgamızı hatırlamıyorum.

vera: birbirimize düşkünüz; ama bunu pek belli etmiyoruz.

mikael: birbirimizin üstüne titriyoruz; ama çok da aşırı davranmıyoruz.

vera: her zaman konuşacak bir şey buluyoruz; çünkü mizah anlayışımız aynı.

mikael: mutluluk anlayışımız aynı.

vera: tutkularımız aynı.

mikael: zevklerimiz aynı.

vera: aile kavramımız aynı.

mikael: en önemlisi de cinsel açıdan.. tam bir başarı!

vera: önemli de laf mı? (ferdinand'a) biliyor musun, mikael.. tek kelimeyle olağanüstü! hem vahşi hem müşfik.. hem kendisi zevk almayı biliyor hem de karşısındakini el üstünde tutuyor. tam bir teslimiyet içindeyken birdenbire beklenmedik hararetli davranışlara ve nefis ince buluşlara geçebiliyor.

mikael: vera'nın sayesinde.. beni tahrik etmeyi ve cazibesini sürdürmeyi biliyor.

vera: ferdinand, ne kadar sık seviştiğimizi bir bilsen.. inanmazsın. çünkü devamlı değişikliklerle sevişme denilen olguyu şekillendirmeyi biliyoruz. tempoyu da bu yüzden tutturabiliyoruz. bizim için her sefer ilk günkü gibi, her seferki değişik, eşsiz, unutulmaz. kendimizi bütün varlığımızla tamamen ve sonuna kadar veriyoruz. o zaman da aşk yapmak bizim için alelade, âdet yerini bulsun diye yapılan bir iş olmaktan çıkıyor.

mikael: vera için, mükemmel bir eş olmak demek, sadece çok iyi bir ev kadını, çok fedakâr bir anne olmakla bitmiyor; her şeyden önce bir sevgili olması gerektiğini biliyor. onun için kendine çok özen gösteriyor. işin tuhafı, ev işlerinin ezici olması oranında cinsel çekiciliğini artırmayı biliyor.

vera: evvelki günü hatırlıyor musun mikael? çömelmiş yerleri siliyordum, birdenbire içeri girdin.

mikael: sevgilim, hatırlamaz olur muyum? unutulur gibi değildi.

vera: mikael öbür kızlara neden hiç bakmaz biliyor musun? çünkü evde kendisini bir külkedisi değil de gerçek bir sevgilinin beklediğini bilir.

mikael: evet, vera ilk günkü gibi güzel; hatta ne yalan söyleyeyim, çocuk doğduğundan beri, nasıl desem, daha da olgunlaştı, vücudu daha dolgun, daha çekici oldu.

(mikael, vera'nın göğüslerini ortaya çıkartır) güzel değil mi?

ferdinand: evet, çok güzel.

mikael: ona ne yapıyorum biliyor musun?

ferdinand: ne diyeceğimi bilemiyorum.

mikael: bir küçük öpücük konduruyorum, birini kulağına, birini boynuna, birini.. buna bayılıyor, beni de coşturuyor. dur, göstereyim sana. (gösterir. vera içini çeker.)

vera: dur sevgilim lütfen; birazdan, birazdan hayatım.. dayanamıyorum. (mikael durur.)

mikael: haklısın canım. biraz daha laflarız: ama sonra ona sevişme hünerimizi gösteririz.

ferdinand: benim bulunmam sizi sıkmaz mı?

vera: burjuvalığı bırak ferdinand. sen en iyi arkadaşımızsın.

mikael: iki insanın bu işte neler yapabileceklerini sana öğretmek bizim için zevk olur.(sessizlik.)

22.03.2022

konuş, hafıza

vladimir nabokov

hiçbir şey mektupların, akla hayale sığmayan taşıyıcıların himayesinde, iç savaşların bıraktığı pisliklerin arasında yolunu nasıl bulabildiğinden daha gizemli değildir.

hiçbir kitap sayfasının kenarına düşülmüş notlar, acının saflığını azaltamaz.

savaşın ve aşırı çalışmanın laneti insanı bir yaban domuzuna, aklını besin bulmakla bozmuş bir canavara dönüştürür.

beşik bir uçurumun üzerinde sallanır ve sağduyumuz bize, varoluşumuzun iki ebedi karanlık arasındaki kısa bir ışık çakmasından başka bir şey olmadığını söyler. bu iki karanlık birbirinin tıpatıp aynısı olsa da, insan kural olarak doğum öncesindeki uçuruma, saatte dört bin beş yüz kalp atışı hızla yetişmeye çalıştığı diğer uçuruma nazaran, daha serinkanlı şekilde bakar.

insan resimlerde gizli olan şeyi bir kere gördü mü, artık görmeden edemez.

hayal gücünün, ölümsüzlerin ve olgunlaşmamışların tattığı o yüce hazzın, bir hududu olmalıdır. yaşamdan tat almanın koşulu, onun tadını haddinden fazla çıkarmamaktır.

insan, geçmişiyle yaşarken kendini hep evinde hisseder.

rüyalarımda gördüğüm ölmüş insanlar, eski aziz, parlak hallerine benzemeyen şekilde sessiz, dertli ve tuhaf şekilde kederlidir. onları, bu dünyada var oldukları sırada hiç gitmedikleri ortamlarda, hiç tanışmadıkları bir arkadaşımın evinde izlemek beni şaşırtmaz. ölüm bir ayıpmış, utanç verici bir aile sırrıymış gibi, bir köşede yere bakarak otururlar. ölümlülük böyle zamanlarda -rüyalarda- değil, büyük neşe ve başarı anlarında, bilinç en yüksek terasına çıkmışken, bir gemi direğinden, geçmişten ve geçmişin kalesinden, kendi hudutlarının ötesine bakma şansını yakalar. ve sisin içinde fazla bir şey görmek mümkün olmasa da, insan bir şekilde, doğru yöne baktığını hissedip mutlu olur.

