marcel proust: yeryüzünde haz kadar sınırlı bir şey yoktur.
frank zappa: mutlu, zihinsel açıdan sağlıklı bir çocuk yetiştirmek isteyen herkese verebileceğim en iyi tavsiye şudur: onu dinsel kurumlardan mümkün olduğunca uzak tutun.
gene merton: yeryüzündeki tek gerçek mutluluk, kendi sahte kimliğimizin zindanından kaçabilmektir.
georges bernanos: salaklar oturgan olur; ama yolculuk kitaplarına bayılırlar.
jiddu krishnamurti: bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz.
juli zeh: insan başka hiçbir şeye şiddet kadar çabuk alışmaz.
edwin fuller torrey: kendi özgürlüklerinden vazgeçmeye istekli insanların bulunmadığı yerde faşizm de olmayacaktır.
napolyon: ahlaksızlıkların en büyüğü, insanın bilmediği bir işi yapmasıdır.
ahmet hamdi tanpınar: aşkın kötü tarafı, insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. şu veya bu şekilde. fakat daima ödersiniz.
simone de beauvoir: zaman zaman kalplerde bir ateş yanar; yaşamak dedikleri budur.
fernando pessoa: yanılıyordu vergilius. en çok anlamak yoruyor bizi. yaşamak, düşünmemektir.
forrest carter: uzakta bir yerde, hatta büyük sularda ölürsen, dağlıysan, yas tutan güvercin tarafından hatırlanacağını bilirsin. bunu bilmek bir insana huzur verir.
29.04.2010
28.04.2010
avatar
scott adams
farkındalık öğrenmeme ile ilgilidir. bildiğini sandığın kadar çok şeyi bilmediğinin farkına varmadır.
farkındalığın beş seviyesi adını verdiği şeyi açıkladı ve tüm insanların doğduklarında farkındalığın birinci seviyesini deneyimlediklerini söyledi. yani var olduğunu ilk defa fark ettiğin zaman. farkındalığın ikinci seviyesinde, diğer insanların var olduğunu anlarsın. otorite figürleri tarafından anlatılan şeylerin çoğuna inanırsın. içinde yetiştiğin inanç sistemini kabul edersin.
farkındalığın üçüncü seviyesinde, insanların inandıkları şeyler konusunda sıklıkla yanıldığını fark edersin. kendi inançlarından bazılarında yanılabileceğini hisseder fakat hangileri olduğunu bilmezsin. şüphelerine rağmen, yine de inançlarında huzur bulursun.
dördüncü seviye, şüpheciliktir. bilimsel yöntemin, neyin doğru olduğu konusunda en iyi ölçü olduğunu düşünürsün ve bilim, mantığın ve hislerin sayesinde doğruya ilişkin iyi işleyen bir kavrayışın olduğuna inanırsın. iş, ikinci ve üçüncü seviyedeki insanlarla ilişki kurmaya gelince kibirlisindir.
beşinci seviye farkındalık, avatar'dır. avatar, zihnin, gerçekliğe açılan bir pencere değil, bir ilüzyon jeneratörü olduğunu anlar. avatar, bilimin, yararlı olmasına rağmen, bir inanç sistemi olduğunun farkındadır. bir avatar, tanrı'nın gücünün, olasılık ve tanrı bilincinin kaçınılmaz yeniden birleşimi şeklinde dışa vurulduğunun farkındadır.
birinin farkındalık seviyesiyle ilgili olarak kastedilen bir iyi veya kötü yok. hiçbir seviye, bir diğerinden daha iyi veya daha kötü değildir. insanlar, her seviyede mutluluğu tadarlar ve her seviyede topluma katkıda bulunurlar."
"hiçbir şeyde iyi veya kötü yok; sadece yararlı olmak açısından farklar var. her seviyedeki insan, yararlı olmak için aynı potansiyele sahiptir."
"mutluluk diğer seviyelerde daha kolay gelir. farkındalığın bedeli vardır."
"bir avatar, mutluluğu yalnızca hizmet etmekte bulabilir."
"dünyadaki büyük liderler, her zaman aramızda en mantıksız olanlardır. farkındalığın ikinci seviyesindedirler. karizmatik liderler, insanları kendi ilüzyonlarına dâhil etme konusunda doğal bir yeteneğe sahiplerdir. insanları, kişisel çıkarlarına karşı hareket etmeye ve liderlerin toplumun iyiliği konusundaki görüşlerini takip etmeye ikna ederler. liderler, vatandaşları asla yerleşmeyecekleri toprakları ele geçirmek için savaşa gitmeye ve farklı dinlerden insanları öldürmeye iterler."
"tüm liderler mantıksız değil," diye karşı geldim. "en etkili olanlar mantıksızdır. matematik dehalarının veya mantık profesörlerinin büyük liderler olmalarına sıkça rastlamazsın mantık, liderliğe zarar verir."
farkındalık öğrenmeme ile ilgilidir. bildiğini sandığın kadar çok şeyi bilmediğinin farkına varmadır.
farkındalığın beş seviyesi adını verdiği şeyi açıkladı ve tüm insanların doğduklarında farkındalığın birinci seviyesini deneyimlediklerini söyledi. yani var olduğunu ilk defa fark ettiğin zaman. farkındalığın ikinci seviyesinde, diğer insanların var olduğunu anlarsın. otorite figürleri tarafından anlatılan şeylerin çoğuna inanırsın. içinde yetiştiğin inanç sistemini kabul edersin.
farkındalığın üçüncü seviyesinde, insanların inandıkları şeyler konusunda sıklıkla yanıldığını fark edersin. kendi inançlarından bazılarında yanılabileceğini hisseder fakat hangileri olduğunu bilmezsin. şüphelerine rağmen, yine de inançlarında huzur bulursun.
dördüncü seviye, şüpheciliktir. bilimsel yöntemin, neyin doğru olduğu konusunda en iyi ölçü olduğunu düşünürsün ve bilim, mantığın ve hislerin sayesinde doğruya ilişkin iyi işleyen bir kavrayışın olduğuna inanırsın. iş, ikinci ve üçüncü seviyedeki insanlarla ilişki kurmaya gelince kibirlisindir.
beşinci seviye farkındalık, avatar'dır. avatar, zihnin, gerçekliğe açılan bir pencere değil, bir ilüzyon jeneratörü olduğunu anlar. avatar, bilimin, yararlı olmasına rağmen, bir inanç sistemi olduğunun farkındadır. bir avatar, tanrı'nın gücünün, olasılık ve tanrı bilincinin kaçınılmaz yeniden birleşimi şeklinde dışa vurulduğunun farkındadır.
birinin farkındalık seviyesiyle ilgili olarak kastedilen bir iyi veya kötü yok. hiçbir seviye, bir diğerinden daha iyi veya daha kötü değildir. insanlar, her seviyede mutluluğu tadarlar ve her seviyede topluma katkıda bulunurlar."
"hiçbir şeyde iyi veya kötü yok; sadece yararlı olmak açısından farklar var. her seviyedeki insan, yararlı olmak için aynı potansiyele sahiptir."
"mutluluk diğer seviyelerde daha kolay gelir. farkındalığın bedeli vardır."
"bir avatar, mutluluğu yalnızca hizmet etmekte bulabilir."
"dünyadaki büyük liderler, her zaman aramızda en mantıksız olanlardır. farkındalığın ikinci seviyesindedirler. karizmatik liderler, insanları kendi ilüzyonlarına dâhil etme konusunda doğal bir yeteneğe sahiplerdir. insanları, kişisel çıkarlarına karşı hareket etmeye ve liderlerin toplumun iyiliği konusundaki görüşlerini takip etmeye ikna ederler. liderler, vatandaşları asla yerleşmeyecekleri toprakları ele geçirmek için savaşa gitmeye ve farklı dinlerden insanları öldürmeye iterler."
"tüm liderler mantıksız değil," diye karşı geldim. "en etkili olanlar mantıksızdır. matematik dehalarının veya mantık profesörlerinin büyük liderler olmalarına sıkça rastlamazsın mantık, liderliğe zarar verir."
27.04.2010
oz
tanrı en büyük hayduttur.
kimi zaman dokunamayacağınız şeyler dokunabileceklerinizden daha gerçektir. örneğin korku, nefret ve yalnızlık bence bir bacaktan daha gerçek. ve ruh, her gün neredeyse tutabileceğiniz kadar büyür.
hapishanede şartlı tahliye ümidi olmadan bir ömür geçirmek ölümden beterdir. ölüm şartlı tahliyedir. ölüm gerçek bağışlamadır.
insanlar insanlara kötü şeyler yaparlar. bu yüzden dünyada bu kadar çok tutuklu var. insanlar insanlara tecavüz eder, soyar, döver ve aldatırlar. ama en kötü suç ihanettir. ve bunun için hapishane koşulları yoktur.
bir adam kendi oğlunun ölümünü görecek kadar yaşamamalı.
birisini öldürmek mi istiyorsun? göğsüne bir şiş sapla. birisine işkence mi etmek istiyorsun, yalnızlığını büyüt. arkadaşlık ve barış için düşkünleştikçe bunu her yerde arayacaktır. ve bunu bulamayacağını fark edince, kendi kendisini yok eder.
uyuşturucular cevap değildir; sadece soruları zorlaştırırlar.
bütün o küçük acılar ve sancılar nihayetinde bir şeye bağlanır: vücut, zihin; vücut, zihin. ya beraber çalışabilirler ya da ikisi de çalışamaz. bedeninize iyi bakmalısınız. zihninize iyi bakmalısınız. vücudunuzu sevmelisiniz, çoğu kişi sevmez. çoğu kişi bedenlerinden nefret eder. vücudunuzu sevmesi için zihninizi ikna etmelisiniz. şişman bile olsanız ya da çalışması gerektiği gibi çalışmıyor bile olsalar, vücudunuzu sevmelisiniz; çünkü tutunabileceğiniz bir tek bu var. tek sahip olduğunuz bu.
kimi zaman dokunamayacağınız şeyler dokunabileceklerinizden daha gerçektir. örneğin korku, nefret ve yalnızlık bence bir bacaktan daha gerçek. ve ruh, her gün neredeyse tutabileceğiniz kadar büyür.
hapishanede şartlı tahliye ümidi olmadan bir ömür geçirmek ölümden beterdir. ölüm şartlı tahliyedir. ölüm gerçek bağışlamadır.
insanlar insanlara kötü şeyler yaparlar. bu yüzden dünyada bu kadar çok tutuklu var. insanlar insanlara tecavüz eder, soyar, döver ve aldatırlar. ama en kötü suç ihanettir. ve bunun için hapishane koşulları yoktur.
bir adam kendi oğlunun ölümünü görecek kadar yaşamamalı.
birisini öldürmek mi istiyorsun? göğsüne bir şiş sapla. birisine işkence mi etmek istiyorsun, yalnızlığını büyüt. arkadaşlık ve barış için düşkünleştikçe bunu her yerde arayacaktır. ve bunu bulamayacağını fark edince, kendi kendisini yok eder.
uyuşturucular cevap değildir; sadece soruları zorlaştırırlar.
bütün o küçük acılar ve sancılar nihayetinde bir şeye bağlanır: vücut, zihin; vücut, zihin. ya beraber çalışabilirler ya da ikisi de çalışamaz. bedeninize iyi bakmalısınız. zihninize iyi bakmalısınız. vücudunuzu sevmelisiniz, çoğu kişi sevmez. çoğu kişi bedenlerinden nefret eder. vücudunuzu sevmesi için zihninizi ikna etmelisiniz. şişman bile olsanız ya da çalışması gerektiği gibi çalışmıyor bile olsalar, vücudunuzu sevmelisiniz; çünkü tutunabileceğiniz bir tek bu var. tek sahip olduğunuz bu.
el campito
alberto manguel
tarihimiz uzun bir adaletsizlik gecesinin hikayesidir. hitler'in almanya'sı, stalin'in rusya'sı, ırk ayrımının güney afrika'sı, çavuşesku'nun romanya'sı, tiananmen meydanı'nın çin'i, senatör mccarthy'nin amerika'sı, castro'nun küba'sı, pinochet'nin şili'si, stroessner'in paraguay'ı, bitmek tükenmek bilmeyen diğerleri, zamanımızın haritasını oluşturur. despot toplumların ya içinde ya hemen berisinde yaşar gibiyizdir. asla güvenlikte değiliz, kendi küçük demokrasilerimizde bile.
diktatörlüğün dehşeti, insani olmayan bir dehşet değildir, derinlemesine insanidir; gücü de buradadır zaten. keyfi yasalar, gasp, işkence, kölelik üzerine kurulu her hükümet sistemi, her sözde demokratik sistemin elini uzatsa tutacağı kadar yakınındadır.
adını hatırlamadığım o kız, colegio nacional de buenos aires'te benden bir sınıf küçüktü. tankların 28 haziran 1966'da sayısız resmi geçitlerden birinde buenos aires'in sokaklarından hantal hantal, plaza de mayo'daki başkanlık sarayına doğru ilerlediğini gördüğümüzde kız 16 yaşındaydı. 1969'da buenos aires'ten ayrıldım ve onu bir daha hiç görmedim. ufak tefekti, hatırlıyorum, kısacık siyah, kıvırcık saçları vardı. sesi tumturaklı değildi, yumuşak ve berraktı, telefonda o sesi tek bir hecenin ardından tanırdım. resim yapardı; ama pek de inançla değil. matematiği iyiydi. 1982'de, malvinas savaşı'ndan kısa süre önce ve askeri diktanın sonuna doğru, kısa bir ziyaret için buenos aires'e döndüm. pek çoğu o korkunç yıllarda ölen ya da kaybolan eski arkadaşlardan haber sorarken, onun da kaybolanlar arasında olduğunu öğrendim.
öğrenci konseyinde olduğu üniversiteden çıkarken kaçırılmıştı. resmen gözaltında olduğunun kaydı yoktu ama belli ki biri onu askeri temerküz kamplarından el campito'da, tıbbi bir muayene için kukuletasının çıkarıldığı kısacık bir anda görmüştü. askeriye mahkumlarını hep kukuletayla dolaştırırdı ki, daha sonra işkencecilerini tanımasınlar.
24 nisan 1995'te, el campito'da nöbetçilik eden arjantinli çavuş victor armanda ibanez, buenos aires'teki la prensa gazetesiyle bir söyleşi yaptı. ibanez'e göre, orada mahpus olanlardan 2 bin ila 2 bin 300'ü, kadını erkeği, yaşlısı genci, onun 1976 ile 1978 arasındaki iki yıllık askerliği sırasında ordu tarafından el campito'da "infaz" edilmişti. "vakti gelince" demişti ibanez gazeteye, "mahkumlara onları birkaç saniyede tarumar eden pananoval adlı güçlü bir ilaç zerk edilirdi. bir tür kalp krizine neden olurdu bu. enjeksiyon onları canlı ama bilincini yitirmiş halde bırakırdı. sonra denize atılırlardı. çok alçak bir rakımda uçardık. kayıtsız, hayalet uçuşlardı bunlar. bazen köpek balığı gibi büyük balıkların uçağı izlediğini görürdüm. pilotlar onların insan etiyle şişmanladığını söylerdi. geri kalanını hayal gücünüze bırakıyorum." dedi ibanez. "en kötüsünü hayal edin."
tarihimiz uzun bir adaletsizlik gecesinin hikayesidir. hitler'in almanya'sı, stalin'in rusya'sı, ırk ayrımının güney afrika'sı, çavuşesku'nun romanya'sı, tiananmen meydanı'nın çin'i, senatör mccarthy'nin amerika'sı, castro'nun küba'sı, pinochet'nin şili'si, stroessner'in paraguay'ı, bitmek tükenmek bilmeyen diğerleri, zamanımızın haritasını oluşturur. despot toplumların ya içinde ya hemen berisinde yaşar gibiyizdir. asla güvenlikte değiliz, kendi küçük demokrasilerimizde bile.
diktatörlüğün dehşeti, insani olmayan bir dehşet değildir, derinlemesine insanidir; gücü de buradadır zaten. keyfi yasalar, gasp, işkence, kölelik üzerine kurulu her hükümet sistemi, her sözde demokratik sistemin elini uzatsa tutacağı kadar yakınındadır.
adını hatırlamadığım o kız, colegio nacional de buenos aires'te benden bir sınıf küçüktü. tankların 28 haziran 1966'da sayısız resmi geçitlerden birinde buenos aires'in sokaklarından hantal hantal, plaza de mayo'daki başkanlık sarayına doğru ilerlediğini gördüğümüzde kız 16 yaşındaydı. 1969'da buenos aires'ten ayrıldım ve onu bir daha hiç görmedim. ufak tefekti, hatırlıyorum, kısacık siyah, kıvırcık saçları vardı. sesi tumturaklı değildi, yumuşak ve berraktı, telefonda o sesi tek bir hecenin ardından tanırdım. resim yapardı; ama pek de inançla değil. matematiği iyiydi. 1982'de, malvinas savaşı'ndan kısa süre önce ve askeri diktanın sonuna doğru, kısa bir ziyaret için buenos aires'e döndüm. pek çoğu o korkunç yıllarda ölen ya da kaybolan eski arkadaşlardan haber sorarken, onun da kaybolanlar arasında olduğunu öğrendim.
