31.05.2022

uzun lafın kısası

dostoyevski:
yoksunluğundan dolayı ardından gözyaşı dökeceğimiz yeni hiçbir şey yok dünyada.

paulo coelho: yalnızlık insana göre değildir, kendimizi ancak başkalarının gözlerinde gördüğümüz zaman tanıyabiliriz. kim olduğumuzu anlamanın en iyi yolu, çoğu zaman başkalarının bizi nasıl gördüğünü öğrenmektir.

cenap şahabettin: kimi yaşamlar kırık doğarlar, onları hiçbir şey onaramaz.

goethe: hangi okuyucuyu mu isterim? en bağımsızını; beni, kendini ve dünyayı unutup yalnız kitabın içinde yaşayanı!

halil cibran: kaplumbağalar yollar hakkında tavşanlardan çok daha fazla şey anlatabilirler.

adam phillips: hiç kimse övgüye karşı kayıtsız değildir; ama bir kişinin övgüyü karşılama biçimi en iyi karakter testidir.

andre gide: en güzel yollar uçurumlarda biter.

balzac: ben âşığımı rakibemin yatağı yerine bir çukurun dibinde görmek isterim.

jeannette walls: bir vatan hainiyle bir vatansever arasındaki tek fark bakış açısıdır.

john fowles: dünyada hiçbir zaman bu kadar çok içi boş insan olmamıştı ve bu dünya tıpkı boş deniz kabuklarıyla dolu büyük ve yükselen bir kıyıya benziyor.

kierkegaard: ben özgürlük tutkunuyum ve bana özgürce gelmeyen bir şeyle uğraşmam bile.

mario puzo: insanı yalnız bir kişiyle birlikte olmaya iten şu sapıkça ihtiras insanca bir şey midir acaba? birkaç yıl geçtikten sonra karısından zevk alan adam var mıdır?

15.05.2022

din

sevan nişanyan

din insanın anlamlandıramadığı birçok şeyle bir şekilde başa çıkma yöntemidir.

din vazgeçemeyeceğimiz bir olgudur, ortadan kaldırılması yahut da dine ihtiyaç kalmadı noktasına gelinmesi mümkün değildir. din insanın anlamlandıramadığı birçok şeyle bir şekilde başa çıkma yöntemidir. bu felsefi, edebi, sanatsal ve sosyal bir alanda kaldığı sürece, anlam veremediğin birtakım şeylere – yani doğumdu, ölümdü, haksızlıktı, kaderdi, evrendi gibi anlam veremediği şeylere – bir hikâye anlatarak, bir mite yaslayarak anlam verme çabası, insanlığın bugüne dek en değerli meyvelerinin bir bölümünü vermesine vesile olan bir davranış biçimidir.

bunlarınki din değil ki, bunlarınki putperestlik, dinin sosyal iktidar aracı haline getirilmesi. empoze edilmeye çalışılması. benim mitlerime inanmazsan senin kafanı keserim, sustururum, ayıplarım diyen bir yaklaşım. bu çok tehlikeli bir şeydir, bununla her ne pahasına olursa olsun mücadele edilmesi gerekir, bunun engellenmesi gerekir. maalesef bütün dünyada, özellikle islam dünyasında ve islam dünyasının göçmen kesimlerinde, yani kendi yurtlarından ayrılıp başka ülkelere giden kesimlerinde bu iş çığırından çıkmış bir şarhoşluğa dönüşmektedir.

dinin bir zorbalık unsuru olarak kullanılmasıyla mücadele etmek gerekir. ki bu mahkemenin kararı zorbalık unsuru haline getirilen dinin son derece tipik bir örneğidir.

peki itirazımız ne? üç tane. bir. tanrı -daha doğrusu tek tanrı- fikri sakattır. rasyonel düşünceyi ciddiye alan birini bu devirde ikna etmesi mümkün değildir. kadir-i mutlak'ın günah ve zulüm karşısında aciz kalması absürd bir düşüncedir. kendi mutlak kudretine tabi olanlara kızıp onları orantısız güçle cezalandırması ahlaksız bir düşüncedir. o paradoksu çözmek için iki bin seneden beri döktürdükleri argümanları da toplasan bir incir çekirdeğini doldurmaz. "canım o da irrasyonel olsun, ne zararı var, insan yaşamı sırf akıl mı" diye soracaklardır. kanmayın. mesele felsefi tutarlılık meselesi değil, felsefi tutarlılıktan vazgeçmeyenleri harcama meselesidir. akılcı düşünceyi şiar edinenler isterse küçük bir azınlık olsun. manevi emsal ve öncü olma hakkını onlara tanımayan bir sistem kaç para eder? voltaire ve einstein'ı dışlayan, ama alabama'lı bir kasaba vaizini yahut aşağı güngören'in cahil şeyhini mutlak'ın sözcüsü sayabilen bir anlayıştan kime ne fayda gelir? hangi ufuk genişliği, hangi tecrübe zenginliği, hangi ruh cömertliği, hangi bilgelik o çorak topraklarda serpilebilir?

iki. kitaplar eskimiştir. interneti, ikinci dünya harbini, amerika'yı ve çin'i, matbaayı, insan hakları beyannamesini, profesyonel orduyu, ssk'yı, dna'yı ve organ naklini bilmeyen bir çağda bir cahil filistinli derviş ile bir cahil arabistanlı hocanın söylemiş olduğu sözlerden, ne kadar zorlarsan zorla, bugün için bir ahlak öğretisi çıkaramazsın. bugünün sorularına cevap bulamazsın. ha, vardır elbet orada da bir-iki hikmet incisi: sonuçta insanlığın ahlaki sorunlarının bir kısmı yeniyse, bir kısmı dünden beri var olan sorunlar. ama ona bakarsan sophokles'te de vardır hikmet incisi, karagöz ile hacivat'ta da. üç tane vasat amerikan filmi izlesen, kuran'ın toplamından fazla çıkaracak ahlak dersi bulursun.

üç. aidiyet ahlak bozar. hakikatin tekeli bizimkiler'e verilmiş ise, ötekiler, tanım gereği, hakikat dairesinin dışında kalırlar. kâfirdirler. tahammül edebilirsin, hoş görebilirsin, ama inanamazsın. hemen kılıcı alıp kafa kesmezsin belki, ama riyanın ve çifte standardın çürütücü zehrinden ruhunu kolay kolay arındıramazsın. yarın öbür gün kafa kesenler sahneye çıktığında da, onlara verecek güçlü bir cevabın olmaz. ama peygamberimiz onlara da fazla şey yapmayın demiş, liküm diniküm, kem küm…

o yüzden, sevdiklerini seven arkadaşlarımızı bazen incitme pahasına diyoruz ki, tuttuğunuz yol yol değildir. ufkunuzu kısmaktadır. hakikatin pek çok vechesinden, ve onlara dair birkaç şey bilen insanlardan, sizi soyutlamaktadır. sizi cehele ile aynı kaptan yemek yemeğe mahkum etmektedir. bugünün konularını anlamaktan aciz bırakmaktadır. kontrol edemeyeceğiniz bir öfkenin kollarına sizi teslim etmektedir. sorumsuzluktur. peki seviyorsun, anladık da, dünyayı bu kadar fakirleştirmeye hakkın yok ki?

