mihail bakunin: en küçük, en zararsız devlet bile düşlerinde suçludur.
albert camus: çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi ölünceye kadar reddedeceğim.
anton çehov: doktorlarla avukatlar birbirlerinin tıpkısıdır. aralarında sadece bir tek fark var: avukatlar soyarlar; doktorlarsa hem soyar hem de öldürürler.
d.h. lawrence: çoğu kadın hiç sevmez, sevmeye hiç başlamaz. sevmenin ne demek olduğunu bile bilmez. erkekler de öyle.
buket uzuner: hayatta en büyük mucize, küçükken iyi bir öğretmene rastlamaktır.
fernando pessoa: kölelik bu hayatın yasasıdır. isyan etmenin de kaçmanın da mümkün olmadığı, kayıtsız şartsız boyun eğilen yasa budur. kimileri köle doğar, kimileri sonradan olur, kimileri ise köleleştirilir.
john fowles: çatıdan kopup kafana düşse bile gerçek umutsuzluğun ne olduğunu anlayamazsın.
latife tekin: zihnimizdeki ağırlıklarından kurtulup eşyalardan soğuyalım. bir tekine bile sahip olmak için istek duymaya değmez.
paul klee: umarım amacıma çok çabuk ulaşmam; çünkü amaca ulaşmak kadar eleştirel bir şey yoktur.
saul bellow: radyasyondan çok, birbirlerinin kalplerini kırmaktan ölüyor insanlar.
thomas jefferson: basılı herhangi bir eser hakkında ceza kovuşturması açılabileceğini düşünmek bile tüylerimi diken diken etmeye yetiyor.
henry miller: parasızım, çaresizim, umutsuzum. dünyanın en mutlu adamıyım.
31.03.2013
29.03.2013
idealizm
george berkeley
"en modern idealist filozofların materyalizme karşı ileri sürdükleri hiçbir kanıt yoktur ki, insan bunu ingiliz papazı berkeley'de bulmasın." (lenin)
madde, ruhumuzun dışında, düşünerek var olduğuna inandığımız ya da var olduğunu sandığımız şey değildir; ne var ki, onları gördüğümüz, onlara dokunduğumuz için şeylerin var olduğunu düşünüyoruz; bu duyumları verdikleri için onların varlığına inanıyoruz.
ama duyumlarımız, bizim ruhumuzda sahip olduğumuz fikirlerdir. bu durumda, duyumlar aracılığıyla algıladığımız şeyler, fikirlerden başka bir şey değildir ve bunlar, zorunlu olarak zihnimizden başka bir yerde bulunmazlar.
örneğin, belli bir düzenleniş içinde bir renk, bir tat, bir koku, bir biçim, belirli bir direnç gözlemleniyor. bunların tümü "elma" sözcüğüyle ifade edilen bir nesne olarak tanınıp biliniyor. başka duyum biçimleri de bize başka fikir koleksiyonları verirler. bu koleksiyonlar örneğin taş, ağaç, kitap denilen ve algılanıp kavranabilen diğer bütün şeyleri oluştururlar.
aynı şeyin, aynı zamanda farklı olabileceğine inanmak saçmalık değil de nedir? örneğin, bir şeyin aynı zamanda hem soğuk hem sıcak olması! ellerimizden birinin sıcak, ötekinin soğuk olduğunu ve aynı anda her ikisini de bir vazoda bulunan normal sıcaklıktaki bir suya soktuğumuzu düşünelim: vazodaki su, bir elimize sıcak, ötekine soğuk gelmeyecek mi?
şu kumaş parçasının kırmızı renkte olduğunu söylemektesiniz. iyi ama emin misiniz bundan? kırmızı rengin kumaşın kendisinde olduğu düşüncesindesiniz. acaba doğru mu bu? bildiğiniz gibi, gözleri bizimkinden farklı olan hayvanlar vardır. onların bu kumaşı kırmızı renkte görmeleri mümkün değil. sarılık hastalığına tutulan bir insan da kumaşı kırmızı değil sarı renkli olarak görür. öyleyse rengi nedir bu kumaşın? bundan çıkan sonuç şu: kırmızılık kumaşın kendisinde değil, gözlerdedir. daha doğrusu bizdedir.
hafif olduğunu mu söylüyorsun bu kumaşın, onu bir karıncanın üzerine bıraktınız mı, ona ağır gelecektir mutlaka. öyleyse kim haklı? bu kumaşın sıcak olduğunu mu düşünüyorsunuz? eğer ateşiniz olsaydı o zaman da serin gelirdi bu kumaş size. öyleyse sıcak mıdır kumaş yoksa soğuk mu?
kısacası aynı şeyler, aynı anda, kimilerine kırmızı, ağır, sıcak geliyor, kimilerine de sarı, hafif, soğuk görünüyorsa nedeni şudur: demek ki böyle sanmakla biz yanılsamaların kurbanı olmaktayız ve bu şeyler ancak zihnimizde var olan şeylerdir.
o halde, madde, fikirden başka bir şey değildir.
"berkeley sisteminin amacı, maddenin var olmadığını kanıtlamaktır." (georges politzer)
"en modern idealist filozofların materyalizme karşı ileri sürdükleri hiçbir kanıt yoktur ki, insan bunu ingiliz papazı berkeley'de bulmasın." (lenin)
madde, ruhumuzun dışında, düşünerek var olduğuna inandığımız ya da var olduğunu sandığımız şey değildir; ne var ki, onları gördüğümüz, onlara dokunduğumuz için şeylerin var olduğunu düşünüyoruz; bu duyumları verdikleri için onların varlığına inanıyoruz.
ama duyumlarımız, bizim ruhumuzda sahip olduğumuz fikirlerdir. bu durumda, duyumlar aracılığıyla algıladığımız şeyler, fikirlerden başka bir şey değildir ve bunlar, zorunlu olarak zihnimizden başka bir yerde bulunmazlar.
örneğin, belli bir düzenleniş içinde bir renk, bir tat, bir koku, bir biçim, belirli bir direnç gözlemleniyor. bunların tümü "elma" sözcüğüyle ifade edilen bir nesne olarak tanınıp biliniyor. başka duyum biçimleri de bize başka fikir koleksiyonları verirler. bu koleksiyonlar örneğin taş, ağaç, kitap denilen ve algılanıp kavranabilen diğer bütün şeyleri oluştururlar.
aynı şeyin, aynı zamanda farklı olabileceğine inanmak saçmalık değil de nedir? örneğin, bir şeyin aynı zamanda hem soğuk hem sıcak olması! ellerimizden birinin sıcak, ötekinin soğuk olduğunu ve aynı anda her ikisini de bir vazoda bulunan normal sıcaklıktaki bir suya soktuğumuzu düşünelim: vazodaki su, bir elimize sıcak, ötekine soğuk gelmeyecek mi?