öğrenci konseyinde olduğu üniversiteden çıkarken kaçırılmıştı. resmen gözaltında olduğunun kaydı yoktu ama belli ki biri onu askeri temerküz kamplarından el campito'da, tıbbi bir muayene için kukuletasının çıkarıldığı kısacık bir anda görmüştü. askeriye mahkumlarını hep kukuletayla dolaştırırdı ki, daha sonra işkencecilerini tanımasınlar.
24 nisan 1995'te, el campito'da nöbetçilik eden arjantinli çavuş victor armanda ibanez, buenos aires'teki la prensa gazetesiyle bir söyleşi yaptı. ibanez'e göre, orada mahpus olanlardan 2 bin ila 2 bin 300'ü, kadını erkeği, yaşlısı genci, onun 1976 ile 1978 arasındaki iki yıllık askerliği sırasında ordu tarafından el campito'da "infaz" edilmişti. "vakti gelince" demişti ibanez gazeteye, "mahkumlara onları birkaç saniyede tarumar eden pananoval adlı güçlü bir ilaç zerk edilirdi. bir tür kalp krizine neden olurdu bu. enjeksiyon onları canlı ama bilincini yitirmiş halde bırakırdı. sonra denize atılırlardı. çok alçak bir rakımda uçardık. kayıtsız, hayalet uçuşlardı bunlar. bazen köpek balığı gibi büyük balıkların uçağı izlediğini görürdüm. pilotlar onların insan etiyle şişmanladığını söylerdi. geri kalanını hayal gücünüze bırakıyorum." dedi ibanez. "en kötüsünü hayal edin."
corydon
andre gide
ülke için o kadar önemli, o kadar ivedi, o kadar yaşamsal olan konularda atıp tutmanın iş yapmaya, görünüşün gerçeğe bunca yeğ tutulması ve özün gösterişe kolayca feda edilmesi doğrusu şaşılacak şeydir.
leonardo da vinci: seven, sevdiğinin yanındayken dinlenir.
la rochefoucault: eğer aşktan söz edildiğini duymasa, hiçbir zaman sevemeyecek insanlar vardır.
herkes ancak ilgi duyduğu şeyleri görür.
sıkıntısını çektiğimiz uyumsuzlukların çoğu ancak yüzeyde kalır ve yalnız yorumlama yanlışlarından doğarlar.
henrik ibsen: dostlar, size yaptırdıkları şeylerden çok, yapmanızı önledikleri hareketlerden ötürü tehlikelidirler.
balzac: töreler, ulusların ikiyüzlülüğüdür.
"önemli olan iyileşmek değil, dertleriyle bağdaşarak yaşamaktır." (papaz galiani)
montaigne: doğadan çıktığını söylediğimiz bilinç kuralları alışkanlıktan doğarlar.
karşı cinse dönükler arasında da yozlaşmışlar, ahlaksızlar ve hastalar vardır.
aşk salt insan yapısı bir şeydir; doğada aşk diye bir şey yoktur.
pascal: insanın doğal duyguları tümüyle doğaya özgü ve capcanlıdır. doğal kılınmayan hiçbir şey yoktur. yitirilemeyecek doğal bir şey olmadığı gibi.
her önemli sanat rönesansı ya da bolluğunun, hangi ülkede olursa olsun, her zaman sapkın taşkınlıklarla birlikte yürümüş olması dikkate değerdir.
sorunu görmezlikten gelmek, onu çözmek demek değildir.
"cinsel oruç birtakım insanların sandıkları gibi zoraki bir erdem değildir. kökleri doğada ve akılda bulunur; gerçekten bu erdem çoğalma yasasından doğan kötülükleri ve mutsuzluğu önleyen tek doğru yoldur." (malthus)
yoldan çıkarılması en kolay eğilim nefse değgin olandır.
daniel defoe: insanın kendisinden başka herkesin yanlış düşündüğünü söylemesi güçtür; ama eğer gerçek buysa, kim ne yapabilir?
ülke için o kadar önemli, o kadar ivedi, o kadar yaşamsal olan konularda atıp tutmanın iş yapmaya, görünüşün gerçeğe bunca yeğ tutulması ve özün gösterişe kolayca feda edilmesi doğrusu şaşılacak şeydir.
leonardo da vinci: seven, sevdiğinin yanındayken dinlenir.
la rochefoucault: eğer aşktan söz edildiğini duymasa, hiçbir zaman sevemeyecek insanlar vardır.
herkes ancak ilgi duyduğu şeyleri görür.
sıkıntısını çektiğimiz uyumsuzlukların çoğu ancak yüzeyde kalır ve yalnız yorumlama yanlışlarından doğarlar.
henrik ibsen: dostlar, size yaptırdıkları şeylerden çok, yapmanızı önledikleri hareketlerden ötürü tehlikelidirler.
balzac: töreler, ulusların ikiyüzlülüğüdür.
"önemli olan iyileşmek değil, dertleriyle bağdaşarak yaşamaktır." (papaz galiani)
montaigne: doğadan çıktığını söylediğimiz bilinç kuralları alışkanlıktan doğarlar.
karşı cinse dönükler arasında da yozlaşmışlar, ahlaksızlar ve hastalar vardır.
aşk salt insan yapısı bir şeydir; doğada aşk diye bir şey yoktur.
pascal: insanın doğal duyguları tümüyle doğaya özgü ve capcanlıdır. doğal kılınmayan hiçbir şey yoktur. yitirilemeyecek doğal bir şey olmadığı gibi.
her önemli sanat rönesansı ya da bolluğunun, hangi ülkede olursa olsun, her zaman sapkın taşkınlıklarla birlikte yürümüş olması dikkate değerdir.
sorunu görmezlikten gelmek, onu çözmek demek değildir.
"cinsel oruç birtakım insanların sandıkları gibi zoraki bir erdem değildir. kökleri doğada ve akılda bulunur; gerçekten bu erdem çoğalma yasasından doğan kötülükleri ve mutsuzluğu önleyen tek doğru yoldur." (malthus)
yoldan çıkarılması en kolay eğilim nefse değgin olandır.
daniel defoe: insanın kendisinden başka herkesin yanlış düşündüğünü söylemesi güçtür; ama eğer gerçek buysa, kim ne yapabilir?
Kategori:
.kitap,
andre gide,
balzac,
daniel defoe,
henrik ibsen,
la rochefoucauld,
leonardo da vinci,
montaigne,
pascal
25.04.2010
istiklal caddesi
murathan mungan
istiklal caddesi'ne daha girdiğimiz anda, burada yürümenin nasıl da mayınlı bir tarlada yürümeye benzediğini hatırlıyorum; daha doğrusu hatırlatıyorlar. caddenin ağzında bizi ilkin aman vermez anket teröristleri karşılıyor, ağzının iyi laf yaptığından fazlasıyla emin, çabuk çabuk konuşmayı düzgün konuşmak sanan birtakım gençler, önünüzü kesip ellerindeki anket kağıtlarını gözünüze gözünüze tutarak, sizi ille de bazı manasız soruları cevaplamaya zorluyorlar. bu kadar manasız sorunun nasıl olup da hazırlanabildiğine dair ayaküstü bir başka anket yapasınız geliyor. bu anket teröristlerinin her seferinde 'ölçülü bir itiraz' karşısında nasıl da 'ölçüsüz bir ısrara' başvurduklarını önceki deneyimlerimden bildiğimden, 'ölçülü bir itiraz' bölümünü hızla atlayıp 'ölçüsüz bir azarla' karşılık veriyorum çeşitli anket taleplerine. bu da bir kurtuluş demek değil; çünkü üç adım ötede başka bir kuruluş için çalışan diğer anketçi çetesi bekliyor sizi. en azından sizin ömrünüzün bilmeye yettiği iki askeri ihtilal sonrasında, genlerine emir-komuta kipleri iyice sinmiş bu 'ırkın ahfadına' başka türlü dert anlatmanın mümkün olmadığını öğrendiğinizden bu yana hep yaptığınız gibi, ancak azarlaya azarlaya ilerleyebiliyorsunuz istiklal caddesi denilen hayat yolunda. (bu çeşit uzun, ırmak cümleleri seviyorum, ruhumun akışına uygun buluyorum.) azarlanmış anketçiler ardımızda kalıyor, her şeye karşın ilerlemeyi sürdürüyoruz.
istiklal caddesi'ne daha girdiğimiz anda, burada yürümenin nasıl da mayınlı bir tarlada yürümeye benzediğini hatırlıyorum; daha doğrusu hatırlatıyorlar. caddenin ağzında bizi ilkin aman vermez anket teröristleri karşılıyor, ağzının iyi laf yaptığından fazlasıyla emin, çabuk çabuk konuşmayı düzgün konuşmak sanan birtakım gençler, önünüzü kesip ellerindeki anket kağıtlarını gözünüze gözünüze tutarak, sizi ille de bazı manasız soruları cevaplamaya zorluyorlar. bu kadar manasız sorunun nasıl olup da hazırlanabildiğine dair ayaküstü bir başka anket yapasınız geliyor. bu anket teröristlerinin her seferinde 'ölçülü bir itiraz' karşısında nasıl da 'ölçüsüz bir ısrara' başvurduklarını önceki deneyimlerimden bildiğimden, 'ölçülü bir itiraz' bölümünü hızla atlayıp 'ölçüsüz bir azarla' karşılık veriyorum çeşitli anket taleplerine. bu da bir kurtuluş demek değil; çünkü üç adım ötede başka bir kuruluş için çalışan diğer anketçi çetesi bekliyor sizi. en azından sizin ömrünüzün bilmeye yettiği iki askeri ihtilal sonrasında, genlerine emir-komuta kipleri iyice sinmiş bu 'ırkın ahfadına' başka türlü dert anlatmanın mümkün olmadığını öğrendiğinizden bu yana hep yaptığınız gibi, ancak azarlaya azarlaya ilerleyebiliyorsunuz istiklal caddesi denilen hayat yolunda. (bu çeşit uzun, ırmak cümleleri seviyorum, ruhumun akışına uygun buluyorum.) azarlanmış anketçiler ardımızda kalıyor, her şeye karşın ilerlemeyi sürdürüyoruz.
23.04.2010
hayat
william faulkner
yaşamak, hayattan tat almak için kaynayan güçlü kanı sonunda toprak emiyor. elbette aynı zamanda keder ve acı da var; ama gene de, her şeye karşın, hayat yaşayana bir şeyler, pek çok şey veriyor; çünkü sonuçta acı çekmek olduğuna inandığın bir şeye katlanmak zorunda değilsin; her zaman bunu durdurmayı, buna bir son vermeyi seçebilirsin. ve acı çekmek, kederlenmek bile hiçlikten iyidir; yaşamamaktan kötü yalnız bir tek şey vardır, o da utanç. ama sonsuza dek yaşayamazsın ve hayat her zaman sen tüm olanakları yaşayıp tüketmeden önce biter. ve bütün bunlar bir yerlerde var olmayı sürdürmeli, bütün bunlar yalnızca bir yana atılmak için icat edilmiş, yaratılmış olamaz. ve toprak derin değildir; kayaya gelene dek çok fazla toprak yoktur. ve toprak nesneleri alıp kendinde saklamak istemez; onları yeniden kullanmak ister. tohuma, meşe palamutlarına baksana, gömmeye kalktığın kokmuş ete bile ne olduğuna bak: o da yok olmayı reddeder; yeniden ışığa, havaya erişinceye dek kaynaşır, savaşır, durmadan güneşi arar.
yaşamak, hayattan tat almak için kaynayan güçlü kanı sonunda toprak emiyor. elbette aynı zamanda keder ve acı da var; ama gene de, her şeye karşın, hayat yaşayana bir şeyler, pek çok şey veriyor; çünkü sonuçta acı çekmek olduğuna inandığın bir şeye katlanmak zorunda değilsin; her zaman bunu durdurmayı, buna bir son vermeyi seçebilirsin. ve acı çekmek, kederlenmek bile hiçlikten iyidir; yaşamamaktan kötü yalnız bir tek şey vardır, o da utanç. ama sonsuza dek yaşayamazsın ve hayat her zaman sen tüm olanakları yaşayıp tüketmeden önce biter. ve bütün bunlar bir yerlerde var olmayı sürdürmeli, bütün bunlar yalnızca bir yana atılmak için icat edilmiş, yaratılmış olamaz. ve toprak derin değildir; kayaya gelene dek çok fazla toprak yoktur. ve toprak nesneleri alıp kendinde saklamak istemez; onları yeniden kullanmak ister. tohuma, meşe palamutlarına baksana, gömmeye kalktığın kokmuş ete bile ne olduğuna bak: o da yok olmayı reddeder; yeniden ışığa, havaya erişinceye dek kaynaşır, savaşır, durmadan güneşi arar.
akşam erken iner mapushaneye
ahmed arif
akşam erken iner mapushaneye
ejderha olsan kar etmez
ne kavgada ustalığın
ne de çatal yürek civan oluşun
kar etmez inceden içine dolan
alıp götüren hasrete
akşam erken iner mapushaneye
iner yedi kol demiri
yedi kapıya
birden ağlamaklı olur bahçe
karşıda duvar dibinde
üç dal gece sefası
üç kök hercai menekşe
aynı korkunç sevdadadır
gökte bulut dalda kaysı
başlar koymaya hapislik
karanlık can sıkıntısı
"kürdün gelini"ni söyler maltada biri
bense voltadayım ranza dibinde
ve hep olmayacak şeyler kurarım
gülünç, acemi, çocuksu
vurulsam kaybolsam derim
çırılçıplak bir kavgada
erkekçe olsun isterim
dostluk da düşmanlık da
hiçbiri olmaz halbuki
geçer süngüler namluya
başlar gece devriyesi jandarmaların
hırsla çakarım kibriti
ilk nefeste yarılanır cıgaram
bir duman alırım, dolu
bir duman, kendimi öldüresiye
biliyorum, "sende mi?" diyeceksin
ama akşam erken iniyor mahpusaneye
ve dışarda delikanlı bir bahar
seviyorum seni
çıldırasıya
22.04.2010
oyalanma
pascal
insanlık durumu gerçekten mutlu bir hal olsaydı, mutlu olmak için, halimizi düşünmekten bizi alıkoyacak oyalanmalara ihtiyaç duymazdık.
insan ölüme, sefalete, cehalete çare bulamadığından, mutlu olmak için bunları hiç düşünmemek gerektiğine karar vermiştir.
