31.01.2008

uzun lafın kısası

"umutsuzluğun dudağında hep bir gülümseme bulunur." (via giacomo leopardi)

"yatak yoksulun operasıdır." (italyan atasözü)

"geçici olan bulunmayınca, kalıcı olanla yetinmek zorunda kalırsınız." (via denis guedj)

"aşk, sahip olmadığın bir şeyi, var olmayan birine vermektir." (via aslı erdoğan)

"veren insanın diz çökmesi ve ona verme olanağı sağlamış olduğu için alan insana teşekkür etmesi gerekir." (vivekananda)

"bir imparatorun karısı olmaktansa senin metresin olmayı yeğlerim." (via kürşat başar)

"bir suçsuz insan hapiste yatacağına 99 suçlu serbest gezsin, daha iyi." (ingiliz atasözü)

"dar kapıdan girin; zira yıkıma götüren kapı geniş ve yol enlidir ve ondan girenler çoktur. hayata götüren kapı ise dar ve yol sıkışıktır ve onu bulanlar azdır." (matta)

"en fazla bilen insanlar en kasvetli olanlardır." (russell-einstein manifestosu)

"hiçbir insan dilinde, neden öldüğünü bilmeyen kobayları teselli edecek bir sözcük yoktur." (hiroşima'dan sağ kurtulmuş biri)

"korku, kuşlar yüzünden ekin ekmemektir." (doğu atasözü)

"ne mutlu ruhta yoksul olanlara; çünkü göklerin egemenliği onlarındır." (incil)

"vatan, çölde bir konaklama yeridir sadece." (bir tibet metninden)

"büyük sahtekarlıklar büyük olanaklara ihtiyaç duyar ve bunlara sadece devlet sahiptir. her tuhaf ve açıklanamayan ölüm, devletin ya da onun gizli güçlerinin bir komplosunu işaret eder." (sorti/monaldi)

"dışarıda arama; gerçek, insanın içindedir." (latin deyişi)

28.01.2008

kirli pardösü

orhan kemal

servise alınalı üç ay olmuştu. ufak tefek bir adamcağızdı. kupkuru yüzünü kırmızı kırmızı sivilceler kaplamıştı. mor çukurlarına gömülmüş ufacık gözlerini herkesten kaçırır, göz göze gelmekten ödü kopardı. keşfedilmekten korkan, kaçak bir suçluydu sanki.

işi kara kaplı, çok yapraklı kocaman defterdeki sıra sıra rakamları toplamaktı. her sabah bütün memurlardan önce gelir, akşamları da herkesten sonra paydos ederdi. sigara, çay, kahve içtiği görülmemişti. öğleyin herkes yemek paydosuna çıktıktan sonra rahlesi gerisine siner, sabahleyin evden getirdiği peynir-ekmeğini mit mit yiyerek, birtakım rakamları toplamaya koyulurdu.

bütün memurlar onu orada, servisin alacakaranlık köşesinde unutmuşlardı. hatırlanmaya hevesi de yoktu zaten. unutulmaktan memnun, çalışır dururdu. birinde odacıdan su istemişti. öteki memurlara "emredersiniz"le koşan odacı, "ayakların kirada değil ya. kalk iç!" karşılığını vermiş ve homurdanmıştı. "kendini fasulye gibi nimetten sayıyor."

gün geldi, bu küçük memurun sırtındaki pardösü fiskosa vesile oldu. yıllık bilanço hazırlıklarında sabahlara kadar çalışıldığı, defterikebir ve muavin hesapların aktif ya da pasiflerinde kuruşların aranmaktan yorulunduğu, demli çayların höpürtüyle içildiği anların alaylı kahkahaları hep bu pardösü içindi.

memurlar şöyle laf atarlardı:

"demek pardösüler kirlendikçe.."

"değerlenir."

"ne biliyorsun?"

"ben senin gibi cahil miyim? en son modayı takip ediyorum."

küçük katip kulak memelerine kadar kıpkırmızı kesilir ama cevap vermezdi.

yılbaşı geçti. şubat, mart, nisan, mayısla beraber havalar ısındı. haziranda ceketler atıldı. hatta atlet fanilalarıyla çalışanlar oldu. ama küçük kâtip, kıştan bu yana büsbütün kirlenip çamur rengini alan pardösüsünü sırtından çıkarmadı. haziranda hâlâ sırttan çıkarılmayan bu kirli pardösü, fabrikada günün konusu oldu. atölyelere yayıldı. ustalar, şefler, atölye katipleri birer vesileyle servise gelip kirli pardösüyü ve müthiş sıcakta onu hâlâ sırtından atmayan ufacık adamı sıkıntıyla seyrettiler, sonra da bastılar kahkahalarını.

küçük kâtipte sabır inat derecesindeydi. niçin geldiklerini, neye kahkaha attıklarını biliyordu; biliyordu ama, ne olur bir günden bir güne başını kaldırıp baksın! hayır, bakmıyordu. kulak memelerine kadar kızarıyor, yutkunuyor, sık sık unuttuğu eldeler yüzünden toplamaya yeniden başlıyor, sıkıntısından, yüzündeki sivilceler kıpkırmızı kesiliyordu.

kirli pardösü nihayet umum müdürün kulağına gitti.

iriyarı, dev gibi biri olan umum müdür, "ne?" dedi, "pardösüyle mi oturuyor? bu çatır çatır sıcakta ha?"

"evet" dediler, "pardösüyle oturuyor. hem de tekmil düğmeler baştan aşağı ilikli!"

umum müdür servise geçti. bir tarafta gömlek, hatta atlet fanilalarıyla çalışanlara karşılık, kâtip pardösüyle çalışıyordu gerçekten de.

yanına gitti.

"evladım" dedi, "bu sıcakta herkes atlet fanilasıyla çalışırken, sen pardösüyle oturmaktan sıkılmıyor musun?"

koca servis safi kulak kesilmişti. kalemler bırakılmış, gözler küçük kâtibe çevrilmişti. o gene kulak memelerine kadar kıpkırmızı, usulcacık ayağa kalkmış, umum müdüre azapla bakıyordu. bir ara gözleri umum müdürün omzu üzerinden karşı duvarda asılı duran atatürk'ün büyük boy fotoğrafına gitti: büyük üniforması içinde, mavi gözleriyle gülümsüyordu.

umum müdür, "çıkar şu pisliği!" diye bağırdı.

"?.."

"leş gibi de kokuyorsun. yıkanmıyor musun sen?"

küçük memur fırtınaya tutulmuş gibiydi. gözleri kararıyordu. içinde, içinin ta derinlerindeki karanlık cıva ağırlığı dalgalı bir deniz gibi hırçınlaşıyordu.

"çıkar şunu diyorum sana!"

küçük memur silkindi, umum müdürle göz göze geldi. sonra titreyen parmaklar kesik düğmeleri hınçla çözdü; geniş bir davranış. pardösü çıktı: altta ne gömlek vardı ne fanila. daracık, kupkuru, ipince bir vücut, fırlak omuzbaşları ve tahta gibi bir göğüs.

umum müdürün yüzü karıştı. söylediğine pişman, sordu:

"ne maaş alıyorsun sen?"

öfkeli bir ses karşılık verdi:

"25 lira!"

"eline ne geçiyor?"

"on dokuz doksan beş."

"evli misin?"

"evliyim."

"çoluk çocuk?"

"üç tane."

umum müdür sendeledi. sonra içini çekerek, "peki evladım, giyin!" dedi.

küçük kâtip boşalmış bir rahatlıkla ağır ağır giyindi, düğmeleri hep o ağırlıkla ilikledi. ama yerine oturmadı. ne umum müdür, ne katipler ne de muhasebeci. servisten çıktı gitti.

büyük üniforması içindeki atatürk'ün tatlı mavi gözleri yaşarmıştı. içini çekti ve iki eliyle yüzünü kapadı.

yanı başındaki takvim 1936 yılının 15 haziran'ını gösteriyordu.

26.01.2008

anket defteri

murathan mungan

sefaletin (mutsuzluğun) sınırı sizce nedir?
- ruh yoksulluğunun başladığı yer.

nerede yaşamak isterdiniz?
- her yerde ve bütün zamanlarda.

yeryüzündeki ideal mutluluk sizce nedir?
- kendiyle barışık olmak.

hangi hataları bağışlayabilirsiniz?
- kötülük taşımayanları.

hangi sinema yönetmenlerini beğeniyorsunuz?
- şu sıralar tarkovski, visconti, fassbinder, polanski.

sevdiğiniz ressamlar?
- şu sıralar izlenimciler, flaman ressamları.

hangi müzisyenleri tercih ediyorsunuz?
- şu sıralar handel, verdi, sting, dire straits.

erkekte hangi özellikleri ararsınız?
- fazla "erkek" olmamak.

kadında hangi özellikleri ararsınız?
- fazla "kadın" olmamak.

hangi spor dalıyla uğraşıyorsunuz?
- jimnastik.

birini öldürebilir misiniz?
- birçok kişiyi öldürebilirim.