şu kumaş parçasının kırmızı renkte olduğunu söylemektesiniz. iyi ama emin misiniz bundan? kırmızı rengin kumaşın kendisinde olduğu düşüncesindesiniz. acaba doğru mu bu? bildiğiniz gibi, gözleri bizimkinden farklı olan hayvanlar vardır. onların bu kumaşı kırmızı renkte görmeleri mümkün değil. sarılık hastalığına tutulan bir insan da kumaşı kırmızı değil sarı renkli olarak görür. öyleyse rengi nedir bu kumaşın? bundan çıkan sonuç şu: kırmızılık kumaşın kendisinde değil, gözlerdedir. daha doğrusu bizdedir.
hafif olduğunu mu söylüyorsun bu kumaşın, onu bir karıncanın üzerine bıraktınız mı, ona ağır gelecektir mutlaka. öyleyse kim haklı? bu kumaşın sıcak olduğunu mu düşünüyorsunuz? eğer ateşiniz olsaydı o zaman da serin gelirdi bu kumaş size. öyleyse sıcak mıdır kumaş yoksa soğuk mu?
kısacası aynı şeyler, aynı anda, kimilerine kırmızı, ağır, sıcak geliyor, kimilerine de sarı, hafif, soğuk görünüyorsa nedeni şudur: demek ki böyle sanmakla biz yanılsamaların kurbanı olmaktayız ve bu şeyler ancak zihnimizde var olan şeylerdir.
o halde, madde, fikirden başka bir şey değildir.
"berkeley sisteminin amacı, maddenin var olmadığını kanıtlamaktır." (georges politzer)
28.03.2013
haklı olanlar
jorge luis borges
bahçesini ekip biçen bir adam, voltaire'in istediği gibi
iyi ki yeryüzünde müzik var diyen
zevkle bir etimoloji bulan
bir güney kahvesinde sessiz satranç oynayan iki işçi
bir renk ve bir biçim tasarlayan seramikçi
bu sayfayı düzenleyen bir topograf, belki de hoşuna gitmemiştir
bir şarkının son üç dizelik nakaratını okuyan bir kadın ve bir erkek
uyuyan bir hayvanı okşayan
kendisine yapılan bir kötülüğü kanıtlayan ya da kanıtlamak isteyen
iyi ki yeryüzünde stevenson var diyen
başkalarının haklı olmalarını yeğleyen
birbirlerini tanımayan bu insanlar kurtarmakta dünyayı
27.03.2013
walter benjamin
bernd witte
walter benjamin kişisel yaşam ilişkilerini her zaman olağanüstü bir gizlilik içinde korumuştur. yazılarında "ben" sözcüğünü hiç kullanmamayı bir yararlılık olarak gören yazar, yazılarında ailesi, anne babası ve küçük kardeşleri hakkında da hiçbir bilgi sızdırmaz. sadece çocukluk anıları, ayırt edici bir istisna oluşturur.
walter benjamin: gençlik, uyuyan ve kendisini kurtarmak için yaklaşan prensi hissetmeyen uyuyan güzeldir.
walter benjamin: eleştiri, özünün günümüzdeki kavranışının tümüyle tersine, temel amacı içinde yapıtın yargılanması değil, bir yandan tamamlanması, bütünlenmesi ve dizgeselleştirilmesidir; öte yandan onun mutlaka çözülmesidir.
"dil her şeydir; ama bunun ötesinde, bunun ardında bir şey daha vardır: gerçeklik ve gizem."
walter benjamin: alıntı, sözcüğü adıyla çağırır, onu parçalayarak bağlamından kopartır; tam da bu yüzden aynı sözcüğü başlangıcına geri çağırmış olur. alıntıda, tüm sözcüklerin anlamın cennetteki bağlamından çıkarılıp yaratılış kitabındaki düsturlar dönüştükleri melek dili yansır.
walter benjamin: en aşınmış komünist beylik sözün bile, sadece tek bir savunu anlamına sahip olan günümüz burjuva hikmetinden daha fazla anlam hiyerarşileri vardır.
walter benjamin: yıkıcı karakter, yaşamın yaşanmaya değer olduğu duygusundan ötürü değil, intiharın bile uğraşmaya değmez olduğu duygusundan ötürü yaşar.
benjamin'e göre yazmak, unutma yönündeki akıntıya karşı kürek çekmektir. "inceleyenin varoluşu yazıya dönüştüren yönü, geri dönmektir. adaletin kapısı, incelemektir."
walter benjamin kişisel yaşam ilişkilerini her zaman olağanüstü bir gizlilik içinde korumuştur. yazılarında "ben" sözcüğünü hiç kullanmamayı bir yararlılık olarak gören yazar, yazılarında ailesi, anne babası ve küçük kardeşleri hakkında da hiçbir bilgi sızdırmaz. sadece çocukluk anıları, ayırt edici bir istisna oluşturur.
walter benjamin: gençlik, uyuyan ve kendisini kurtarmak için yaklaşan prensi hissetmeyen uyuyan güzeldir.
walter benjamin: eleştiri, özünün günümüzdeki kavranışının tümüyle tersine, temel amacı içinde yapıtın yargılanması değil, bir yandan tamamlanması, bütünlenmesi ve dizgeselleştirilmesidir; öte yandan onun mutlaka çözülmesidir.
"dil her şeydir; ama bunun ötesinde, bunun ardında bir şey daha vardır: gerçeklik ve gizem."
walter benjamin: alıntı, sözcüğü adıyla çağırır, onu parçalayarak bağlamından kopartır; tam da bu yüzden aynı sözcüğü başlangıcına geri çağırmış olur. alıntıda, tüm sözcüklerin anlamın cennetteki bağlamından çıkarılıp yaratılış kitabındaki düsturlar dönüştükleri melek dili yansır.
walter benjamin: en aşınmış komünist beylik sözün bile, sadece tek bir savunu anlamına sahip olan günümüz burjuva hikmetinden daha fazla anlam hiyerarşileri vardır.
walter benjamin: yıkıcı karakter, yaşamın yaşanmaya değer olduğu duygusundan ötürü değil, intiharın bile uğraşmaya değmez olduğu duygusundan ötürü yaşar.
benjamin'e göre yazmak, unutma yönündeki akıntıya karşı kürek çekmektir. "inceleyenin varoluşu yazıya dönüştüren yönü, geri dönmektir. adaletin kapısı, incelemektir."