bizi sefaletimiz karşısında teselli eden tek şey oyalanmadır. ve fakat tam da bu en büyük sefilliğimizdir. çünkü bizi kendimizi düşünmekten alıkoyan ve farkına varmadan bizi kendi mahvımıza sürükleyen esas şey budur. bu olmasa usanç içinde kalırdık ve bu usanç bizi sağlam bir çıkış yolu aramaya sevk ederdi. fakat oyalanma bizi eğlendirir ve fark ettirmeden bizi ömrümüzün sonuna erdirir.
insanlık durumu gerçekten mutlu bir hal olsaydı, mutlu olmak için, halimizi düşünmekten bizi alıkoyacak oyalanmalara ihtiyaç duymazdık.
insan ölüme, sefalete, cehalete çare bulamadığından, mutlu olmak için bunları hiç düşünmemek gerektiğine karar vermiştir.
bizi sefaletimiz karşısında teselli eden tek şey oyalanmadır. ve fakat tam da bu en büyük sefilliğimizdir. çünkü bizi kendimizi düşünmekten alıkoyan ve farkına varmadan bizi kendi mahvımıza sürükleyen esas şey budur. bu olmasa usanç içinde kalırdık ve bu usanç bizi sağlam bir çıkış yolu aramaya sevk ederdi. fakat oyalanma bizi eğlendirir ve fark ettirmeden bizi ömrümüzün sonuna erdirir.
baba ve piç
elif şafak
yağmur da hüzün gibi bir şey, yakalandın mı bir kez, azı çoğu yok artık.
katıksız bir kayıtsızlık var bugün bakışlarında, hani şu dünyada sadece üç türden insana has kayıtsızlık: ya umutsuzca saf, ya umutsuzca içe kapanık ya da umutsuzca umut dolu insanlara.
cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir, derler.
dinmeyen geçmeyen iç sıkıntısı hayatlarımızın özetidir. günbegün bezginliğe batıp çıkarız. kendi kültürümüzle kendi halkımızla travmatik bir karşılaşmadan korktuğumuz için bu tavşan deliğine tıkıldık kaldık.
tolstoy: bütün mutlu aileler birbirine benzerler ama her mutsuz ailenin mutsuzluğu farklıdır.
grup üyeleri ekseriya asya’nın annesi babası olacak yaştaydı. ancak tam da bu yaş farkıydı asya’yı cezbeden. onlara baktıkça hayatta “ilerleme” diye bir şey olmadığını anlıyordu. ellisindeki insanlar bu kadar kusurlu, böylesine çocuksa, on sekizinde büyümek için çabalamaya gerek kalmıyordu. demek ki bazı şeyler değişmiyordu hayatta: suratsız bir ergen isen, suratsız bir yetişkin, suratsız bir orta yaşlı, suratsız bir ihtiyar ve suratsız bir ölü oluyordun. şablon kalıcıydı. belki kulağa az biraz karamsar geliyordu ama en azından insanın beyhude yere mükemmellik aramaması gerektiğini gösteriyordu. yaşadıkça düzelmiyordu hayat, tıpkı yaşlanmakla büyümediği gibi kişinin. bu da bir teselliydi sonuçta. zamanla hiçbir şey değişmeyeceğine ve bu kusurluluk hali baki olduğuna göre asya da aynen olduğu gibi kalabilirdi. olanca kusurluluğuyla..
hiçbir şey insanları ortak bir düşman kadar hızla ve kuvvetle birbirine yakınlaştırmaz.
parçalı çocukluğu yüzünden halen bir süreklilik ya da aidiyet duygusu kazanamamıştı. kendi hayatını yaşamaya başlayabilmek için geçmişine yolculuk etmesi gerekiyordu.
kendini yok etmeye muktedirdi. inşa ettiklerini kendi elleriyle yerle bir etme eğilimi herkese has bir özellik değildir bu hayatta. bu çatı altında bu özellikten nasibini almış iki kişiden biriydi asya. gözlerinde usul usul parlıyordu kendi kendini yok etmenin o ağulu cazibesi.
geçmiş, kurtulmamız gereken bir pranga. insanı ezen bir külfet. geçmişim olmasaydı, hiçkimse olabilseydim, sıfır noktasından başlayıp orada ebediyen kalabilseydim.. tüy gibi hafif. aile yok, anı yok, hiçbir bokpüsür yok.
bir müddet hayli sert şeyler dinledim, bilirsin, alternatif müzik, punk, post-punk, endüstriyel metal, death metal, darkwave, psychedelic, biraz üçüncü dalga ska, biraz gotik.. öyle şeyler.
öyle şeyleri yoz ergenlerin ya da karakterden ziyade hiddet sahibi, yönünü şaşırmış yetişkinlerin paylaştığı kayıp bir müzik türü olarak görmeye alışık olan armanuş şaşırarak, "sahi mi?" diyebildi sadece.
edebiyatın gelişmek için özgürlüğe ihtiyacı vardır.
bir erkekle sevişmeden onun doğru insan olup olmadığının asla anlaşılamayacağına inanıyordu asya. insanların normalde hiç sezdirmedikleri, içlerine işlemiş komplekslerinin ancak yatakta su yüzüne çıktığını ve herkes ne düşünürse düşünsün, cinselliğin fiziksel bir şey olmaktan çok duyumsal bir şey olduğunu anlatabilecek miydi?
kendini öldürmek istiyorsan el altında bir gerekçe bulundurmalıydın, zira hayatta kalman halinde herkesten tekrar ve tekrar “neden” sorusunu duyacaktın. neden intihara kalkıştın?
bir hikayeyi tekrar tekrar dinlersen, anlatıyı içselleştirirsin. içselleştirdiğin anda da başkasının hikayesi olmaktan çıkar. hatta bir hikaye olmaktan bile çıkar, gerçek olur, senin gerçeğin. kendi gerçeğinmiş gibi canını dişine takıp mücadele edersin.
her türlü gürültüyü kaldırabiliyor ama sessizlikle başa çıkamıyor.
ona göre isyan etmeyen, kurulu düzeni ve tekmil adaletsizlikleri tevekkülle karşılayıp allah’ın rahmetinden sual etmeyen kişi ottan böcekten farksızdır. hayatın özü direnişte yatar. ancak direnenler insan gibi yaşar. geri kalan insanlar ikiye ayrılır: nebatgiller –her şeyle barışıktır bunlar- ve çay bardakları –pek çok şeyle barışık olmasalar da karşı çıkacak güce sahip değillerdir. birinci grup en habisi ama ikinci grup en zavallısıdır. zeliha teyze zayıflığı sevmez.
istanbullu bir kadın için demir feraset kuralı: eğer çay bardağı kadar kırılgansan ya kaynar suyla asla karşılaşmamanın bir yolunu bul ve ideal bir kocaya varıp ideal bir hayat sürmeyi umut et ya da yavrucuğum, bir an önce kırılmaya bak. bütünün bir işe yaramazsa kırıkların bir işe yarar belki.
istanbullu bir kadın için çelik feraset kuralı: bu şehirde tutunabilmek istiyorsan, sen sen ol, çay bardağı kadını olma.
j.j. rousseau: insan özgür doğar ama her yerde zincirlenir. gerçekte fark vahşinin kendi içinde yaşaması, sosyal insanınsa kendi dışında ve ancak başkalarının fikirlerinde yaşamasıdır, öyle ki kendi varlığını ancak onu ilgilendiren kişilerin hükümleri üzerinden hissedebilir.
bu dükkanda müşterilerimize salık verir, öneriler getiririz; an gelir, isteklerini reddereriz ama onları asla yargılamayız. asla neden diye sormayız. hayatta çok erken öğrendiğim bir şey varsa budur. insanları yargılarsan eğer, onlar da gidip inadına bildikleri gibi yaparlar.
zalimin geçmişle işi yok. mazlumun ise geçmişten başka tutunacak dalı yok.
piç olmak insanın babası olmamasından ziyade geçmişinin olmamasıdır.
uçlar ortalardan daha yakındır birbirine.
geleneksel bir ailedeki kara koyun olmanın böyle bir faysası vardır en azından. ne yaparsan yap, eminim kimse hayret etmez. delidir ne yapsa yeridir kontenjanından faydalanırsın.
sevgiye dair iki temel şey öğrenmişti onun sayesinde: birincisi, romantik tiplerin öyle afra tafrayla iddia ettiklerinin aksine, aşk denilen şey ilk görüşte çakan bir şimşekten ziyade zaman içinde gelişen ağır mı ağır bir akıntıydı. ikincisi, ne olursa olsun her insan sevmeye muktedirdi. kendisi bile.
insanların anormal koşullara çabucak alışma konusunda sergiledikleri beceri ne kadar şaşırtıcıydı. şartlar olağanüstü olduğunda tuhaflıkları normal kabul etmek insana özgü bir meziyetti.
bağışla beni, bir geleceğimin olabilmesi için hatıranın silinmesi lazım.
matem de bekaret gibidir. öyle her önüne gelene verilmez, hak edene saklamak gerekir.
potasyum siyanid saydam bir bileşiktir. potasyum tuzu ve hidrojen siyanid elementlerinden mürekkeptir. şekere benzer bir parça ve gayet kolay çözülür suda. bazı başka zehirli bileşiklerin aksine bariz bir kokusu vardır. hoş bir koku..
badem gibi kokar bu zehir. acı badem gibi.
bir kase aşure, olur ya kavrulmuş fındıkların ya da nar tanelerinin yanı sıra potasyum siyanid damlalarıyla da süslenirse, bu ikinci maddenin varlığını tespit etmek zordur. ne de olsa aşurenin doğal malzemeleri arasında da badem vardır. yiyen, kokuyu yadırgamaz. son ana kadar neyi kaşıklamakta olduğunu anlamaz.
yağmur da hüzün gibi bir şey, yakalandın mı bir kez, azı çoğu yok artık.
katıksız bir kayıtsızlık var bugün bakışlarında, hani şu dünyada sadece üç türden insana has kayıtsızlık: ya umutsuzca saf, ya umutsuzca içe kapanık ya da umutsuzca umut dolu insanlara.
cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir, derler.
dinmeyen geçmeyen iç sıkıntısı hayatlarımızın özetidir. günbegün bezginliğe batıp çıkarız. kendi kültürümüzle kendi halkımızla travmatik bir karşılaşmadan korktuğumuz için bu tavşan deliğine tıkıldık kaldık.
tolstoy: bütün mutlu aileler birbirine benzerler ama her mutsuz ailenin mutsuzluğu farklıdır.
grup üyeleri ekseriya asya’nın annesi babası olacak yaştaydı. ancak tam da bu yaş farkıydı asya’yı cezbeden. onlara baktıkça hayatta “ilerleme” diye bir şey olmadığını anlıyordu. ellisindeki insanlar bu kadar kusurlu, böylesine çocuksa, on sekizinde büyümek için çabalamaya gerek kalmıyordu. demek ki bazı şeyler değişmiyordu hayatta: suratsız bir ergen isen, suratsız bir yetişkin, suratsız bir orta yaşlı, suratsız bir ihtiyar ve suratsız bir ölü oluyordun. şablon kalıcıydı. belki kulağa az biraz karamsar geliyordu ama en azından insanın beyhude yere mükemmellik aramaması gerektiğini gösteriyordu. yaşadıkça düzelmiyordu hayat, tıpkı yaşlanmakla büyümediği gibi kişinin. bu da bir teselliydi sonuçta. zamanla hiçbir şey değişmeyeceğine ve bu kusurluluk hali baki olduğuna göre asya da aynen olduğu gibi kalabilirdi. olanca kusurluluğuyla..
hiçbir şey insanları ortak bir düşman kadar hızla ve kuvvetle birbirine yakınlaştırmaz.
parçalı çocukluğu yüzünden halen bir süreklilik ya da aidiyet duygusu kazanamamıştı. kendi hayatını yaşamaya başlayabilmek için geçmişine yolculuk etmesi gerekiyordu.
kendini yok etmeye muktedirdi. inşa ettiklerini kendi elleriyle yerle bir etme eğilimi herkese has bir özellik değildir bu hayatta. bu çatı altında bu özellikten nasibini almış iki kişiden biriydi asya. gözlerinde usul usul parlıyordu kendi kendini yok etmenin o ağulu cazibesi.
geçmiş, kurtulmamız gereken bir pranga. insanı ezen bir külfet. geçmişim olmasaydı, hiçkimse olabilseydim, sıfır noktasından başlayıp orada ebediyen kalabilseydim.. tüy gibi hafif. aile yok, anı yok, hiçbir bokpüsür yok.
bir müddet hayli sert şeyler dinledim, bilirsin, alternatif müzik, punk, post-punk, endüstriyel metal, death metal, darkwave, psychedelic, biraz üçüncü dalga ska, biraz gotik.. öyle şeyler.
öyle şeyleri yoz ergenlerin ya da karakterden ziyade hiddet sahibi, yönünü şaşırmış yetişkinlerin paylaştığı kayıp bir müzik türü olarak görmeye alışık olan armanuş şaşırarak, "sahi mi?" diyebildi sadece.
edebiyatın gelişmek için özgürlüğe ihtiyacı vardır.
bir erkekle sevişmeden onun doğru insan olup olmadığının asla anlaşılamayacağına inanıyordu asya. insanların normalde hiç sezdirmedikleri, içlerine işlemiş komplekslerinin ancak yatakta su yüzüne çıktığını ve herkes ne düşünürse düşünsün, cinselliğin fiziksel bir şey olmaktan çok duyumsal bir şey olduğunu anlatabilecek miydi?
kendini öldürmek istiyorsan el altında bir gerekçe bulundurmalıydın, zira hayatta kalman halinde herkesten tekrar ve tekrar “neden” sorusunu duyacaktın. neden intihara kalkıştın?
bir hikayeyi tekrar tekrar dinlersen, anlatıyı içselleştirirsin. içselleştirdiğin anda da başkasının hikayesi olmaktan çıkar. hatta bir hikaye olmaktan bile çıkar, gerçek olur, senin gerçeğin. kendi gerçeğinmiş gibi canını dişine takıp mücadele edersin.
her türlü gürültüyü kaldırabiliyor ama sessizlikle başa çıkamıyor.
ona göre isyan etmeyen, kurulu düzeni ve tekmil adaletsizlikleri tevekkülle karşılayıp allah’ın rahmetinden sual etmeyen kişi ottan böcekten farksızdır. hayatın özü direnişte yatar. ancak direnenler insan gibi yaşar. geri kalan insanlar ikiye ayrılır: nebatgiller –her şeyle barışıktır bunlar- ve çay bardakları –pek çok şeyle barışık olmasalar da karşı çıkacak güce sahip değillerdir. birinci grup en habisi ama ikinci grup en zavallısıdır. zeliha teyze zayıflığı sevmez.
istanbullu bir kadın için demir feraset kuralı: eğer çay bardağı kadar kırılgansan ya kaynar suyla asla karşılaşmamanın bir yolunu bul ve ideal bir kocaya varıp ideal bir hayat sürmeyi umut et ya da yavrucuğum, bir an önce kırılmaya bak. bütünün bir işe yaramazsa kırıkların bir işe yarar belki.
istanbullu bir kadın için çelik feraset kuralı: bu şehirde tutunabilmek istiyorsan, sen sen ol, çay bardağı kadını olma.
j.j. rousseau: insan özgür doğar ama her yerde zincirlenir. gerçekte fark vahşinin kendi içinde yaşaması, sosyal insanınsa kendi dışında ve ancak başkalarının fikirlerinde yaşamasıdır, öyle ki kendi varlığını ancak onu ilgilendiren kişilerin hükümleri üzerinden hissedebilir.
bu dükkanda müşterilerimize salık verir, öneriler getiririz; an gelir, isteklerini reddereriz ama onları asla yargılamayız. asla neden diye sormayız. hayatta çok erken öğrendiğim bir şey varsa budur. insanları yargılarsan eğer, onlar da gidip inadına bildikleri gibi yaparlar.
zalimin geçmişle işi yok. mazlumun ise geçmişten başka tutunacak dalı yok.
piç olmak insanın babası olmamasından ziyade geçmişinin olmamasıdır.
uçlar ortalardan daha yakındır birbirine.
geleneksel bir ailedeki kara koyun olmanın böyle bir faysası vardır en azından. ne yaparsan yap, eminim kimse hayret etmez. delidir ne yapsa yeridir kontenjanından faydalanırsın.
sevgiye dair iki temel şey öğrenmişti onun sayesinde: birincisi, romantik tiplerin öyle afra tafrayla iddia ettiklerinin aksine, aşk denilen şey ilk görüşte çakan bir şimşekten ziyade zaman içinde gelişen ağır mı ağır bir akıntıydı. ikincisi, ne olursa olsun her insan sevmeye muktedirdi. kendisi bile.
insanların anormal koşullara çabucak alışma konusunda sergiledikleri beceri ne kadar şaşırtıcıydı. şartlar olağanüstü olduğunda tuhaflıkları normal kabul etmek insana özgü bir meziyetti.
bağışla beni, bir geleceğimin olabilmesi için hatıranın silinmesi lazım.
matem de bekaret gibidir. öyle her önüne gelene verilmez, hak edene saklamak gerekir.
potasyum siyanid saydam bir bileşiktir. potasyum tuzu ve hidrojen siyanid elementlerinden mürekkeptir. şekere benzer bir parça ve gayet kolay çözülür suda. bazı başka zehirli bileşiklerin aksine bariz bir kokusu vardır. hoş bir koku..
badem gibi kokar bu zehir. acı badem gibi.
bir kase aşure, olur ya kavrulmuş fındıkların ya da nar tanelerinin yanı sıra potasyum siyanid damlalarıyla da süslenirse, bu ikinci maddenin varlığını tespit etmek zordur. ne de olsa aşurenin doğal malzemeleri arasında da badem vardır. yiyen, kokuyu yadırgamaz. son ana kadar neyi kaşıklamakta olduğunu anlamaz.