14.05.2022

epilog

schopenhauer

benim gibi bir adam dünyaya geldiğinde geriye istenecek tek şey kalır: bütün hayatı boyunca olabildiğince kendisi gibi olması ve entelektüel güçleri için yaşaması.

ben kalabalıklar için yazmadım. çalışmalarımı, zamanın seyrinde nadir rastlanan istisnalar olarak ortaya çıkacak düşünen bireylere miras bırakıyorum. onlar da benim gibi ya da gemisi batıp ıssız bir adaya çıkan ve kendisinden önce aynı sıkıntıları yaşayan birinin izlerinin, ağaçlardaki bütün papağanlardan ve maymunlardan daha fazla teselli sunduğu bir denizci gibi hissedeceklerdir.

benim gibi insanlar tarafından geride bırakılan fikirler, anıtlar hayattaki en büyük zevkimdir. kitaplar olmasa uzun zaman önce umutsuzluğa gömülürdüm.

gençliğimde bile, başkaları mal mülk edinmek için çabalarken benim bu tür şeylere başvurmak zorunda olmadığımı; çünkü içimde bütün mallardan daha değerli olan bir hazine taşıdığımı fark ettim; en önemli şey, zihinsel gelişimin ve tam bağımsızlığın temel koşul olduğu bu hazineyi güçlendirmekti. insanın doğasının ve haklarının tersine, gücümü kendi saadetimin artırılmasından almak zorundaydım; böylece bu gücü insanlığın hizmetine sunabilirdim. zekam bana değil, dünyaya aitti.

otuz yaşıma gelene kadar öyle olmayan yaratıklara eşitimmiş gibi davranmaktan bıktım usandım. bir kedi genç olduğu sürece kağıt toplarla oynar; çünkü onları canlı ve kendine benzer bir şey olarak görür. insan denen iki ayaklı hayvanlar da benim için aynı şeyi ifade ediyor.

buranın yerlisi değilim ve eşitim olan varlıkların arasında değilim.

the sopranos

her ayakkabının bir teki vardır.

sadece çaresiz bir adam takma isme ihtiyaç duyar.

bazı insanlar en önde olduklarını zannettikleri bir yarışta aslında çok geridedirler.

insan kendisinin en büyük düşmanıdır.

zaferin yüz babası olur; ama yenilgi yetimdir.

nathaniel hawthorne: belli bir süre zarfında hiç kimse, yalnızken başka, kalabalıkta başka bir maske takınamaz. çünkü sonunda kendisi de gerçek olanı karıştırır.

her zaman seçeneğimiz vardır.

yetişkin insanların kendi rızaları ile kapalı kapılar ardında yaptıklarını çok fazla umursamam. 

bir erkek evlenene kadar tam olamaz. ondan sonra da biter zaten. 

gördüğünün yarısına inan, duyduğuna hiç inanma.

ne kadar yakın olduğun önemli değil, eninde sonunda arkadaşlar adamı yarı yolda bırakır. aile, güvenebileceğin tek şeydir.

büyük güç, büyük sorumlulukla gelir.

günahın olduğu yerde merhamet daha da çoktur.

evren, birbiriyle çarpışıp duran moleküllerden oluşan bir çorbadan başka bir şey değildir. gördüğümüz şekiller sadece bilincimizde mevcut.

sevip de yitirmek, hiç sevmemiş olmaktan iyidir.

sır, ağır bir psikolojik yüktür. yol açtığı suçluluk duygusu, zihne daha ağır bir yük olur.

yetiştirdiklerimiz

oğuz atay

ülkemizde, eski çağlardan beri birçok medeniyet yetişmiştir. ülkemiz, birbirine benzemeyen birçok medeniyetin beşiği olmuştur. bu beşikte birçok medeniyet sallanmıştır. birçok medeniyeti uyutmuşuzdur. en son kurulan medeniyet ekmek medeniyetidir. bu medeniyetin sürekli oluşunu sağlamak için, ülkemizin birçok yerinde, buğday yetişir. fakat ülkemizde en çok yetişen, köylüdür. köylü, bütün iklimlerde yetişir. köylünün yetişmesi için, çok emek vermeye ihtiyaç yoktur. köylü bozkırda yetişir, yaylada yetişir, ormanda yetişir, dağda yetişir. çabuk büyür, erken meyve verir. kendi kendine yetişir. kendi kendine meyve verir. biz köylüleri çok severiz. şehre gelirlerse onlardan kapıcı ve amele yaparız. satır başı.

ülkemizde tarım ürünleri yetişir. kuru üzüm ve incir yetişir. önce ıslak yemişler yetişir. onları, güneş olan yerlerde kurutarak kuru yemiş yetiştiririz. ingiltere'ye göndeririz, onlar da bize gerçek gönderirler. gerçek tohumları gönderirler. biz, o gerçeklerden, kendimize göre gerçekler yetiştirmeye çalışırız. son yıllarda, kuru üzüm ve incirin yanı sıra, köylü de göndermeye başlamışızdır. bu köylüleri, önce şehirlerde biraz yetiştiririz. tam olgunlaşmadan -yolda bozulmasınlar diye- başka ülkelere göndeririz. onlar da bize döviz gönderirler. halk müziği göndeririz; şoför plağı gönderirler, aranjman gönderirler. azgelişmişülke göndeririz, yardım gönderirler. zelzele, toprak kayması, sel felaketi haberleri göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. asker göndeririz, teşekkür gönderirler. binbirzorlukla yetiştirdiğimizdeğerler göndeririz, dışülkelerdeçalışan yabancılaristatistiği gönderirler. gerçekinsanlarımızı göndeririz, bizeordanmektup gönderirler.

13.05.2022

din

thomas edison: din palavralardan ibarettir.

emil cioran: hiç kimse bir inanç uğruna acı çekenler kadar tehlikeli değildir. büyük işkenceciler, idam edilmemiş kurbanlar arasından çıkar.

will durant: hoşgörüsüzlük, güçlü bir inancın doğal sonucudur; hoşgörü ancak inanç kesinliğini yitirdiği zaman büyümeye başlar. kesinlik öldürücüdür.

umberto eco: peygamberlerden ve hakikat uğruna ölmeye hazır olanlardan korkun; çünkü onlar birçok kişiyi de kendileriyle beraber, genellikle kendilerinden önce, bazen de kendilerinin yerine ölüme sürüklerler.

richard dawkins: dine karşıyım; çünkü o bize dünyayı anlamadan tatmin olmayı öğretir.

lance morrow: herhangi bir agresif kabileciliği ya da milliyetçiliği deşerseniz genellikle yüzeyin altında dindar bir yapı, bağlayıcı, eski bir inanç ya da hurafe gücü bulursunuz. bu güç, inancın kendine has yok edici enerjisi sayesinde, kendini ölümcül bir kuvvete dönüştürebilir. dini düşmanlıklar acımasız ve mutlaktır.

anatole france: aptalca bir şeye 50 milyon kişi inansa bile, o aptalca bir şey olmayı sürdürür.

bertrand russell: en vahşi tartışmalar, iki tarafın da bir kanıta sahip olmadığı konular hakkındadır. işkence aritmetikte değil, teolojide kullanılır.

six feet under

eğer hayatım bir film olsaydı, ya uyuyakalır ya da yarısında çıkardım.

"yaşayan her şey, sonsuza dek yaşar. sadece fani bedenler yok olur. ruhun sonu yoktur. ebedidir. ölümsüzdür." (bhagavad gita)

"çoğunluk size gülüyorsa kutsanmışsınız demektir."

bir mahallede uzun süre yaşamışsan ve mahalleye yeni biri gelip tam karşındaki evi yenilerse kendi evini gecekondu gibi görmeye başlarsın.

gerçekten sevdiğimiz anlarda hepimiz çocuğuz.

büyük sanat eserleri anlaşmazlık yaratır.

her şey tesadüfi. yaşarız, ölürüz. eninde sonunda hiçbir şeyin anlamı yoktur. herkes yalnızdır. yalnız doğarsın, yalnız ölürsün.

ilişkilerdeki gerçekler hayatı daha iyi kılmaz. hayatı mümkün kılarlar.

hayatın sana bir şeyler borçlu olduğu yanılgısı içindeysen, çok acı sürprizlerle karşılaşacaksın demektir.

genç birinin ölümü her zaman korkunç bir darbedir.

akademidekiler beş para etmez. o unvanlara sahip olanların hepsi hayatları boyunca bulabildikleri tek iyi fikri ölesiye savunmakla meşgul.