bir yay çizerek yaldızlı pervane
aşıyor kokulu çayırları

şimdi hatırla; kasvetli bir bahar gününün süzme peynire benzeyen göğünde yükselen bir tarlakuşu, gece vakti uzaktaki bir dizi ağacın fotoğrafını çeken şimşekler, kahverengi kum üzerindeki akağaç yapraklarının oluşturduğu renk paleti, küçük bir kuşun yeni yağmış karda bıraktığı, kama şeklindeki ayak izleri. ne kadar güzel, ne kadar yalnız.

her şey olması gerektiği gibi, hiçbir şey değişmeyecek, kimse asla ölmeyecek.

akbaba planı

eduardo galeano

macarena gelman, güney amerikalı diktatörlüklerce oluşturulan terör ortak pazarına verilen isimle, akbaba planı'nın çok sayıdaki kurbanından biri oldu. arjantinli askeri rejim tarafından uruguay'a gönderildiği sırada macarena'nın annesi ona hamileydi. uruguaylı diktatörlük doğumu üstlendi, sonra da anneyi öldürüp yeni doğan bebeği bir polis şefine hediye etti. macarena tüm çocukluğu boyunca, her gece aynı anlaşılmaz kâbusu gördü: tepeden tırnağa silahlı bazı adamlar tarafından takip ediliyor ve uykusundan ağlayarak uyanıyordu. macarena gerçek hayat hikâyesini öğrendiğinde kâbuslar anlaşılmaz olmaktan çıktı. ve o zaman anladı ki, çocukluğunda rüyasında annesinin korkularını görmüştü; en sonunda yakalayıp ölüme gönderen askeri sürek avından kaçarken onu karnında şekillendirmekte olan annesinin.

o gitmiş olanların ayak izlerini takip ediyorum. yitik bir haldeyim.

aşk ve evlilik

werner sombart

montaigne'e göre aşk ile evlilik, birbirini daha ziyade dışlayıcıdır. yorumunu şu şekilde temellendirir montaigne: aşk, kendisinin dışındaki bir şeyle ilgilenilmesinden nefret eder ve evlilikte olduğu gibi bambaşka nedenlerle bir araya gelmiş, kurulmalarında bağlanma ve iktidarın en az cazibe ve güzellik kadar ağır bastığı ilişkilerle ortak bir paydada buluşmaktan da pek hoşlanmaz. aşk için evlenilmez, daha çok, soyun devamı ve aile kurma nedeniyle evlenilir. şu halde bu saygıdeğer ve kutsal evlilik bağında aşk tutkusunun aşırılıklarına bir mesken kurmak, bir tür ensest ilişkiye girmek anlamına gelir. iyi bir evlilik aşkın ortaklığını dışlar ama dostluğun sevinçlerini tatmak ister. sevmek ve bağlanmak, birbirini dışlayan temelden farklı iki şeydir.

20.03.2022

germinal

emile zola

müdürün konağından ayrılan maigrat, önce gidip mutfağa saklanmıştı; ama burada hiçbir şey duymuyor, oturmuş, dükkanının yağma edilişi üstüne korkunç düşler görüyordu; az sonra yukarı çıktı, evin avlusundaki su tulumbasının arkasına gizlendi; derken, kapıya inen baltanın çatırtısıyla yağma çığlıkları arasında kendi adı çalındı kulağına. demek korkulu bir düş değildi gördüğü: gerçi şimdi olup biteni göremiyor; ama işitiyor, kulakları uğuldayarak saldırıyı izliyordu. baltanın her vuruşu yüreğine iniyordu. menteşelerden biri fırlamış olmalıydı, beş dakika sonra dükkan çapulcuların eline geçecekti herhalde. her şey canlı ve korkunç imgeler halinde gözünün önüne geliyordu:

mallara hücum eden çapulcular, varının yoğunun yenilip içilişi, evin tepeden tırnağa soyuluşu, kendisine gidip köylerde dilencilik edebilmek üzere bir baston bile bırakılmayışı. hayır, hayır, kendisini yıkmalarına izin vermeyecek, gerekirse bu uğurda ölecekti. su tulumbasının ardına gizleneli beri, evin arka yüzündeki pencerelerden birinde karısının camdan pek iyi seçilmeyen, incecik, solgun karaltısını görüyordu: her zamanki suskun ve pısırık haliyle, kapının kırılışını seyrediyordu mutlaka. pencerenin altında bir hangar vardı ve öyle bir yerdeydi ki, konağın bahçesinden ara duvarın kafesli çitine tutunarak bunun üstüne çıkabilirdi; oradan da dama tırmanıp pencereye ulaşmak mümkündü. şimdi zaten ayrıldığına bin pişman olduğu evine gidebilmekteydi aklı fikri. belki içerideki mobilyalarla kapıya destek vurabilirdi; hatta çok daha kahramanca savunma yolları, kızdırıp kızdırıp saldırganların tepesine dökeceği yağlar, ateşe verilmiş gazlar hayal ediyordu. mal mülk sevgisiyle ölüm korkusu çatışıyor, yenik bir alçaklık içinde hırıldayıp duruyordu. baltanın daha derine işleyen son inişi üzerine ansızın kararını verdi. cimrilik ağır basmıştı, bir tek ekmeği bu çapulculara kaptırmaktansa, karısıyla birlikte vücutlarını erzak çuvallarına siper edeceklerdi.

daha hangarın tepesine çıkar çıkmaz bir bağırıştır koptu:

- şuraya bakın, şuraya! bizim erkek kedi dama çıkmış! yakalayın şunu, yakalayın!