şu anda en çok tercih ettiğiniz uğraşınız nedir?
- oyun yönetmek.

kim olmayı isterdiniz?
- kendim olmayı 30 yılda ancak başardım. başkasına halim yok.

karakterinizin en belirgin özelliği nedir?
- tutku, apaçıklık.

arkadaşlarınızda en çok ne ararsınız?
- güvenilirlik, ilke sağlamlığı, zeka, duyarlık.

en önemli hatanız ne oldu?
- oyunun kurallarını öğrenemedim.

bir kadında sizi ilk olarak çeken şey nedir?
- bir kadında hoşuma giden şey, albeni ve sevbeni sahibi olması.

hangi rengi tercih edersiniz?
- siyah, yeşil.

hangi çiçeği seviyorsunuz?
- kır çiçeklerini.

sevdiğiniz birkaç yazar ismi?
- klasikler ölmez: dostoyevski, tolstoy, goethe.

gerçek hayattaki kahramanlarınız kimlerdir?
- kahraman olmaya çalışmayanlar.

hangi şairleri tercih edersiniz?
- şiiriyle boy ölçüşebilenleri.

en son okuduğunuz kitap?
- gülünesi aşklar, kundera.

tercih ettiğiniz isimler?
- faris, süveyda.

en çok neden nefret edersiniz?
- küçük hesaplardan, tutuculuktan.

doğuştan hangi yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
- şarkıcılığa.

ruhun ölümden sonra da yaşadığına inanıyor musunuz?
- kötü ruhların evet, iyi ruhların hayır!

nasıl ölmeyi isterdiniz?
- acı çekmeden ve ansızın.

şu andaki ruh durumunuz nedir?
- keyifliyim.

24.01.2008

komünal mimari

bertrand russell

fabrikalarla sıra sıra ufak evler, kendi aralarında, modern hayatın tutarsızlıklarından merak uyandırıcı bir örnek ortaya koyarlar. bir yandan üretim gittikçe daha büyük grupların ilgilendiği bir konu haline gelirken, siyaset alanları dışında saydığımız her şeyde, genel tutumumuz gittikçe daha bireyci olma eğilimi kazanmıştır. bu sadece, kendi kendini ifade etme kültürünün insanoğlunu her çeşit gelenek ve teamüle karşı anarşik bir başkaldırışa yönelttiği sanat ve kültür alanı bakımından değil, aynı zamanda -belki aşırı kalabalıklaşmaya bir tepki olarak- sıradan insanların ve özellikle sıradan kadınların günlük hayatları bakımından da böyledir. fabrikalarda, sendikaların doğmasına yol açan zoraki bir toplumsal hayat vardır; ama yuvasında, her aile kendi başına kalmak ister. kadınlar, "ben kendimi kendime saklarım" derler; kocaları ise, onların evde oturup evin efendisinin dönüşünü beklediğini düşünmekten hoşlanırlar. müstakil küçük bir evin, müstakil bir mutfağın, ev işlerinde müstakil bir köleliğin ve çocukların okul saatleri dışındaki bakımının zahmetlerine kadınlar işte bu duygular sayesinde katlanabilmekte; hatta bunları tercih etmektedirler. müstakil evin işi zordur, müstakil evde hayat tekdüzedir ve kadın adeta kendi evine hapsolmuş gibidir; ama yine de o, sinirlerini yıpratmasına rağmen bütün bunları daha toplumsal bir hayat tarzına tercih eder, zira müstakillik onun onuruna hizmet eder.

bu tip mimarlığın tercih ediliş nedeni kadının durumuyla ilişkilidir. kadın haklarının savunuluşuna ve kadınların oy kullanabilmelerine rağmen ev kadınlarının durumu, eskisine oranla pek büyük bir değişikliğe uğramamıştır. ev kadını hala kocasının eline bakmakta ve ağır işçi gibi çalıştığı halde ücret almamaktadır. mesleği ev idaresi olduğu için, ev kadını idare edeceği bir evi olmasını ister. çoğu insanın ortak niteliği olan kişisel inisiyatifi kullanabilme arzusunun, ev kadını için, kendi evi dışında doyurabilme olanağı yoktur. koca ise, kendi yönünden, karısının onun için çalışıyor olmasından ve iktisaden ona bağımlı bulunmasından zevk duyar; ayrıca karısı ve evi onun mülkiyet içgüdüsünü, herhangi başka tip bir mimarlık tarzında mümkün olabileceğinden daha fazla doyurur. karı ve koca zaman zaman daha toplumsal bir hayat arzusu duyacak olsalar bile, evlilikte mülkiyet kavramından ileri gelen bir duyguyla, bir diğerinin hiç değilse karşı cinsten belki de tehlikeli kimselerle karşılaşması olasılığı bu yaşayışta azaldığı için yine de memnundurlar. böylece, yaşayışları bütün esnekliğini kaybetse bile, toplumsal varlıklarının değişik bir biçimde örgütlenmesini ne kadın ister ne de kocası.

uygun bir mimarlık tipi sayesinde kadınlar ev idaresi ve çocuk bakımı işlerinin çoğundan kurtulabilirler; bu suretle de hem kendilerine, hem kocalarına hem de çocuklarına daha yararlı olabilirlerdi; ayrıca, geleneksel karılık, analık görevlerinin yerini meslek çalışmasının alması net bir kazanç sağlardı. bunun doğruluğuna her eski kafalı kocanın inanması için, kocaların bir haftalığına karılarının görevlerini yüklenmeyi kabul etmeleri yeterdi.

bu sistemden en çok zarar görenler çocuklardır. çocuklar okul çağına gelene kadar güneşten ve temiz havadan hemen hemen hiç yararlanamazlar; bu çocukların yedikleri, yoksul, cahil, işi başından aşkın ve büyüklere başka, çocuklara başka yemek pişirmeyi bilmeyen analarının önlerine koyabildiği yemeklerden ibarettir; anaları yemek pişirirken, ev işleriyle uğraşırken bu çocuklar hep analarının ayakları altında dolaşır, işine engel olur, bunun sonucunda da sinirleri bozulan analarından, belki arada sırada yerini bir iki okşamaya bırakan sert, haşin bir davranış görürler; bu çocukların, doğal etkinliklerini zararsız bir biçimde gösterebilmeleri için ne özgürlükleri vardır, ne bu etkinliklerini gösterebilecekleri yerleri, ne de çevreleri. bir araya gelen bütün bu koşullar altında bu çocuklar sarsak, sinirli ve cansız olurlar.

anaların gördüğü zarar da çok önemlidir. ana, çocuk bakıcılığı eğitimi görmediği halde dadılık, aşçılık eğitimi görmediği halde aşçılık, hizmetçilik eğitimi görmediği halde hizmetçilik eder; bütün bu görevleri bir başına yüklenir; yüklendiği görevlerin hepsini de ister istemez kötü bir biçimde yerine getirir; her zaman yorgundur ve çocukları onun için bir mutluluk kaynağı olacaklarına, birer baş belasıdırlar; koca işten döndüğü zaman boş vakte sahiptir; ama kadının hiç boş vakti yoktur; böylece, sonunda kadın adeta kaçınılmaz bir biçimde sinirli, dar kafalı, yüreğinde kıskançlık taşıyan bir insan haline gelir.

bütün bu dertlerin aynı anda ortadan kaldırılabilmesi için gerekli olan biricik şey, mimarlığa komünal ögeyi sokmaktan ibarettir. her biri kendi mutfağına sahip ufak evler ya da blok apartman katları alaşağı edilmelidir. bunların yerine, ortadaki dört köşe bir avlu çevresine, güney yanı güneş alabilmesi için alçak bırakılacak yüksek blok yapılar kurulmalıdır. bu blok apartmanlarda ortaklaşa kullanılacak bir mutfak, ferah bir yemek salonu, eğlenceler, toplantılar ve sinema oynatılması için de bir başka salon bulunmalıdır. ortadaki dört köşe avluda, çocukların ne birbirlerine, ne de kırılabilir eşyaya kolayca zarar veremeyecekleri biçimde kurulmuş bir anaokulu bulunmalıdır; bu anaokulunda merdiven basamakları, çocukların dokunabileceği açık ateş veya sıcak soba bulunmamalı, tabaklar, bardaklar, çanak çömlek hep kırılmaz malzemeden yapılmış olmalı ve genellikle, çocuklara "sakın ha" demeyi gerektirecek her türlü eşya bulundurmaktan elden geldiği kadar kaçınılmalıdır. iyi havalarda anaokulu açık havaya çıkmalı, kötü havalarda ise bir yanı tamamen açık odalarda olmalıdır. çocuklar bütün yemeklerini anaokulunda yemeli ve anaokulu çocuklara hem ucuz hem de analarının verebileceğinden daha sağlığa yararlı besinler vermelidir. çocuklar memeden kesildikleri günden okul çağına gelene kadar, sabah kahvaltısıyla anaokulunda son yemeklerini yedikleri saat arasındaki bütün zamanlarını, içinde bulundukları güvenliğe oranla asgari bir gözetimin gerektiği ve kendilerini eğlendirecek her türlü fırsatın bulunduğu anaokulunda geçirmelidirler.