seks

arthur schopenhauer

seks bütün güdüler içinde en güçlü ve en aktif olanıdır. neredeyse insanın bütün çabasının nihai sonucudur. en ciddi meşguliyetlere müdahale eder ve bazen en büyük insan zihinlerini şaşırtır. seks, süprüntüleriyle müdahale etmekten ve alimin araştırmalarına karışmaktan çekinmez.

yaşam sevgisinin yanında seks kendini bütün güdüler içinde en güçlü ve en aktif şekilde gösterir ve durmadan insanlığın daha genç kesiminin gücünün ve düşüncelerinin yarısını talep eder. neredeyse bütün insani çabaların nihai hedefidir. en önemli ilişkiler üzerinde olumsuz bir etkisi vardır, en ciddi meşguliyetleri bozar ve bazen en büyük insan zihinlerini bir süre için şaşırtır. seks gerçekten bütün hareketlerin ve davranışların görünmez noktasıdır ve üzerine örtülen bütün örtülere rağmen her yerde başını uzatır. savaşların kaynağıdır ve huzurun amacıdır. tükenmek bilmez zeka kaynağı, bütün taşlamaların anahtarı, bütün gizemli imaların, bütün söylenmemiş tekliflerin ve bütün kaçamak bakışların anlamıdır; gencin ve bazen de yaşlının meditasyonudur, bakire olmayanın her an düşündüğü şeydir ve bakirenin bütün iradesine karşı sürekli tekrarlanan hayalidir.

seks, çer çöpüyle izinsiz içeri girmekte, devlet adamlarının müzakerelerine ve alimlerin araştırmalarına müdahale etmekte tereddüt etmez. her gün en değerli ilişkileri mahveder. daha önce onurlu ve dimdik olan insanların vicdanını çalar.

beyin olanca gücüyle ilerlerken, cinsel sistemlerin korkunç etkinliği daha uykuda olduğu için çocukluk, hayatımız boyunca özlemle geri dönüp baktığımız masumiyet ve mutluluk dönemi, hayatın cennetidir, kayıp cennet.

12.05.2022

istanbul ve türkler

erich auerbach

bu ülkede şimdiye dek sadece istanbul'u tanıdım; konumu harika ama iki farklı parçadan oluşan sevimsiz ve teklifsiz bir şehir: tarihsel coğrafyasının pasını büyük ölçüde hala koruyan grek ve türk kökenli eski stambul ile bir 19. yüzyıl avrupa yerleşim alanının karikatürü ve son aşaması şeklinde olup şimdilerde tamamen harap durumda bulunan yeni pera. burada korkunç lüks eşya dükkanlarının kalıntıları, yahudiler, grekler, ermeniler, bütün diller, grotesk bir sosyal hayat ve eski avrupa elçiliklerinin şimdi konsoloslukları barındırmakta olan konakları var. 19. yüzyıldan boğaz'da kalanlara bakıldığında yıkılmış ya da yıkılmaya yüz tutmuş veya müzelik bir halde korunmuş, yarı oryantal yarı rokoko bir tarzdaki sultan ve paşa konakları göze çarpıyor.

ben pek çok açıdan şanslı sayılırım. istanbul, özellikle de avrupa yakasında oturmakta olduğum boğaziçi büyüleyici bir güzelliğe sahip; hem de bizim gibi insanların en sevdiği türden, tarih içinde gelişmiş bir güzelliğe. bu, çoğu harap durumdaki yalılarıyla kıyı boyunca uzanan tepelerden, camilerden, minarelerden, mozaiklerden, minyatürlerden ve kaligrafilerden kaynaklanmıyor sadece, çeşit çeşit giysileri ve hayat tarzlarıyla insanlar, yediğimiz sebze ve balık, kahve, sigara ve müslüman dindarlığının kusursuzluğunun kalıntıları da var.

istanbul asıl olarak hala helenistik bir şehir; arap, ermeni, yahudi ve şimdi hakim durumdaki türk ögeler birbiriyle kaynaşarak ya da yan yana yaşıyor, bunları bir arada tutan da eski helenistik kozmopolitlik. tabii ki her şey kötü bir biçimde modernleştirilmiş ve piç edilmiş durumda ve bu eğilim giderek artıyor. genelde çok akıllı ve becerikli olan yönetim bu modern barbarlaşma sürecini hızlandırmaktan başka bir şey yapamıyor. yoksul ve çalışmaya alışkın olmayan ülkeye, varlığını sürdürebilmesi ve kendini savunabilmesi için bir düzen getirmek, modern ve pratik yöntemleri öğretmek zorunda. bu, her yerde olduğu gibi burada da canlı gelenekleri bozan ve kısmen tamamen hayali kadim zaman tahayyüllerine kısmen de modern, rasyonalist düşüncelere dayanan saf bir milliyetçilik adına gerçekleştiriliyor. dindarlığa karşı mücadele ediliyor ve islam kültürü arap kökenli bir yabancılaşma olarak küçük görülüyor; hem modern hem de saf türk olma isteği söz konusu. bu çabalar, eski yazının yürürlükten kaldırılması, arapçadan alınmış kelimelerin atılması ve yerlerine "türkçe" ya da kısman avrupa dillerinden alınmış kelimelerin konması yoluyla dilin tümüyle bozulmasına kadar vardı. eski edebiyatı okuyabilecek tek bir genç bulamazsınız; düşünsel alanda son derece tehlikeli bir yönsüzlük söz konusu.

ülke tamamen ve kesin olarak atatürk ve ona bağlı anadolu türkleri tarafından yönetiliyor; naif, kuruntulu, dürüst, biraz hantal ve yontulmamış; bununla birlikte fazlasıyla duygulu türden insanlar tarafından; çünkü avrupa'nın güney ülkelerinde yaşayanlardan daha katı, daha teklifsiz, daha sevimsiz ve daha boyun eğmez türde insanlar bunlar; yine de hoş ve hayat gücüyle dolular, köleliğe ve zor işlere alışıklar, bir de yavaş çalışmaya.

büyük şef, sempatik bir otokrat, zeki, cömert ve esprili biri. avrupalı meslektaşlarından tamamen farklı: bu toprağı bizzat bir ülke haline getirmiş olması, ayrıca da kesinlikle uzun söze kaçmaması itibariyle; anıları şu cümleyle başlıyor: "19 mayıs 1919'da samsun'a çıktım. o zaman durum şöyle idi:" fakat bütün yaptıklarını bir yandan avrupa demokrasileri ile diğer yandansa eski müslüman-panislamist saray ekonomisine karşı savaşarak gerçekleştirmek zorunda kalmış; sonuçta ortaya çıkan da fanatik bir gelenek karşıtı milliyetçilik olmuş. var olan islam kültürü mirasının reddi, hayal ürünü bir kadim türklük ile bağlantı kurma, kendisine karşı nefretle karışık bir hayranlık duyulan avrupa'yı kendi silahları ile vurmak için teknik anlamda avrupa zihniyetiyle modernleşme. avrupa'da yetişmiş göçmenlerin öğretmen olarak tercih edilmesi de bu yüzden, bu kişilerden yabancı propagandasından korkmadan eğitim alınabileceği düşüncesi. sonuç: had safhada milliyetçilik ve aynı zamanda tarihsel milli karakterin tahribatı. italya ve almanya ve muhtemelen rusya gibi öteki ülkelerde henüz herkesin gözüne çarpmayan bu tablo burada bütün çıplaklığı ile ortada. bir yandan hayal ürünü bir kadim türkçeye dayanan "arapça ve farsçanın etkisinden kurtulma", öte yandan da modern-teknik bir özellik gösteren dil reformu, 25 yaşın altındakilerin 10 yıldan eski hiçbir dini, edebi ya da felsefi metni anlayamamasını ve dilin kendine has özelliklerinin bundan birkaç yıl önce zorla kabul ettirilen latin alfabesinin zoruyla hızla yıpranmasını sağlamayı becermiş durumda.

genel olarak özetlersek, giderek daha açık bir şekilde görüyorum ki, dünyanın şimdiki hali, kaderin bizi kan ve acı dolu yollar üzerinden bir bayağılık enternasyonali ve esperanto kültürüne doğru götürmek için oynadığı bir oyundan başka bir şey değil. bundan daha önce almanya ve italya'daki korkunç kan ve toprak propagandasının sahteciliğini gördüğümde şüphelenmiştim; ama ancak burada neredeyse kesin olarak emin oldum.