25.03.2013
spartacus
harp meydanında paranın değeri azdır.
yenilgi sadece kılıçla olmaz; aynı zamanda halkla da olur. onların gözünde saygınlığın düşerse bir daha asla eski zaferlerine erişemezsin.
er kişinin hakiki düşmanı kuşkudur.
gerçek bir gladyatör acı ve ıstırapla sarmaş dolaş olmayı da öğrenmiş olmalıdır; hayatı değersiz vücudundan çıkana kadar savaşmayı da.
gerçek şampiyonlar yalnızca arenanın hayalini kurar.
gökyüzüne yalnızca bir tek adam yükselir.
karşılaşma çoğu zaman saldırıyla kazanılmaz; arzuyla kazanılır.
kazanmak için taraflardan biri rakibini gafil avlayacak manevralar yapmalı. tıpkı savaşta, aynı zamanda politikada olduğu gibi.
gerçek, çoğu zaman taktığımız maskelerin ardında gizlidir.
baştaki karşılaşmalar önemsizdir. kazananı belirleyen finaldir.
herkes öldürülebilir. sadece yolunu yordamını bilmek gerek.
bir şampiyon arenada kazandığı zaferlerden daha fazlasıdır. eylemlerinin sorumluluğunu taşır. her karar, önemli veya önemsiz, adamı betimler.
şampiyon olmanın sadece tek bir yolu var: asla kaybetme!
yenilgi sadece kılıçla olmaz; aynı zamanda halkla da olur. onların gözünde saygınlığın düşerse bir daha asla eski zaferlerine erişemezsin.
er kişinin hakiki düşmanı kuşkudur.
gerçek bir gladyatör acı ve ıstırapla sarmaş dolaş olmayı da öğrenmiş olmalıdır; hayatı değersiz vücudundan çıkana kadar savaşmayı da.
gerçek şampiyonlar yalnızca arenanın hayalini kurar.
gökyüzüne yalnızca bir tek adam yükselir.
karşılaşma çoğu zaman saldırıyla kazanılmaz; arzuyla kazanılır.
kazanmak için taraflardan biri rakibini gafil avlayacak manevralar yapmalı. tıpkı savaşta, aynı zamanda politikada olduğu gibi.
gerçek, çoğu zaman taktığımız maskelerin ardında gizlidir.
baştaki karşılaşmalar önemsizdir. kazananı belirleyen finaldir.
herkes öldürülebilir. sadece yolunu yordamını bilmek gerek.
bir şampiyon arenada kazandığı zaferlerden daha fazlasıdır. eylemlerinin sorumluluğunu taşır. her karar, önemli veya önemsiz, adamı betimler.
şampiyon olmanın sadece tek bir yolu var: asla kaybetme!
24.03.2013
cellat
samuel beckett
dinginim ben daha dinginim dingin olduğunu sanır insan dingin değildir oysa hiç değildir üstelik sınırdadır ne duyuyorsam onu söylüyorum ölüm de evet ölüm de kapıyı çalarsa bir gün tamamlanır her şey ölür biter
oldum olası anladım her şeyi anlamadığım birkaç şey oldu yalnızca coğrafya tarih örneğin her şeyi anladım ve hiçbir şeyi bağışlamadım olumsuz bir görüşüm olmadı hiçbir konuda gerçekten de öyle oldu hayvanlara yapılan acımasızlıkları bile kınayamadım hiçbir şeyi sevmedim
hep böyleydim ne eksik ne fazla az bir şeydim azdım ama var oldum zorunluydum çünkü
söylentiler iki yönde de sonsuza kadar aktarılabilir
sonunda terk edilen biri olacağıma cellat oldum sonunda
dinginim ben daha dinginim dingin olduğunu sanır insan dingin değildir oysa hiç değildir üstelik sınırdadır ne duyuyorsam onu söylüyorum ölüm de evet ölüm de kapıyı çalarsa bir gün tamamlanır her şey ölür biter
oldum olası anladım her şeyi anlamadığım birkaç şey oldu yalnızca coğrafya tarih örneğin her şeyi anladım ve hiçbir şeyi bağışlamadım olumsuz bir görüşüm olmadı hiçbir konuda gerçekten de öyle oldu hayvanlara yapılan acımasızlıkları bile kınayamadım hiçbir şeyi sevmedim
hep böyleydim ne eksik ne fazla az bir şeydim azdım ama var oldum zorunluydum çünkü
söylentiler iki yönde de sonsuza kadar aktarılabilir
sonunda terk edilen biri olacağıma cellat oldum sonunda
23.03.2013
kerkenez
cengiz tuncer
"bu dünyada bir adam, bin adam, sabahtan akşama adam doğrasa kötülüğün sonunu getiremez. hayınlığın sonunu getiremez. ölümsüz olan kötülüktür, hayınlıktır."
esintisiz, durgun bir günün sonu, batan günün kızıllığı vuruyor bir bulutun saçaklarına. bir yanı kızıl kan rengi bulutun bir yanı kara, duman karası. kızıl ışıklarla ışıyan yanı tel tel bulutun, saçaklı. kara yanı ağır, hantal; neredeyse toprağa değecek kara saçakları bulutun. durgun, esintisiz bir günün sonu; bulutun kızıl uçlarından bir tutam bulut uzanıyor göğün yükseğine doğru.
salih, gecekondunun önünde bir an duruyor, umutsuzluğunun önü çöl ova. ne yana gideceğini bilemiyor, evleri arkasında işte, anası arkasında işte; umutsuzluğunun önü, arkası, dört yanı çöl ova.
durup dikiliyor, göğe bakıyor, kızıl saçakları ışıyan bulutu görüyor. güneş bir parmak inceliğinde sıyırıyor ufku, neredeyse silinip gidecek gözden. havada dingin bir sessizlik, birer ikişer ev içlerine çekiliyor bağrışlar çağrışlar.
neden sonra tanıyor alacalı bulacalı yüzeyden sıyrılıp belirginleşen yüzü. bu bizim komşumuz, diyor. beşini bitirmiş olmalı, altısına basmıştır herhalde.
neden sonra tanıyor sevim kızı, alacalı bulacalı yüzeyden sıyrılıp belirginleşen güleç yüzünü tanıyıp gülümsüyor.
"düğün yapacak mısınız salih amca?" diyor kız.
konuşamıyor salih, başını sallıyor iki yana, "hayır" anlamına.
"neden?" diyor sevim kız.
"babam istemiyor." diyor salih.
"senin baban imam değil mi?"
"hoca."
"günah mı düğün yapmak?"
"bilmem, değildir herhalde."
"peki neden istemiyor öyleyse?"
"bilmem."
"o mu evleniyor sen mi?"
karşılık vermiyor salih, sıkılıyor, uzaklaşmak istiyor, sevim kızın sol yanından geçip tepeye doğru yürümeye hazırlanıyor, bir adım atıyor, yanından geçerken boşluğa sarkan elini tutuyor sevim kız.
salih, sevim kızın elinden elini kurtarmayı, silkinip sıyrılmayı düşünüyor bir, sonra aynı düşünceyle anlaşılmaz bir başka istek çakışıyor kafasının içinde, üst üste, yeni, bulanık olan ilk düşünceyi örtüyor hemencecik, sıkıca tutuyor sevim kızın elini.
"düğün yapsanıza ne olur?" diyor sevim kız.