çocukların kazancı tasavvur edilemeyecek kadar büyük olacaktır. açık hava, güneş, geniş alan ve iyi besin sağlıklarına yarayacak; çoğu işçi çocuklarının, çocukluklarını içinde geçirdikleri sürekli bir huzursuzluk, kavga ve yasak havasından kurtulmuş olmaları, özgürlükleri, onların karakterine iyi etki yapacaktır. küçük çocuklara güven içinde ancak özel bir biçimde kurulmuş bir çevrede verilebilen hareket serbestliği, böyle bir anaokulunda hemen hemen hiç kontrol edilmeksizin verilebilecek, bunun sonucunda da çocuklarda gözüpeklik ve kas yeteneği hayvan yavrularında olduğu gibi doğal bir yoldan gelişecektir. çocukların hareketlerini sürekli olarak yasaklar altına almak, onların ileriki hayatlarında bir hoşnutsuzluk ve utangaçlık kaynağı olarak kendini gösterir; ama çocuklar hep büyükler arasında yaşadıkları sürece de bu yasaklardan vazgeçmek çoğunlukla olanaksızdır; bundan dolayı anaokulu onların sağlıkları kadar karakterleri için de hayırlı olacaktır.

anaokulunun kadınlara sağlayacağı üstünlükler de bir o kadar büyüktür. kadınlar çocuklarını memeden keser kesmez, özel olarak çocuk bakmak için yetiştirilmiş kadınlara teslim edecekler ve çocuklar bütün gün boyunca bu kadınların bakımında kalacaktır. ev kadını yiyecek alışverişi, yemek pişirmek ve bulaşık işleriyle uğraşmak zorunda kalmayacaktır. onlar da kocaları gibi sabah çıkıp işe gidecekler, akşam eve döneceklerdir; hiç durmadan çalışmayacaklar, kocaları gibi onların da bir çalışma ve dinlenme saatleri olacaktır. çocuklarını sabah ve akşam, sevgi alışverişine yetecek; ama sinirleri bozmaya sebep olmayacak kadar göreceklerdir. bütün gün boyunca çocuklarıyla beraber bulunan kadınların onlarla oynayacak enerjileri hiç kalmaz; bir kural olarak çocuklarla, annelerden çok babaları oynar. eğer çocuklar hep kendileriyle ilgilenilmesi için durmadan mızmızlanır, bir an bile rahat vermezlerse, çocuklarına en düşkün ana babalar bile sinirlenir, çileden çıkarlar. ama çocuklardan ayrı geçirilen bir günün sonunda analar da, çocuklar da birbirlerine, bütün gün beraber geçirdikleri zamankine oranla daha büyük bir sevgi gösterirler. bedence yorulmuş; ama kafaca huzur içinde olan çocuklar, anaokulundaki kadınların yansız davranışlarından sonra annelerinden görecekleri ilginin tadını daha çok çıkaracaklardır. böylece, tasa verici ve sevgiyi öldürücü şeyler bulunmaksızın, aile hayatı içinde iyi olan şeyler yaşayacaktır.

mimarlık yönünden kolej salonları mükemmelliğinde geniş, büyük eğlenti ve toplantı salonları, gerek erkeklerin, gerek kadınların daracık odaların kasvetli havasından kaçıp ferahlayacakları yerler olacaktır. güzellik ve yer bolluğu artık yalnız zenginlerin tekelinde bulunan şeyler olmaktan çıkacaktır. daracık yerlerde hep bir arada bulunmanın yarattığı sinirlilik sona erecektir ve şurası da unutulmamalıdır ki, sinirlilik çok kere aile hayatını çekilmez hale getirir.

işte bütün bunlar mimarlıkta yapılacak bir reformun sonuçları olacaktır.

23.01.2008

c'est la vie

c'est la vie: fr. hayat böyledir.

tat twam asi: sen busun. 

moi qui pense, je suis: fr. ben ki düşünüyorum; varım.

la dove c'e piu lavoro, c'e poco arte: çok iş olan yerde az sanat vardır. [mikel anj]

le style, c'est l'homme: fr. biçem insanın ta kendisidir; bir yazarın biçemi onun kişiliğini yansıtır. 

ma gavte la nata: torino lehçesinde bir deyim. "tıpanı çıkar" ya da "tıpanızı çıkarır mıydınız lütfen" anlamına gelir. kendini bir şey sanan, burnu havada kimseler için kullanılır. bu gibi kimselerin, boş bir gururun şişirdiği gövdelerini kuyruksokumlarına tıkılmış bir tıpa sayesinde ayakta tutabildikleri düşünülür; tıpayı çıkarınca havası kaçmış bir balon gibi sönerler. çoğu kez tiz bir ıslıkla eski görkemli varlıkları kendi kendilerinin etsiz kansız bir imgesine dönüşür.

tout se tient: fr. her şey birbiriyle bağlantılıdır.

l'amour qui n'ose pas dire son nom: fr. adını söylemeye cesaret edemeyen aşk.

vaya con dios: isp. tanrı sizinle olsun. 

ya merg ya azadi: ya özgürlük ya ölüm.

22.01.2008

profil

federico garcia lorca



yürek
bu istek çeşmesi
yitiyor

gün oturan bir hayalettir.

bütün geceleri sevmek için tek bir günü iyi anla

hangi ay toplayacak
senin kireçli, zakkumlu acını

çığlık
bir servi gölgesi bırakıyor rüzgârda

kız karalar giyinmiş
düşünüyor, dünya ne kadar küçük
ve yürek ne kadar geniş

ne sen, ne ben nasıl olsa
hazır değiliz karşılaşmaya

ölüm
başında solmuş portakal çiçekleri
bir yoldan gidiyor

günlüğün
beyaz dumanı üstünde
köstebeğe benzer bir şeyleri var elin
ve kararsız bir kelebeğe benzer

gece yürümeyi sevmiyorum
gece uyumak içindir

sular yatağını yitirsin istiyorum
rüzgâr koyaklarını yitirsin

yosunlu kanatları vardır ölülerin
iki sülündür kulelerden uçan
temiz ve bulutlu rüzgârlar
ve gün bir oğlandır sustukça yaralanan

en küçücük bir el bile
kıramaz suyun kapısını

ne kadar uzağım senden
seninleyken
ne kadar yakınım ana
sen gittiğin zaman

aşk, taşa kazılmış belirsiz bir yüzdü
unutuş, bir monokl üstünde üç damla mürekkep
bitkilerin yaprakları, özleri bulutlarda
çiçeksiz bir sap çölü

boştur aramak yolda, gecenin
yolculuğunu unuttuğu girintiyi
pusuda beklemek, paçavrasız
kabuksuz, ağıtsız bir sessizliği
örümceğin minicik şöleni bile çünkü
bütün göğün dengesini bozmaya yeter

ırmaksı bir çıplaklığı arıyordun sen
tekerleği yosuna bağlayacak boğayla düşü
acının atasını, akçiçeğini ölümümün
gizli ekvatorunun yalımlarında inleyen

yaşamaktan uzak durulabilecek kıyıları var göğün
ve birtakım gövdeler kendini yenilememeli şafakta

ölü tuzlalar boyunca
unuttum seni sevdiğim
kim dilerse bir yürek
unutuşumu istesin benden

imam-hatip okulları

erdal inönü

babamın son döneminde imam olacaklar için 10 aylık bir kurs açılmış ve o ara, chp dönemi bitmiş. imam hatip liselerinin açılması demokrat parti zamanında oldu.

kuşkusuz demokrasinin bir etkisi oldu bunların açılmasında. iyi niyetle bunu söyleyenleri hatırlıyorum; sofrada "paşam" diyorlardı, "halka dinin, ibadetin esaslarını öğretmek lazım. bunu öğretecek kimse yok şimdi. bu bir eksiklik oldu."

çünkü başlangıçta varmış imam hatip okulları. cumhuriyet'in ilk yıllarında kapanmış. bir süre böyle devam etmiş; ama bir süre sonra hasan ali bey'e, "bu, öğretim açısından bir eksikliktir. devlet olarak bir şekilde bunu öğretmek bizim görevimiz" demişler. onu inandırmışlar. o da kabul etmiş. ondan sonra böyle kurslar yapmaya başlamışlar. yapılan şey kurs açmak. okul haline gelmesi daha sonra. tabi okul haline gelirken de gene "imam ve hatip yetiştirecek bir okul" diye ele alınmıştı. ama sonradan sayıları arttı, kızlar da geldi. ikinci bir eğitim kanalına dönüştü.

can dündar: babanıza "meydanlarda biraz allah'tan bahsedin" derlermiş o dönem.

erdal inönü: o, çok partili döneme, demokrasiye geçtikten sonra olan bir hikaye. babam çok titizdi bu konuda. sofrada söyledi gene: "ben din konusunu hepinizden iyi bilirim. biz gençliğimizde böyle yetiştik; ama biliyorum ki ben de bu konuya girersem, vatandaşlara bunu anlatmaya kalkarsam artık kimse durmaz, kimse hiçbir sınır tanımaz ve sonunda laiklik elimizden çıkar. onun için ben, tutumumu değiştirmeyeceğim" derdi.

tabi o dönem ona "siz de allah'tan bahsedin konuşmalarınızda" diyorlar. nihayet bir gün mitingden sonra "paşam gene allah'tan bahsetmediniz" demişler. "nasıl bahsetmedim" demiş, "ayrılırken 'allahaısmarladık' dedim, duymadınız mı?"

din konusunda ödün vermemekte kesin kararlıydı. sonuna kadar da dayandı. seçimi kaybetme pahasına dayandı o konuda. "allahaısmarladık"tan başka bir şey söylemedi.

21.01.2008

işte hayat

oscar lewis

bir erkekle yatan orospu için en keyifli an parayı avucunda hissettiği andır.

doğarken bazı çocukların kafası öne çıkar, bazılarının ayakları. bu hep böyledir. yoldan geçenlerden rastgele beşini seç. göreceksin ki bunların üçü iyi insansa ikisi de kötüdür. bu iş böyledir. orospu diye damgaladıklarımızın da bizden hiç farkı yok.