(ocak 1937-mayıs 1938)

dexter

en büyük düşmanımız kendimizizdir.

yatak sırlarını söylemeyen adam zor bulunur.

hepimiz bir şeyler saklarız. başkalarının görmesini istemediğimiz karanlık bir tarafımız vardır. bu yüzden her şey yolundaymış gibi davranırız. gökkuşağı gibi rengarenk kimliklere bürünürüz. belki de böylesi daha iyidir; çünkü bu karanlık tarafların bazıları diğerlerinden daha karanlıktır.

sadece gerçek bir centilmen hatasını kabullenir.

herkes bir arjantin arzusundadır. temiz bir sayfa açabileceği bir yer. ama işin aslı, arjantin arjantin'dir işte. nereye gidersek gidelim kendimizi ve yaralarımızı da beraberimizde götürürürüz. yuvamız ona kaçtığımız yer midir yoksa ondan kaçtığımız yer mi? yoksa her ne koşulda olursa olsun kabul gördüğümüz sığınma yerlerimiz mi? bize daha fazla yuvamız gibi hissettiren yerler. sonunda olduğumuz gibi davranabildiğimiz için.

bir bulmacayı nihayet tamamlamanın en kötü tarafı, eksik parçalar olduğunu görmektir.

hayatta sır yoktur. sadece saklı gerçekler vardır. yüzeyin hemen altında yatan.

bir kalbim olsaydı şu an sızlardı.

çoğu insana ölümle başa çıkmak zor geliyor. ama ben çoğu insan değilim. bana asıl bu keder rahatsız edici geliyor. bir katil olduğumdan değil. neden bu kadar duygulandıklarını anlamıyorum ve bu yüzden de duygulanırmış gibi yapmam zor oluyor. böyle durumlarda güneş gözlüğü bayağı kullanışlı.

11.05.2022

sanat

albert camus

"sanatın amacı kanunlaştırmak ya da hükmetmek değil her şeyden önce , anlamaktır. anlamak için hükmettiği olur bazen. ama hiçbir deha eseri, küçümseme ve kin üzerine kurulmamıştır."

sanat, yalnızlık içinde tadılacak bir eğlence değildir. ortak sevinç ve kederlerin, ayrıcalıklı bir görünümünü vererek, en çok sayıda insana erişecek, onları heyecana getirecek bir araçtır.

sanatçı, çoğunlukla, kendi kendisinden ve varsa, ayrıcalarından utanç duyar gibidir. her şeyden önce, kendi kendisine sorduğu soruya cevap vermek zorundadır: "sanat sahte bir lüks müdür?"

toplumumuzda tanınmak isteyen bir sanatçı bilmelidir ki, tanınacak olan kendisi değildir; kendi adını taşıyan bir başkasıdır; o başkası kendi iradesinden kurtulacak ve belki de günün birinde, içindeki gerçek sanatçıyı öldürecektir.

insan hayatının gerçeği, sadece o insanın yaşadığı yerlerde değildir. o hayata biçim veren başka hayatlardadır; önce, çekilmesi gereken sevilen insanların hayatındadır, sonra, bilinmeyen, kuvvetli ya da zayıf vatandaş, polis memuru, öğretmen, iş arkadaşı, diplomat, diktatör, devrimci, din adamları, basit temsilciler, yaşayışımız için efsaneler yaratan sanatçıların hayatındadır, nihayet en düzgün hayat süren varlıklara bile egemen olan tesadüftedir.

şu halde, mümkün olabilecek tek bir gerçek film vardır: dünya perdesi üzerinde, her zaman gözlerimizin önünde seyrettiğimiz görünmez bir makine tarafından bize oynatılan film. varsa eğer, en gerçekçi sanatçı tanrıdır. öteki sanatçılar, ister istemez gerçeğe sadık olamayacaklardır.

bu çapraşıklığı balzac bir cümlede söylüyor: "deha her şeye benzer, hiçbir şey ona benzemez." gerçeksiz bir anlamı olmayan sanat, sanatsız değerinden çok kaybeden gerçek için de böyledir.

yukio mişima

javier marias

tanıyanların anlattığına göre yukio mişima çok sevimli, şakacı bir adamdır, çok hareketlidir, vahşi ve tiz bir gülüşü vardır ve sık sık da güler. kadınlarla -gelininin tüm karşı çıkmalarına rağmen torununu doğar doğmaz kaçıran ninesi hariç- pek ilişkisi yoktur; annesi, kız kardeşi, karısı ve kızı, yaşamının, en büyük kadın düşmanının bile kaçamayacağı en önemli dişi figürleridir kuşkusuz. yanlış bir alarm nedeniyle evlenir, annesinin kanserden öleceğini zanneder ve ona son bir armağan vermek ister: kadın, oğlu evlenirse ve soyağacının devam edeceğini bilirse daha huzurlu ölecektir. kanser hayalidir ve ananın ömrü, oğulunkinden uzun olur; ama mişima bu gerçeği öğrendiğinde, aradaki çöpçatana tembih edilen 6 koşula da uygun, iyi aile kızı yoko sugiyama'yla evlendirilmiştir çoktan.

bakalım bu önkoşullar nelermiş: gelin, ne bilmişin biri ne de ünlü avcısı olmalıdır; yazar yukio mişima'yla değil de ayrıcalıklı vatandaş kimitake hiraoka [mişima'nın gerçek adı] ile evlenmeye hevesli olmalıdır; topuklu ayakkabı giydiğinde bile kocasından daha uzun boylu olmamalıdır; güzel ve yuvarlak yüzlü olmalıdır; eşinin anne babasına bakmaya razı, evi çekip çevirecek kadar becerikli olmalıdır; son olarak da, mişima'yı çalışırken hiçbir biçimde rahatsız etmemelidir.

yukio mişima yaşamının son döneminde paramiliter tatenokai'yi kurar; "kalkan topluluğu" ya da "kılıç topluluğu" anlamına gelen ingilizce shield society ya da sword society'nin başharflerinden oluşan ss kısaltmasını yeğler. bu, japon silahlı kuvvetleri'nin hem anlayış gösterdiği hem de yüreklendirdiği 100 kişilik küçük bir ordudur. bu yüz adamın çoğu, imparatora ve japonya'nın en eski geleneklerine koşulsuz bağlı öğrencilerdir. bir süre sadece keşif gezileri, taktik alıştırmaları, sahte askeri manevralar yapmakla, kan kardeşi olmak ve birbirlerinin kanını içmek için oralarını buralarını kesmekle yetinirler.

ilk ve tek gerçek eylemleri, 25 kasım 1970'te gerçekleşir. mişima ve dört müridi, hardal rengi üniformaları içinde tokyo'daki içigaya askeri üssü'ne gelirler. amaçları, general maşita'ya saygılarını sunarak mişima'nın sahibi olduğu, kuşkusuz görülmeye değer, antika bir samurai kılıcını göstermektir. beş sahte asker generalin çalışma odasına davet edilir edilmez kılıçlarını ve hançerlerini çeker, adamın ellerini bağlarlar. talepleri mişima'nın yapacağı bir konuşmayı dinlemek üzere tüm taburların balkonun altında toplanmasıdır.

birkaç silahsız subay (japon ordusunda sivillere karşı silah kullanmak yasaktır) onlara engel olmaya çalışırken yaralanır. mişima, bir çavuşun neredeyse elini keser. yaşanan karmaşanın ardından mişima'nın taburlara hitaben yaptığı konuşma pek iyi karşılanmaz. askerler sık sık "gel de kıçımı öp!" ya da "bakayaro!" (git de ananı becer!) benzeri kabalıklarla yazarın sözünü keserler.