"niye istiyorsun bu kadar?"
"ben de gelirdim, düğünleri çok seviyorum. her gün düğün olsun istiyorum."
yürüyorlar el ele.
"ben de gelin olmak istiyorum." diyor sevim kız.
"iyi" diyor salih, "zamanı gelince gelin olacaksın nasılsa."
"hemen gelin olmak istiyorum ben."
"sırayla" diyor salih, "biraz büyümelisin."
"salih amca be?" diyor kız.
"ne var?"
"niye sen gülşen ablayı alıyorsun?"
"bilmem."
sevimlerin evinin önüne geliyorlar tam, pencerede annesinin karaltısını görüyor kız, hemen eğilip evin önündeki çitin arkasına saklanıyor, gizlice, annesine görünmeden geçiyor evin önünden, bir sonraki evin önünde çömelip el ediyor salih'e, "gel, gel" diyor.
salih yürüyor kendisine el eden sevim'den yana. küçük kız bir ev alttaki kendi evlerini kolluyor, yanında çömeldiği kapıyı gösteriyor salih'e.
"otursana salih amca." diyor.
salih önünde durdukları eve bakıyor, kuşkulu.
"yoklar onlar" diyor sevim kız. "köye gittiler dün."
"nerden biliyorsun?"
"anahtarı anneme bıraktılar. zehra ablanın kardeşi askerden gelecekmiş bugün yarın, onlar dönmeden çıkar gelirse anahtarı verelim diye."
salih sevim kızın yanına oturuyor.
"niye gülşen ablayı alıyorsun ha?" diyor sevim kız yeniden.
"bilmem" diyor salih gene.
"beni alsana" diyor kız, "düğün yapmak şart ama bak, gelinlik giydirmek de şart."
salih'in içi ürperiyor.
"biraz daha büyük olsaydın" diyor gülümsemeye çalışıp.
"o kolay" diyor sevim kız, "anamın topuklarını giydim mi koca kız oluyorum."
"yalnız topuklu giymekle olmaz büyümek."
gülüyor sevim kız.
"lastik toplarla memeler de yaparım kendime" diyor, "o zaman da olmaz mı?"
sevim kıza bakıyor salih, ne kadar da dudu gelin'e benziyor diye geçiriyor içinden, onun gibi ak pak bir kadın olacak, bılgın memeli, dipdiri.
"olmaz mı?" diyor sevim kız salih'in gözlerinin içine bakıp.
başını sallıyor salih. içinde bir şeyler uyanmaya başlıyor birden; bir umut vuruyor uyluklarına. sevim kızın saçlarını okşamak geçiyor içinden, eli titriyor boşlukta; günahlar, dualar tutuyor elini sanki, yüreğinin gittikçe kabaran coşkunluğu itiyor elini oysa. uzanıp saçını okşuyor kızın, bir güç, bilinmedik bir güç akıyor kızın saçlarından bütün varlığına. kan vuruyor uyluklarına, sımsıcak.
bir daha okşuyor saçlarını küçük kızın.
"daha evvel niye söylemedin bunları?"
"ne bileyim ben, hiç aklıma gelmedi." diyor sevim.
"daha evvel söyleseydin seni alırdım gelin olarak, benim için de daha iyi olurdu hem."
"ya" diyor kız.
kızın yanaklarını, bacaklarını, ellerini okşamak geçiyor salih'in içinden; uyanmışlığın katılığı duyuruyor kendini; yüreği bir bayram yeri gibi karman çorman, deli boran dönüyor kanı damarlarında.
"demek bu ev boş ha?" diyor sevim kıza.
"boş."
salih kaçırmak istemiyor gövdesinin şahlanmışlığını, hemen gidip oynayayım elimle diye düşünüyor, çoktandır böyle olduğum yoktu, at tekmeleyip göğsümü çökertmeden bir hafta önce olmuştum en son.
açık bahçe kapısından dalıyor, gecekondunun altındaki odunluğa doğru ilerliyor, bir çalı yığınının arkasındaki toprak merdivenleri iniyor hızla, derme çatma, teneke menteşeli kapıyı itip giriyor içeri, iki adım atıp diz çöküyor toprağa, eliyle oynamaya başlıyor. gittikçe kabarıyor yüreği, kanı gittikçe daha hızlı vuruyor uyluklarına.
kapı tık ediyor arkasında.
"salih amca..."
birden duruyor eli, kanı soğuyor birden, sönüyor, ölüyor bütün umutları sanki, bir an.
yeniden davranıyor son bir umutla, boşanmaya hazır, kanı son bir gayretle dolanıyor yeniden, uylukları ısınıyor.
"ne yapıyorsun salih amca?"
hırsla dönüyor.
sevim kız şaşkın, kalakalıyor olduğu yerde.
"gel, gel..." diyor kızın elinden tutarken salih.
"bırak beni" diyor kız.
salih kızı çekiyor kendisine doğru.
"anneciğim" diyor kız.
"korkma" diyor salih, "korkacak bir şey yok."
"o ne" diyor kız, "o ne?"
"hiç."
saçlarını okşuyor ilkin kızın, yeniden kanım uyanır içimde umuduyla. gergin kaskatı bekliyor sevim kız. yanaklarını okşuyor.
"öp salih amcanı" diyor sevim kıza.
sevim kız korkuyla sopsoğuk öpüyor yanağından.
omuzlarını okşuyor sevim kızın salih, umutsuz, kızgın. fırtınalar kabarıyor içinde, kaba etlerini okşuyor küçük kızın.
"anne..."
ağzını kapatıyor sıkıca elleriyle.
ağlamaya başlıyor kız.
"ağlama" diyor salih, "ağlama, sadece okşayıp seveceğim seni."
yutkunuyor kız.
boşuna okşuyor sevim'in orasını burasını, yeniden kaba etlerini okşuyor kızın, kız debeleniyor kucağında, patiska donunu çıkarmaya çalışıyor ayağından; kız, salih'in ağzını kapatan elini ısırıyor, acıyla çekiyor salih elini, kız haykırıyor yeniden:
"anneee..."
yarım kalıyor haykırışı, aceleyle kapatıyor salih ağzını. bir yandan da patiska donunu çekiyor ayaklarından. tek bir el hırsla, delice dolaşıyor küçük kızın orasında burasında.
ne varsa boşanıyor birden yüreğinin derinliklerinden, çılgınlık bir bıçağın keskin yüzü gibi kesiyor erkekliğinin yolunu, kızın orasını burasını delicesine bir hırsla mıncıkladıkça soğuyor kanı. orta parmağını görüyor birden, erkekliğiyle karıştırıyor onu, kıza daldırıyor orta parmağını, iki eliyle birden yükleniyor kızın üstüne, kanı görüyor, sıcaklığını duyuyor akan kanın, kanın üstüne düşüyor kızın son haykırışı.