"oyunu kimin için kullanacaksın? hangi partidensin?" dedikleri zaman cevabım hep aynıdır. "hiçbir partiden. kim başa gelirse gelsin, aç kalmamak için çalışmam gerek. ben çalışacak olduktan sonra kim başta olursa olsun."

insanlar da hayvanlar gibidir. kim onlara iyi davranırsa yanından ayrılmazlar.

bir de sekste normal yollardan hoşlanmayanlar vardır. doğum yüzünden kadının kasları gevşer, gevşeyince de bazı erkekler akıllarına olmadık şeyler takarlar, anormal ilişkiler kurmaya çalışırlar, belki de haklıdırlar; ama kadın için baştan biraz can yakıcı oluyor bu istekleri.

ölüler bağışlanır, hayatta olanlar değil.

gerçek olan şudur ki doğduğunuz günden başlayarak alnınıza ne biçim bir yazı yazılmışsa ona uygun bir hayat sürersiniz. birçokları hırsız, bazıları orospu, bazıları da hayatlarını yitirmek için doğmuşlardır. tıpkı birçoklarının hapse girmek için doğdukları gibi. ama gene de kader her şey demek değildir. ne olduğunuz ve ne yaptığınıza karar vermekte sizin de büyük payınız vardır. bunu yapmadan önce de kendi kendinizi tanımanız gerekir. kendi kendini tanımak da her insana bağlı olan bir şeydir.

kireçli bahçe

enid bagnold

yalnızlığın hiçbir şeye ihtiyacı yok. o her şeyi öğretir.

otoritenin sırrı nedir bilir misiniz? muamele tarzını sık sık değiştirmeli. izah edilemez bir şey bu. gök gürlemesi, şimşek, sonra da birdenbire güneş.

akıl genellikle bir nesil atlar.

hayattan çok fazla pay alanların adları kalmaz.

yabani otlar kolay büyür.

bir hayatı yok edemeyeceğim için hapse girmiştim; fakat çıkmadan önce bir muhafızı öldürebilirdim.

benim dinim bana aittir.

ölüm, tanrıların karga avına çıkmalarına benzer. insan dünya bahçesinde kendinden emin dolaşırken dan dan ateş ederler, bakarsın bunlardan bir tanesi de bana isabet edebilir.

çocuk sahibi olmak insanı her zaman anne yapmıyor.

toprak kendisinde olmayan şeyi vermez.

adaletin bulduğu hakikat, hakikatin kendisi değildir.

insanın zevki her sabah yeniden doğar.

büyükannem ilan vermeyi çok sever. daha doğrusu ilandan elde edeceği şeyi sever. bu, denizi taramaya benzer, diyor. ağın içine çok şey gelirmiş. ona göre insan hayattan asıl tesadüfle çok şey elde edermiş.

referans istemek, insanın kendi kanaatine güvenmemesi demektir.

kardeşi olmayan bir çocuk asla çocuk sayılmaz.

prensip sahibi adamların güvenilemeyecek bir tarafları oluyor. bir insanı hararetle tutmaları gerekirken taraf tutmayıp sessizce oturuyorlar.

türkiye'de tek parti yönetimi

çetin yetkin

birleşmiş ve bilinçli bir azınlık, başıboş bir çoğunluğu daima idare etmiştir.

recep peker: milli şeflerin hükümlerine candan uyan ve inanan disiplinli bir cemiyet kurmak davasındayız. 

recep peker: insanlığın en büyük eseri devlettir. 

atatürk tarafından başbakanlıktan uzaklaştırılarak yerine celal bayar'ın atanmış olmasının ismet inönü'de atatürk'e karşı bir "kırgınlık" uyandırmış olduğunu düşünmek olasıdır. milli şef tarafından, atatürk'ün ölümünden sonra, kırgınlıkları gidermek için bile olsa, hilafetçi, saltanatçı ve karşı-devrimci kişilerle işbirliğine gidilmiştir. 

recep peker: türkiye'de sınıf yoktur, cins yoktur, imtiyaz yoktur.

atatürk'e karşı önce mandacılığı, sonra da osmanlıcılığı savunmuş olan halide edip 1939 yılı başında sürekli yerleşmek üzere türkiye'ye dönmüş ve bir süre sonra da ingiliz edebiyatı tarihi profesörlüğüne atanmıştır. halide edip, atatürk'ün dil devrimini şovenistlikle suçlayacaktır.

recep peker: biz filan millet veyahut filan yerde böyle yapmışlar, biz de aynını tatbik edelim, diyenlerden değiliz.

türk medeni kanunu: isviçre'den
türk ceza kanunu: italya'dan
ceza muhakemeleri usulü kanunu: almanya'dan
hukuk usulü muhakemeleri kanunu: isviçre'den alınmıştır.

2. dünya savaşı bitmesine karşın, sovyet tehdidi üzerine ordusunu azaltmayan türkiye, büyük bir ekonomik yük altına girmiştir. türkiye'nin bir sovyet saldırısına tek başına karşı koyamayacağı açıktır. bu nedenler, batılı kamuoyunun kazanılması için türkiye'nin siyasal yapısında demokratikleşmeyi gerektirmiştir.

nadir nadi, türkiye'deki demokrasiyi "san francisco markalı" olarak nitelendirmiş ve şu soruyu sormuştur: "geçen sene hafifçe öksüren bir gazete neden hemen kapatılıyordu? şimdi nara atanlara niçin ses çıkarılmıyor?"

nadir nadi, bu demokrasi girişiminde dış siyasal kaygıların ön planda geldiğini ve dışarıya "hoş görünmek için" bu biçimsel rejim değişikliğinin yapıldığını söyler. sovyet baskısı ise, tüm bu gelişmeleri pekiştiren bir ama çok önemli başka bir neden olmuştur.

2. dünya savaşı boyunca ırkçılara ve solculara karşı iktidarın izlediği tutum, almanya'nın ya da sovyet rusya'nın birbiri karşısında elde ettiği başarıya göre belirlenmiştir.

savaş dönemindeki vurgunlar ve türk tacir ve iş adamlarının varlık vergisi'nden olumsuz etkilenmemesi sonucu artık güçlenmiş olan burjuvazi, chp'nin bürokratik denetiminden ve ortaklığından arınarak kendi öz siyasal örgütünü, yani dp'yi kurarak tek başına iktidar olmak istemiş ve bunu da başarmıştır.

tek parti dönemi, 14 mayıs 1950'de demokrat parti'nin seçimleri kazanarak iktidara gelmesiyle sona ermiştir.

serbest cumhuriyet fırkası

scf 12 ağustos 1930'da kurulmuş; ancak 17 kasım 1930'da yöneticilerince kapatılmıştır.

scf'nin izlerinin silinmesi sürecinde en göze çarpıcı olay, seçimlerde bu partinin samsun'da kazanmış olduğu belediye başkanlığının geçersiz sayılmasıdır. bu amaçla önce samsun valisine işten el çektirilmiş ve vali, seçimlerde görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle "bakanlık emrine" alınmıştır. bir soruşturma açılmış ve konu "mülkiye teftiş heyeti"nce seçimlerin geçersiz sayılması ve yenilenmesi gerektiği görüşü belirtilerek içişleri bakanlığına iletilmiştir.

gazi mustafa kemal'in yurt gezisinde samsun belediye başkanı ile karşılaşması sırasında ona görevden çekilmesini önermiş olduğunu da ahmet hamdi başar açıklamaktadır.

"devlet şurası umumi heyeti", scf'nin kazanmış olduğu 12 seçim bölgesinde, buralarda yapılan seçimlerin yasalara uygun olmadığı sonucuna vararak, sonuçların geçersiz sayılmasına ve seçimlerin yenilenmesine karar vermiştir.

scf adayı olarak kuşadası'nda seçimi kazanmış olan belediye başkanı da, önceki bir konuşmasında cumhurbaşkanına karşı yakışıksız söz kullanmış olmasından dolayı tutuklanmıştır.

chf'den scf'ye geçmiş olan milletvekillerine karşı da yıpratıcı bir yol izlenmiştir. istanbul milletvekili ali haydar yuluğ'un devamsızlık nedeniyle milletvekilliğinin kaldırılması yoluna gidilmiş, yine istanbul milletvekili süreyya ilmen'in istediği izin meclis başkanlığınca verilmemiş, gönderdiği rapor da geçersiz sayılmış, bunun üzerine süreyya ilmen milletvekilliğinden çekilmiştir. fethi okyar ile ağaoğlu ahmet bey ise 1931 milletvekili seçimlerinde aday gösterilmeyecekler; ayrıca ağaoğlu ahmet bey bir süre sonra istanbul darülfünunu'ndaki görevinden çıkarılacaktır.

scf'nin kendisini kapatmış olması ve kalıntılarının da chf tarafından ortadan kaldırılmasıyla, iktidar partisinin en güçlü rakibi siyasal alandan tümüyle temizlenmiş ve chf'nin tek parti olma niteliği pekiştirilmiştir.


kadro dergisi

kadro dergisi'nin ilk sayısı ocak 1932'de çıkmıştır. dergi neden yayın yaşamına atıldığını şöyle belirtmişti:

"türkiye, bir inkılap içindedir. bu inkılap durmadı. inkılap bitaraf bir nizam değildir. onun içinde yaşayanların, taraftar olsunlar veya olmasınlar, ona intibak etmeleri lazımdır. inkılap, ona taraftar olanların iradelerine, taraftar olmayanların iradelerinin, kayıtsız ve şartsız bağlanması demektir. inkılabın irade ve menfaati, inkılabı duyan ve yürüten azlık; fakat şuurlu bir avangardın, azlık fakat ileri bir kadro'nun iradesinde temsil olunur. türkiye bir inkılap içindedir. ancak inkılaba ideoloji olabilecek bir fikriyat sistemi içinde terkip ve tedvin edilmiş (kurallaştırılmış) değildir."

dergiyi yakup kadri (karaosmanoğlu), şevket süreyya (aydemir), ismail hüsrev (tökin), burhan asaf (belge) ve şevki (yazman) çıkarmışlardı.

yakup kadri: rusya.. bize konstruktif, yani yapıcı ve kurucu bir inkılap tipi göstermiş oluyor. faşizm, eski italya'nın iskeleti üstünde yeni bir italya, yeni, genç ve canlı bir italya kurmuştur.

burhan asaf: almanya'daki yahudi aleyhtarlığı, umarız ki, bizimkilere bir ders olur. türk kadar misafirperver olmak için, türk kadar tarih içinde efendi millet olmuş olmak lazımdır. fakat, her misafirliğin sonu, ya evdekilere karışmak yahut misafirliği uzatmamak değil midir?

burhan asaf: demokrasi, haddizatında (aslında) ve kendi manası içinde mevcut bir şey değildir. demokrasi, kapitalizmin siyasi ve idari kılıfından ibarettir.

yakup kadri: inkılap türkiyesinde harici tehlike türlü türlü şekil ve kıyafette kendini gösterebilir. o bize yeşil bayraklı bir şeyh veya kızıl bayraklı bir ihtilalci suretinde görünebileceği gibi bir beyaz bandıralı liberal şeklinde de görünür. ve maatteessüf (ne yazık ki), bu liberallerin büyük bir kısmı bugün yalnız aramızda bulunmakla kalmıyor. istiklal ve millet aşkının çocuğu olan gazi türkiyesinde rey (oy), selahiyet (yetki), nüfuz ve vazife sahibi oluyor.

vedat nedim: devlet, dipsiz ambar doldurmaya memur bir hayır müessesesi midir ki, ondan mütemadiyen (sürekli olarak) kayıtsız ve şartsız himaye ve yardım beklenip durulur?

kadrocular, sınıfsız toplum anlayışı açısından halkçılığı savunmuşlar, chf'nin otoriter devlet görüşünü destekleyip katkıda bulunmuşlardır. ancak devletçilik anlayışını özel sektörün çıkarlarını baltalayacak bir yörüngeye sokmak isteyince, chf'nin bazı yöneticilerinin ve özellikle iş bankası grubunun tepkilerini üzerlerine çekmişler ve bu nedenle de dergileri kapatılmıştır.

kadrocular, sosyalizmden çok faşizmden etkilenmiş bulunmaktadırlar. bu nedenle de siyasal rejim açısından özgürlükçü bir düzene, demokrasiye karşıdırlar.

unutmamak gerekir ki, mussolini ve hitler de her fırsatta liberalizmi eleştirmişlerdir.


"milli şef" dönemi

atatürk'ün ölümünden hemen sonra başlayan ve çok partili düzene geçilmesine dek süren dönemde, chp genel başkanı ve cumhurbaşkanı ismet inönü'ye "milli şef" denilmiş ve bu döneme de genellikle "milli şef dönemi" adı verilmiştir.

recep peker: (chp genel sekreteri): milli şeflerin hükümlerine candan uyan ve inanan disiplinli bir cemiyet kurmak davasındayız.

ismet inönü'ye "resmen" "değişmez milli şef" denilmesi, chp'nin 26 aralık 1938'de toplanan olağanüstü kurultayında yapılan tüzük değişikliği sırasında olmuştur. parti tüzüğünün değiştirilen 3. maddesinde, chp'nin "değişmez" genel başkanının ismet inönü olduğu öngörülmüştür.

şefin değişmezliği demek, aynı zamanda şefin sorumsuzluğu demektir.

tüzük değişikliğine göre, şefin görevi ancak şu üç durumdan birinde sona ermektedir: ölüm, görev yapamayacak derecede hastalık, istifa.

ahmet kutsi tecer: milli şef demek, hayatımızın uyanık başı demektir. o, maddi ve manevi cepheleriyle milli hayatı bir bütün olarak yalnız temsil etmez, güder ve yeder (peşi sıra götürür).

muzaffer şerifziya gökalp'in "gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım." sözünü eleştirerek "niçin gözlerimi kapayım, gözlerimi açarım ve vazifemi daha iyi yaparım." demiş ve tutuklanmıştır.

metin toker: meclis, hükümet hukuken vardılar. fakat politikayı bizzat ve doğrudan doğruya ismet inönü idare ediyordu. milli şefin mahzurlu (sakıncalı) saydığı her şey türkiye'de yasaktır. bundan dolayıdır ki, gazetelere gelen emirler arasında bazen, nasıl yorumlar da yazılması gerektiği bildiriliyordu. başka emirlerde ise milli şef ile hatta milli şefin ailesiyle ilgili haberlerin büyük verilmesi bildiriliyordu. bu, mutlak hakim ismet inönü'nün kudretini dosta düşmana gösterecekti.

nasyonal sosyalist kuramcı ernest rudolf huber'e göre, halkın iradesi ancak "führer" aracılığıyla anlaşılabilir. ona göre, nasyonal sosyalist devletin üç temel ögesi vardır: ulus, führer (önder) ve parti. bunların içinde en önemlisi führer'dir.

ismet inönü'nün 1 haziran 1936 tarihli genelgesiyle içişleri bakanı "partinin genel sekreteri", illerin valileri "parti il başkanları", denetçiler de "bölgelerinde parti denetçileri" yapılarak ve arkasından da chp'nin ilkeleri anayasaya konularak, parti-devlet birliği gerçekleştirilmiş bulunmaktadır.

chp, türkiye'de sınıfsız bir toplum olduğunu savunmuştur.
chp, tüm ulusu temsil ettiğini öne sürmüştür.
chp kendisini devletle birleşip bütünleşmiş varsaymıştır.

öte yandan almanya'da 1 aralık 1933'te çıkarılan "parti ve devlet birliği" yasasıyla parti ve devlet birleştirilmiş ve parti devleti sistemi geçerli kılmıştır.

milli şef ile italya'nın duçe'si, almanya'nın führer'i arasındaki yapısal benzerliği görmemek olanaksızdır.

chf yazarları

güçlü siyasal iktidarlar otoriter rejimlerle yönetilen ülkelerde bulunmaktadır. bu nedenle chf yazarları dikkatlerini bu ülkelere çevirmişlerdir.

falih rıfkı atay, italyan faşizminin antidemokratik tutumunu ve totaliter uygulamalarını şu sözlerle övüyor:

"halk çocuğunun anasının karnından çıkar çıkmaz yattığı beşik fırka kucağıdır. bir yeni cemiyet başka türlü yoğrulamaz. roma'nın yeni mahallelerinde liberalizm ve demokrasiye aykırı birçok şey görülse de 1921 anarşisinden, fakirliğinden, gevezeliğinden, başıboşluğundan hiçbir eser göremedim. demokrasinin arkasından ostiya'nın sivrisineği, roma kırının batağı, italyan ahlakının inzibatsızlığı (başıboşluğu), italyan sokağının pisliği kalktı ve italyan milliyetperverinin eğilmiş başı yukarıya kalktı.

falih rıfkı atay, chf'yi eleştiren tüm basını "alçak" olarak nitelendirmekte bir sakınca görmemiştir. "alçaklar" başlıklı ve 1931 yılı haziran ayında yayımlanmış bir yazısında şu satırları okuyoruz:

"hiç şüphe etmeyiniz: bütün bu muhalif gazeteciler, hepsi, bir kelime ile, alçaktırlar. balkanlardan amerika'nın öbür ucuna kadar böyle mahluklar, casus ve baba katili gibi en iğrenç suçlularla bir sıraya konur ve şahsi hürriyetleri bile kendi ellerine teslim edilmez: biz ise gazete denilen müesseseyi teslim etmişiz."

yunus nadi: yeni italya'nın, faşist italya'nın ne olduğunu iyice anlamak için onu yaşamakla beraber bugün bütün yetkileri kendi şahsında toplamakta bulunan mussolini'yi görmek kafidir. duçe, italyan milletinin aynı zamanda ileri atılmış yüksek bir fikri de tecelli ettiren ifadesidir. faşizm, mussolini'nin şahsında tıpkı ok gibi fırlayan bir fikrin bükülmez bir kol ile tatbikat safhasına geçirilmiş şeklidir.

kazım nami duru: çocuk, devletindir. fertler bunu anlamak istemezler; fakat devlet, bu ferdi iradeye kıymet vermemeye mecburdur; çünkü çocuk, ana ve baba da devletindir.

selim sırrı tarcan da "italya'da halk ve gençlik teşkilatı" başlıklı yazısında, faşist gençlik örgütlerini övmekte, bu örgütleri türkiye için bir model olarak göstermekte ve en ilginç olanı da, italyan faşistlerinin uluslararası kardeşlik duygularını geliştirdiği için izciliğe karşı olduklarını onaylayarak sözlerine eklemektedir.