işler planlandığı gibi gitmemiştir. mişima yeniden generalin çalışma odasına girerek harakiri için hazırlanır. sağ kolu ve muhtemelen de sevgilisi olan masakatsu morita'dan, kendisi bağırsaklarını deşer deşmez, fazla acı çekmesine izin vermeden değerli kılıçla kafasını uçurmasını ister. ancak morita (daha sonra o da harakiri yapacaktır) üç kez kılıcı mişima'nın kafasına isabet ettirmeyi beceremez; yazarı omuzlarından, sırtından ve ensesinden ciddi biçimde yaralar. öbür üç müridin en beceriklisi ve sakini olan furu koga, kılıcı morita'nın elinden alarak kelle uçurma işini tamamlar. ardından, ilk girişiminde bağırsaklarını deşmeyi de beceremeyerek karnında hançerle derin olmayan bir yara açan morita'nın kellesini de uçurur. kelleler halının üzerinde kalır. mişima 45 yaşındadır ve daha o sabah, her zamanki teatral yaklaşımıyla yayıncısına son romanını teslim etmiştir.

yağmurdan sonra

cevat çapan


sana
bir zamanlar
birlikte yürüdüğümüz o sokakların
serinliğini getirdim bu kez
elimden tutarsan
altından geçtiğimiz saçakların gölgesi
saksı saksı fesleğenlerin kokusu
sinecek bakışlarına ve soluklarına
her şeyin yitirildiği
ve yeniden bulunduğu
bu yol kavşağında
bütün o kalabalıkla karşılaştığımızda
seni benden uzaklaştıran zamanın
beni sana ne kadar yaklaştırdığını
anlayacaksın

10.05.2022

sabahattin ali

nazım hikmet

yıl 1929 veya 1930. musahhih ve teknik sekreter olarak aylık dergilerden birinde çalışıyordum. "resimli ay" adını taşıyan bu dergi, o zamanlar türkiye'nin demokrat vatansever aydınlarını etrafına toplamıştı.

bir gün dergi idarehanesine kısa boylu, gözlüklü bir genç geldi. almanca bildiğini, hikayeler yazdığını ve isminin sabahattin ali olduğunu söyledi. hikayelerinden birini bıraktı, çıktı. bu hikaye, orman sanayiinde çalışan işçilerin hayatına aitti. alman romantizminin tesiri altında yazılmış olmasına rağmen, konu ve muhteva bakımından türk edebiyatında bir yenilik teşkil ediyordu. genç adamın istidatlı bir yazar olduğu daha ilk satırlarından hissediliyordu. hikaye basıldı.

sabahattin ali'yle tanışmamız böyle başladı. haftada iki üç defa idarehaneye geliyordu. o zamanlar sadece edebi münakaşalar şeklinde ortaya konabilen siyasi meseleleri onunla müzakere ediyorduk.

sabahattin ali, çok kısa zamanda dergide faal bir rol oynamaya başladı. sovyetler birliği'ne karşı derin bir sevgi besliyordu. sovyetler birliği hakkında hakikati aksettiren birçok türkçe ve almanca kitap okuyor, marksist leninist edebiyata karşı ilgi gösteriyor, sosyalizm diyarındaki hayat hakkında sık sık sualler soruyordu. bu devrede tolstoy, çehov, gorki ve şolohov'un eserlerini okudu.

kısa bir zaman sonra buluşmalarımız kesildi; ben hapse düştüm. daha sonra, sabahattin ali'nin konya'da öğretmenlik yaptığını, mustafa kemal ve rejimi hakkında yazdığı bir hicviye yüzünden mahkum edilerek sinop hapishanesi'ne gönderildiğini öğrendim. o zamanlar, sinop hapishanesi'nde büyük bir sosyalist grubu yatıyordu. sabahattin ali, sosyalistlerle yakın dostluk kurmuş, onların savaş azmine ve halk davasının zaferle neticeleneceği hakkındaki sarsılmaz imanına hayran olmuştu.

bu devreden sonra genç yazarın yaratıcılığında yeni bir merhale başladı. sabahattin ali, hapishanede yatan fakir köylülerle ve onların hayatıyla yakından tanıştı.

artık realizm temayüllerinin gittikçe daha açık hissedildiği hapishane hikayeleri yazmaya başladı. hapiste şiirler yazdı. halk türkülerinin tesiri görülen bu şiirlerin birçoğu, türkiye'nin alelade emekçileri tarafından sevildi.

sabahattin ali ile tekrar karşılaştığımız zaman, resimli ay dergisinin siyasi çehresi büsbütün değişmişti. sabahattin ali ile onların evinde veya bizde görüştük. kuyucaklı yusuf ve içimizdeki şeytan romanlarını o yıllarda yazdı.

sabahattin ali, içimizdeki şeytan adlı romanında, türkiye faşistleri, ırkçıları ve pantürkistlerinin içyüzünü meydana çıkardı. bu kitabın ortaya çıkması büyük gürültülere sebep oldu. faşist basını onun üzerine atıldı.

ikinci dünya savaşı biter bitmez, sabahattin ali, "marko paşa" gazetesini çıkarmaya başladı. bu bir siyasi mizah gazetesiydi. türk mizahı o zamana kadar böyle bir gazete görmemişti. marko paşa emperyalizm aleyhinde yazıyor, türk burjuvazisi ve burjuva partileriyle öldüresiye alay ediyordu. gazete haftada iki defa çıkıyordu ve tirajı 150 bini bulmuştu. böyle büyük bir tiraj türkiye'de henüz görülmemişti.

hükümet, çok geçmeden gazeteyi ve yazarlarını mahkemeye verdi. basımevlerine gazeteyi basmamaları için polis tarafından emir verildi. fakat gazete, bazen hektografta basılarak, bazen de başka isimler altında çıkmaya devam etti.

sabahattin'i birkaç defa hapse attılar. buna rağmen mücadelesinden vazgeçmedi. o zamanki iç ve dış durum öyleydi ki, mürteci idareciler "marko paşa" gazetesini doğrudan doğruya tasfiye etmeye cesaret edemediler. irtica için, gazeteyi durdurmanın tek çaresi vardı: herhangi bir provokasyon yardımıyla gazete sahibini yok etmek, yani sabahattin ali'yi öldürmek! öyle de yaptılar. türkiye gizli polisi, kiralanmış ajanlarından birinin eliyle, sabahattin ali'yi bir ormanda öldürdü.

hayat

dragan babic

hayat harika bir şey. yeter ki yaşamamıza izin versinler. toplum. ya da onu çekip çeviren azınlık. başkaları için. öyle her şeyin basit olmasına izin vermiyor. tuhaf; ama ona kendi düşüncelerini hangi düzeyde benimsetebiliyorsun. yaşamı karmaşıklaştırdı. ve.. olumsuz olan her şey için bir haklılık payı buluyor. ve her türlü değişiklik arzusunu karalamaya çalışıyor. sözde ilerlemenin tersine, onu ütopik olmakla suçluyor.

onlara göre savaş kaçınılmazdır; çünkü o her zaman var oldu. ve kanıtı, 2. dünya savaşı'ndan bu yana, 30 milyondan fazla insanın ölmesine yol açan 130 savaş söz konusu. çevrenin yıkımı ve bunun gibi şeyler söz konusu. aynı zamanda korkuyu kurumsallaştırdılar. senin bir işin var, senin işin yok türünden. ve insanların ne düşünecek vakitleri var ne seçecek cesaretleri. ama koşturup durmak. insanlığın büyük çoğunluğu gibi acından ölmedikleri zaman, yaşamlarını kazanmak zorundalar. bu da meydanı, dünyanın efendilerine bırakmak anlamına geliyor.

en üzücü yanı ne, biliyor musun? uşaklarını özgür olduklarına ve onlar için belirledikleri hedefin kendi seçimleri olduğuna inandırıyorlar. ve bunu medya aracılığıyla yapıyorlar. ve zaman zaman ortak çıkar.. ilerleme.. adalet.. gibi demokrasiyle çeşnilendirilmiş birtakım sözleri slogan olarak kullanıyorlar.