direnişçi kalabalığı maigrat'yı dam üstünde görmüştü. o heyecanla koca gövdesine bakmadan, kırılan dallara falan aldırmadan, kafesli çiti bir kedi çevikliğiyle tırmanmış, şimdi kiremitler üstünde sürüne sürüne ilerliyor, pencereye yetişmeye çalışıyordu. ama eğim çoktu, göbeği rahatça hareket etmesine engel oluyor, tırnakları tutunduğu yerden ayrılıyordu. ancak taş yağmuruna tutulma korkusuna kapılıp tir tir titremeye başlamasa, yine de tepeye varabilecekti; kendisinin artık göremediği kalabalık aşağıda:

- yakalayın şu kediyi, yakalayın! gebertelim hınzırı! diye bağırmaya devam ediyordu.

birden iki eli de açıldı, top gibi yuvarlandı, yağmur oluğuna çarpıp ara duvarın taşları üstüne düştü, çok ters geldiğinden caddeye fırladı, işaret taşlarının birinin köşesine çarpan kafası ikiye yarıldı. beyni akmış, o anda can vermişti. yukarıda, camın ardında belli belirsiz, solgun bir karaltı gibi duran karısı, hala aşağı bakıyordu.

ilkin hepsi büyük bir şaşkınlığa kapıldı. etienne durmuş, balta elinden düşmüştü. maheude, levaque ve arkadaşları dükkanı unutmuş, ince, kırmızı bir çizginin aşağıya doğru uzadığı duvara dikmişlerdi gözlerini. bağırmalar kesilmiş, gittikçe artmakta olan akşam karanlığı bir sessizliğe bürünmüştü.

ama az sonra yuh sesleri yeniden yükseldi. kan tutan kadınlar uluyarak cesede doğru koşuyorlardı.

- hey ulu tanrım, varsın demek! ah gidi domuz, ah! işin bitti artık!

cesedin çevresini almış, gülüp eğleniyor, şu surata bak diyerek dalga geçiyor, yıllardır süren açlığının verdiği kin ve nefreti suratına haykırıyorlardı.

- altmış frank borcum vardı sana, şimdi aldın mı paranı hırsız herif! diyordu en öfkelilerinden biri olan maheude. bundan sonra sana borç vermiyorum diyemezsin artık. dur hele, dur! iyice şişireyim senin şu göbeğini!

iki eliyle toprağı kazdı, bir avuç toprak aldı, zorla ağzına tıktı.

- hadi, ye bakalım! ye, ye! bizi yediğin gibi, bunu da ye!

küfürler artarken ölü de sırtüstü yatmış, iri, donuk gözleriyle karanlığa gömülmekte olan uçsuz bucaksız gökyüzüne bakıyordu. ağzına doldurulan toprak, başkalarına vermekten kaçındığı ekmekti. ve bundan sonra yalnız bu ekmeği yiyecekti artık. yoksulları aç bırakmak hiç yaramamıştı ona.

ama kadınların ondan alınacak daha başka öçleri vardı. dişi kurtlar gibi soluya soluya çevresinde döneniyorlardı. hepsi kendilerini yatıştıracak bir işkence, bir vahşilik arıyordu.

birden yanık karı'nın gevrek sesi duyuldu.

- erkek kedi gibi iğdiş edelim namussuzu!

- evet, evet! kediye hücum arkadaşlar! çok haltlar yedi alçak herif!

daha bu laflar bitmeden, mouquette adamın pantolonuna el atmış, çekip çıkarmış, sonra donunu sıyırmış, bayan levaque de bacaklarını kaldırarak ona yardım etmişti. yanık karı, kara kuru elleriyle adamın çıplak bacaklarını araladı, ölü erkeklik organını avuçladı. yumurtalıklarla birlikte avucuna almış, incecik vücudunu gererek, uzun kollarını çatırdatarak var gücüyle asılıyordu. pörsük deriler direndiği için birkaç kez bırakıp bırakıp asıldı, sonunda çekti kopardı, elindeki bu kanlı ve kıllı et parçasını havaya kaldırıp yengi dolu bir gülüşle salladı:

- elimde! elimde!

kulakları yırtan tiz çığlıklar karşıladı bu korkunç ganimeti.

- ah, alçak herif, ah! kızlarımızın karnını şişiremeyeceksin artık!

- eveet, borcumuzu senin hayvanlığını doyurarak ödemeyeceğiz artık, bir ekmek alabilmek için hepimiz sana kıçımızı açmayacağız artık!

- dur, dur! altı frank borcum var sana, bir taksit ister misin, ha? becerebilirsen ben hazırım, hadi!

bu şaka korkunç bir neşeye boğdu hepsini. kanlı et parçasını hepsine acı çektirmiş olan, nihayet başını ezdikleri ve şimdi güçsüz bir halde ellerinin altında yatan zararlı bir hayvan gibi birbirlerine gösteriyorlardı. üstüne tükürüyor, çılgınca bir horgörü nöbeti içinde avazları çıktığınca bağırarak dişlemek istercesine çenelerini uzatıyorlardı:

- beceremez artık! beceremez! kara toprağa girecek; ama erkek değil artık. cehennemin dibine kadar yolun var, işe yaramaz herif seni!

derken, yanık karı takım taklavatı elindeki sopanın ucuna geçirdi ve bir bayrak gibi havaya kaldırdı, uluyan kadın kalabalığı da ardına takıp başladı caddede dolaşmaya. sopanın ucundan kan damlıyor, o acınası organ kasap çengelindeki et parçası gibi sallanıyordu. yukarıda, pencerede hala kıpırdamadan duruyordu bayan maigrat; batan güneşin son ışınları altında camların dalgalı kesimleri gülüyora benzeyen beyaz yüzünü eğri büğrü yapıyordu. kadın sürüsü başı ezilen zararlı hayvanı sopanın ucuna takıp koşmaya başladığı sırada, sabahtan akşama hesap defterinden başını kaldırmayan, her dakika dövülen, aldatılan bu kadıncağız belki de gerçekten gülüyordu.