varlık vergisi

tbmm'nin 11 kasım 1942 günü oturumunda görüşülerek kabul edilen "varlık vergisi kanunu"nun gerekçesinde, bu verginin "gelir ve varlık sahiplerinin malları ve fevkalade kazançları üzerinden alınmak ve bir defaya mahsus olmak üzere" uygulanacağı belirtilmiş ve amacınınsa "kazanç ve gelir sahiplerini ve daha ziyade iktisadi şartların darlığından doğan güçlükleri istismar ederek (sömürerek) elde ettikleri kazançları ile mütenasip (orantılı) derecede vergi vermeyenleri" vergilendirmek olduğu öne sürülmüştür.

saptanan vergi oranlarına itiraz olanağı tanınmamış olup verginin 15 gün içinde ödenmesi gerekmektedir. 15 günlük sürenin bitiminden başlayarak iki hafta içinde verginin cezalı olarak ödenebileceği öngörülmüştür. vergi yine ödenmezse, bu kez zorunlu çalışma yükümlülüğü doğacaktır. vergi borçlusunun, eşinin, birlikte oturan anne baba ya da çocukların mallarına, verginin alınmasını sağlamak amacıyla el konulabilecektir. vergi borcunu ödeyemeyerek çalışma yükümlülüğü altına girenlerin, bu zorunlu çalışmalarının sonunda ellerine geçmesi gereken paranın yarısı vergi borcuna karşılık kesilecektir.

bu vergiyi istanbul'da uygulamakla görevli olanların başında gelen istanbul defterdarı faik ökte, sonraları "varlık vergisi faciası" adlı kitabında bu yasa için şöyle demiştir:

"bu kanunun bir vergi kanununa benzer tarafı yoktur. kanun kazanç, bina, arazi vergileri yolundan giderek bütün mükellef zümrelerine hitap etmek istemiştir. gelir vergisi mevcut olmayan bir memlekette bu şekilde bir sermaye vergisi oluşturulamaz. verginin tutarının belirlenmesinin takdire bırakılması, bize davayı daha başından kaybettirmiştir. tutarı belirlenmiş vergiye karşı itiraz ve temyiz yollarının kapalı olması, maliye ilminin asla affedemeyeceği bir hatadır. mükellefe derdini dinletecek kazai, idari merci kalmamıştır. mükellefin eşinin, kendisiyle oturan anne, baba ve büyükanne, büyükbaba vb. ile evlat ve torunlarının menkul ve gayrımenkulünün ve verginin teminatını teşkil ettiğine dair olan hüküm, hiçbir hukuki esasla telif edilemez. mükellefin elinde bulundurduğu menkul mallara ait istihkak davalarının dinlenemeyeceğine ilişkin olan hüküm de böyledir. bu kayıtlarla danışıklılık yolları önlenmek istenmiştir. vergiyi ödemeyenler hakkında çalışma mükellefiyetinin tatbik edileceği hükmünü çağdaş zihniyetle izah mümkün değildir. çalışma ile kazanılacak gündeliğin yarısının vergiye kesileceği hükmü cidden gülünçtür. diyelim ki 100 bin lira borç için çalışma yerine sevk edilen ve 2 lira gündelikle çalıştırılan bir mükelleften kesilen 1'er lira ile borcunun 250 seneden fazla bir zamanda kapatılması mümkün olabilmektedir. sevk ettiklerimiz arasında borcu 100 bin liradan fazla olan yüzlerce mükellef mevcuttu."

adnan menderes, fuat köprülü, ali fuat cebesoy ve yunus nadi, varlık vergisi'ne kabul oyu verenlerden bazılarıdır. istanbul mebusu kazım karabekir de yasanın adı üzerinde durmuş ancak özüne karşı çıkmamıştır. fethi okyar ve celal bayar oylamaya katılmamışlardır.

varlık vergisi fişleme yöntemi: m (müslüman), g (gayrimüslim), d (dönme), e (ecnebi)

ecnebilerle müslümanlar eşit ölçüde vergilendirilecekti (yahudiler hariç). dönmeler, müslümanların iki katı vergilendirilecekti. dönmeler, önceleri yahudi olarak selanik'e yerleşmiş; fakat sonradan türk adlarını almış, türk vatandaşlarıdır.

faik ökte, maliye bakanlığı'nın istanbul defterdarlığı'na bir yazı göndererek, özellikle azınlıkların büyük haksız kazançlar elde ettiklerini belirttiğini, bu nedenle de bunların ayrı bir çizelgede toplanmasının istendiğini açıklamıştır.

savaş zenginleri arasında musevi, rum, ermeni kökenlilerin fazla bulunduğu iddiası, varlık vergisi'nin nedenlerinden biridir.

faik ökte: sinir sistemimizden hitler'in isterik ürperişleri geçmeye başladı.

faik ökte: "m" grubunun vergileri gayet hafifti; hatta bir kısım mükellefler kendilerine neden bu kadar az vergi tarh edilmiş olduğuna hayret etmişlerdir. verginin ilan günü sevincinden kurban kesen mükellefler vardır.

faik ökte: milli emniyet'in rakamları vali, partinin rakamları parti müfettişi tarafından bana intikal etmekte idi. partiden gelen rakamlarda ürgüplü'nün müfrit (aşırı) idealist damgası vardı.

faik ökte: şunun bunun keyfine, hıncına alet olmaktan da artık bıkmıştım.

çalışma kampına gönderilmek üzere 2057 kişi toplanmıştır. erzurum-aşkale'ye gönderilenlerin sayısı ise 1400 olup, çalışma kampında bulundukları sırada içlerinden 21 kişi ölmüştür.

faik ökte: varına yoğuna el koyduğumuz mükelleflere ait eşyanın satış bedeli vergiyi karşılayamadığı zamanlarda mükellefi ne hakla bir de çalışma mükellefiyetine tabi tuttuk? hele mükellefin samimi olduğunu, vergide hata ettiğimizi bildiğimiz zamanlar bu mükellefiyet, tam manasıyla zulüm değil mi?

uluslararası siyaset alanında varlık vergisi, chp'yi özellikle 2. dünya savaşı'nın bitiminde çözümü zor sorunlarla karşı karşıya bırakacaktı.

varlık vergisi'nin "ırkçı" niteliğini yadsımak olanaksızdır.

nadir nadi: bu kanun piyasayı azınlık unsurlarının egemenliğinden kurtarıp türklere açmak gibi bir ikinci amaç taşıyordu.

bu yasayı ve uygulamayı savunan şevket süreyya aydemir'e göre, bu vergi bir zorunluluk sonucuydu.

kanunun uygulanış tarzı, keyfi ve totaliter bir zihniyeti de açığa çıkarmış oldu.


tan baskını

chp'nin tek parti yönetimi sona ererken bile, kendisine yöneltilen eleştiriler ve dış siyasal koşullardaki değişiklikler üzerine, 4 aralık 1945'te gerçekleştirilen ve tan, görüşler, yeni dünya, gün, la turquie gazete ve dergilerinin bazı topluluklarca basılarak her şeyin yıkılıp parçalanması olayı, bu dönem süresince hiçbir zaman bir parça olsun basın özgürlüğünün bulunmamış olduğunun en açık göstergesidir.

oysa bu olaylar, chp mebusu hüseyin cahit yalçın tarafından yazıldığı anlaşılan bir yazı üzerine çıkmıştı. "kalkın ey ehli vatan" başlığını taşıyan bu yazıda şöyle deniliyordu:

"dünyanın hiçbir memleketinde bundan daha fazla matbuat hürriyeti olamaz. beşinci kolon varsın, memlekette matbuat hürriyeti yok diye feryat etsin. varsın, fikir hürriyeti yok diye şikayet etsin. bu işte cevap hükümete düşmez. söz eli kalem tutan gazetecilerin ve hür vatandaşlarındır."

4 aralık 1945 olayının doğrudan doğruya chp tarafından düzenlendiği kanıtlanmış bir gerçektir. kolluk güçlerinin ise saat 15.00'e dek süren olaylar sırasında etkili hiçbir önlem almamış oldukları da apaçıktır.

daha önce muhalif basını "alçaklar" diye nitelendiren falih rıfkı atay, gazete baskınları üzerine "istanbul'daki nümayiş" başlıklı yazısında şunları söylemiştir:

"üç nokta üzerinde durmak istiyoruz: biri, bu gençler nümayişinin hazırlıksız bir heyecan eseri olmasıdır. tahrikin, doğrudan doğruya bozguncu gazeteler tarafından gelmiş olduğuna şüphe edilemez. bu gazeteler cumhuriyet hükümetinin türk demokrasisini geliştirme yolundaki hoşgörürlüğünü ve sabrını, bizzat rejimi sarsmak, büyük millet meclisi'ni itibardan düşürmek, devlet nizamını ve kanunlar otoritesini hiçe saydırmak için sömürmek, bu milletin kurtuluş ve kalkınma çağını bir istibdat devri gibi tanıtmak istemişlerdir. şahıs ve kurum namus ve şerefine hiçbir insaf ve sorum hissi duymaksızın, küstahça dil uzatmışlardır. büyük millet meclisi'ne karşı hücum ve saldırıları açıkça yasak eden kanunlara meydan okumuşlardır. hükümet bu taşkınlığın yatışıp tabii ve ölçülü tartışmalar devrine girileceğini umarak, elindeki yetkileri kullanmamış ve geçici sayılan her buhranın ilk tepkilerini hemen karşılamak istememiştir. halk sağduyusunun hakemliğine ve gerektiği zaman nizam kanun ve otoritesinin tam işleyeceğine itimattan doğan bu hoşgörürlük ve sabrın bile, rejim düşmanlarının ancak cesaretini artırmaya yaraması ve hükümetin çekingenliğine verilmesi esef edilecek şey değildir. rejime, meclise ve hükümete tagirler (yalancılıkla suçlamalar) ve küfürlerle pek ucuz bir kahramanlık kazanmak yarışı, sollu, sağlı birkaç gazeteyi meşrutiyet ve cumhuriyet devirlerinin bazı hazin hadiselerinden önceki fesat yuvalarına çevirivermiştir." (ulus, 6 aralık 1945)

ikinci dünya savaşı

türkiye'nin 2. dünya savaşı'nın dışında tutulabilmiş olması, ismet inönü'nün ve öteki chp yöneticilerinin her zaman övgü ve saygıyla anılması gereken büyük başarılarıdır. fakat savaş boyunca ülke içinde uygulanan siyasetin olumsuz sonuçları da olmuştur. öyle ki, bir dönem için "ihtikar" (vurgunculuk), "harp zengini", "yoksulluk" sözcükleri denilince akla gelen şey chp'ydi.