bu kimselerin, bir oyunun kurbanı olduklarını anlamalarını sağlamak gerekiyor. onlar toplumun bir parçası, onlar toplum, onlar çoğunluk; ama her şey bir azınlığın gereksinimlerini karşılamaya yönelik olarak planlanmış.

altmışlı yıllardan anı

hans magnus enzensberger


aşkla ve işle keyif içinde
uğraşırken, korkumuzla
korkusuzca uğraşırken
huzursuzluğumuzla huzurlu
kaygılarımızla
kaygısızca uğraşırken

kaydık
uçtuk, konduk
bir kez daha açıldı her şey

kuzeyli akşamlar sakindi
haziranda, pirinç saat kaygısızca çaldı
adalarda, ince bir gülüş geçti hafifçe
küçük çağrılar geçti hafifçe
bir haziran müziği geçti hafifçe
aydınlık odalar içinden
geceleyin, unutkan durdu ahşap ev
bahçesi çitli, içi hiç kararmayan
kayık sakin bekler iskelede, sakince
geçti sohbetler arkadaşların arasından
beyaz sesler sakince kaydı
orada mutluluk varmış gibi, sakince
duruyordu kitaplar, kayalar
rafta aydınlık bir cin şişesi

kaygısızca kaydık
kaygan zamandan
korkusuzca yani bilgisiz
sakince yani gereksiz
keyifli yani acımasız
böylece geçip gittik
o senelerden

oradaki kayalar
bilgisiz korkusuz
gereksiz sakin
acımasız keyifli
o kayalar ayakta hala

9.05.2022

muhammed

sevan nişanyan

anlamak lazım bir yerde pek duyarlı, alıngan, hayal gücü zengin bir genç. yetim. zengin kadınla evlenince sesini duyurma imkânı buluyor. mekke'de sayıları az olmayan hristiyanlarla ve (belki daha az sayıda) yahudilerle temas ediyor. onların menkıbelerini seviyor. peygamberlerine özeniyor. bir tür quasi-ibrahimî öğretiyi yaymaya girişiyor. unutma ki o devirde yahudo-hristiyanlık, çağın "globalist" akımı. "bırak mekke'nin köhne tanrılarını" diyor. "istikbal kuzeydedir! dünya tek tanrıya gidiyor. uyan. oku."

bugün olsa avrupa birliği taraftarı olurdu, kuşkum yok. müritleri artıyor. çevresi büyüyor. dinî çoğulculuğuyla tanınan mekkelileri bile rahatsız etmeyi başarıyor. "oğlum" diyorlar, "senin tanrına itirazımız yok. bak, yahudilerin el-eloh'una bile kabemizde yer açtık. rahmetli dedenin yolundan gidip yahudilere özeniyorsun, anlayışımız sonsuz. (oğluna abdul-eloh adını vermişti o da.) ama sen de başkalarının inançlarına saygı göster."

laf anlatamayınca sürüyorlar. medine'ye sığınıyor. medine'de yahudiler egemen. dolayısıyla kendi zihniyetine daha uygun bir ortam bulduğunu sanıyor. yahudilere ittifak teklif ediyor. sünneti, kurbanı, domuz yasağını, kudüs'e secde etmeyi kabul ediyor. "ama" diyor, "ibrahim'in halefi ishak değil ismail'di. araptı. benim önderliğimi kabul edeceksiniz." yahudiler bir müddet tereddüt ettikten sonra reddediyorlar. şah mat!

projesi çıkmazdadır. yahudiler fena kazık atmıştır. global dünyanın peygamberi olma hayali ağır darbe yemiştir. o noktadan sonra artık bambaşka bir insandır. kaybedecek şeyi kalmamış bir kumarbazın yırtıcılığını sergiler. medine'yi yahudilerden temizler. ayakta kalmak için finansman gerektiğini anlar; banka soygunculuğuna başlayan dev-gençliler gibi, kervan soygunculuğuna girişir. 

mekkelilere karşı iki sürpriz zafer kazanınca cüreti artar. potu artırır: kendisine katılacak olanlara brüt kârdan %80 teklif eder. böyle cazip teklife kim direnebilir? az zamanda, arabistan'ın tüm servet avcıları yanındadır. kasaları dolup taşar. mısır tekfuru ile suriye hakimi, gücünden ürkerler. son günlerinde geriye dönüp içi sızlamış mıdır? fethi okyar'a "vaziyetimiz tam bir diktatörlük manzarasıdır." diye dert yanan atatürk gibi, pişmanlık belirtisi göstermiş midir? çadırında oturup arpa ekmeği yediği daha sade ve idealist günlerine özlem duymuş mudur? duymuştur elbette. insanoğlunun kalbi tek sesli değil ki? ama büyük handikapı, libidosudur.

insan belli bir yaştan sonra servetten de, ganimetten de gına getirebilir. işi haleflerine devredip çadırına çekilebilir. ama et tutkusu başka türlü bir ateştir. insanın aklını da, vicdanını da karartır, iradesini esir alır. altmışını geçmiş bir adam, kendisine yılda iki taze gelin getiren bir yoldan geri dönebilir miydi? zor.

kadın

henry miller

sabah uyandığında yanında sıcak ve dinlenmiş bir beden bulmak güzel bir duygu. temiz bir duygu. ruhani.. ama aşk teranesiyle canını sıkmaya başlamaları çok sürmez. bu kancıklar neden aşktan bu kadar çok söz ederler? iyi bir sikiş yetmiyor onlara anlaşılan.. ruhunu da istiyorlar adamın.

o güne kadar tanıdığım kadınları düşünüyorum bir çırpıda. sefaletimle yarattığım bir zincir. her bir halka diğerine bağlı. ayrık yaşama, doğmuş kalma korkusu. rahmin kapısı hep sürgülü. korku ve özlem. kanın derinliğinde cennetin çekimi. öte dünya. hep var o öte dünya. göbek nahiyesinde başlamış olmalı her şey. göbek bağını keserler, kıçına bir şaplak atarlar ve haydi bakalım! dünyadasın; akıntıya kapılmış, dümensiz bir gemi. yıldızlara bakarsın, sonra da göbeğine. gözlerin çıkar her yerinde -koltuk altlarında, dudaklarının arasında, saç köklerinde, ayak tabanlarında. uzak olan yakınlaşır, yakın olan uzaklaşır. iç dıştır, dış da iç; kesintisiz bir akış, deri değişimi, tersyüz edilme. yıllarca sürüklenirsin böyle; ve çürürsün orada yavaşça, parçalara ayrılırsın, çözülürsün yeniden. adın kalır sadece.

bir kadına teslim olabilmeyi istiyorum. ama benden üstün olması gerekiyor bunu yapabilmesi için. amı yetmez, aklı da olmalı. ona ihtiyacım olduğuna inandırabilmeli beni, onsuz yaşayamayacağıma. başıma ne geleceği umrumda bile olmaz; ne iş isterdim, ne arkadaş, ne de kitap mitap. yeter ki beni dünyada benden daha önemli bir şeyin var olduğuna inandırsın. tanrım, nefret ediyorum kendimden! ama bu alçak kancıklardan daha çok nefret ediyorum; çünkü birinde bile iş yok.

bir özgürlük anı için bütün o aşk teranelerini dinlemek zorunda kalırsın. delirtiyor beni bazen. hemen kapı dışarı etmek istiyorum onları. ediyorum da bazen. ama bu gelmelerini engellemiyor. hatta, hoşlarına gidiyor. onları ne kadar az fark edersen o kadar üzerine düşerler. hasta bir yanları var kadınların. yürekte mazoşist hepsi.

biraz daha genç olsaydı sorun kalmazdı. genç bir kancıkta birçok şeyi gözardı edebilir insan. genç bir kancık aptal da olsa olur. aptallar daha da iyidir hatta. ama yaşlı bir kancık, dünyanın en zeki kadını bile olsa, dünyanın en çekici kadını bile olsa, fark etmez. genç bir kancık yatırımdır, yaşlı kancık zarar. seni hediyelerle şımartmaktan başka bir şey gelmez elinden. ama bu kollarını etlendirmez, yarığını sulandırmaz.