18.04.2010
karagün dostu
hasan hüseyin korkmazgil
biliyorum
matarada su
torbada ekmek
ve kemerde kurşun değil şiir
ama yine de
matarasında suyu
torbasında ekmeği
ve kemerinde kurşunu kalmamışları
ayakta tutabilir
biliyorum
şiirle şarkıyla olacak iş değil bu
dalda narı
tarlada ekini kızartmaz güvercinin gurultusu
ama yine de
dişler arasında bıçak gibi parlar kavgada
şiirin doğrultusu
göz gözü görmez olmuş
tek bir ışık bile yok
yürek bir yaralı şahindir
döner boşlukta
belki bir şiir
bir şiir kırıntısı
çalar kapımızı umutsuz karanlıkta
yoklar yüreğimizi
iğilir yaramıza
dağıtır korkumuzu
ve karşı tepelerden
gürül gürül bir kalk borusu
gurur ve önyargı
jane austen
gurur, çok yaygın bir kusurdur. okuduğum onca şeyden sonra şuna inandım ki gerçekten çok yaygın; insan doğası gurura bilhassa eğilimli; o ya da bu gerçek ya da hayali bir özellikten ötürü kendinden memnuniyet duymayan pek az kişi vardır. gurur ve gösteriş farklı şeyler; ama sık sık aynı anlamda kullanılıyorlar. insan gösteriş düşkünü olmadan gururlu olabilir. gurur daha çok kendimizle ilgili görüşümüze bağlıdır, gösteriş ise bizim hakkımızda başkalarına ne düşündürmek istediğimize.
jane adamın dikkatini kendinden toplayabildiği her dakikayı sonuna dek kullanmalı. adamı garantiye aldıktan sonra aşık olmak için bol bol vakti olur.
evlilikte mutluluk tümüyle şans meselesidir. taraflar birbirlerini gayet iyi tanısalar da, hatta baştan çok benzer olsalar da, bu, mutluluklarına en ufak bir katkıda bulunmaz. sonradan daima değişmek için çırpınır, başlarını derde sokarlar; hayatını birlikte geçireceğin kişinin kusurlarını ne kadar az bilirsen o kadar iyidir.
normalde karşılaşılan şeyler fersah fersah aşmamış hiç kimse gerçekten hünerli sayılamaz.
hanımların bazen dikkat çekmek için kullandıkları tüm yöntemlerde bayağılık vardır. kurnazlığa yakın her şey basitliktir.
güçlü olan bir şeye her şey iyi gelir. ama eğer zayıf, cılız bir eğilimse tatlı bir sone açlıktan öldürür onu.
hiçbir şey alçak gönüllü bir görünümden daha yanıltıcı değildir. sık sık sadece düşünce dikkatsizliği, bazen de dolaylı bir övünmedir.
etrafa kayıtsızlaşmak aşkın özü değil midir?
ahmak adamlar tanımaya değer yegane adamlardır, bana kalırsa.
sürekli ve düzenli ders olmadan hiçbir şey başarılamaz.
başka oyalanma imkanları olmayınca gerçek filozof elindekilerle yetinir.
akıl vermeyi hepimiz severiz; ama sadece bilmeye değmeyecek şeyleri öğretmeyi becerebiliriz.
geçmişin sadece hatırlamaktan zevk aldığınız kadarını düşünün.
benimle oyun oynamayacak kadar naziksiniz. eğer duygularınız hala geçen nisandaki gibiyse, bana bunu hemen söyleyin. benim duygu ve dileklerim değişmedi; ama tek bir sözünüz beni bu konuda ilelebet susturacaktır.
gurur, çok yaygın bir kusurdur. okuduğum onca şeyden sonra şuna inandım ki gerçekten çok yaygın; insan doğası gurura bilhassa eğilimli; o ya da bu gerçek ya da hayali bir özellikten ötürü kendinden memnuniyet duymayan pek az kişi vardır. gurur ve gösteriş farklı şeyler; ama sık sık aynı anlamda kullanılıyorlar. insan gösteriş düşkünü olmadan gururlu olabilir. gurur daha çok kendimizle ilgili görüşümüze bağlıdır, gösteriş ise bizim hakkımızda başkalarına ne düşündürmek istediğimize.
jane adamın dikkatini kendinden toplayabildiği her dakikayı sonuna dek kullanmalı. adamı garantiye aldıktan sonra aşık olmak için bol bol vakti olur.
evlilikte mutluluk tümüyle şans meselesidir. taraflar birbirlerini gayet iyi tanısalar da, hatta baştan çok benzer olsalar da, bu, mutluluklarına en ufak bir katkıda bulunmaz. sonradan daima değişmek için çırpınır, başlarını derde sokarlar; hayatını birlikte geçireceğin kişinin kusurlarını ne kadar az bilirsen o kadar iyidir.
normalde karşılaşılan şeyler fersah fersah aşmamış hiç kimse gerçekten hünerli sayılamaz.
hanımların bazen dikkat çekmek için kullandıkları tüm yöntemlerde bayağılık vardır. kurnazlığa yakın her şey basitliktir.
güçlü olan bir şeye her şey iyi gelir. ama eğer zayıf, cılız bir eğilimse tatlı bir sone açlıktan öldürür onu.
hiçbir şey alçak gönüllü bir görünümden daha yanıltıcı değildir. sık sık sadece düşünce dikkatsizliği, bazen de dolaylı bir övünmedir.
etrafa kayıtsızlaşmak aşkın özü değil midir?
ahmak adamlar tanımaya değer yegane adamlardır, bana kalırsa.
sürekli ve düzenli ders olmadan hiçbir şey başarılamaz.
başka oyalanma imkanları olmayınca gerçek filozof elindekilerle yetinir.
akıl vermeyi hepimiz severiz; ama sadece bilmeye değmeyecek şeyleri öğretmeyi becerebiliriz.
geçmişin sadece hatırlamaktan zevk aldığınız kadarını düşünün.
benimle oyun oynamayacak kadar naziksiniz. eğer duygularınız hala geçen nisandaki gibiyse, bana bunu hemen söyleyin. benim duygu ve dileklerim değişmedi; ama tek bir sözünüz beni bu konuda ilelebet susturacaktır.
17.04.2010
cadde
walter benjamin
caddeler toplumun konutudur. toplum her zaman uyanık, sonrasız, devingen bir varlıktır; bireylerin kendi dört duvarlarının koruması altında yaşadıklarını, denediklerini, öğrendiklerini ve düşündüklerini, o da binaların dış duvarları arasında yaşar, dener, öğrenir ve düşünür. bu toplum için firmaların parlak emaye tabelaları, bir burjuvanın salonundaki yağlı boya tablo kadar iyi bir duvar süsü niteliğindedir. üstünde "afiş yapıştırmak yasaktır" yazılı duvarlar, onun için yazı yazabileceği yerlerdir; gazeteci kulübeleri, kitaplıklarıdır; mektup kutuları, heykelleridir; sıralar, yatak odasının mobilyalarıdır; cafe'lerin terasları ise, aşağıya, evinin avlusuna bakmak için çıktığı cumbalardır. yol işçilerinin ceketlerini astıkları parmaklıklar, vestiyeridir; binaların avluların karmaşasından dışarı uzanan ana girişleri, yani burjuva insanını korkutan uzun koridorlar, toplum için kentin çeşitli bölmelerine ulaşma yollarıdır. bu bölmelerden olan pasaj, salon yerine geçer. pasajlarda cadde, başka yerlerdekinden çok daha fazla olmak üzere, kendini kitlenin döşenmiş ve yaşanmış iç mekanı niteliğiyle sergiler.
caddeler toplumun konutudur. toplum her zaman uyanık, sonrasız, devingen bir varlıktır; bireylerin kendi dört duvarlarının koruması altında yaşadıklarını, denediklerini, öğrendiklerini ve düşündüklerini, o da binaların dış duvarları arasında yaşar, dener, öğrenir ve düşünür. bu toplum için firmaların parlak emaye tabelaları, bir burjuvanın salonundaki yağlı boya tablo kadar iyi bir duvar süsü niteliğindedir. üstünde "afiş yapıştırmak yasaktır" yazılı duvarlar, onun için yazı yazabileceği yerlerdir; gazeteci kulübeleri, kitaplıklarıdır; mektup kutuları, heykelleridir; sıralar, yatak odasının mobilyalarıdır; cafe'lerin terasları ise, aşağıya, evinin avlusuna bakmak için çıktığı cumbalardır. yol işçilerinin ceketlerini astıkları parmaklıklar, vestiyeridir; binaların avluların karmaşasından dışarı uzanan ana girişleri, yani burjuva insanını korkutan uzun koridorlar, toplum için kentin çeşitli bölmelerine ulaşma yollarıdır. bu bölmelerden olan pasaj, salon yerine geçer. pasajlarda cadde, başka yerlerdekinden çok daha fazla olmak üzere, kendini kitlenin döşenmiş ve yaşanmış iç mekanı niteliğiyle sergiler.
serüven
jean-paul sartre
her çeşit serüveni tatmak isterdim. yanlış trene binmek. bilmedik bir şehirde inmek. cüzdanını kaybetmek, yanlışlıkla tevkif edilip geceyi içerde geçirmek. bence serüven, ille de olağanüstü olması gerekmeyen ama olağanın dışına çıkan bir olay diye tanımlanabilir.
galiba yalan söylüyorum, galiba bütün hayatım boyunca bir tek serüven bile yaşamadım ya da serüven kelimesinin ne gibi bir anlamı olduğunu bile bilmiyorum.
başımdan tek serüven geçmedi. hikayeler, olaylar, kazalar ne isterseniz var bende. ama serüven yok. bu kelimelerle ilgili bir soru değil, şimdi anlıyorum. farkında olmadan, kendisine her şeyden daha fazla bağlandığım bir şey vardı. aşk değildi bu, tanrı da değildi; ün kazanmak, zengin olmak da değildi. bu.. kısacası, belli zamanlarda hayatımın zor rastlanır, değerli bir nitelik kazanacağını ummuştum. olağanüstü durumlar söz konusu değildi. bütün istediğim biraz şaşmazlıktı. hayatımın göz alıcı hiçbir yanı yoktu; ama ara sıra, örneğin kahvelerde müzik çalındığı zaman, geçmişe yönelip bir zamanlar londra'da, meknes'te, tokyo'da tatlı anlar geçirmiştim, benim de başımdan serüvenler geçmişti diyordum. bu, elimden alındı bugün. ortada hiçbir neden yokken, birden, 10 yıldır kendime yalan söyleyip durduğumu anladım. serüvenler kitaplardadır. kitaplarda anlatılanların hepsi hayatta gerçekleşebilir tabi; ama aynı biçimde değil. oysa, benim için o gerçekleşme biçimi önemliydi.
önce, başlangıçların gerçek başlangıçlar olması gerekiyordu.
her çeşit serüveni tatmak isterdim. yanlış trene binmek. bilmedik bir şehirde inmek. cüzdanını kaybetmek, yanlışlıkla tevkif edilip geceyi içerde geçirmek. bence serüven, ille de olağanüstü olması gerekmeyen ama olağanın dışına çıkan bir olay diye tanımlanabilir.
galiba yalan söylüyorum, galiba bütün hayatım boyunca bir tek serüven bile yaşamadım ya da serüven kelimesinin ne gibi bir anlamı olduğunu bile bilmiyorum.
başımdan tek serüven geçmedi. hikayeler, olaylar, kazalar ne isterseniz var bende. ama serüven yok. bu kelimelerle ilgili bir soru değil, şimdi anlıyorum. farkında olmadan, kendisine her şeyden daha fazla bağlandığım bir şey vardı. aşk değildi bu, tanrı da değildi; ün kazanmak, zengin olmak da değildi. bu.. kısacası, belli zamanlarda hayatımın zor rastlanır, değerli bir nitelik kazanacağını ummuştum. olağanüstü durumlar söz konusu değildi. bütün istediğim biraz şaşmazlıktı. hayatımın göz alıcı hiçbir yanı yoktu; ama ara sıra, örneğin kahvelerde müzik çalındığı zaman, geçmişe yönelip bir zamanlar londra'da, meknes'te, tokyo'da tatlı anlar geçirmiştim, benim de başımdan serüvenler geçmişti diyordum. bu, elimden alındı bugün. ortada hiçbir neden yokken, birden, 10 yıldır kendime yalan söyleyip durduğumu anladım. serüvenler kitaplardadır. kitaplarda anlatılanların hepsi hayatta gerçekleşebilir tabi; ama aynı biçimde değil. oysa, benim için o gerçekleşme biçimi önemliydi.
önce, başlangıçların gerçek başlangıçlar olması gerekiyordu.
14.04.2010
bütün öyküleri 1
anton çehov
şurası bir gerçek ki, yeryüzünde salt mutluluk diye bir şey yoktur. mutluluk kendi zehrini içinde taşır ya da dışarıdan başka bir şey işin içine karışıp onu zehirler.
çağımızda insanın inançlarını yitirmesi eski eldivenlerini yitirmesi kadar kolaydır.
şahindi, kargaya kul oldu.
insanlara olan inancımı yitirdim, kimseye güvenim kalmadı.
yaşam yolunda, aşk için, her günü çiçek koparır gibi koparırız.
şurası bir gerçek ki, yeryüzünde salt mutluluk diye bir şey yoktur. mutluluk kendi zehrini içinde taşır ya da dışarıdan başka bir şey işin içine karışıp onu zehirler.
çağımızda insanın inançlarını yitirmesi eski eldivenlerini yitirmesi kadar kolaydır.