"anneee.."
iki eliyle sarılıyor kızın boğazına, toprağa vuruyor kafasını, bir kere, beş kere, on kere, yüz kere. ne yaptığının farkında değil.
bir şey kabarıyor içinde, sırtını dönüyor küçük kızın ölüsüne, kusuyor, içinde ne varsa hepsini kusuyor toprağa.
sesler yankılanıyor kulaklarında birden.
"seviimmm... seviiimmmm..."
titremeye başlıyor, yavaş yavaş varıyor yaptığı işin bilincine. başını toprağa vuruyor hırslı.
ölmeyi düşünüyor yalnızca.
"bu dünyada bir adam, bin adam, sabahtan akşama adam doğrasa kötülüğün sonunu getiremez. hayınlığın sonunu getiremez. ölümsüz olan kötülüktür, hayınlıktır."
esintisiz, durgun bir günün sonu, batan günün kızıllığı vuruyor bir bulutun saçaklarına. bir yanı kızıl kan rengi bulutun bir yanı kara, duman karası. kızıl ışıklarla ışıyan yanı tel tel bulutun, saçaklı. kara yanı ağır, hantal; neredeyse toprağa değecek kara saçakları bulutun. durgun, esintisiz bir günün sonu; bulutun kızıl uçlarından bir tutam bulut uzanıyor göğün yükseğine doğru.
salih, gecekondunun önünde bir an duruyor, umutsuzluğunun önü çöl ova. ne yana gideceğini bilemiyor, evleri arkasında işte, anası arkasında işte; umutsuzluğunun önü, arkası, dört yanı çöl ova.
durup dikiliyor, göğe bakıyor, kızıl saçakları ışıyan bulutu görüyor. güneş bir parmak inceliğinde sıyırıyor ufku, neredeyse silinip gidecek gözden. havada dingin bir sessizlik, birer ikişer ev içlerine çekiliyor bağrışlar çağrışlar.
neden sonra tanıyor alacalı bulacalı yüzeyden sıyrılıp belirginleşen yüzü. bu bizim komşumuz, diyor. beşini bitirmiş olmalı, altısına basmıştır herhalde.
neden sonra tanıyor sevim kızı, alacalı bulacalı yüzeyden sıyrılıp belirginleşen güleç yüzünü tanıyıp gülümsüyor.
"düğün yapacak mısınız salih amca?" diyor kız.
konuşamıyor salih, başını sallıyor iki yana, "hayır" anlamına.
"neden?" diyor sevim kız.
"babam istemiyor." diyor salih.
"senin baban imam değil mi?"
"hoca."
"günah mı düğün yapmak?"
"bilmem, değildir herhalde."
"peki neden istemiyor öyleyse?"
"bilmem."
"o mu evleniyor sen mi?"
karşılık vermiyor salih, sıkılıyor, uzaklaşmak istiyor, sevim kızın sol yanından geçip tepeye doğru yürümeye hazırlanıyor, bir adım atıyor, yanından geçerken boşluğa sarkan elini tutuyor sevim kız.
salih, sevim kızın elinden elini kurtarmayı, silkinip sıyrılmayı düşünüyor bir, sonra aynı düşünceyle anlaşılmaz bir başka istek çakışıyor kafasının içinde, üst üste, yeni, bulanık olan ilk düşünceyi örtüyor hemencecik, sıkıca tutuyor sevim kızın elini.
"düğün yapsanıza ne olur?" diyor sevim kız.
"niye istiyorsun bu kadar?"
"ben de gelirdim, düğünleri çok seviyorum. her gün düğün olsun istiyorum."
yürüyorlar el ele.
"ben de gelin olmak istiyorum." diyor sevim kız.
"iyi" diyor salih, "zamanı gelince gelin olacaksın nasılsa."
"hemen gelin olmak istiyorum ben."
"sırayla" diyor salih, "biraz büyümelisin."
"salih amca be?" diyor kız.
"ne var?"
"niye sen gülşen ablayı alıyorsun?"
"bilmem."
sevimlerin evinin önüne geliyorlar tam, pencerede annesinin karaltısını görüyor kız, hemen eğilip evin önündeki çitin arkasına saklanıyor, gizlice, annesine görünmeden geçiyor evin önünden, bir sonraki evin önünde çömelip el ediyor salih'e, "gel, gel" diyor.
salih yürüyor kendisine el eden sevim'den yana. küçük kız bir ev alttaki kendi evlerini kolluyor, yanında çömeldiği kapıyı gösteriyor salih'e.
"otursana salih amca." diyor.
salih önünde durdukları eve bakıyor, kuşkulu.
"yoklar onlar" diyor sevim kız. "köye gittiler dün."
"nerden biliyorsun?"
"anahtarı anneme bıraktılar. zehra ablanın kardeşi askerden gelecekmiş bugün yarın, onlar dönmeden çıkar gelirse anahtarı verelim diye."
salih sevim kızın yanına oturuyor.
"niye gülşen ablayı alıyorsun ha?" diyor sevim kız yeniden.
"bilmem" diyor salih gene.
"beni alsana" diyor kız, "düğün yapmak şart ama bak, gelinlik giydirmek de şart."
salih'in içi ürperiyor.
"biraz daha büyük olsaydın" diyor gülümsemeye çalışıp.
"o kolay" diyor sevim kız, "anamın topuklarını giydim mi koca kız oluyorum."
"yalnız topuklu giymekle olmaz büyümek."
gülüyor sevim kız.
"lastik toplarla memeler de yaparım kendime" diyor, "o zaman da olmaz mı?"
sevim kıza bakıyor salih, ne kadar da dudu gelin'e benziyor diye geçiriyor içinden, onun gibi ak pak bir kadın olacak, bılgın memeli, dipdiri.
"olmaz mı?" diyor sevim kız salih'in gözlerinin içine bakıp.
başını sallıyor salih. içinde bir şeyler uyanmaya başlıyor birden; bir umut vuruyor uyluklarına. sevim kızın saçlarını okşamak geçiyor içinden, eli titriyor boşlukta; günahlar, dualar tutuyor elini sanki, yüreğinin gittikçe kabaran coşkunluğu itiyor elini oysa. uzanıp saçını okşuyor kızın, bir güç, bilinmedik bir güç akıyor kızın saçlarından bütün varlığına. kan vuruyor uyluklarına, sımsıcak.
bir daha okşuyor saçlarını küçük kızın.
"daha evvel niye söylemedin bunları?"
"ne bileyim ben, hiç aklıma gelmedi." diyor sevim.
"daha evvel söyleseydin seni alırdım gelin olarak, benim için de daha iyi olurdu hem."
"ya" diyor kız.
kızın yanaklarını, bacaklarını, ellerini okşamak geçiyor salih'in içinden; uyanmışlığın katılığı duyuruyor kendini; yüreği bir bayram yeri gibi karman çorman, deli boran dönüyor kanı damarlarında.