önce avrupa'da başlayıp gelişen savaş, türkiye'de anında birçok malın piyasadan çekilmesine ve fiyatların alabildiğine yükselmesine yol açmıştır. türkiye'de 1933'ten 1939'a dek önemli fiyat artışları olmamıştı. fakat bu tarihten başlayarak sürekli bir tırmanış kendisini göstermiştir. bu dönemde fiyat artışı her yıl ortalama % 200-300 dolayındadır. bir savaş olasılığının belirmesiyle başlayan stokçuluk ve karaborsacılık, özellikle dar gelirlilerin yaşam koşullarını dayanılmaz bir noktaya getirmişti.

tbmm'de 18 ocak 1940'ta "milli korunma kanunu" kabul edildi. bu kanuna göre, hükümete tanınan yetkiler arasında, üretimi denetlemek ve düzenlemek, çalışma yükümlülüğü koymak, üretilen malları belli bir kar tanıyarak satın alabilmek, gerekli görülen malları stoklamak, mallara değeri karşılığı el koyabilmek, günlük çalışma süresini üç saate kadar artırabilmek bulunmaktadır. kira bedelleri dondurulmuş, fiyat denetimi getirilmiştir. bu önlemler, halk kitlesi için yaşam koşullarını bir parça olsun düzeltmeyi başaramamıştır.

köylü, ailesinin gereksinmesi ve tohumluk olanının dışında kalan tüm ürünü devlete satmak zorundaydı. öte yandan üst düzeydeki kimi kamu görevlilerinin, mebusların ve hatta bakanların bazılarının bile karaborsacılık, stokçuluk yaptıkları, ülkenin içinde bulunduğu zor koşullardan yararlanarak çeşitli yollarla büyük kazançlar sağladıkları söylentileri de almış yürümüştü. bu söylentilere şiddetle karşı çıkan başbakan refik saydam birkaç ay sonra öldüğünde evinde çuvallarla stoklanmış çeşitli mallar bulunacaktır.

milli korunma kanunu'nun uygulanması, çeşitli maddelerin dağıtımı, fiyat kontrolündeki tutarsızlıklar ve ithalat-ihracat olanakları yaratma gibi yollarla toprak ağaları ve ticaret burjuvazisi içinde bir kesimin palazlanmasına yol açtı.

"toprak mahsulleri vergisi kanunu" ile çiftçiden alınan verginin % 8'den % 10'a çıkarılmasına karşı çıkan eskişehir mebusu emin sazak:

"ben görüyorum ki, bu hububat ekenler, çiftçilerin hepsi de böyledir ya, ayağında çarığı olmayan, üstüne örtecek yorganı olmayan, odunun üzerine başını koyup yatan kimdir dediğimiz vakit, işte bu vergi mevzuuna (konusuna) dahil olan insanlardır. insaf edin arkadaşlar, erbabı namustan (namus eri) olan memurlara acımamak elden gelmez, feci bir vaziyettedirler ama, bacağında donu, ayağında çarığı, üstüne örtecek yorganı olmayanların, yanında onlara o kadar acınmaz. şehirliye bir defa varlık vergisi diye dokundun, her taraftan vaveyla (çığlık) koptu. neyi ucuzlattın ki bunu artırıyorsun? verdiğin küreği mi ucuzlattın, saban demirini mi ucuzlattın? onlar ne dersen yapar. çiftçiden başka bugün hiç kimseye denemez ki elindeki buğdayı ver, sen mısır ekmeği, meşe pelidi ye. bu yalnız çiftçiye denir. yüzde sekizi yüzde iki artırmakla eskisini dahi alamayacaktır. niçin artırıyorsun birader, sana ne yaptı? bu adam ayağına bir don bulsa niçin onu yine çıplak bırakmaya çalışıyorsun?"

13 ocak 1942'de alınan bir kararla ekmek "vesika"ya bağlanmış ve yedi yaşına kadar olan çocuklara günde 187.5 gram, yedi yaşından yukarı olanlara 375 gram, ağır işçilere de 750 gram ekmek verileceği öngörülmüştür. 2 mart 1942'de ekmeklik una % 25 oranında mısır unu karıştırılacağı bildirilmiştir. aynı yıl nisan ayında ekmeğe ayrıca bakla da karıştırılması öngörülmüştür.

ilginç bir gazete haberi şöyledir: "2 metre 25 santim boyunda ve 160 kilo ağırlığındaki bilecikli ömer isminde birisi, dün sabah vilayette lütfi kırdar'a müracaat ederek 300 gram ekmekle kendini idare edemediğini ve ağır vücudu göz önünde tutularak kendisine daha fazla miktarda ekmek verilmesini rica etmiştir." (cumhuriyet gazetesi, 15 nisan 1942)

şükrü saraçoğlu: inönü türk milletine, türk milleti de inönü'ye çok yaraşıyor.

çok partili hayata geçiş

çok partili düzene geçişte 2. dünya savaşı'nın bitmesinin bir etkisi var mıdır?

türkiye ile almanya arasında 18 haziran 1941'de 10 yıl süreli bir dostluk anlaşmasının imzalanması ingiltere ve amerika'nın tepkisiyle karşılaşmıştı. bu anlaşma imzalanır imzalanmaz almanya 22 haziran'da sovyetler'e saldırmıştır. çünkü artık almanya sağ kanadını güvenceye almış bulunuyordu.

fahir h. armaoğlu'na göre, türkiye için sovyetler'den duyulan endişe hiçbir zaman kaybolmamıştı. almanya'nın ezilmesinin ve dolayısıyla bir sovyet zaferinin kendisi için doğuracağı kötü ihtimalleri gayet iyi görüyordu.

3 şubat 1944'te türkiye'ye yapılan amerikan ve ingiliz yardımı durdurulmuştur.

savaş boyunca süren türk-alman ticareti de müttefiklerin tepkisini doğuran bir başka olgudur. 2. dünya savaşı sırasında ulaştırma bakanlığı yapmış olan fahri ergin'in belirttiğine göre, ingiliz amirali kelly gelerek şöyle yakınmıştır:

"kahve veriyoruz almanlara hediye ediyorsunuz. gazı, benzini biraz fazla versek, onları da almanlara vereceksiniz. büyük ölçüde almanya'ya balık ihraç ederek onları besliyorsunuz."

abd ile ingiltere 19 nisan 1944'te bir nota vererek türkiye'nin almanya'ya krom satmasını durdurmasını istemiştir. bu nota üzerine almanya'ya krom gönderilmesine son verilmiştir.

müttefik devletlerle türkiye arasında sorun yaratan olaylardan bir başkası da, alman ve italyan savaş gemilerinin boğazlar'dan geçmelerine izin verilmiş olduğu savıdır.

uluslararası siyasette yankılanmış ve türkiye'ye karşı suçlamalar yöneltilmesine neden olmuş bir başka uygulama daha vardır: varlık vergisi!

türkiye batı dünyası içinde yer almak istiyorsa, her şeyden önce salt bu konumu nedeniyle, demokratik düzene geçmek zorundaydı.

türkiye'nin sscb karşısındaki yalnızlığı da önemli bir olgudur. sovyetler, 1925 tarihli türk-sovyet tarafsızlık ve saldırmazlık anlaşması'nı 19 mart 1945'te feshetmiştir. bu durumun ortaya çıkardığı gerginlik sürerken, 7 haziran 1945'te bir başka notayla sscb doğu sınırımızda kendi lehine bazı düzenlemeler yapılmasını, boğazlar'da üs verilmesini ve buranın iki devletçe ortaklaşa savunulmasını, montreux sözleşmesi'nin ikili bir anlaşmayla değiştirilmesini istemiştir.