şahindi, kargaya kul oldu.
insanlara olan inancımı yitirdim, kimseye güvenim kalmadı.
yaşam yolunda, aşk için, her günü çiçek koparır gibi koparırız.
kyra kyralina
panait istrati
insanın yaşamının ne olduğunu kavrayan bir varlık olduğunu söyleyenler yanılıyor. anlama yetisi pek bir işe yaramaz; konuşuyor olması aptallığını yok etmez. ancak insan kardeşinin acısını sezip duyumsamaya gelince, aptallığı hayvanlarınkini geçer.
yeryüzünde hiçbir yaratık insan kadar alçalamaz.
ne denli güçlü olursa olsun yeryüzünde it kopuk takımı arasına düşüp de alçalmayacak insan yoktur.
bir panayırda herkesle iyi geçinmek bilgeliktir. insan bir çırpıda bir sürü insanla tanışır, sonra hop diye ayrılır ama gezgin bir satıcının başka bir gezgin satıcıya rastlaması, bir rahmetlinin kendisini gömmüş papaza rastlamasından çok daha kolaydır.
her mutluluğun bir de ters yüzü var, yaşamı bile ölümle ödüyoruz. bundan ötürü yaşamın tadını çıkarmak gerekir. gününüzü gün edin; öyle ki, son yargı gelip çattığında hiçbir şey için pişman olmayasınız.
yüreğinde duygu bulunmayan bir adam, canlıların yaşamasına engel olan bir ölüdür.
doğum meleklerinin verdikleri karar arzularımızdan daha güçlüdür.
tutkulu bir yüreği yıkıma götürecek birkaç yol vardır. bunların en kolayı yumuşacık konuşmaktır.
çayırkuşu olsaydım
onun gibi maviliklere dalardım
ama bir daha inmezdim
insanların buğday ekip biçtikleri
nedenini bilmeden ekip biçtikleri yeryüzüne
kimi zaman sokakta, yüzü gözü sararmış, dalgın bakışlı bir adam ya da hıçkırıklar içinde bir kadın görürüz. gerçekten hayvandan üstün yaratıklar olsaydık, o adamla o kadını hemen durdurmamız, yardım elimizi uzatmamız gerekirdi. benim gözümde insan denen varlığı hayvandan üstün kılan tek şey budur! oysa bunun izi bile yoktur!
duygulu yüreklere çöken büyük acılarda insan o talihsizliğin gerçekten başına geldiğine, yapacak bir şey bulunmadığına inanmakta epey güçlük çeker.
tek bir adamın iyi yürekliliği, bin kişinin kötülüğünden daha güçlü; kötülük, onu yapanla birlikte ölüp gidiyor; iyilikse dürüst adamın yok oluşundan sonra bile ışık saçmayı sürdürüyor.
bir insanın yaşamı ne anlatılabilir ne de yazılabilir. hele dünyayı seven, baştan başa dolaşan bir adamınki hiçbir anlatıya sığmaz. hele bu insan tutkulu biriyse, dünyanın dört bir yanına seğirtirken bütün acı ve mutlulukları tatmışsa, yaşamıyla ilgili şöyle canlı bir görüntü yansıtabilmek önce anlatanın kendisi için, sonra da onu dinleyenler için olanaksızdır.
güçlü, fırtınalı, aynı zamanda serüvenci bir ruha sahip insanın sürdüğü yaşamın büyüsü, çarpıcılığı, ilginçliği her zaman göze çarpan olaylarda değildir. güzellik çoğu kez küçük ayrıntılardadır. iyi de kim dinler ayrıntıyı? kim tadına varır? en önemlisi kim anlar?
ne büyük mutluluktur güzelim insan toprağında cana can katan özsuyunu size aktaran yüreğin kuş gibi çırpınışını duyumsamak ve ne kadar talihsizdir böyle bir mutluluğu tadamayan insan?
kavrayışlı insan, er geç insanın yüreğindeki bilinçli dinginliği sever. kasıp kavuran duygusal gürültü patırtının boşluğunu anlar. bunu olabildiğince erken anlayan insan mutludur. böylece varoluşun tadını daha iyi çıkarır.
hey ulu tanrım, yaşam bize nerede, ne zaman tattırır gölgesiz sevinçleri?
insanın yaşamının ne olduğunu kavrayan bir varlık olduğunu söyleyenler yanılıyor. anlama yetisi pek bir işe yaramaz; konuşuyor olması aptallığını yok etmez. ancak insan kardeşinin acısını sezip duyumsamaya gelince, aptallığı hayvanlarınkini geçer.
yeryüzünde hiçbir yaratık insan kadar alçalamaz.
ne denli güçlü olursa olsun yeryüzünde it kopuk takımı arasına düşüp de alçalmayacak insan yoktur.
bir panayırda herkesle iyi geçinmek bilgeliktir. insan bir çırpıda bir sürü insanla tanışır, sonra hop diye ayrılır ama gezgin bir satıcının başka bir gezgin satıcıya rastlaması, bir rahmetlinin kendisini gömmüş papaza rastlamasından çok daha kolaydır.
her mutluluğun bir de ters yüzü var, yaşamı bile ölümle ödüyoruz. bundan ötürü yaşamın tadını çıkarmak gerekir. gününüzü gün edin; öyle ki, son yargı gelip çattığında hiçbir şey için pişman olmayasınız.
yüreğinde duygu bulunmayan bir adam, canlıların yaşamasına engel olan bir ölüdür.
doğum meleklerinin verdikleri karar arzularımızdan daha güçlüdür.
tutkulu bir yüreği yıkıma götürecek birkaç yol vardır. bunların en kolayı yumuşacık konuşmaktır.
çayırkuşu olsaydım
onun gibi maviliklere dalardım
ama bir daha inmezdim
insanların buğday ekip biçtikleri
nedenini bilmeden ekip biçtikleri yeryüzüne
kimi zaman sokakta, yüzü gözü sararmış, dalgın bakışlı bir adam ya da hıçkırıklar içinde bir kadın görürüz. gerçekten hayvandan üstün yaratıklar olsaydık, o adamla o kadını hemen durdurmamız, yardım elimizi uzatmamız gerekirdi. benim gözümde insan denen varlığı hayvandan üstün kılan tek şey budur! oysa bunun izi bile yoktur!
duygulu yüreklere çöken büyük acılarda insan o talihsizliğin gerçekten başına geldiğine, yapacak bir şey bulunmadığına inanmakta epey güçlük çeker.
tek bir adamın iyi yürekliliği, bin kişinin kötülüğünden daha güçlü; kötülük, onu yapanla birlikte ölüp gidiyor; iyilikse dürüst adamın yok oluşundan sonra bile ışık saçmayı sürdürüyor.
bir insanın yaşamı ne anlatılabilir ne de yazılabilir. hele dünyayı seven, baştan başa dolaşan bir adamınki hiçbir anlatıya sığmaz. hele bu insan tutkulu biriyse, dünyanın dört bir yanına seğirtirken bütün acı ve mutlulukları tatmışsa, yaşamıyla ilgili şöyle canlı bir görüntü yansıtabilmek önce anlatanın kendisi için, sonra da onu dinleyenler için olanaksızdır.
güçlü, fırtınalı, aynı zamanda serüvenci bir ruha sahip insanın sürdüğü yaşamın büyüsü, çarpıcılığı, ilginçliği her zaman göze çarpan olaylarda değildir. güzellik çoğu kez küçük ayrıntılardadır. iyi de kim dinler ayrıntıyı? kim tadına varır? en önemlisi kim anlar?
ne büyük mutluluktur güzelim insan toprağında cana can katan özsuyunu size aktaran yüreğin kuş gibi çırpınışını duyumsamak ve ne kadar talihsizdir böyle bir mutluluğu tadamayan insan?
kavrayışlı insan, er geç insanın yüreğindeki bilinçli dinginliği sever. kasıp kavuran duygusal gürültü patırtının boşluğunu anlar. bunu olabildiğince erken anlayan insan mutludur. böylece varoluşun tadını daha iyi çıkarır.
hey ulu tanrım, yaşam bize nerede, ne zaman tattırır gölgesiz sevinçleri?
13.04.2010
kurtuluş savaşı
şaban iba
mütareke sonrası kurulan müdafai hukuk cemiyetleri ittihatçılarca kuruldu.
vahdettin tarafından feshedilen meclisi mebusan'ın büyük çoğunluğunu ittihatçılar oluşturuyordu.
anadolu'ya geçen milletvekiller, aydınlar ve ilk mücadeleyi başlatan mustafa kemal dahil subay ve komutanlar ittihatçıydı.
damat ferit paşa hükümeti, 10 ağustos 1920'de paris yakınlarındaki sevr kasabasında sevr barış anlaşmasını osmanlı devleti adına imzaladı.
salihli'de kuşçubaşı sencer bey'in çiftliğinde ilk silahlı grubunu kuran ve giderek bölgedeki bağımsız grupları birleştiren çerkez ethem, kısa zamanda 6 bin kişilik bir güç toplayarak, yunanlılara karşı batı cephesini tek başına elinde tutan bir ordu kurmuştu.
eşref sencer kuşçubaşı, teşkilatı mahsusa'nın başkanıydı. kendi çiftliğini kaçak silah ve cephane deposu olarak ilk direniş eylemlerine bir üs olarak hazırlamıştı.
güneyde italyanlar hiçbir sorun çıkarmadıkları gibi, üstelik yunanlılara karşı mücadelede kuvayi milliye'ye yardım da ediyorlardı. fransızların da güney ve güney doğuda ciddi bir tehlike oluşturdukları söylenemezdi. sadece kilikya'da ermeni sorunu vardı.
sonuç olarak, bu mücadele süreci resmi ve popüler söylemin aksine, belki de dünyanın en kısa süreli, en az kayıplı ve en az sayıda güçlerin çarpıştığı bir bağımsızlık mücadelesi haline dönüşecek ve başarıya ulaşacaktı.
mütareke sonrası kurulan müdafai hukuk cemiyetleri ittihatçılarca kuruldu.
vahdettin tarafından feshedilen meclisi mebusan'ın büyük çoğunluğunu ittihatçılar oluşturuyordu.
anadolu'ya geçen milletvekiller, aydınlar ve ilk mücadeleyi başlatan mustafa kemal dahil subay ve komutanlar ittihatçıydı.
damat ferit paşa hükümeti, 10 ağustos 1920'de paris yakınlarındaki sevr kasabasında sevr barış anlaşmasını osmanlı devleti adına imzaladı.
salihli'de kuşçubaşı sencer bey'in çiftliğinde ilk silahlı grubunu kuran ve giderek bölgedeki bağımsız grupları birleştiren çerkez ethem, kısa zamanda 6 bin kişilik bir güç toplayarak, yunanlılara karşı batı cephesini tek başına elinde tutan bir ordu kurmuştu.
eşref sencer kuşçubaşı, teşkilatı mahsusa'nın başkanıydı. kendi çiftliğini kaçak silah ve cephane deposu olarak ilk direniş eylemlerine bir üs olarak hazırlamıştı.
güneyde italyanlar hiçbir sorun çıkarmadıkları gibi, üstelik yunanlılara karşı mücadelede kuvayi milliye'ye yardım da ediyorlardı. fransızların da güney ve güney doğuda ciddi bir tehlike oluşturdukları söylenemezdi. sadece kilikya'da ermeni sorunu vardı.
sonuç olarak, bu mücadele süreci resmi ve popüler söylemin aksine, belki de dünyanın en kısa süreli, en az kayıplı ve en az sayıda güçlerin çarpıştığı bir bağımsızlık mücadelesi haline dönüşecek ve başarıya ulaşacaktı.
house m.d.
bir şey yapmamak plan değildir. hatta plan eksikliğidir.
asperger sendromu oldukça nadir görülen bir otizmdir. tipik olarak arkadaş edinmede zorluk çekme, tek başına oyun oynama, herkesin uyduğu kurallara uyamama ve alıştıkları şeyin değişmesini istememe gibi davranışlarla kendini belli eder.
tatlı çocuklar berbat hastalıklardan ölür.
çocuğun ameliyat edilmesi gerekiyor. o zaman tekrar yürüyebilir de. mıknatıs yutmuş. kesip almalıyız. buzdolabının üzerine yapıştırılan bir şeyi yutmuş. darwin, bırakın ölsün, derdi.
eğer gezegende acı çeken insanları düşünseydik hayat yaşanmaz bir hal alırdı.
zaman her şeyi değiştirir. insanlar böyle söyler. fakat doğru değil. bir şeyler yapılırsa bir şeyler değişir. bir şey yapmamak her şeyi olduğu gibi bırakır.
eğer verecek bir cevap yoksa, neden konuşalım ki?
eğer yalan söylemeyi bilmiyorsan sana yalan söylendiğini anlayamazsın.
gerçekle bağlantısını koparan dindar insanlardan nefret ediyorum. üç defa buluştukları biriyle evleniyorlarsa bir sorunları vardır.
kutularla sorunu olan insanlar kutulara sığmayan insanlardır.
kibarlık bir semptomdur. üç mağara adamı mızrakla kendilerine doğru koşan bir yabancı görür. biri dövüşür, biri kaçar, biri de gülümser ve adamı yemeğe davet eder. son adam soyunu sürdürecek kadar hayatta kalamadı.
asperger sendromu oldukça nadir görülen bir otizmdir. tipik olarak arkadaş edinmede zorluk çekme, tek başına oyun oynama, herkesin uyduğu kurallara uyamama ve alıştıkları şeyin değişmesini istememe gibi davranışlarla kendini belli eder.
tatlı çocuklar berbat hastalıklardan ölür.
çocuğun ameliyat edilmesi gerekiyor. o zaman tekrar yürüyebilir de. mıknatıs yutmuş. kesip almalıyız. buzdolabının üzerine yapıştırılan bir şeyi yutmuş. darwin, bırakın ölsün, derdi.
eğer gezegende acı çeken insanları düşünseydik hayat yaşanmaz bir hal alırdı.
zaman her şeyi değiştirir. insanlar böyle söyler. fakat doğru değil. bir şeyler yapılırsa bir şeyler değişir. bir şey yapmamak her şeyi olduğu gibi bırakır.
eğer verecek bir cevap yoksa, neden konuşalım ki?
eğer yalan söylemeyi bilmiyorsan sana yalan söylendiğini anlayamazsın.
gerçekle bağlantısını koparan dindar insanlardan nefret ediyorum. üç defa buluştukları biriyle evleniyorlarsa bir sorunları vardır.
kutularla sorunu olan insanlar kutulara sığmayan insanlardır.
kibarlık bir semptomdur. üç mağara adamı mızrakla kendilerine doğru koşan bir yabancı görür. biri dövüşür, biri kaçar, biri de gülümser ve adamı yemeğe davet eder. son adam soyunu sürdürecek kadar hayatta kalamadı.