"demek bu ev boş ha?" diyor sevim kıza.
"boş."
salih kaçırmak istemiyor gövdesinin şahlanmışlığını, hemen gidip oynayayım elimle diye düşünüyor, çoktandır böyle olduğum yoktu, at tekmeleyip göğsümü çökertmeden bir hafta önce olmuştum en son.
açık bahçe kapısından dalıyor, gecekondunun altındaki odunluğa doğru ilerliyor, bir çalı yığınının arkasındaki toprak merdivenleri iniyor hızla, derme çatma, teneke menteşeli kapıyı itip giriyor içeri, iki adım atıp diz çöküyor toprağa, eliyle oynamaya başlıyor. gittikçe kabarıyor yüreği, kanı gittikçe daha hızlı vuruyor uyluklarına.
kapı tık ediyor arkasında.
"salih amca..."
birden duruyor eli, kanı soğuyor birden, sönüyor, ölüyor bütün umutları sanki, bir an.
yeniden davranıyor son bir umutla, boşanmaya hazır, kanı son bir gayretle dolanıyor yeniden, uylukları ısınıyor.
"ne yapıyorsun salih amca?"
hırsla dönüyor.
sevim kız şaşkın, kalakalıyor olduğu yerde.
"gel, gel..." diyor kızın elinden tutarken salih.
"bırak beni" diyor kız.
salih kızı çekiyor kendisine doğru.
"anneciğim" diyor kız.
"korkma" diyor salih, "korkacak bir şey yok."
"o ne" diyor kız, "o ne?"
"hiç."
saçlarını okşuyor ilkin kızın, yeniden kanım uyanır içimde umuduyla. gergin kaskatı bekliyor sevim kız. yanaklarını okşuyor.
"öp salih amcanı" diyor sevim kıza.
sevim kız korkuyla sopsoğuk öpüyor yanağından.
omuzlarını okşuyor sevim kızın salih, umutsuz, kızgın. fırtınalar kabarıyor içinde, kaba etlerini okşuyor küçük kızın.
"anne..."
ağzını kapatıyor sıkıca elleriyle.
ağlamaya başlıyor kız.
"ağlama" diyor salih, "ağlama, sadece okşayıp seveceğim seni."
yutkunuyor kız.
boşuna okşuyor sevim'in orasını burasını, yeniden kaba etlerini okşuyor kızın, kız debeleniyor kucağında, patiska donunu çıkarmaya çalışıyor ayağından; kız, salih'in ağzını kapatan elini ısırıyor, acıyla çekiyor salih elini, kız haykırıyor yeniden:
"anneee..."
yarım kalıyor haykırışı, aceleyle kapatıyor salih ağzını. bir yandan da patiska donunu çekiyor ayaklarından. tek bir el hırsla, delice dolaşıyor küçük kızın orasında burasında.
ne varsa boşanıyor birden yüreğinin derinliklerinden, çılgınlık bir bıçağın keskin yüzü gibi kesiyor erkekliğinin yolunu, kızın orasını burasını delicesine bir hırsla mıncıkladıkça soğuyor kanı. orta parmağını görüyor birden, erkekliğiyle karıştırıyor onu, kıza daldırıyor orta parmağını, iki eliyle birden yükleniyor kızın üstüne, kanı görüyor, sıcaklığını duyuyor akan kanın, kanın üstüne düşüyor kızın son haykırışı.
"anneee.."
iki eliyle sarılıyor kızın boğazına, toprağa vuruyor kafasını, bir kere, beş kere, on kere, yüz kere. ne yaptığının farkında değil.
bir şey kabarıyor içinde, sırtını dönüyor küçük kızın ölüsüne, kusuyor, içinde ne varsa hepsini kusuyor toprağa.
sesler yankılanıyor kulaklarında birden.
"seviimmm... seviiimmmm..."
titremeye başlıyor, yavaş yavaş varıyor yaptığı işin bilincine. başını toprağa vuruyor hırslı.
ölmeyi düşünüyor yalnızca.
22.03.2013
küçük prens
antoine de saint-exupery
büyüklerin her zaman açıklamalara ihtiyacı var. büyükler, bir şeyi, hiçbir zaman kendi başlarına anlayamazlar. çocukların da her zaman açıklama yapmaları yorucu oluyor.
kendini yargılamayı başarırsan, gerçek bir bilgesin demektir.
anlaşmazlıkların kaynağı dildir.
kendini beğenmişlere sorarsanız, herkes onlara hayrandır. kendini beğenmişler övgülerden başka şey duymazlar.
insan işini aksatmadan da pekala tembellik edebilir.
insanların nerede olduklarını kimse bilemez. rüzgar, bir yerden bir yere sürükler onları. köksüzdürler, bunun da çok acısını çekerler.
herkesten yapabileceği şeyi istemeli.
büyük bir sır karşısında boyun eğmemek olmaz.
insan ancak evcilleştirdiği şeyleri tanır. insanların bir şeyi öğrenmeye ayıracak vakitleri yok artık. her şeyi satıcılardan hazır alıyorlar. arkadaş satan satıcı olmadığından, insanların arkadaşları da olmuyor.
ona ayırdığın zamandır, senin gülünü değerli yapan.
bütün insanlar birer köledir.
sadece çocuklar ne aradıklarını bilirler. bezden bir bebeğe zamanlarını verirler; bebek, onlar için çok önemlidir: biri onu ellerinden alsa ağlarlar.
insan birazdan ölecek bile olsa, bir arkadaş edinmiş olması gene de güzeldir.
çölü her zaman sevdim ben. bir kum yığınına oturursunuz. bir şey görülmez. bir şey duyulmaz. yine de, suskunluk içinde bir şeyler ışır.
insanlar, trenlere tıkış tıkış doluşuyorlar ama ne aradıklarını artık bilmiyorlar. o zaman da koşuşturuyor, dönüp duruyorlar. bir hiç için..
geceleri gökyüzüne bakmak ne güzeldir! bütün yıldızlar çiçek açar o zaman.
acıdır bir arkadaşı unutmak. herkesin arkadaşı olmaz.
insanlar içinde de yalnızdır insan.
büyüklerin her zaman açıklamalara ihtiyacı var. büyükler, bir şeyi, hiçbir zaman kendi başlarına anlayamazlar. çocukların da her zaman açıklama yapmaları yorucu oluyor.
kendini yargılamayı başarırsan, gerçek bir bilgesin demektir.
anlaşmazlıkların kaynağı dildir.
kendini beğenmişlere sorarsanız, herkes onlara hayrandır. kendini beğenmişler övgülerden başka şey duymazlar.
insan işini aksatmadan da pekala tembellik edebilir.
insanların nerede olduklarını kimse bilemez. rüzgar, bir yerden bir yere sürükler onları. köksüzdürler, bunun da çok acısını çekerler.
herkesten yapabileceği şeyi istemeli.
büyük bir sır karşısında boyun eğmemek olmaz.
insan ancak evcilleştirdiği şeyleri tanır. insanların bir şeyi öğrenmeye ayıracak vakitleri yok artık. her şeyi satıcılardan hazır alıyorlar. arkadaş satan satıcı olmadığından, insanların arkadaşları da olmuyor.
ona ayırdığın zamandır, senin gülünü değerli yapan.
bütün insanlar birer köledir.
sadece çocuklar ne aradıklarını bilirler. bezden bir bebeğe zamanlarını verirler; bebek, onlar için çok önemlidir: biri onu ellerinden alsa ağlarlar.
insan birazdan ölecek bile olsa, bir arkadaş edinmiş olması gene de güzeldir.