2. dünya savaşı bitmesine karşın, sovyet tehdidi üzerine ordusunu azaltmayan türkiye, büyük bir ekonomik yük altına girmiştir. türkiye'nin bir sovyet saldırısına tek başına karşı koyamayacağı açıktır.

bu nedenler, batılı kamuoyunun kazanılması için türkiye'nin siyasal yapısında demokratikleşmeyi gerektirmiştir.


ithal demokrasi

2. dünya savaşı'nı müttefiklerin kazanmasından sonra chp'de artık faşizm ve nazizm kötülenmekte, daha düne dek küçümsenen liberal demokrasi övülmektedir.

sadi ırmak: türk milletinin şefi, milleti şahsi istekleri peşinde sürükleyen bir diktatör değildir. fert haklarını tanımak, şerefli, insancı milletçilik esasına sarılmış olmak, daha savaş başlamadan bizi demokrasiler safına katmış bulunuyordu. totaliterliğin en parlak günlerinde bile safımızdan ayrılmadık. her pazarlığı şiddetle reddettik. kararlılığımızın kesinliğini sezen saldırganlar, sınırlarımızın önünde durmak zorunda kaldılar. vasıtalı vasıtasız olarak müttefiklerimize ne kadar büyük hizmetler etmiş olduğumuzu tarih kaydedecektir. milletimize vergi bir vakarla tarihin hükmünü bekleyebiliriz.

içerde haklara ve hürriyetlere riayetli, dışarda dünya barışında, siyasi sözleşmelere saygılı millet olarak ayaktayız. onun içindir ki dostluğu aranan bir varlığız. demokrasi diyarındaki mevkimiz ancak kuvvetli ve şerefli kelimeleriyle vasıflandırılabilir.

necmettin sadak (chp mebusu): biz diyoruz ki türkiye'de bir rejim buhranı yoktur. yani bir hükümet şeklinden başka bir hükümet şekline geçmek gibi bir mesele karşısında değiliz. harpte işgal ve istilaya uğrayan, yenilen yahut kurtulan ve kurtarılan memleketlerde görüldüğü şekilde bir rejim davasını, suçlu geçmiş idarelerle ilgimizi kesip yenisini kurmak gibi bir devrim havasını durup dururken türkiye'de var gibi göstermenin hem yanlış, hem memleket için zararlı olduğuna inanıyoruz. bunun içindir ki, biz, türkiye cumhuriyeti'ni esasında hürriyete ve demokrasiye dayanan bir idare şekli olarak tanıyoruz. bugün istediğimiz -bilfiil kendini gösteren- bu hürriyetin kanunlaşması ve diğer demokrasi kurallarının ileriye gelişmesini, bilhassa siyasi partilerin doğmasını mümkün kılacak tedbirlerin alınması, engellerin kaldırılmasıdır.

hüseyin cahit yalçın: türkiye almanya'ya karşı harbe girmek imkanını bulmamakla beraber nazi davasına bir an için bile meyil göstermiş midir? asla! amerikan kamuoyuna bu hakikati izah imkanı bulunduğu zaman, hareket hattımızın dürüstlüğü teslim ediliyor ve hakkımız anlaşılıyor. fakat birleşik amerika alışkın olduğumuz büyüklükte bir memleket değil koca bir kıtadır. orada türk görüşünü, türk politikasını tamamen hür demokrasiler idealinin aynı olduğunu usanmadan, bıkmadan, durmadan anlatmak gerekir.

falih rıfkı atay: sadece inkılabı ve milli varlığı savunma kaygılarından doğan geçici engeller kalkacaktır. bu memlekette de partiler kurulacaktır ve basın yalnız bağımsız mahkemeler tarafından tatbik olunan kanuna karşı sorumlu olacaktır. türk demokrasisinin bu doğal evrimini ve onda garplı bir demokrasinin bütün gereklerini yerine getirecek şartların olgunlaşmış olmasını en başta biz, cumhuriyet halk partisi'nden olanlar sevinçle karşılıyoruz.

burhan belge: amerikalılara göre, kurtarılan avrupa memleketleri, kendilerine uygun gelen demokratik müesseseleri diledikleri gibi seçeceklerdir. esasta fakat, demokratik hatta sadık kalacaklardır. yani matbuat hürriyetine, sansürsüz haber alışverişine ve bir de serbest seçim usullerine sadık kalacaklardır. şayet herhangi bir memlekette şahsın yahut zümrenin diktatörce temayüller gösterdiği tespit edilecek olursa, üç büyük devlet ile diğer devletler, buna mani olacaklardır. atatürk'ün dünya görüşü ile kemalizmin devlet prensiplerine tıpatıp uygun düşen bu düşünceler, biz türkleri ancak heyecanlı bir sevince, ümitli bir beklemeye götürebilir.

ismet inönü: memleketimizin siyasi idaresi, cumhuriyetle kurulan halk idaresinin her istikamette ilerlemeleri ve şartlarıyla, gelişmeye devam edecektir. harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça, memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir.

şükrü saraçoğlu (başbakan): insanlık tarihinin son yıllarında birtakım insanlar türedi. bunlar bayraklarını üstün ırk ve hayat sahası gibi saçmalıklarla süslediler. bununla da kalmadılar, bütün hak ve adalet kaidelerini çiğneyerek küçük ve masum milletleri birer birer boyunduruk altına almaya başladılar ve dünyayı kapkara bir zindan haline soktular. türkiye cumhuriyeti, ilk tehlike dakikalarından itibaren sözünü, silahını ve kalbini demokrat milletlerin yanına koydu. bugün bir adım daha atarak insanlığı, medeniyeti, hürriyeti, istiklali, demokrasiyi kurtarmak ve harp suçlularını cezalandırmak isteyenlerin arasına katılmak istiyoruz.

oysa aynı şükrü saraçoğlu, o zaman dışişleri bakanı olarak, 25 haziran 1941'de yine tbmm kürsüsünden hitler'i "kalplere ve vicdanlara çok iyi hitap etmesini bilen" bir kişi, türk-alman dostluk anlaşmasını ise bir "anıt" olarak nitelendirmişti.

ismet inönü: demokratik karakter bütün cumhuriyet devrinde prensip olarak korunmuştur. diktatörlük, prensip olarak, hiçbir zaman kabul olunmadıktan başka, zararlı ve türk milletine yakışmaz olarak daima itham edilmiştir. büyük meclis'in her deneti yanında milletin vergileri ve harcadıkları üzerindeki deneti, en ileri demokratik milletlerin hiçbirinden eksik kalmayacak kadar kesin ve kavrayışlıdır. bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. memleketin ihtiyaçları sevkiyle hürriyet ve demokrasi havasının tabii işlemesi sayesinde, başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktır.

asım us: bir müddet evvel türkiye'ye gelen amerikan ayan meclisi azası (senato üyesi), inönü'nün bu tarzda bir demeçte bulunmasını istemişti. 1 kasım nutku bu vaadi yerine getirmiştir. türk milletvekillerine yaptığı hitap aynı zamanda cihan halk efkarınadır.

san francisco'ya giden türk delegesi, reuters ajansı muhabirine savaştan sonra türkiye'de demokrasinin tam anlamıyla gelişmesine izin verileceğini açıklamıştır.

birleşmiş milletler anlaşmasının onaylanması üzerine adnan menderes'in sözleri:

"anayasamızın ruhu tamamen milli hakimiyet esasına dayanmakta bulunduğundan birleşmiş milletler misakı ile tam uyum halinde bulunduğumuzu bu fırsattan yararlanarak bir kere daha sevinçle söyleyebiliriz. bundan ötürü kabullenmekte olduğumuz uluslararası anayasa ile kendi anayasamızın dışında ya da onun ruhuna aykırı bir taahhüt altına giriyor değiliz. ancak olsa olsa fiili durum ile yazılı anayasamızın arasındaki bazı tutarsızlıkların ortadan kaldırılması gerekebilir ki, bu da esasen ana kanunumuzun ulusumuza karşı taahhüt etmiş olduğu hususların tam olarak yerine getirilmesi demektir.

adnan menderes'e göre demokratik yaşama geçmek, birleşmiş milletler anayasası'nın bir gereği olmaktadır.

2. dünya savaşı'nın bitimindeki koşullar, türk devlet adamlarınca, türkiye'nin başta abd olmak üzere batıya tümüyle bağlanması gerektiği biçiminde değerlendirilmiştir. batı dünyasının o dönemdeki geçerli rejim modeli ise liberal demokrasidir.

nadir nadi, türkiye'deki demokrasiyi "san francisco markalı" olarak nitelendirmiş ve şu soruyu sormuştur: "geçen sene hafifçe öksüren bir gazete neden hemen kapatılıyordu? şimdi nara atanlara niçin ses çıkarılmıyor?"

nadir nadi, bu demokrasi girişiminde dış siyasal kaygıların ön planda geldiğini ve dışarıya "hoş görünmek için" bu biçimsel rejim değişikliğinin yapıldığını söyler.

sovyet baskısı ise, tüm bu gelişmeleri pekiştiren bir ama çok önemli başka bir neden olmuştur.

potsdam konferansı'nda sovyetler'in, ispanya'daki franco rejiminin yıkılması isteğine karşı churchill, ispanya'nın eylemli olarak almanya'nın yanında savaşa girmemiş olduğunu söyleyerek ve bu ülkenin ingiltere'yle olan ticaretinin önemini vurgulayarak bu rejimi savunduğunu ve ispanya'nın iç işlerine karışılmaması gerektiğini belirtmiştir.


türk demokrasisinin her şeyden önce böyle dış etkiler ve koşullar sonucunda varlık kazanmış olması, siyasal yaşamımızda o günden bugüne karşılaştığımız birçok ve aşılması gerçekten güç sorunların da temelini oluşturmuştur.