11.04.2010
yuvadaki şeytan
milena jesenska
neden bütün ya da hemen hemen bütün modern evliliklerin mutsuz olduğu sorusu (sanki sadece modern evlilikler mutsuzmuş ve modern olmayanlar mutluymuş gibi), bütün edebiyatın -ciddiyetle- ve her beş çayı sohbetinin -ciddiyetten uzak bir biçimde- etrafında döndüğü, son moda sorulardan biri. dünya üzerindeki her soru, toplumun gevezeliklerine olduğu kadar, felsefi incelemeye de uygundur ve tabiri caizse, sokaktaki insanın konuştuğu her konuyu, biz gazeteciler de ele alırız. yine de bu soru beni her seferinde afallatır; modern evliliklerin neden mutsuz olduğunu söyleyemeyeceğimden değil -bir gazetecinin yanıtlayamayacağı soru olur mu hiç?- kendi kendime tekrar tekrar şu soruyu sorduğum için: neden mutlu olsunlar ki?
zaten mesele de burada başlıyor. iki insan; hayatın bir yığın umutsuzluğuna, üzüntüsüne ve çaresizliğine teslim olmuş iki küçük, yalnız zavallıcık, bu akılalmaz, korkunç ve rahatsız edici büyüklükteki, dev yerküre üzerinde iki miniminnacık insan, ikisi de hem doğuştan, hem de doğanın ve hukukun kanunları doğrultusunda mutsuzken birdenbire -sabah dokuz buçuk sularında- aynı evin, aynı soyadın, aynı mal varlığının, aynı kaderin içine kapatılıyorlar; pat diye, bir anda, sırf birlikte oldukları için, mutlu mu olsunlar?
bana öyle geliyor ki, iki insan birbirleriyle, birlikte mutlu olmak istediği için evlendiği anda, işte tam da o anda, kendini mutlu olma ihtimalinden mahrum bırakmış, bu ihtimalin önüne geçmiş olur. mutlu olmak için evlenmek tıpkı iki milyon için, bir araba için ya da baronluk için evlenmek kadar kar amaçlıdır ve o iki milyon, araba ya da baronluk gibi mutluluk da mutlu olmaya yetmez. bu dünyada cezasız kalmayacak bir şey varsa, o da manevi konularda yapılan hesap kitaplardır.
iki insanın birbiriyle evlenmesinin tek bir mantıklı sebebi vardır; o da, onlar için birbirleriyle evlenmemenin imkansız olmasıdır. birbirleri olmadan yaşayamamalarıdır. bütün o romantizm, duygusallık, trajedi olmaksızın. bu tür evlilikler vardır, her gün karşılaşırız böylesiyle ve -ister sevgi deyin, ister başka bir şey- bu duygu kesinlikle dünyanın en meşru ve en güçlü duygusudur. peki, yaşarken bu duyguyu geçiştirenlerin, bastıranların, hafifletmeye çalışanların, ondan kaçanların sayısı kaçtır?
iki insan, birlikte yaşamak için evlenir. olağanüstü güzel, sıradışı bir hediye olan bu imkana neden bir de mutluluğun eklenmesi gerekiyor ki? insanlar neden hiçbir zaman yaldızsız, gerçek boyutlarla yetinmiyorlar da allı pullu yalanları tercih ediyorlar? neden birbirlerine, kendilerinin ve üstelik dünyanın, doğanın, gökyüzünün, kaderin ve hayatın da tutamayacağı, hiçbir zaman hiçbir yerde kimsenin yerine getiremeyeceği sözler veriyorlar? gerçek, kutsal, dünyevi bir sözleşmeye neden mutluluk gibi son derece edebi bir hayale yönelik talepler koyuyorlar? nasıl oluyor da karşı taraftan, kendilerinin vermeye hazır olduklarından fazlasını bekliyorlar; daha doğrusu nasıl oluyor da bir şey bekliyorlar, ortak hayat denilen bu kadar büyük, bu kadar ciddi, bu kadar derin bir olay karşısında?
evlenmeye kalkmadan önce evliliğe bilinçli bir biçimde yaklaşırsak, bugün düşünmediğimiz birtakım şeylerin farkına varırız. mesela beraber yaşamanın yalnız yaşamaktan sadece daha kolay değil, aynı zamanda daha zor olduğunun. yalnız insanın yalnızlığını telafi eden birçok kolaylık vardır: mesela yarı sorumluluk ya da özgürlük ya da bağımsızlık ya da belki sadece avustralya'ya seyahat etme imkanı. fakat evlilik zordur; çünkü kişi bağlandığı andan itibaren, evliliğin kendisine sunmadığı her şeyden, kelimenin tam anlamıyla her şeyden vazgeçmek zorunda kalır. bu da modern evliliğin çuvallamasına neden olan ikinci noktadır:
insanlar birbirleri hakkında olumlu karar vermeden evlenirler; daha doğrusu, diğer her şeyden vazgeçmeye karar vermeden.
bir insanı tanımak, inanılmaz zor bir iştir. bir insanı ilk olarak baş başa bir sohbetin ilk yarım saatinde ve ikinci kez, ancak 10 yıl birlikte yaşadıktan sonra tanıyabileceğimizi söylersem, sanırım abartmış olmam. ayrıca şuna inanıyorum ki, iki insanın kim olduklarını ve kiminle evlendiklerini düğünden önce sezebilmeleri bile mümkün değildir. birisi ötekinin bütün davranışlarını, bütün fikirlerini, tutkularını, kanaatlerini, inançlarını bilse bile; çorapları, uykuda çapaklanmış gözleri, her sabah diş fırçalarken ağzını çalkalayış şekli ve özellikle, garsona bahşiş verişi hakkında henüz hiçbir fikri yoktur; çünkü insan derinlerde aldatır ama yüzeyde onu tanıyabilirsin. kısacası, her bir evliliğin içinde binlerce hayal kırıklığı riski ve her türlü içsel çuvallama ihtimali saklıdır; ki bunlara karşı kullanılabilecek tek bir silah vardır: hepsini daha baştan üstlenmek. evrensel bir anlaşma, milliyet, politik ve dinsel aidiyet gibi bir insanın iç dünyasıyla ilintili çeşitli özelliklerin sevgi uğruna hoş görülmesini gerektirir; zaten bunları hoş görürüz de. ama biraz daha derine inelim: o insanın yüzeydeki özelliklerini de hoş görelim. anna kareninavari modern histeriyi bir tarafa bırakalım ve birbirimizin kepçe kulaklarını, yamuk bağlanmış kravatlarını hoş görelim.
her insan, kendi içinde sınırları belli bir dünyadır. aksine, bir insan ne kadar kendine has olursa, bütünselliğe o kadar yakındır. imkanları, yetenekleri ne kadar azsa, bu imkan ve yetenekler o kadar derin ve esaslıdır. ve eğer tek bir yeteneği varsa, en değerlisi de budur. fakat nasıl ki sarışın bir insandan aynı zamanda -mesela salı ve cuma günleri, değişiklik olsun diye- koyu renk saçlı olmasını bekleyemezsek, kılı kırk yaran birinden shimmy dansı yapmasını, bir kafasızdan kierkegaard'ı anlamasını, melankolik bir insandan şarkı söylemesini, bir münzeviden evinde parti vermesini de bekleyemeyiz.
bu basit bir hesap ve pek az insanın bunu anlaması tuhaf. genelde insanlar birbirlerini, ötekinin iç dünyasının özünü oluşturan şeyle suçluyor ve ötekinin özüne tahammül etmenin; hatta ötekinin kendini neyse o olduğu için haklı hissetmesini sağlayacak şekilde tahammül etmenin tam da evliliğin gerektirdiği bir görev olduğunu hiç düşünmüyorlar. en nihayetinde bir insanın ötekinden beklediği sadece kendisini onaylamasıdır. sevildiğinin kanıtıdır; oysa.. hepimizin böyle bir "oysa"sı vardır ve karşımızdaki kişi işte bu yüzden mutsuz olur.
insanların yalnızca cinsel, erotik, maddi, sosyal ihtiyaç sebebiyle birlikte yaşadıklarına asla inanmam; insanlar, bir arkadaşları olsun diye birlikte yaşıyorlar. onları ceza, intikam, fena düşünceler, adalet ve vicdan azabından koruyacak biri olsun diye. yoksa siz gerçekten bir yuvanın başka bir şey olduğunu, insanı korumaktan, dünyadan ve asıl kendi benliğinin içsel aynasından korumaktan başka bir görevi olduğunu mu sanıyordunuz?
erkeğin kadına ve kadının erkeğe verebileceği en büyük söz, çocuklara gülümseyerek söylemeye özen gösterilen şu derin cümledir: "senden vazgeçmem." "seni ölene dek seveceğim" ya da "sana ölene dek sadık kalacağım"dan daha fazla bir şey değil mi bu? "senden vazgeçmem." her şey bu cümlenin altında yatıyor. insanın insana gösterdiği özen, insanın insana dürüstlüğü, yuva, sadakat, aidiyet, bizzat verilen karar, arkadaşlık. böyle sözler, zavallı, değersiz bir mutlulukla karşılaştırıldığında ne kadar da muazzam!
evet, uzun lafın kısası, bana neredeyse öyle geliyor ki, evliliklerimiz onları kendimiz için korkunç basitleştirdiğimizden bu kadar mutsuz. birinden tutamayacağı bir söz almak ve bir yıl sonra, o sözü tutamadığında küserek kaçıp gitmek büyük rahatlık. bence insanın tutabileceği sözü vermesi ve sonra da gerçekten o sözü tutması çok daha güç. bütün o fantastik ruh derinlikleri, insana yakışır şekilde davranılmasını gerektiren ilk gerçekten zor durumda işe yaramadığı ortaya çıkan birer bahane.
peki ama neden insanlar, mesela kızartma yandığında ya da ikisinden biri akşam yemeğine geciktiğinde birbirlerine bağırmayacaklarına dair söz vermiyorlar? neden eve gelirken çantalarında bir portakal, bir demet menekşe, kohinoor marka yepyeni bir kurşunkalem ya da bir torba kuru üzüm getirmeye hiçbir zaman üşenmeyecekleri konusunda söz vermiyorlar? neden sabahları kahvaltı masasına ellerini yüzlerini yıkamış olarak, su ve sabun kokarak, temiz ve derli toplu giyinmiş halde -altın düğünün ertesi günü bile; ve o zamana kadar her gün- oturacaklarına dair söz vermiyorlar? neden öfkelendiklerinde karşı tarafa küçük bir çirkinlik, küçük bir ödleklik, küçük bir pislik, küçük bir iğrençlikle saldırmak yerine birbirlerine tokat atacaklarına dair söz vermiyorlar? neden birbirlerine, daima kendileriyle ve kendi ilgi alanlarıyla -bu ilgi alanı ister sanat tarihi olsun, ister futbol, ister kelebek koleksiyonu- meşgul olacaklarına dair söz vermiyorlar? neden birbirlerine karşılıklı susma özgürlüğü, yalnız kalma özgürlüğü, serbest alan özgürlüğü tanıyacaklarına dair söz vermiyorlar? neden birbirlerine, mutluluk gibi bir yan unsur yerine, bu gerçekleştirilebilir olan ama daima gözardı edilen sayısız zorlu ayrıntı konusunda söz vermiyorlar?
evliliğin bir anlamı olacaksa, bu anlam mutluluk özleminden daha geniş ve gerçekçi bir temele dayanmalı. tanrım, ne olur biraz üzüntü, biraz acı ve mutsuzluktan korkmayalım. bir kerecik olsun deneyin; yaldızlı bir gecede, yaldızlarla dolu gökyüzüyle yüz yüze gelin, ona 5 dakika boyunca dikkat, içtenlik ve gayretle bakın. ya da bir yerlerde, bir parçacık yeryüzünü gökyüzüne yakın bir yükseklikten göreceğiniz bir dağın tepesine çıkın. hayatın önemine ve mutluluğun önemsizliğine inandığınızı kısa bir süre sonra fark edeceksiniz. mutlulukmuş! sanki mutluluk imkanı yalnız ve sadece bizim içimizde değilmiş gibi! sanki mutlu olma yeteneği tıpkı şarkı söyleme, yazma, politika ya da ayakkabı yapma yeteneğine benzer özel bir kabiliyet değilmiş gibi! bir insana istediği her şeyi verin, onu sevgiye, kazanca, dilediği her şeye boğun; yine de mutlu olmayacaktır. öte yandan, başka bir insanı dayaktan gebertin, ondan sonra sokakta önüne bakarak yürürken bir öbek havuç, ucunda yeşil otlarıyla ıslak ıslak parlayan turuncu, taze havuçlar görsün, hemen mutlu olacaktır.
hayatı yaşamanın iki yolu var: bir tanesi, kaderinin sorumluluğunu üstlenmek, kendi kararlarını kendi vermek ve uygulamak, avantaj ve dezavantajları, mutluluk ve mutsuzluğu kabul etmek; cesurca, dürüstçe, pazarlık etmeden, yüce gönüllülük ve tevazuyla. diğeri ise, kaderini aramak: ama insan onu ararken sadece gücünü, zamanını, hayallerini, doğru ve iyi anlamdaki körlüğünü, içgüdülerini değil, kendi değerini de kaybeder. gittikçe yoksullaşır; yeni gelen daima önceden var olandan daha kötüdür.
bir şey daha: aramak için inanmak gerekir; inanmak içinse belki yaşamak için gerekenden daha fazla güç.
neden bütün ya da hemen hemen bütün modern evliliklerin mutsuz olduğu sorusu (sanki sadece modern evlilikler mutsuzmuş ve modern olmayanlar mutluymuş gibi), bütün edebiyatın -ciddiyetle- ve her beş çayı sohbetinin -ciddiyetten uzak bir biçimde- etrafında döndüğü, son moda sorulardan biri. dünya üzerindeki her soru, toplumun gevezeliklerine olduğu kadar, felsefi incelemeye de uygundur ve tabiri caizse, sokaktaki insanın konuştuğu her konuyu, biz gazeteciler de ele alırız. yine de bu soru beni her seferinde afallatır; modern evliliklerin neden mutsuz olduğunu söyleyemeyeceğimden değil -bir gazetecinin yanıtlayamayacağı soru olur mu hiç?- kendi kendime tekrar tekrar şu soruyu sorduğum için: neden mutlu olsunlar ki?
zaten mesele de burada başlıyor. iki insan; hayatın bir yığın umutsuzluğuna, üzüntüsüne ve çaresizliğine teslim olmuş iki küçük, yalnız zavallıcık, bu akılalmaz, korkunç ve rahatsız edici büyüklükteki, dev yerküre üzerinde iki miniminnacık insan, ikisi de hem doğuştan, hem de doğanın ve hukukun kanunları doğrultusunda mutsuzken birdenbire -sabah dokuz buçuk sularında- aynı evin, aynı soyadın, aynı mal varlığının, aynı kaderin içine kapatılıyorlar; pat diye, bir anda, sırf birlikte oldukları için, mutlu mu olsunlar?
bana öyle geliyor ki, iki insan birbirleriyle, birlikte mutlu olmak istediği için evlendiği anda, işte tam da o anda, kendini mutlu olma ihtimalinden mahrum bırakmış, bu ihtimalin önüne geçmiş olur. mutlu olmak için evlenmek tıpkı iki milyon için, bir araba için ya da baronluk için evlenmek kadar kar amaçlıdır ve o iki milyon, araba ya da baronluk gibi mutluluk da mutlu olmaya yetmez. bu dünyada cezasız kalmayacak bir şey varsa, o da manevi konularda yapılan hesap kitaplardır.
iki insanın birbiriyle evlenmesinin tek bir mantıklı sebebi vardır; o da, onlar için birbirleriyle evlenmemenin imkansız olmasıdır. birbirleri olmadan yaşayamamalarıdır. bütün o romantizm, duygusallık, trajedi olmaksızın. bu tür evlilikler vardır, her gün karşılaşırız böylesiyle ve -ister sevgi deyin, ister başka bir şey- bu duygu kesinlikle dünyanın en meşru ve en güçlü duygusudur. peki, yaşarken bu duyguyu geçiştirenlerin, bastıranların, hafifletmeye çalışanların, ondan kaçanların sayısı kaçtır?
iki insan, birlikte yaşamak için evlenir. olağanüstü güzel, sıradışı bir hediye olan bu imkana neden bir de mutluluğun eklenmesi gerekiyor ki? insanlar neden hiçbir zaman yaldızsız, gerçek boyutlarla yetinmiyorlar da allı pullu yalanları tercih ediyorlar? neden birbirlerine, kendilerinin ve üstelik dünyanın, doğanın, gökyüzünün, kaderin ve hayatın da tutamayacağı, hiçbir zaman hiçbir yerde kimsenin yerine getiremeyeceği sözler veriyorlar? gerçek, kutsal, dünyevi bir sözleşmeye neden mutluluk gibi son derece edebi bir hayale yönelik talepler koyuyorlar? nasıl oluyor da karşı taraftan, kendilerinin vermeye hazır olduklarından fazlasını bekliyorlar; daha doğrusu nasıl oluyor da bir şey bekliyorlar, ortak hayat denilen bu kadar büyük, bu kadar ciddi, bu kadar derin bir olay karşısında?