çölü her zaman sevdim ben. bir kum yığınına oturursunuz. bir şey görülmez. bir şey duyulmaz. yine de, suskunluk içinde bir şeyler ışır.
insanlar, trenlere tıkış tıkış doluşuyorlar ama ne aradıklarını artık bilmiyorlar. o zaman da koşuşturuyor, dönüp duruyorlar. bir hiç için..
geceleri gökyüzüne bakmak ne güzeldir! bütün yıldızlar çiçek açar o zaman.
acıdır bir arkadaşı unutmak. herkesin arkadaşı olmaz.
insanlar içinde de yalnızdır insan.
21.03.2013
cloud atlas
tom tykwer / the wachowskis
özgürlük, uygarlığımızın boş sloganı. sadece ondan mahrum olanlar onun ne olduğu hakkında en ufak bir fikre sahiptir.
yarım kalmış bir kitap yarım kalmış bir aşktır.
gerçek bir intihar acelesiz, disiplinli bir kesinliktir. insanlar kestirip atar, intihar korkaklıktır diye. saçma. intihar muazzam bir cesaret gerektirir.
sorun şu: tanrı dünyayı yaratmışsa, neyi değiştirebileceğimizi ve neyin kutsal ve değişmez olduğunu nasıl bilebiliriz?
beste yapmak haçlı seferi gibidir: bazen ejderi haklarsın, bazen de ejder seni haklar.
herman melville büyük beyaz bir balina hakkında müthiş bir kitap yazdığında alay konusu oldu ama bugün tüm ciddi edebiyat öğrencileri onu sırt çantalarında taşıyorlar.
eleştirmen dediğin zaten üstünkörü ve anlamadan okuyan kişidir.
neden kelimelere en çok muhtaç olduğumuzda dilimizden kayıp giderler?
bu dünyayı döndüren görünmez güçler kalplerimizi buranlarla aynı.
patenci gibi arkamızda bıraktığımız izlerin üstünden geçer dururuz.
geçmiş bizi bir denizkızının tılsımlı sesiyle çağırabilir. yarın, yeni bir hayat başlar.
"insanlara bir şey verdiğiniz sürece onlar üzerinde hakimiyet kurabilirsiniz. bir kişinin her şeyini alırsanız o kişi üzerinde hükmünüzü yitirirsiniz."
hayatta kalmak sıklıkla cesaret gerektirir. bilgi bir aynadır.
yapmasan olmaz ne varsa onu yapmalısın.
iman, tıpkı korku ya da sevgi gibi irdelenmesi gereken bir güçtür. görelilik kuramı ya da belirsizlik ilkesini irdelediğimiz gibi. bunlar yaşamımıza yön veren olgular. zamanı ve mekanı yeniden biçimlendiren bu güçler, kendimize ait sandığımız kişiliği de aynı şekilde biçimlendirir ve değiştirir. bize hükmeden bu güçlerin etkisi, doğumumuzdan çok önce başlar ve ölümümüzden çok sonra devam eder. yaşamımız ve seçimlerimiz tıpkı kuantum olayları gibi ancak anlık bir şekilde çözümlenebilir. ancak her yol ayrımı, her karşılaşma yepyeni bir yönelim potansiyelini içerir.
ölüler hiç ölü kalmaz. kulaklarını açarsan iniltileri dinmez.
gürültü ve ses arasındaki sınır yapaydır. bütün sınırlar yapaydır ve aşılmalıdır. insan her türlü sınırı aşabilir. yeter ki bunu önce kafasında yapabilsin.
neden durmadan hep aynı hataları tekrarlıyoruz?
insanları birbirine bağlayan sadece tek bir kural vardır. tanrının bu yeşil dünyasındaki bütün ilişkileri belirleyen ilkedir bu: zayıflar ettir ve güçlüler de et yer.
kazanda da doğsak, rahimde de, hepimiz safkanız. hepimiz savaşmalıyız. ve gerekirse ölmeliyiz. insanlara gerçeği öğretmek için.
kişinin yaşamının doğurduğu sonuçlar sonsuzlukta yankılanır. ölümün sadece bir kapı olduğuna inanıyorum. o kapanınca bir başkası açılır. cenneti hayal etmek istesem açılan bir kapı hayal ederim, ardında onu bulacağım, beni beklerken.
bu dünyanın doğal bir düzeni vardır. onu değiştirmeye çalışanların sonu iyi olmaz. böyle hareketler yok olmaya mahkumdur.
- ne yaparsanız yapın, okyanusta bir damla olarak kalırsınız.
+ okyanus nedir ki, birçok damla değilse?
olmak, algılanmaktır. kendimizi ancak başkasının bakışında tanıyabiliriz. ölümsüz yaşamımızın doğası yaptıklarımızın sonuçlarındadır. onlar tüm zamanlarda etkilerini sürdürürler. yaşamlarımız bize ait değildir. beşikten mezara, başkalarına bağlıyız. hem geçmişte hem de gelecekte. ve her günah ya da iyilikle geleceğimizi yaratırız.
özgürlük, uygarlığımızın boş sloganı. sadece ondan mahrum olanlar onun ne olduğu hakkında en ufak bir fikre sahiptir.
yarım kalmış bir kitap yarım kalmış bir aşktır.
gerçek bir intihar acelesiz, disiplinli bir kesinliktir. insanlar kestirip atar, intihar korkaklıktır diye. saçma. intihar muazzam bir cesaret gerektirir.
sorun şu: tanrı dünyayı yaratmışsa, neyi değiştirebileceğimizi ve neyin kutsal ve değişmez olduğunu nasıl bilebiliriz?
beste yapmak haçlı seferi gibidir: bazen ejderi haklarsın, bazen de ejder seni haklar.
herman melville büyük beyaz bir balina hakkında müthiş bir kitap yazdığında alay konusu oldu ama bugün tüm ciddi edebiyat öğrencileri onu sırt çantalarında taşıyorlar.
eleştirmen dediğin zaten üstünkörü ve anlamadan okuyan kişidir.
neden kelimelere en çok muhtaç olduğumuzda dilimizden kayıp giderler?
bu dünyayı döndüren görünmez güçler kalplerimizi buranlarla aynı.
patenci gibi arkamızda bıraktığımız izlerin üstünden geçer dururuz.
geçmiş bizi bir denizkızının tılsımlı sesiyle çağırabilir. yarın, yeni bir hayat başlar.