turgenyev

javier marias

büyük bir coşkuyla kutlanan bir doğum günü partisinde, turgenyev'in 12 yaşında bir kız çocuğuyla kankan dansı yaptığına tanık olan ağırbaşlı kont tolstoy, o gece hakkındaki düşüncelerini günlüğüne şöyle not etmiştir: "turgenyev.. kankan.. hüzün verici."

turgenyev ile tolstoy'un arasında büyük farklılıklar ve bir dereceye kadar da arkadaşlık vardır kuşkusuz. bir tartışmada konu gelip rusya'nın batılılaşmasının uygun olup olmadığına dayanınca bu farklılıklar doruk noktasına ulaşır ve tolstoy, turgenyev'e meydan okuyarak onu düelloya davet eder. mesele bir iki çiziğin ardından kutlama ve şampanyayla sona ermesin diye de düello silahının tabanca olmasını önerir. turgenyev özür diler ve iş tatlıya bağlanır ama tolstoy'un sağda solda onu ödleklikle suçladığını duyunca bu defa o tolstoy'u düelloya davet eder; ancak uzun bir yolculuğa çıkmak üzere olduğu için davetini dönüşüne erteler. bu kez özür dileme sırası tolstoy'a gelmiştir; böyle birbirlerini düelloya davet ede erteleye tam 17 yıl geçirirler, sonunda düello yapmaktan tümüyle vazgeçerek barışırlar.

tolstoy da dostoyevski de batı'da yolculuklar ederlerken varlarını yoklarını kumar masalarında kaptırınca (dostoyevski saatini bile bırakır), çareyi turgenyev'e başvurmakta bulurlar. turgenyev her ikisine de borç verir. dostoyevski, borcunu ödemekte dokuz yıl gecikir, o da yetmezmiş gibi, durmadan turgenyev'e saldırmaktan da geri kalmaz. dostoyevski'nin bu saldırılarını, geçirdiği sara nöbetlerine yoran turgenyev, bir hasta olarak kabul edip hoş ve hor gördüğü dostoyevski'yi her defasında bağışlar.

gizi kazınmış aynada yüz yüze geldiler

nilgün marmara

pencerede elmas tanecikler ve çevresinde delikler. göz için. deli. çöl faresi. kum bekçisi. cımbız gözlü. iğne burunlu. eskiden bir yıldızmış. göğünü yitirmiş. kumda şimdi. falına bakıyor. yeniden dönecek mi? taneleri kimi zaman tek çıksın diye sayıyor. olmuyor, çift çıkıyor. bazen "çift" tutuyor içinden. bu kez de tek çıkıyor.

bulamıyor gök kuma hangi sayıyla yazılmış. geceleri iyice umutsuz, renk körü.. çölde her şey birbirine karışıyor. yakındaki ev bir canavar, kıpırtısız, tetikte. penceresinde elmas tanecikleri var, bunun ayrımında.

ardında bir karaltı bazen; izleniyor, bunun da ayrımında. cımbız  gözlerini belli etmeden odaklıyor pencereye doğru, dönüp dikeliyor. ışıklıysa zaman, maki şemsiyesinin gölgesine sığınıyor. bulutlu günler saydığı bir yana aktardığı kum taneciklerinden oluşan tepenin üzerine tünüyor. paranoyak bir fare. canavardan çok korkuyor. çöle eklenmiş denize bakıyor geride duran elmas çerçeveyi unutmadan. her ikisini de anlamıyor. ikiye ayırıyor tek ve çift gibi. arkadaki canavarın sayısı tek, önünde açılan mavilik çift. suya varamıyor, ıslanma korkusu var, eve de dokunamaz, her gün her gece orada tek başına; pencere; karaltı; canavar.. dehlize iniyor, ürpertiyle kıvrılıyor karanlığa. çıkarsam, çıkarsam, bakacak aşağılayarak, anlayışsız, ezercesine, bakacak bana. denize bakıyormuş gibi yapıyor beni izliyor, saydığım tanecikleri, şemsiyemi, dehlizime inen delikleri... gözlerime bakıyor. gözlerimi cımbıza benzetiyor, iğne burunlu diyor bana, deli diyor, kum bekçisi diyor, göğünü yitirmiş bir yıldız diyor bana, kumda fal baktığımı sanıyor, gök haritasındaki yerimi bulmaya çalıştığımı. renk körüymüşüm, paranoyakmışım, umutsuzmuşum, korkuyormuşum denizden evden ondan. dehlizimde tetikte beklediğimi düşünüyor, tedirgin olduğumu. bilmez ki tüyle kaplanmış et ve kanda akışan hayvan erincini. diş ve tırnak ve kuyruk ve kürk ve hız ve kayma ve..

dişlerini gösterecek bir gün, maskesi düşecek diye düşünecek. hayvan dişlerini. hayvan güldü. gül-dü hayvan oysa, bilemez. öfke sanacak, saldırıdaki inceliği öfke bilecek, kin kabul edecek tümünü, dişi, tırnağı, kuyruğu, kürkü, hızı, kaymayı.

her gün, her gece, her an önünü ve ardını düşünüyor. hiçbir düş kurmadan, yalnızca ön ve art. art ve ön. yunma ve dokunma korkusunu yenerse suya dalabilir, yüzebilir, dönüp canavara tırmanabilir. pencerenin elmas taneciklerinden birine yakın durup bir deliğe yaklaşarak dişlerini gösterebilir. öç alma duygusuyla yanarak "neden büyüdünüz, genleştiniz, yayıldınız, gövdelerinizle, aletlerinizle, anlaklarınızla, aşklarınızla, ağlatılarınızla, güldürülerinizle, yüceliklerle, bayağılıklarla; bu yerküreyi nasıl iyeliğinizin bir yapıtı olarak algılıyor onu alt etmeye çalışıyorsunuz?" sorabilir. neden ve nasılla, damarlarında akışan hınç dile, dişe gelir o zaman. benden tiksiniyor. donanımlı olduğumu sanıyor, kürkümün bir zamanlar olduğunu, sonra yok olduğunu varsayıyor.

7.05.2022

din

ernest renan: deneyimler, mucizelerin istisnasız olarak, onlara inanılan dönemlerde, ülkelerde ve onlara inanmaya istekli insanların karşısında meydana geldiğini göstermektedir.

polly toynbee: iyi olan tek din can çekişen bir dindir. din sadece çokkültürlü, laik bir toplumun içinde, dünyevi gücünü tamamen yitirirse medeni bir hal alır. inançlılar sadece zayıf olduklarında hoşgörülü ve barışçıl insanlara dönüşürler. sadece o zaman din kültürel geleneklerin nazik bir tılsımına, tarih öncesi mucizelere ya da uzun süre önce ölmüş savaş kahramanlarına çok az bir inanç besleyerek gerçekleştirilen bir meditasyon biçimine dönüşür.

carl sagan: yaşam bu soluk kesici evrenin mucizelerine bir anlık bakıştan başka bir şey değildir ve bu kadar fazla insanın onun spiritüel fantezilerle boşa harcadığını görmek oldukça üzücü.

gustave flaubert: krallığım evren kadar büyük ve isteklerimin hiçbir sınırı yok. her zaman ileriye doğru giderek korku, şefkat, sevgi ve tanrı olmaksızın ruhları özgürleştirir ve dünyaları tartarım. benim adım, bilim.

robert g. ingersoll: bilimin umudu, insan ırkının mükemmelliğe ulaşmasıdır. dinin umudu ise birkaç kişinin kurtuluşu ve neredeyse herkesin lanetlenmesidir.

dan barker: gerçek, inanç gerektirmez. bilim adamları her pazar el ele tutuşup "evet, yer çekimi gerçek! inanacağım! güçlü olacağım! yukarı çıkan her şeyin aşağıya da ineceğine tüm kalbimle inanıyorum. amin!" diye şarkı söylemezler.