evlenmeye kalkmadan önce evliliğe bilinçli bir biçimde yaklaşırsak, bugün düşünmediğimiz birtakım şeylerin farkına varırız. mesela beraber yaşamanın yalnız yaşamaktan sadece daha kolay değil, aynı zamanda daha zor olduğunun. yalnız insanın yalnızlığını telafi eden birçok kolaylık vardır: mesela yarı sorumluluk ya da özgürlük ya da bağımsızlık ya da belki sadece avustralya'ya seyahat etme imkanı. fakat evlilik zordur; çünkü kişi bağlandığı andan itibaren, evliliğin kendisine sunmadığı her şeyden, kelimenin tam anlamıyla her şeyden vazgeçmek zorunda kalır. bu da modern evliliğin çuvallamasına neden olan ikinci noktadır:
insanlar birbirleri hakkında olumlu karar vermeden evlenirler; daha doğrusu, diğer her şeyden vazgeçmeye karar vermeden.
bir insanı tanımak, inanılmaz zor bir iştir. bir insanı ilk olarak baş başa bir sohbetin ilk yarım saatinde ve ikinci kez, ancak 10 yıl birlikte yaşadıktan sonra tanıyabileceğimizi söylersem, sanırım abartmış olmam. ayrıca şuna inanıyorum ki, iki insanın kim olduklarını ve kiminle evlendiklerini düğünden önce sezebilmeleri bile mümkün değildir. birisi ötekinin bütün davranışlarını, bütün fikirlerini, tutkularını, kanaatlerini, inançlarını bilse bile; çorapları, uykuda çapaklanmış gözleri, her sabah diş fırçalarken ağzını çalkalayış şekli ve özellikle, garsona bahşiş verişi hakkında henüz hiçbir fikri yoktur; çünkü insan derinlerde aldatır ama yüzeyde onu tanıyabilirsin. kısacası, her bir evliliğin içinde binlerce hayal kırıklığı riski ve her türlü içsel çuvallama ihtimali saklıdır; ki bunlara karşı kullanılabilecek tek bir silah vardır: hepsini daha baştan üstlenmek. evrensel bir anlaşma, milliyet, politik ve dinsel aidiyet gibi bir insanın iç dünyasıyla ilintili çeşitli özelliklerin sevgi uğruna hoş görülmesini gerektirir; zaten bunları hoş görürüz de. ama biraz daha derine inelim: o insanın yüzeydeki özelliklerini de hoş görelim. anna kareninavari modern histeriyi bir tarafa bırakalım ve birbirimizin kepçe kulaklarını, yamuk bağlanmış kravatlarını hoş görelim.
her insan, kendi içinde sınırları belli bir dünyadır. aksine, bir insan ne kadar kendine has olursa, bütünselliğe o kadar yakındır. imkanları, yetenekleri ne kadar azsa, bu imkan ve yetenekler o kadar derin ve esaslıdır. ve eğer tek bir yeteneği varsa, en değerlisi de budur. fakat nasıl ki sarışın bir insandan aynı zamanda -mesela salı ve cuma günleri, değişiklik olsun diye- koyu renk saçlı olmasını bekleyemezsek, kılı kırk yaran birinden shimmy dansı yapmasını, bir kafasızdan kierkegaard'ı anlamasını, melankolik bir insandan şarkı söylemesini, bir münzeviden evinde parti vermesini de bekleyemeyiz.
bu basit bir hesap ve pek az insanın bunu anlaması tuhaf. genelde insanlar birbirlerini, ötekinin iç dünyasının özünü oluşturan şeyle suçluyor ve ötekinin özüne tahammül etmenin; hatta ötekinin kendini neyse o olduğu için haklı hissetmesini sağlayacak şekilde tahammül etmenin tam da evliliğin gerektirdiği bir görev olduğunu hiç düşünmüyorlar. en nihayetinde bir insanın ötekinden beklediği sadece kendisini onaylamasıdır. sevildiğinin kanıtıdır; oysa.. hepimizin böyle bir "oysa"sı vardır ve karşımızdaki kişi işte bu yüzden mutsuz olur.
insanların yalnızca cinsel, erotik, maddi, sosyal ihtiyaç sebebiyle birlikte yaşadıklarına asla inanmam; insanlar, bir arkadaşları olsun diye birlikte yaşıyorlar. onları ceza, intikam, fena düşünceler, adalet ve vicdan azabından koruyacak biri olsun diye. yoksa siz gerçekten bir yuvanın başka bir şey olduğunu, insanı korumaktan, dünyadan ve asıl kendi benliğinin içsel aynasından korumaktan başka bir görevi olduğunu mu sanıyordunuz?
erkeğin kadına ve kadının erkeğe verebileceği en büyük söz, çocuklara gülümseyerek söylemeye özen gösterilen şu derin cümledir: "senden vazgeçmem." "seni ölene dek seveceğim" ya da "sana ölene dek sadık kalacağım"dan daha fazla bir şey değil mi bu? "senden vazgeçmem." her şey bu cümlenin altında yatıyor. insanın insana gösterdiği özen, insanın insana dürüstlüğü, yuva, sadakat, aidiyet, bizzat verilen karar, arkadaşlık. böyle sözler, zavallı, değersiz bir mutlulukla karşılaştırıldığında ne kadar da muazzam!
evet, uzun lafın kısası, bana neredeyse öyle geliyor ki, evliliklerimiz onları kendimiz için korkunç basitleştirdiğimizden bu kadar mutsuz. birinden tutamayacağı bir söz almak ve bir yıl sonra, o sözü tutamadığında küserek kaçıp gitmek büyük rahatlık. bence insanın tutabileceği sözü vermesi ve sonra da gerçekten o sözü tutması çok daha güç. bütün o fantastik ruh derinlikleri, insana yakışır şekilde davranılmasını gerektiren ilk gerçekten zor durumda işe yaramadığı ortaya çıkan birer bahane.
peki ama neden insanlar, mesela kızartma yandığında ya da ikisinden biri akşam yemeğine geciktiğinde birbirlerine bağırmayacaklarına dair söz vermiyorlar? neden eve gelirken çantalarında bir portakal, bir demet menekşe, kohinoor marka yepyeni bir kurşunkalem ya da bir torba kuru üzüm getirmeye hiçbir zaman üşenmeyecekleri konusunda söz vermiyorlar? neden sabahları kahvaltı masasına ellerini yüzlerini yıkamış olarak, su ve sabun kokarak, temiz ve derli toplu giyinmiş halde -altın düğünün ertesi günü bile; ve o zamana kadar her gün- oturacaklarına dair söz vermiyorlar? neden öfkelendiklerinde karşı tarafa küçük bir çirkinlik, küçük bir ödleklik, küçük bir pislik, küçük bir iğrençlikle saldırmak yerine birbirlerine tokat atacaklarına dair söz vermiyorlar? neden birbirlerine, daima kendileriyle ve kendi ilgi alanlarıyla -bu ilgi alanı ister sanat tarihi olsun, ister futbol, ister kelebek koleksiyonu- meşgul olacaklarına dair söz vermiyorlar? neden birbirlerine karşılıklı susma özgürlüğü, yalnız kalma özgürlüğü, serbest alan özgürlüğü tanıyacaklarına dair söz vermiyorlar? neden birbirlerine, mutluluk gibi bir yan unsur yerine, bu gerçekleştirilebilir olan ama daima gözardı edilen sayısız zorlu ayrıntı konusunda söz vermiyorlar?
evliliğin bir anlamı olacaksa, bu anlam mutluluk özleminden daha geniş ve gerçekçi bir temele dayanmalı. tanrım, ne olur biraz üzüntü, biraz acı ve mutsuzluktan korkmayalım. bir kerecik olsun deneyin; yaldızlı bir gecede, yaldızlarla dolu gökyüzüyle yüz yüze gelin, ona 5 dakika boyunca dikkat, içtenlik ve gayretle bakın. ya da bir yerlerde, bir parçacık yeryüzünü gökyüzüne yakın bir yükseklikten göreceğiniz bir dağın tepesine çıkın. hayatın önemine ve mutluluğun önemsizliğine inandığınızı kısa bir süre sonra fark edeceksiniz. mutlulukmuş! sanki mutluluk imkanı yalnız ve sadece bizim içimizde değilmiş gibi! sanki mutlu olma yeteneği tıpkı şarkı söyleme, yazma, politika ya da ayakkabı yapma yeteneğine benzer özel bir kabiliyet değilmiş gibi! bir insana istediği her şeyi verin, onu sevgiye, kazanca, dilediği her şeye boğun; yine de mutlu olmayacaktır. öte yandan, başka bir insanı dayaktan gebertin, ondan sonra sokakta önüne bakarak yürürken bir öbek havuç, ucunda yeşil otlarıyla ıslak ıslak parlayan turuncu, taze havuçlar görsün, hemen mutlu olacaktır.
hayatı yaşamanın iki yolu var: bir tanesi, kaderinin sorumluluğunu üstlenmek, kendi kararlarını kendi vermek ve uygulamak, avantaj ve dezavantajları, mutluluk ve mutsuzluğu kabul etmek; cesurca, dürüstçe, pazarlık etmeden, yüce gönüllülük ve tevazuyla. diğeri ise, kaderini aramak: ama insan onu ararken sadece gücünü, zamanını, hayallerini, doğru ve iyi anlamdaki körlüğünü, içgüdülerini değil, kendi değerini de kaybeder. gittikçe yoksullaşır; yeni gelen daima önceden var olandan daha kötüdür.
bir şey daha: aramak için inanmak gerekir; inanmak içinse belki yaşamak için gerekenden daha fazla güç.
beyrut
ece temelkuran
o, bu pazar burada değil.
o biri de değil ama sanki bizden biri. bizimle yaşıyor, apartmanımızda ama aslında yok gibi. hepimiz bir araya gelsek söyleyemeyiz tam nerede olduğunu. sanki sadece hepimizin toplamı gibi. birbirimizle olan hesaplarımızın toplamı. kavgamızın ve sonra bitirmeden uykuya yatırdığımız kavgamızın hepsi. kuyusuna günahlarımızı ve kahkahalarımızı attığımız biri gibi. adını pek sık anmayız. çünkü hepimiz biliyoruz neden bahsettiğimizi. her şeyin sebebi o çünkü.
kurşun yaraları vardı başından beri. yağmur yağdığında zamanın tozu akardı yarasından, kurum gibi. ama gözü alışınca insanın, yaraları görmezsin. biz görmedik. bizim gözümüz böyle alıştı. zaten hepimiz biraz ona benzemiştik sonunda. acıyan yerlerimizi birbirine dayayarak susturmayı ondan öğrenmiştik.
bırakıp gitsen, çok seven bir kadını terk etmek gibi bir çentik bırakır sende. geri dönsen, "ben seni hiç çağırmadım ki" diyen bir erkek, zalim.
ne zaman inansan aldatan, ne zaman silahlarını kuşansan seni zırhınla, savaşsız kalmış bir asker gibi güneşinin altında yalnız bırakan bir hali vardı.
itip kakardı insanı. ancak yediği dayakları affede affede büyümeyi öğrenmiş bir çocuksan seversin onu. çünkü nefret etmeyi de bilmelisin eğer onu seveceksen. bunu bilmeyenler gelir geçer. anlatamadıklarını hep bildikleri, yine de durmadan anlattıkları bir hikayeyi alıp ondan, giderler.
niye ona gelip duruyorlar, biliyor musun? çünkü her seferinde gençliklerini geri veriyor onlara. onda öyle bir şey var. kim tanısa öyle der. demeyebilirler belki; ama döne döne ona gelmelerinin sebebi bu. anlattıkları yüzünden. her gün yeniden anlatabildiği yeni hikayeler yüzünden. sonrasını merak ediyorsun ya, o seni çocuk yapıyor bir bakıma. soysuz sopsuz, hesap vereceği evi olmayan bir çocuk. hep yarın var, dün yok onda. o yüzden sen de dünün olmadığı bir yaşında donup kalıyorsun onunla olunca.
durmadan konuşur. çok konuşur. üstelik elini kolunu çok oynatır konuşurken. kaşlarını çatar, aldırma. sanırsın ki hep kavga ediyor. sen de kızarsan işte o çok fena. başa çıkamazsın, gazabının sonu yoktur. gülümseyeceksin. ne zaman ki sinirlendi, gülümseyeceksin ve diyeceksin ki uygun bir dille:
"yapma haji, haram!"
dökülür kızgınlığı. nasılsa en iyi o bilmiyor mu bu gece kimsenin eve gidemeyebileceğini, yani değmeyeceğini. sırtını okşayacaksın; çünkü ancak sevildiğini bilince yumuşar. öyle tuhaf bir huyu var. sana bile saldırsa, bilirse yine de onun için orda olduğunu, ağlar bile suçluluktan. oğlan çocuğu gibi işte, tıpkı kendi hırçınlığına hayret eden ama zulmüne hükmedemeyen oğlan çocukları gibi.
sesleri çok iyi taklit eder ve her sesi ayırt eder. böyle bir özelliği var. çünkü dinleyerek yaşıyor aslında. seslere göre karar veriyor. kuşların sesini biliyor, bütün silah seslerini ve insan seslerini. arap alfabesinin ince ses ayrımlarıyla terbiye edilmiş bir kulağı var onun. bir de bu sesleri iyi ezberlemezse hayatta kalamayacağını biliyor. yani orman gibi yaşıyor biraz. seslere göre karar veriyor tehlikenin ne kadar yakında olduğuna, kimin başına bir şey geleceğini sesleri dinleyerek anlıyor.
bak, keyfetmeyi pek iyi bilir. arak'ını koy önüne, biraz kıbbe ve biraz nane. sonuna kadar gider. senin sonuna kadar. onunla bir gece geçir, gör kendini. nasıl dener seni! işlemeyeceğin bütün günahları su içer gibi işlersin, nefes alır gibi, bilmeden. sabahından korkma, zaten onu yanında bulamazsın. bu yüzden yeniden denemek istersin. o gece bir daha olsun, "belki bu sefer yanımda tutarım." dersin, hınçla ve aşkla. yok, olmaz. sahtekarların kralıdır, tavlayamazsın.
anlattırır. demeyeceğin ne varsa dedirtir sana. ağzından karnın dökülür, karnının dibinde ne tuttuysan. bu yüzden yenilirsin her seferinde zaten. o hikayeler anlatır sana ama hep kendini anlattırır. onda lat bitmez ama sen bitersin. dibini gördün mü anla ki artık sen onunla birliktesin. git, başkalarına git, dene. yok, olmaz. döner gelirsin. dibini gördün ya, kendinin esiri olursun. o yine sana anlatsın istersin, kendi dibini unutmak için artık, dinlersin. artık ancak onun hikayeleri unutturur sana kendinde gördüğünü. onun için hep daha güzel olmak istersin, hep seni beğenmeyeceğinden korkarak. bu, diri tutar seni.