özür

eduardo galeano

düşmanların çocukları, beş yüzden fazla çok küçük yaştaki çocuğu çalan arjantin askeri diktatörlüğünün savaş ganimetini teşkil etti. ama avustralya demokrasisi çok daha fazla çocuğu, çok daha uzun bir süre boyunca kanunların izni ve halkının alkışları eşliğinde çaldı. 2008 yılında, avustralya başbakanı kevin rudd, bir asırdan daha uzun bir süre boyunca çocukları ellerinden zorla alınmış olan yerlilerden özür diledi. devlet kurumları ve hristiyan kilisesi, onları yoksulluktan ve suça bulaşma riskinden korumak ve medenileştirip vahşi alışkanlıklarından arındırmak için, yerlilerin çocuklarını kaçırıp beyaz ailelere dağıtmışlardı. siyahları beyazlaştırmak için, diyorlardı.

edebiyat

jacques ranciere

edebiyat bir ıssızlaşma deneyimidir.

edebiyat, mutlaklığı içinde kendini ortaya koyarak, mimesis'ten ve türlerin ayrışmasından koparak, hakikat söylemi olarak tarihi mümkün hale getirir. yeni bir anlatı yaratarak yapar bunu. zamanların ve şahısların, anlatımın şimdiki zamanına kayışını güvence altına alan bu anlatı, üslup zarafetinin çok ötesine geçen bir şeyin temelini atar. hem halka hem de bilime uygun düşen varoluş biçimini saptar. yoksulların kağıt yığınına hakikat statüsünü edebiyat verir. tarihi mümkün, bilimsel tarihi imkansız kılan durumu -insanın edebi bir hayvan olduğu için sahip olduğu bu talihsiz özelliği- hem baskılar, hem korur hem de kendi araçlarıyla dengeler.

18.03.2022

ensest

marquis de sade

tanrısal çocuk, binlerce kez öp beni! bırak dilini emeyim! şehvetli soluğunu, zevk ateşiyle kavrulurken soluyayım! ah! düzün beni! kardeşim, bitir işimi, yalvarırım!

evrenin geleneklerini karıştırın, inceleyin: akla uygun bir yasa olarak görülen ve aile bağlarını güçlendirmek için yapılmış, izin verilmiş ensesti her yerde göreceksiniz. eğer aşk, tek kelimeyle, benzerlikten doğuyorsa, erkek kardeşle kız kardeş arasında, baba ile kız arasında olduğundan daha mükemmel aşk, nerede olabilir? bazı ailelerin pek güçlü olmasından korkularak üretilmiş, yanlış anlaşılan bir politika geleneklerimizdeki ensesti yasaklar; ama çıkar ve tutku sonucu buyrulmuş olan şeyi doğa yasası olarak kabul ederek kendimizi yanlış yola sürüklemeyelim; kalplerimizi yoklayalım: bizim ukala ahlakçılarımıza ben her zaman kalplerini dinlemeyi tavsiye ederim; bu kutsal organa kulak verirsek ailelerin tensel birleşmesinden daha tatlı bir şey olmadığını kabul edeceğiz; bir erkek kardeşin kız kardeşine, bir babanın kızına olan duyguları üzerinde körlüğe son verelim. her ikisi de boş yere bu duygulara meşru bir şefkat maskesi büründürmeye çalışıyorlar: en şiddetli aşk, ancak onları ateşleyen duygudur; doğanın onların yüreğine yerleştirdiği aşktır en şiddetlisi. o halde, bu pek hoş ensestleri kat be kat çoğaltalım ve arzularımızın nesnesi ne kadar yakından ait olduğumuz biriyse, bundan alacağımız zevkin o ölçüde büyük olacağına inanalım.

doğa sodom zevklerini, ensest zevklerini, mastürbasyonları vs. yasaklamış olsaydı, bundan bu kadar zevk almamıza izin verir miydi? doğanın kendisini gerçekten ihlal eden şeye hoşgörü göstermesi imkansızdır.

ensestin, temeli kardeşlik olan her yönetimin yasası olması gerektiğini ileri sürme cüretini gösteriyorum. doğanın bize daha çok sevmeyi buyurduğu kişileri daha çok sevmemizin yasaklanması gerektiğine ancak batıl inançların serseme çevirdiği halklar inanabilir, onlar benimseyebilir bu saçmalıkları.

panzehir

anne bronte

çalışmak, üzüntüyü azaltmanın en iyi ilacı değil midir? çaresizliğin panzehiri değil midir? belki biraz kaba bir yatıştırıcı sayılabilir: hayatın eğlencelerinden hiçbirini tatmadığımız bir sırada hayatın gerekleriyle uğraşıp didinmek zor bir iş gibi görünebilir; yürek paramparça olmak üzereyken, perişan haldeki ruh da ancak sessiz sessiz ağlayabilmek uğruna dinlenmeyi özlediği bir sırada işlerle uğraşmak zor gelebilir. evet; ama çalışmak o özlediğimiz dinlenmeden daha iyi değil midir? üstelik o yorucu, işkenceden farksız işler bizi üzen felaketi sürekli olarak düşünmekten daha iyi değil midir? hem bizler bir umut beslemeden çalışıp uğraşmayız, meraklanmayız. bu umut da ister zevksiz işimizi bitirmek, ister gerekli bir işi tamamlamak, ister daha başka sıkıntılardan kurtulmak umudu olsun.

resim

şükrü erbaş


ey karnına saplı binlerce bıçağın üstüne kapanan kent
ey gittikçe yozlaşan sağırlaşan ülke
yıllardır sorgusu dinmeyen düşünce, doğrulanan inanç
ey ömürleri kendilerinin olmayanlar
ey düşlerin ve acıların öncü yolcuları
ey dünyanın alnına iyiliğin resmini çizen içtenlik