veba

john reader

ne zaman ki insanlar büyük yerleşik topluluklar halinde bir araya gelmeye başladılar; salgın hastalıklar yaygınlaşabildi. gerçekten de, hiç ara taşıyıcı olmaksızın, kişiden kişiye doğrudan geçen bakteriyel ve viral hastalıklar, uygarlık hastalıklarıdır. insanlığın geniş, karmaşık ve yoğun nüfuslu kent yerleşimlerinde, şehirlerde yaşamayı seçmesinin karşılığında ödediği bedeldir. resmen bilinen bütün salgın hastalıklar -kızamık, kabakulak, boğmaca, çiçek ve diğerleri- tarım, sürekli yerleşim ve gelişen şehirlerin ortaya çıkışından itibaren gelişim gösterdiler. muhtemelen tümü insanlara hayvanlardan geçmiştir; özellikle de evcilleştirilmiş hayvanlardan. kızamık örneğin, sığır vebası virüsü ile alakalıdır; grip domuzlardan geçmiştir; çiçek ineklerde görülen çiçek hastalığıyla akrabadır.

insanlar bugün evcil hayvanlarla toplam 296 hastalığı paylaşmaktalar; bunların çoğu birden fazla tür ile paylaşılıyor. bunların 46'sı koyun ve keçilerden, 26'sı kümes hayvanlarından, 32'si ise fare ve sıçanlardan insana geçmiş.

veba bir şehri vurdu mu, çoğu sakinin tek yapabildiği, kaderci bir korku içinde beklemek ve hastalığın kurbanlarını seçmesini izlemekti. pek azının gücü, alaycı bir tavırla hayatta kalmanın tek garantisi olarak önerilen "hızla koş, uzaklaş ve olabildiğince geç dön" anlamına gelen "cito, longe, tarde" adlı üç etken maddeden oluşan çözümlere yetebiliyordu. bunlar, azınlığın gücünün yettiği lükslerdi. çoğunluksa şehirlerde şansını denemek zorundaydı. kaçamayanların ilacı yoktu. ölüm korkunç derecede acılı olabiliyordu; tek merhameti hızlı olmasıydı.

17. yüzyılın erken dönemlerinde bazı fransız doktorlar hasta ziyaretleri sırasında, kalın bir balmumu ve aromalar katmanıyla kaplı, tamamen örten bir cübbe giyme yöntemini benimsediler. üniforma, tepesinde enseyi ve başı koruyacak bir kukuleta ve şapka, gözleri korumak için gözlük, parfüm ve dezenfektana batırılmış bir filtreden doktorun nefes almasını sağlayacak gaga şeklindeki bir burunla tamamlanıyordu. rahatsız ve uğursuz bir kıyafet -venedik karnavalının katılımcıları hala giyerler- fakat gerekli diye inanmaktaydı doktorlar; çünkü miyasma* zehirleri yumuşak, parlak yüzeyine yapışamıyor ve böylece bir yerden bir yere taşınamıyorlardı. işe yarar görünüyor, cübbeli doktorlar hayatta kalıyordu ve iddiaların dairevi doğasına uygun olarak, hastalığın yayılmasında miyasmaların rolü üzerine geçerli teorileri de doğrular durumdaydı.

fakat 1657 salgınında cenova'daki veba kurbanları ile ilgilenen enerjik, genç bir papaz bu konuda kuşkuluydu. peder antero maria da san bonaventura'nın ne geçerli teoriye ne de uygulamaya inancı vardı ve de parlak balmumundan cübbelerin insanları vebaya yakalanmaktan alıkoymada işe yaramadığına emindi: "balmumu cübbe insanı sadece içinde yerleşemeyen pirelerden korumaya yarıyor." diye açıklıyordu. peder antero pirelerden korunmanın vebadan da korunma demek olduğunu bir bilseydi..

pireler orta çağ hayatının sık rastlanan bir özelliğiydi; hastalığı taşıyıp ısırdıkları insanlara bulaştırdıklarını kim tahmin edebilirdi? herkes vebanın özellikle yün, pamuk, kenevir, halı, keten, tohum torbaları ve benzerleriyle uğraşan kişilerde görüldüğünü biliyordu; ama bu, ürünlerin kıllı ve yapışkan olmasına yoruluyordu; pire barındırdıkları gerçeğine değil. diğer taraftan sert, pürüzsüz ve kaygan maddeler güvenliydi; çünkü miyasmalar bunlara yapışamıyordu, pireler de.

veba zamanında büyük prensler kurtuluş için edilen duaları yönetirlerdi. biz bugün inancımızı doktorlar ve ilaç sanayisine adıyoruz. hastaneler 21. yüzyılın katedralleri.

* miyasma: salgın hastalıklara yol açtığına inanılan etken (tdk); çürümüş hayvansal veya bitkisel dokulardan havaya yayılan zararlı buhar (daphne/ekşi sözlük).

dizeler

rabindranath tagore


ey küçük başıboşları dünyanın
ayak izlerinizi bırakın sözcüklerimde

yıldızlar, ateş böceği sanılmaktan korkmazlar

yaşam bize verilmiştir; biz onu vererek kazanırız

eski sözcüklerin tozu sana yapışıyor
sessizlikle yıka içini

yapraklarını koparmakla güzelliğini toplayamazsınız çiçeğin

akşam göğü bir pencere
yanmış bir fener
arkasında bir bekleyiş gibidir bana

yaşamın güneşli adasının çevresinde
ölümün sonsuz deniz türküsü kabarır gece gündüz

bir yabancı gibi geldim kıyına
evinde bir konuk gibi yaşadım
kapından bir arkadaş gibi ayrılıyorum
toprağım benim

yaşamın durgun suyunu kıpırdatır ölüm çeşmesi

insanlık tarihi, ezilen insanın yengisini sabırla bekliyor

son sözüm bu olsun, güveniyorum senin sevgine.

6.05.2022

ateizm

voltaire: "ateist: din adamlarının yanılmaz akıllarının boşluğunda, ona tanıtmaya karar verdikleri tanrı'ya inanmayı reddeden kişilere din adamları tarafından verilen isim."

mihail bakunin: biz materyalist ateistleriz ve gerçeklerle övünürüz.

annie besant: ateist en büyük unvanlardan biridir. ateizm dünyanın kahramanlarının erdem nişanıdır: copernicus, spinoza, voltaire, paine, presley.

john bice: ahirete inanmanın bu hayatı olduğundan daha az eşsiz ve değerli kılması kaçınılmazdır. sırtına bir bomba yapıştırmak ya da uçurduğu uçakla bir binaya çarpmak konusunda istekli olan bir ateist bulmak neredeyse imkansızdır.

ernest hemingway: düşünen tüm insanlar ateisttir.

joseph mccabe: bu yüzyılda ateizm, medenileşmiş insanların ortak tutumu olacaktır.

carl van doren: tarih araştırmalarım sırasında, inançsızların dünyaya inançlılardan daha az zarar verdiklerini fark ettim. onu vahşi savaşlarla, haçlı seferleri ya da zulümlerle, kayıtsızlık ve cehaletle doldurmamışlardır. bunun yerine, onu bilgi ve güzellik, ılımlılık ve adalet, görgü ve mutlulukla doldurabilmek için ellerinden geleni yapmışlardır. kendi işlerine bakarak barışın hakim olduğu alanları genişletme sanatında, inançlılardan geri kalmadıkları kesindir.

james buchanan: din tarafından dünya görüşü daraltılmamış ve bozulmamış zeki insanlara nadiren rastlarım.

james morrow: bir agnostik, cesaretini yitirmiş bir ateisttir.

martin buber: ateistlerin çoğu, tanrı'ya, onun kendilerinin yarattıkları yanlış imgesine kapılan dindarlardan daha yakındır.

john buchan: ateist, arkasında kendisini destekleyecek görünmez güçler olmayan kişidir.