çok "yani" der. yerli yersiz. neden dersen, anlaşılmayacağını sanır, ondan. yani'leri kendi cümlesini kazıp söylediklerinin içinden tamı tamına meselenin kalbini çıkarmak içindir. hikayesi çok karışık olduğu için ve sen bütün bunlar yaşanırken orada olmadığın için, hep anlamadığını düşünür. dene anlatmayı yeniden o hikayeleri, simleri dökülür, beceremezsin.
bir de durmadan, "unuttum" der, "bilmiyorum." her şeyi hatırlıyor aslında alçak! unuttuğu tek bir şey yok. sadece kimsenin o kadar zamanı yok, bunu biliyor. bu yüzden demez diyeceğini. her şeyi hatırlıyor da, niye anlatsın? neye yarayacak? "hem hikaye bitmedi ki!" böyle der.
kokusu pek bahis konusu olur. sadece insan gibi kokar oysa. insandan başka hiçbir şey kokmaz. çünkü hepimize benzer. ama hep bizden daha güzeldir. bizden başka kimsesi yok ama hiçbirimizi sallamaz. öyle on dokuz yaşında bir oğlan çocuğu gibidir, omuz atar geçer. ama sorsan hepimizden ihtiyar.
onda güzel olan ne diye sorsan, kimse söyleyemez. ben söyleyeyim. senden habersiz bir şey yaptığını sanırsın hep. müptelası olduğu budur herkesin. o seni bulana kadar onu bulamayacağın için, oturup ne yapıyor olduğunu düşünürsün. merak edersin, öfkelenirsin ve o seni bulduğunda şaşarsın kendine, nasıl hiç kızmamış gibi onu yeniden sevdiğine. onun yanında zayıfsın işte, bu halini seviyorsun. ağzına tükürüşünü seviyorsun, seni böyle aşılayışını, kendine benzetmesini.
bir gün öyledir, bir gün böyle. kafasının tası atmışsa, derhal kendine bir sığınak bulacaksın, yerin altına kaç. keyfi yerindeyse çık beraber korniş'e, denize karşı nargilesini sanki biraz önce ortalığı kurşunlayan kendi değilmiş gibi tüttürür. ve pek haşhaşlıdır. başka türlü katlanamıyor kendine muhakkak. uyuyamıyor başka türlü.
esmer, zayıfça, sıcak ve kıvırcık. baksan bir şeye benzetemezsin. ta ki sana bakacak. gözünün içine. seni çok seviyormuş gibi, kimsenin sevmediği gibi. hep seni beklemiş gibi, her şeyi anlatacakmış gibi, her şeyini verecekmiş gibi, sonrası yokmuş gibi, umurunda değilmiş gibi, dertli dertli bakacak sana.. "içimde böyle bir yer mi varmış?" dersin, oralarına kadar değer. çözülmeni bekler. görmek için nasıl soyunduğunu. koltukaltlarına kadar sevmek için seni. oralarına kadar ısırabilmek için. bırakma kendini. o gözler bir daha öyle bakmaz çünkü. kendi bir daha isteyene kadar. o da sadece yeniden soyunurken görmek için seni, o kadar. o zamana kadar senin işin, toplamak kendini. böyle işte. çözül ve sar kendini, yeniden çözül ve yeniden sar sonra. insanı öyle fena yapar. hiç bitmesin istersin.
niye? çünkü insanda öyle bir yer var. insan kaybolmak ister çünkü. bakma sen söylediklerine, insan kendini feda etmek ister. bir acıda, bir sevinçte, bir kavgada, bir hikayede erimek ister. başka türlü katlanamaz aslında kendine. o yeri, bir tek o biliyor, o alçak ömür hırsızı!
aslında paramparça. cam kırığı dolu içi. bazen kaleydoskop gibi görünmesi ondan. bak bak, doyama. ama o renkli resimleri yaratan, birbirine çarpa çarpa, canları yana yana bölünen cam kırıkları. her kırılmada o da kanar. kanayan bir kaleydoskop aslına bakarsan. çünkü ne zaman cam parçaları çarpsa birbirine, canı sıyrılır onun da.
fakat niye bilinmez, her seferinde sanki hiçbir şey olmamış gibi camdan dünyalar kurar kendine. sanki hiç kırılmayacak gibi yeniden. başka türlü unutamıyor herhalde. ve unutmak zorunda hatırlayabilmek için kendinin ne olduğunu. sorularınla yorma onu, aklında tuttuklarını unutmaya çalışıyor.
çok sigara içiyor. bırakmadı bir türlü. ölümle ilgili hiçbir şeyi ciddiye almadığı için diyorlar; ama değil. aslında sadece ellerini nereye koyacağını bilmiyor. ellerini bıraksa, dinlense biraz, dursa yani, düşer. o yüzden hareket ediyor. durmadan. dizlerini sallıyor otururken, yürüse karmakarışık saçlarıyla oynuyor, parmaklarına doluyor durmadan, karıştırıyor. çünkü çözülse, kopar.
çok tanıyanı var; ama kimsesi yok, bakma. fena halde öksüz o. belki çok iyi biri olabilirdi başka bir yerde olsaydı, başka bir zamanda. öyle bir hayali vardı sanki herkesin. ama böyle oldu. sanki herkes biraz o ihtimali seviyor. bir gün durulacağı ihtimalini, bunun onu öldüreceğini bile bile. herkes onda kendi yaşadığını seviyor. sor, herkes söyleyecektir. hayatlarının en önemli dönemecini onunla aldıklarını anlatırlar. çünkü herkesten ve her şeyden koparır seni. kendinle bırakır. ne istediğini bir tek o zaman bilirsin, sana kendini itiraf ettirir.
aramızda bir yerde oturuyor. bizimle yaşıyor gibi ama. sorsan kimse gösteremez yerini. efkarlı bir yerimiz var. ne zaman ansak onun adını, ne zaman "beyrut" desek, oramız sızlıyor. şimdi dön başa yeniden oku onu. çünkü o biri bile değil ama aramızda en çok o yaşıyor.
o, bu pazar burada değil.
o biri de değil ama sanki bizden biri. bizimle yaşıyor, apartmanımızda ama aslında yok gibi. hepimiz bir araya gelsek söyleyemeyiz tam nerede olduğunu. sanki sadece hepimizin toplamı gibi. birbirimizle olan hesaplarımızın toplamı. kavgamızın ve sonra bitirmeden uykuya yatırdığımız kavgamızın hepsi. kuyusuna günahlarımızı ve kahkahalarımızı attığımız biri gibi. adını pek sık anmayız. çünkü hepimiz biliyoruz neden bahsettiğimizi. her şeyin sebebi o çünkü.
kurşun yaraları vardı başından beri. yağmur yağdığında zamanın tozu akardı yarasından, kurum gibi. ama gözü alışınca insanın, yaraları görmezsin. biz görmedik. bizim gözümüz böyle alıştı. zaten hepimiz biraz ona benzemiştik sonunda. acıyan yerlerimizi birbirine dayayarak susturmayı ondan öğrenmiştik.
bırakıp gitsen, çok seven bir kadını terk etmek gibi bir çentik bırakır sende. geri dönsen, "ben seni hiç çağırmadım ki" diyen bir erkek, zalim.
ne zaman inansan aldatan, ne zaman silahlarını kuşansan seni zırhınla, savaşsız kalmış bir asker gibi güneşinin altında yalnız bırakan bir hali vardı.
itip kakardı insanı. ancak yediği dayakları affede affede büyümeyi öğrenmiş bir çocuksan seversin onu. çünkü nefret etmeyi de bilmelisin eğer onu seveceksen. bunu bilmeyenler gelir geçer. anlatamadıklarını hep bildikleri, yine de durmadan anlattıkları bir hikayeyi alıp ondan, giderler.
niye ona gelip duruyorlar, biliyor musun? çünkü her seferinde gençliklerini geri veriyor onlara. onda öyle bir şey var. kim tanısa öyle der. demeyebilirler belki; ama döne döne ona gelmelerinin sebebi bu. anlattıkları yüzünden. her gün yeniden anlatabildiği yeni hikayeler yüzünden. sonrasını merak ediyorsun ya, o seni çocuk yapıyor bir bakıma. soysuz sopsuz, hesap vereceği evi olmayan bir çocuk. hep yarın var, dün yok onda. o yüzden sen de dünün olmadığı bir yaşında donup kalıyorsun onunla olunca.
durmadan konuşur. çok konuşur. üstelik elini kolunu çok oynatır konuşurken. kaşlarını çatar, aldırma. sanırsın ki hep kavga ediyor. sen de kızarsan işte o çok fena. başa çıkamazsın, gazabının sonu yoktur. gülümseyeceksin. ne zaman ki sinirlendi, gülümseyeceksin ve diyeceksin ki uygun bir dille:
"yapma haji, haram!"
dökülür kızgınlığı. nasılsa en iyi o bilmiyor mu bu gece kimsenin eve gidemeyebileceğini, yani değmeyeceğini. sırtını okşayacaksın; çünkü ancak sevildiğini bilince yumuşar. öyle tuhaf bir huyu var. sana bile saldırsa, bilirse yine de onun için orda olduğunu, ağlar bile suçluluktan. oğlan çocuğu gibi işte, tıpkı kendi hırçınlığına hayret eden ama zulmüne hükmedemeyen oğlan çocukları gibi.
sesleri çok iyi taklit eder ve her sesi ayırt eder. böyle bir özelliği var. çünkü dinleyerek yaşıyor aslında. seslere göre karar veriyor. kuşların sesini biliyor, bütün silah seslerini ve insan seslerini. arap alfabesinin ince ses ayrımlarıyla terbiye edilmiş bir kulağı var onun. bir de bu sesleri iyi ezberlemezse hayatta kalamayacağını biliyor. yani orman gibi yaşıyor biraz. seslere göre karar veriyor tehlikenin ne kadar yakında olduğuna, kimin başına bir şey geleceğini sesleri dinleyerek anlıyor.
bak, keyfetmeyi pek iyi bilir. arak'ını koy önüne, biraz kıbbe ve biraz nane. sonuna kadar gider. senin sonuna kadar. onunla bir gece geçir, gör kendini. nasıl dener seni! işlemeyeceğin bütün günahları su içer gibi işlersin, nefes alır gibi, bilmeden. sabahından korkma, zaten onu yanında bulamazsın. bu yüzden yeniden denemek istersin. o gece bir daha olsun, "belki bu sefer yanımda tutarım." dersin, hınçla ve aşkla. yok, olmaz. sahtekarların kralıdır, tavlayamazsın.
anlattırır. demeyeceğin ne varsa dedirtir sana. ağzından karnın dökülür, karnının dibinde ne tuttuysan. bu yüzden yenilirsin her seferinde zaten. o hikayeler anlatır sana ama hep kendini anlattırır. onda lat bitmez ama sen bitersin. dibini gördün mü anla ki artık sen onunla birliktesin. git, başkalarına git, dene. yok, olmaz. döner gelirsin. dibini gördün ya, kendinin esiri olursun. o yine sana anlatsın istersin, kendi dibini unutmak için artık, dinlersin. artık ancak onun hikayeleri unutturur sana kendinde gördüğünü. onun için hep daha güzel olmak istersin, hep seni beğenmeyeceğinden korkarak. bu, diri tutar seni.
çok "yani" der. yerli yersiz. neden dersen, anlaşılmayacağını sanır, ondan. yani'leri kendi cümlesini kazıp söylediklerinin içinden tamı tamına meselenin kalbini çıkarmak içindir. hikayesi çok karışık olduğu için ve sen bütün bunlar yaşanırken orada olmadığın için, hep anlamadığını düşünür. dene anlatmayı yeniden o hikayeleri, simleri dökülür, beceremezsin.
bir de durmadan, "unuttum" der, "bilmiyorum." her şeyi hatırlıyor aslında alçak! unuttuğu tek bir şey yok. sadece kimsenin o kadar zamanı yok, bunu biliyor. bu yüzden demez diyeceğini. her şeyi hatırlıyor da, niye anlatsın? neye yarayacak? "hem hikaye bitmedi ki!" böyle der.
kokusu pek bahis konusu olur. sadece insan gibi kokar oysa. insandan başka hiçbir şey kokmaz. çünkü hepimize benzer. ama hep bizden daha güzeldir. bizden başka kimsesi yok ama hiçbirimizi sallamaz. öyle on dokuz yaşında bir oğlan çocuğu gibidir, omuz atar geçer. ama sorsan hepimizden ihtiyar.
onda güzel olan ne diye sorsan, kimse söyleyemez. ben söyleyeyim. senden habersiz bir şey yaptığını sanırsın hep. müptelası olduğu budur herkesin. o seni bulana kadar onu bulamayacağın için, oturup ne yapıyor olduğunu düşünürsün. merak edersin, öfkelenirsin ve o seni bulduğunda şaşarsın kendine, nasıl hiç kızmamış gibi onu yeniden sevdiğine. onun yanında zayıfsın işte, bu halini seviyorsun. ağzına tükürüşünü seviyorsun, seni böyle aşılayışını, kendine benzetmesini.
bir gün öyledir, bir gün böyle. kafasının tası atmışsa, derhal kendine bir sığınak bulacaksın, yerin altına kaç. keyfi yerindeyse çık beraber korniş'e, denize karşı nargilesini sanki biraz önce ortalığı kurşunlayan kendi değilmiş gibi tüttürür. ve pek haşhaşlıdır. başka türlü katlanamıyor kendine muhakkak. uyuyamıyor başka türlü.
esmer, zayıfça, sıcak ve kıvırcık. baksan bir şeye benzetemezsin. ta ki sana bakacak. gözünün içine. seni çok seviyormuş gibi, kimsenin sevmediği gibi. hep seni beklemiş gibi, her şeyi anlatacakmış gibi, her şeyini verecekmiş gibi, sonrası yokmuş gibi, umurunda değilmiş gibi, dertli dertli bakacak sana.. "içimde böyle bir yer mi varmış?" dersin, oralarına kadar değer. çözülmeni bekler. görmek için nasıl soyunduğunu. koltukaltlarına kadar sevmek için seni. oralarına kadar ısırabilmek için. bırakma kendini. o gözler bir daha öyle bakmaz çünkü. kendi bir daha isteyene kadar. o da sadece yeniden soyunurken görmek için seni, o kadar. o zamana kadar senin işin, toplamak kendini. böyle işte. çözül ve sar kendini, yeniden çözül ve yeniden sar sonra. insanı öyle fena yapar. hiç bitmesin istersin.
niye? çünkü insanda öyle bir yer var. insan kaybolmak ister çünkü. bakma sen söylediklerine, insan kendini feda etmek ister. bir acıda, bir sevinçte, bir kavgada, bir hikayede erimek ister. başka türlü katlanamaz aslında kendine. o yeri, bir tek o biliyor, o alçak ömür hırsızı!
aslında paramparça. cam kırığı dolu içi. bazen kaleydoskop gibi görünmesi ondan. bak bak, doyama. ama o renkli resimleri yaratan, birbirine çarpa çarpa, canları yana yana bölünen cam kırıkları. her kırılmada o da kanar. kanayan bir kaleydoskop aslına bakarsan. çünkü ne zaman cam parçaları çarpsa birbirine, canı sıyrılır onun da.
fakat niye bilinmez, her seferinde sanki hiçbir şey olmamış gibi camdan dünyalar kurar kendine. sanki hiç kırılmayacak gibi yeniden. başka türlü unutamıyor herhalde. ve unutmak zorunda hatırlayabilmek için kendinin ne olduğunu. sorularınla yorma onu, aklında tuttuklarını unutmaya çalışıyor.
çok sigara içiyor. bırakmadı bir türlü. ölümle ilgili hiçbir şeyi ciddiye almadığı için diyorlar; ama değil. aslında sadece ellerini nereye koyacağını bilmiyor. ellerini bıraksa, dinlense biraz, dursa yani, düşer. o yüzden hareket ediyor. durmadan. dizlerini sallıyor otururken, yürüse karmakarışık saçlarıyla oynuyor, parmaklarına doluyor durmadan, karıştırıyor. çünkü çözülse, kopar.
çok tanıyanı var; ama kimsesi yok, bakma. fena halde öksüz o. belki çok iyi biri olabilirdi başka bir yerde olsaydı, başka bir zamanda. öyle bir hayali vardı sanki herkesin. ama böyle oldu. sanki herkes biraz o ihtimali seviyor. bir gün durulacağı ihtimalini, bunun onu öldüreceğini bile bile. herkes onda kendi yaşadığını seviyor. sor, herkes söyleyecektir. hayatlarının en önemli dönemecini onunla aldıklarını anlatırlar. çünkü herkesten ve her şeyden koparır seni. kendinle bırakır. ne istediğini bir tek o zaman bilirsin, sana kendini itiraf ettirir.
aramızda bir yerde oturuyor. bizimle yaşıyor gibi ama. sorsan kimse gösteremez yerini. efkarlı bir yerimiz var. ne zaman ansak onun adını, ne zaman "beyrut" desek, oramız sızlıyor. şimdi dön başa yeniden oku onu. çünkü o biri bile değil ama aramızda en çok o yaşıyor.