16.03.2022

rivayet

attila ilhan


şöyle rivayet ederler kim
kanlıca'da kadızade eşref'in yalısı
nedense bu yıl gözü yaşlı teşrinlerin
içi paslı ve kötümser
kafeslerin ardında yağmur şakırtısı
su dumanı savrulur ağaçlardan
her çakışında şimşeğin
maytap yeşili kediler
olmadık bir yerinde
tutuşur gecenin
işte selamlıktan metroviçalı sabri hoca'nın
tecvit üzre kuran-ı kerim tilâveti
sesinde saygısız bir iman
bağışlamak bilmez bir tanrının
karanlık heybeti

muz sesleri

ece temelkuran

tanrı'nın ortadoğu'da icat edilmiş olması tesadüf olamaz. çünkü orası günahlardan kurulu. kimse günahını hatırlamıyor, kimse alacağı intikamı unutmuyor.

türkiye'de entelektüeller ülkenin kuruluşundaki milliyetçi ögenin reddi kabilinden ve ülkedeki farklı etnik gruplara yönelik imha politikalarına bir tepki olarak kendilerine türk değil, türkiyeli demeyi tercih ederler.

zenginlerin böyle tuhaf bir yanı var. yoksulluğun üzerini üniformalarla örterler. sanırım birinin kendilerine kölelik etmesi fikri rahatsız ediyor onları. o yüzden bir insandan başka bir şeye benzetmeye çalışıyorlar hizmetkarları. üniformalar bu işe yarar. sakın unutma bunu ve asla bir üniforma giyme.

artık hiçbir şeyin parçası olmak istemiyorum. ne bir savaşın ne de umudun. ne bir halkın ne de bir tarihin. ne elimizde tuttuğumuz eski ülkedeki evlerimizin anahtarlarının ne de bu sonsuz 'taktaka'nın.

her ilişkinin gizli bir mezarlığı vardır. eğer iki kişiden biri bu mezarlığı yalnız ziyaret etmeye başlamışsa pek yakında o mezarlık, ilişkinin de ebedi istirahatgahı olacak demektir. sakın o mezarlığı yalnız ziyaret etme. ne olursa olsun yanındaki adamı da sürükle. yoksa bir gün o mezarlıkta yalnız kalırsın.

sakın bir eve sığışacağım diye bükme kendini.

unutmak ılık, ağrılı bir loşluktu. hatırlamak ise gölgeli uykuyu kesik kesik yanmaya başlayan çiğ beyaz floresan ışığıyla bölen berbat bir mola yeri.

savaşmayı bırakmış erkekler, savaşanlardan daha ürkütücüdür. çıplaklıkları, ayakkabısızlıkları ve kapalı gözlerinin ardında akıp duran korkunç rüyaları, savaşın en korkunç cephesi yapar hastaneleri. postallarını giyebilseler ve ayaklarında postallarıyla ölebilseler çok daha muzaffer olacaklar gibi gelir hep bana. acının yaşanmasına izin verildiği bu cephe, en kanlı cephesidir savaşın. görmek istemezsin.

herkes toprağının kaderini sırtında mı taşır? yoksa bu sadece bizim lanetimiz mi?

bu topraklar böyledir. hatıraları, unutmak üzerinedir. herkes kendi günahını unutur; ama kimse alacağı intikamı unutmaz.

her şeyi hep birlikte bir yumak haline getirip sonra da çıkış yolu aramak doğulu bir düşünme biçimidir. batılı akıl, sorunun parçalarını ayrıştırmak eğilimindedir. doğulular çözüm için düşünmez. batılılar çözüm için düşünür. doğulular için hayat çözülecek değil, daha ziyade seyrine bakılacak bir şeydir.

büyük anlar

victor hugo

büyük anlar insanı bitkin ve yıkkın bırakır; onun yaşama cesaretini kırar. içine girdikleri insan, benliğinden bir şeylerin eksildiğini hisseder. gençlikte büyük acılara uğramak hazin, daha sonraları ise felakettir. heyhat! henüz kan damarlarda kaynarken, saçlar siyah, beden üstünde baş meşale üstünde alev gibi dururken, kaderin yumağı henüz kalınlığını korurken, arzular uyandıran bir aşkla dolup taşan yürek henüz atışlarına karşılık veren atışlara sahipken, insanın önünde kendini düzeltecek zamanı varken, bütün kadınlar, bütün gülümseyişler, bütün gelecek ve bütün ufuk şuracıkta hazır beklerken, yaşama gücü eksiksiz tastamamken, evet eğer böyleyken bile umutsuzluk korkunç bir şey ise, yaşlılıkta, yılların birbiri ardınca ve insanı gittikçe daha çok soldurarak hızla geçip gittiği çağda, o alacakaranlık vaktinde, mezarın yıldızları görülmeye başladığı saatte, o nasıl olur varın siz düşünün.

14.03.2022

şeytani

stefan zweig

sözcük, antik dönemin mitsel-dinsel temel anlayışından yola çıkıp birçok anlam ve yorumdan geçerek günümüze kadar geldi; öyle ki artık onu kişisel bir yoruma tabi tutmak gerekli oldu.

şeytani demekle kastettiğim şey, her insanın temelinde ve özünde yatan o doğuştan gelen huzursuzluktur ve bu huzursuzluk onu kendinden çıkarır; onu kendinden alıp sonsuza, asıl olana sürükler; sanki doğa her bir ruhta, o ilk kaosun dışa vurulmamış, tedirgin bir parçasını bırakmıştır; bu parça ise gerilim ve tutku yoluyla o insanüstü, algı ötesi temeline geri dönmek ister.

şeytan içimizdeki mayayı vücuda getirir; kabaran, eziyet eden, sıkan bir mayadır bu; olağan koşullarda sakin duran varlığı tehlikeye, aşırılığa, esrimeye, kendinden vazgeçmeye, kendini yok etmeye zorlar. insanların çoğunda, ortalama insanlarda ruhun bu değerli tehlikeli parçası kısa sürede emilir ve tüketilir; yalnızca nadir anlarda, ergenlik krizlerinde, aşk ya da üreme dürtüsü yüzünden içsel evrenin kabarmaya başladığı zamanlarda bedenden çıkıp gitmek ister bu taşkın, uğursuz ve aynı zamanda orta halli, banal varoluş.

ama ölçülü insanlar bu faustvari dürtüyü kendi içlerinde boğarlar, ona ahlaki eter koklatıp işle bayıltırlar, düzen vasıtasıyla önüne set çekerler. sıradan insan kaotik olanın daimi can düşmanıdır; sadece dış dünyada değil, kendi içinde de. ama daha yüksek insanlarda, özellikle de üretken olanlarda, huzursuzluk yaratıcı bir şekilde serpilir, günün eserleriyle yetinmez, onlara "acı veren yüce bir kalp" (dostoyevski), kendini aşıp evrene doğru bir özlemle uzanan ve soru soran bir zihin verir.

bizi kendi özümüzün, kendi kişisel ilgilerimizin ötesine, sezgisel ve maceracı bir şekilde soru sormanın o tehlikeli bölgesine sürükleyen her şeyi, varlığımızın bu şeytani kısmına borçluyuz. ama bu şeytan ancak onu alt ettiğimiz, gerginliğimizde ve yükselişimizde bize hizmet ettiği sürece dostça teşvik eden bir güçtür: bu sağaltıcı gerilimin yüksek gerilime dönüştüğü yerde, ruhun insanı allak bullak eden o dürtüye, şeytani olanın volkanına düştüğü yerde tehlike başlar. zira şeytan kendi vatanına, kendi elementine, yani sonsuzluğa, ancak ve ancak sonlu olanı, dünyevi olanı, yani ikamet ettiği bedeni yıkıma uğratmak suretiyle ulaşabilir: insanı genleşme yoluyla yüceltir; ama bir yandan da patlamaya zorlar. bu yüzden, zamanında dizginlemeyi başaramayan insanları korkunç bir huzursuzlukla, şeytani bir doğayla doldurur, iradelerinin dizginini ellerinden çekip alır; öyle ki onlar, o istemsizce sürüklenenler artık fırtınaya kapılmışlardır ve alın yazılarının kayalıklarına doğru savrulmaktadırlar.

yaşamsal huzursuzluk her zaman şeytani olanın ilk meteorolojik belirtisidir; kanın huzursuzluğu, sinirlerin huzursuzluğu, zihnin huzursuzluğu (ki bu yüzden etrafına huzursuzluk, talihsizlik, rahatsızlık yayan kadınlar şeytani olarak nitelenir). şeytani olan her zaman hayatın tehlikeleri ve hayati tehlikelerle dolu fırtınalı bir gökyüzünde dolaşır, trajik atmosferlerde, kaderin nefesiyle.

böylece her zihinsel donanımı güçlü, her yaratıcı insan içindeki şeytanla kaçınılmaz bir savaşa girer ve bu her zaman kahramanca bir savaştır, her zaman bir aşk savaşıdır. insanlığın en harika yanı da budur. bazıları yakıcı dürtülerine kadının erkeğe teslim olduğu gibi teslim olurlar, üstün bir gücün zoruna boyun eğerler, kutsal bir şeyle dolduklarını ve doğurgan bir unsurun baskınına uğradıklarını hissederler. bazıları onu dizginler ve onun o yakıcı, o titreyen varlığını kendi soğuk, kararlı, amaca kenetlenmiş erkeksi iradelerine boyun eğmeye zorlarlar: bir ömür boyu, sık sık böyle düşmanca-yakıcı, sevgi dolu-boğuşan bir kucaklaşma sürer gider. bu muazzam boğuşma sanatçıda ve eserinde adeta gözle görünür bir haldedir: yaratısının son hücresine kadar titrer o sıcak nefes, zihnin kuluçka gecesinde baş gösteren, o ebedi ayartıcısıyla birlikte duyduğu şehvetli sarsıntı.

şeytan sadece yaratıcı olanda duyguların gölgesinden çıkıp dile ve ışığa ulaşabilir ve onun tutkulu çizgilerini en belirgin şekilde ona tümüyle teslim olanda, şeytan tarafından sürüklenen şair tipinde görürüz; burada alman dünyasının en anlamlıları olarak seçtiğim hölderlin, kleist ve nietzsche'de ortaya çıkan şair tipinde. zira şeytan bir şairin içine despotça yerleşmişse, alevler halinde sıçrayan bir yükseliş içinde sanatın da özel bir tipi ortaya çıkar: esrime sanatı, coşkulu, ateşli yaratı, ruhun kasılmalarla, sarsıntılarla yükselişi, katılaşma ve patlama, sarhoşluk ve kendinden geçme, yunanların "mania" dedikleri, genellikle sadece peygamberlerde, kâhinlerde görülen kutsal bir kendini kaybetme hali. ölçüsüzlük, en aşırıya vardırma, bu sanatın ilk ve şaşmaz belirtisidir; en son raddeye, şeytani olan, ilksel vatanı olarak ulaşmak istediği o sonsuzluğa varıncaya kadar ebedi bir kendini-aşma-isteği.

hölderlin, kleist ve nietzsche, hayatın sınırlarını ateşli bir şekilde zorlayan, biçimlere zorbaca sızan ve aşırı bir esrime içinde kendini yok eden bu prometheusvari varlığın pençesindedirler: gözlerinde şeytanın yabancı, ateşli bakışı parlamaktadır ve şeytan onların dudakları arasından konuşur. hatta dudaklar sustuğunda, zihinler söndüğünde bile onların yıkıma uğramış bedenlerinden konuşmayı sürdürür: bu korkunç misafir varlığını hiçbir yerde onların ruhlarında olduğu kadar hissettiremez, aşırı güçlü bir gerilimin ıstırabı içinde paramparça olmuşlardır ve şimdi bir yarıktan aşağı, şeytanın oturduğu o en derin uçurumun dibine bakar gibi bakarız onlara. tam da zihinlerinin batışı sırasında, olağan koşullarda kan gibi gizli duran şeytani güç her üçünde birden görsel olarak kendini açığa vurur.

şeytan tarafından boyun eğdirilen şairin o esrarengiz varlığını, bizzat şeytani olanı olabildiğince belirgin hale getirmek için, karşılaştırma yöntemime sadık kalarak, bu üç trajik kahramanın karşısına görünmez bir karşı oyuncu yerleştirdim. ama şeytani olanın kanatlandırdığı şairin gerçek karşıtı hiçbir şekilde, örneğin şeytani-olmayan değildir; şeytaniliğin olmadığı büyük bir sanat yoktur; dünyanın ilksel müziğinin fısıldadığı söz olmadan sanat olmaz. bunu hiç kimse bütün şeytaniliğin baş düşmanından daha iyi gösteremez; kleist'ın ve hölderlin'in, onlar hayattayken de karşılarında sert bir şekilde duran goethe'den başka; çünkü o şeytani olan hakkında eckermann'a şöyle söylemiştir: "en yüksek düzeydeki her üretim, her önemli sezgi hiç kimsenin kudretinde değildir ve bütün dünyevi güçlerin üzerindedir."

ilhamın olmadığı hiçbir büyük sanat yoktur ve bütün ilhamlar bilinç dışı bir öteki taraftan gelir, kendi bilincinin üzerinde bir bilgiden.

coşkulu olanın, kendi taşkınlığı içinde sürüklenen şairin, o ilahi ölçüsüzün hakiki karşıtı olarak şu ölçülü efendiyi görüyorum: kendisine verilen şeytani gücü dünyevi irade gücüyle dizginleyen ve bir hedefe yönelten şairi. zira şeytani olan, ki bütün yaratıcılığın muazzam gücü ve ilksel anasıdır, tümüyle yönsüzdür; hedefi sadece sonsuzluktur, doğduğu kaosa geri dönmektir. ve eğer bir sanatçı bu ilksel gücü insani olarak yönetebilirse, eğer ona dünyevi bir ölçü ve iradesi doğrultusunda bir yön verebilirse, eğer şiire goethe'nin dediği anlamda "kumanda" edebilirse ve "kontrol edilemez olanı" şekillendirici bir zihne dönüştürebilirse ortaya yüksek, şeytani olanınkinden kesinlikle daha düşük olmayan bir sanat çıkar.

filozof

arthur schopenhauer

üstün, nadir bulunan bir zekaya sahip insanlar yalnızca "yararlı" olan bir işe girmeye zorlandıklarında, en güzel resimlerle süslenip sonra da mutfak kabı olarak kullanılan değerli bir vazoya benzerler.

soğuk bir kış sabahı çok sayıda kirpi donmamak için hep birlikte ısınmak üzere bir araya toplanır. ama kısa süre sonra oklarının birbirleri üzerindeki etkilerini görüp yeniden ayrılırlar. ısınma gereksinimi onları bir kez daha bir araya getirdiğinde okları yine kendilerine engel olur ve iki kötü seçenek arasında gidip gelirler; ta ki birbirlerine katlanabilecekleri uygun mesafeyi bulana kadar. bunun gibi, insanların hayatlarının boşluğundan ve tekdüzeliğinden kaynaklanan toplum gereksinimi onları bir araya getirir; ama nahoş ve tiksinti verici özellikleri onları bir kez daha birbirinden ayırır.

felsefe yüksek bir dağ yoludur. ıssız bir yoldur ve yukarı çıktıkça daha da ıssızlaşır. bu yolu her kim izlerse hiç korkmamalı, her şeyi geride bırakmalı ve kışın karında güvenle ilerlemelidir. kısa süre içinde altındaki dünyayı görür; kumsalları ve bataklıkları gözünün önünden kaybolur, düzgün olmayan noktaları düzelir, yırtıcı sesleri artık kulağına ulaşmaz. ve yuvarlaklığını da görür. kendisi her zaman saf ve serin dağ havasındadır ve güneşi görür; oysa aşağıdaki herkes gecenin karanlığıyla kuşatılmıştır.

yetenek, başkalarının ulaşamadığı hedefi vuran nişancı gibidir; dahi ise başkalarının göremediği bir hedefi vuran bir nişancı. bir dahi kendi çağında gezegenlerin yolunu aydınlatan bir kuyruklu yıldız gibi parlar. kültürün normal seyriyle el ele gitmez; tam tersine, çalışmalarını önündeki yolun çok ilerisine savurur.

yabancılaşma

john fowles

gezegenimizdeki tüm diğer türlerle zoraki birlikte yaşayışımızın merkezinde bir tür soğukluk, deyim yerindeyse bir sükunet ve bir boşluk var. richard jefferies bunun için bir söz icat etti: insan olmayan her şeyin aşırı insanlığı. bizimle ya da bize karşı olsun, dışımızda ve ötemizde, gerçek anlamda bir yabancı.

tuhaf görünebilir; ancak, bilgimizle, açgözlülüğümüzle, kibrimizle, doğanın bizden bilinçsizce yabancılaşmasını kabul edinceye kadar doğadan yabancılaşmamız sona ermeyecek.

sahip olmaya yönelik insan çılgınlığı, yani sahip olunanın kendisine ait bir ruhu olamayacağı şeklindeki yanılgımız, belki başka hiçbir yerde bize daha zararlı olamaz. afrika köle ticaretinin tüm korkunçluklarını haklı gösteren, işte bu cansızlaştırmaydı. siyah insan köleleştirilebilecek kadar aptalsa, beyaz insanın ruhuna sahip olamaz, o yalnızca bir hayvan olabilirdi.

12.03.2022

mücadele

fay weldon

sonu gelmeyen, korkunç bir mücadele bu. asla barış olmayacak. iyilik hiçbir zaman katıksız ve eksiksiz bir zafer kazanamayacak. mutsuzluk, sefalet, felaket ve zalimlik gibi şeylerin bir kez var olarak tanrının o sakin ve duyarsız yüzünü bütün zamanlar için buruşturmuş olması yetmez mi? bu şeyler gün gelip bilincimizden ve belleğimizden silinse bile bir kez var olmuşlardı ya! ve mademki bir kez var oldular, asla bağışlanamazlar. şu yaşadığımız yer cehennemdir ve oynanan oyunun sonu gelmeyecektir. sonsuza değin ateşlerde yanılacak, azap çekilecektir.

deha

cenap şahabettin

dahiliğin ne memleketi ne yüzyılı olur; her yer onun, her zaman, onundur.

yeteneğin güçlü bacakları vardır, emin adımlarla yürür ama ancak dahiliktir ki kanatlıdır ve uçabilir.

gerçek en büyük başlar için şeref tacı bile fazla bir yüktür.

en acınacak yaratık, kaplumbağalarla birlikte yürümeye mecbur olan küheylandır.

o adamlara acırım ki çevresindekilere uymak için küçülmeye ve yüksekliklerinden feda etmeye mecbur olurlar.

olağanüstü ruhlarda erdem gibi kusur da benzersiz bir büyüklük halini alır.

gerçek büyük adamlar, güzel ağaçlara benzerler. dallarında kuşlar yuva yapar, gölgesinde insanlar serinler, çiçeklerine sürünen hava koku alır, meyvesi ile açlar doyar ve yaprakları arasından dökülen güneş damlaları, altındaki toprağı yeniden canlandırır.

10.03.2022

yanılsama

pascal

insan hayatı süreğen bir yanılsamadır. birbirimizi pohpohlayıp aldatmaktan vazgeçmeyiz. hiç kimse yokluğumuzda huzurumuzdaki gibi bahsetmez bizden. insanlar arasındaki birlik, karşılıklı aldatma üzerine kuruludur. herkes, yokluğunda arkadaşlarının kendisi hakkında nasıl konuştuğundan haberdar olsa pek az dostluk ayakta kalırdı. oysa samimi ve çıkardan uzak biçimde konuşmak ancak o zaman mümkündür.

dolayısıyla hem kendiyle hem başkalarıyla olan ilişkilerinde insan gerçeği örtmekten, yalandan ve riyadan ibarettir. hakikatin kendisine söylenmesini istemez. başkalarına söylemekten de kaçınır. adaletten ve akıldan fersah fersah uzak olan bütün bu eğilimlerin insan kalbinde doğal kökleri vardır.

üç robot yasası

isaac asimov

1. bir robot, bir insana zarar veremez ya da hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz.

2. bir robot, insanların verdikleri emirlere uymak zorundadır; ancak bu tür emirler birinci yasayla çeliştiği zaman durum değişir.

3. bir robot, birinci ve ikinci yasalarla çelişmediği sürece varlığını korumak zorundadır.

durup düşünürseniz üç robot yasasının aslında dünyadaki pek çok ahlak sisteminin temel rehber prensibini oluşturduğunu anlarsınız. tabii her insanda kendini koruma güdüsü olduğu düşünülür. bu bir robot için üçüncü yasadır. ayrıca toplumsal vicdanı ve sorumluluk duygusu olan her 'iyi' insanın belirli otoriteleri dinlemesi gerekir. yani doktorunu, patronunu, hükümetini, psikiyatri uzmanını, dostlarını. ondan yasalara uyması, kuralları uygulaması, geleneklere karşı gelmemesi istenir. hatta onun rahatını ve güvenini tehlikeye düşürdüğü zaman bile. bir robot içinse ikinci yasadır bu. ayrıca her 'iyi' insanın hemcinslerini kendisi kadar sevmesi, diğerlerini koruması ve bir başkasını kurtarmak için yaşamını tehlikeye atması da beklenir. bu da bir robot için birinci yasadır. anlayacağınız.. byerley tüm robot yasalarına uyduğunda bu onun bir makine adam olduğunu da gösterir, çok iyi bir insan olduğunu da.

8.03.2022

adamın biri

sadi şirazi


adamın biri rüyasında şeytanı görür. bakar ki; servi gibi boyu, huri gibi siması var. yüzü güneş gibi ışık saçıyor. adam bu güzellik karşısında şaşakalır, yanına gider ve ona: "aman allahım, bu ne güzellik böyle! yüzün ay parçası kadar güzelken, insanlar seni neden kötü, çirkin bilir; herkes seni korkunç sanır. hamam kapılarına resmedilen suretin çirkin, saray nakışlarına işleyen görüntün bedbin. bu, neden böyledir?" diye sorunca şeytan feryat edip inler: "ey ademoğlu! bu resimlerdeki sima ben değilim. gerçekte ben, tıpkı senin gördüğün gibi güzellikte eşsiz biriyim. gör ki; kalem düşman elindedir. sırf adem'i cennetten attırdım diye beni böyle çirkin ve kötü çizerler."

birisi, tablanın üzerinde şeker kamışı satıyor, müşteri bulmak için o yer senin, bu yer benim şehri dolanıyordu. derken şehrin kenar mahallerinden birinde gönül dostlarından birine rastgeldi ve ona: "efendi; şimdi al, paran olduğu zaman ödersin." dedi. bunun üzerine o mübarek zat, satıcıya şu yanıtı verdi: "ben şeker kamışına sabrederim de; belki sen bana sabredemezsin."

bir köylünün eşeği ölmüştü. adam tuttu, hayvanın kafasını bahçedeki asmaya nazarlık niyetine astı. güngörmüş bir ihtiyar oradan geçiyordu. bunu görünce gülerek bahçe sahibine seslendi: "a kuzum! yoksa bu eşeğin, tarlandan kem gözleri def edeceğini mi sanıyorsun? şaka mı yapıyorsun? ömrü sıkıntı içinde geçen ve yaralı bereli bir halde ölen, üstelik ölünceye kadar başından, kıçından değneği def edemeyen bu eşeğin sana ne faydası dokunacak?"