"insanlara bir şey verdiğiniz sürece onlar üzerinde hakimiyet kurabilirsiniz. bir kişinin her şeyini alırsanız o kişi üzerinde hükmünüzü yitirirsiniz."
hayatta kalmak sıklıkla cesaret gerektirir. bilgi bir aynadır.
yapmasan olmaz ne varsa onu yapmalısın.
iman, tıpkı korku ya da sevgi gibi irdelenmesi gereken bir güçtür. görelilik kuramı ya da belirsizlik ilkesini irdelediğimiz gibi. bunlar yaşamımıza yön veren olgular. zamanı ve mekanı yeniden biçimlendiren bu güçler, kendimize ait sandığımız kişiliği de aynı şekilde biçimlendirir ve değiştirir. bize hükmeden bu güçlerin etkisi, doğumumuzdan çok önce başlar ve ölümümüzden çok sonra devam eder. yaşamımız ve seçimlerimiz tıpkı kuantum olayları gibi ancak anlık bir şekilde çözümlenebilir. ancak her yol ayrımı, her karşılaşma yepyeni bir yönelim potansiyelini içerir.
ölüler hiç ölü kalmaz. kulaklarını açarsan iniltileri dinmez.
gürültü ve ses arasındaki sınır yapaydır. bütün sınırlar yapaydır ve aşılmalıdır. insan her türlü sınırı aşabilir. yeter ki bunu önce kafasında yapabilsin.
neden durmadan hep aynı hataları tekrarlıyoruz?
insanları birbirine bağlayan sadece tek bir kural vardır. tanrının bu yeşil dünyasındaki bütün ilişkileri belirleyen ilkedir bu: zayıflar ettir ve güçlüler de et yer.
kazanda da doğsak, rahimde de, hepimiz safkanız. hepimiz savaşmalıyız. ve gerekirse ölmeliyiz. insanlara gerçeği öğretmek için.
kişinin yaşamının doğurduğu sonuçlar sonsuzlukta yankılanır. ölümün sadece bir kapı olduğuna inanıyorum. o kapanınca bir başkası açılır. cenneti hayal etmek istesem açılan bir kapı hayal ederim, ardında onu bulacağım, beni beklerken.
bu dünyanın doğal bir düzeni vardır. onu değiştirmeye çalışanların sonu iyi olmaz. böyle hareketler yok olmaya mahkumdur.
- ne yaparsanız yapın, okyanusta bir damla olarak kalırsınız.
+ okyanus nedir ki, birçok damla değilse?
olmak, algılanmaktır. kendimizi ancak başkasının bakışında tanıyabiliriz. ölümsüz yaşamımızın doğası yaptıklarımızın sonuçlarındadır. onlar tüm zamanlarda etkilerini sürdürürler. yaşamlarımız bize ait değildir. beşikten mezara, başkalarına bağlıyız. hem geçmişte hem de gelecekte. ve her günah ya da iyilikle geleceğimizi yaratırız.
20.03.2013
gala
paul eluard
gala'm, burada sık sık; hatta biraz fazla sevişiyorum. ama seninle bir gece geçirmek için neler vermezdim. her şeyimi.
güzel gala'm, ten ve ruhtan yaratılmış muhteşem hazinem, sensiz oldukça hüzünlü bir yaşam sürüyorum burada. tek zevkim, yenilecek gibi duran memelerinin, soluk alıp veren ve yalayıp yediğim karnının görüldüğü çıplak resimlerine bakmak durmadan, organın kocaman, yüzümün üstünde duruyor, sonra benimki iyice içine giriyor onun ve ben de ilkbahar gibi muhteşem bir biçimde kıpırdayan kalçalarını tutuyorum. dünyanın en güzel gözleri seninkiler, seni seviyorum, eline alıyorsun organımı, bacaklarını açmışsın, bedenin tatlı bir biçimde çukurlaşıyor, kendinden geçerek zevk veriyorsun bana; memelerini, saçlarını ellerimle eziyorum ve bir anda elin spermle doluyor ve güçlüsün ve eminsin senin üstündeki gücümden, benim üstümdeki gücünden, her şeyin üstündeki gücünden. her yerinden gözlerimle, ağzımla, ellerimle ve organımla öpüyorum.
gala'm, burada sık sık; hatta biraz fazla sevişiyorum. ama seninle bir gece geçirmek için neler vermezdim. her şeyimi.
güzel gala'm, ten ve ruhtan yaratılmış muhteşem hazinem, sensiz oldukça hüzünlü bir yaşam sürüyorum burada. tek zevkim, yenilecek gibi duran memelerinin, soluk alıp veren ve yalayıp yediğim karnının görüldüğü çıplak resimlerine bakmak durmadan, organın kocaman, yüzümün üstünde duruyor, sonra benimki iyice içine giriyor onun ve ben de ilkbahar gibi muhteşem bir biçimde kıpırdayan kalçalarını tutuyorum. dünyanın en güzel gözleri seninkiler, seni seviyorum, eline alıyorsun organımı, bacaklarını açmışsın, bedenin tatlı bir biçimde çukurlaşıyor, kendinden geçerek zevk veriyorsun bana; memelerini, saçlarını ellerimle eziyorum ve bir anda elin spermle doluyor ve güçlüsün ve eminsin senin üstündeki gücümden, benim üstümdeki gücünden, her şeyin üstündeki gücünden. her yerinden gözlerimle, ağzımla, ellerimle ve organımla öpüyorum.
19.03.2013
aşk
tom robbins
yarım kaldığımızda bizi tamamlayacak birini ararız daima.
iki insan tanışıp birbirine aşık olunca ani bir büyü dalgası yaşanır. büyü o zaman doğal olarak mevcuttur. daha fazlasını üretmeye çalışmadan, bu bedava büyü ile beslenme eğilimi gösteririz. bir gün uyanır, büyünün kaybolduğunu görürüz. onu geri getirmek için debeleniriz ama genellikle artık çok geç kalınmıştır, hepsini tüketmişizdir. yapmamız gereken, ta baştan itibaren ilave büyü üretmek için delice çalışmaktır. bu zor iştir, özellikle de gereksiz ya da aşırı göründüğünde; ama bunu yapmayı hatırlayabilirsek aşkı kalıcı kılma şansımızı büyük ölçüde artırırız.
aşk zaten bundan ibaret. kibar bir misafir odasında verilen klavsen konseri değil aşk. sosyal güvenlik, bitki özlü kanser ilacı, irlanda piyangosu ya da döner disko olmadığı da kesin. aşk mahrem ve ilkeldir. biraz da tuhaf, ürkütücü tarafta yer alır. tarot destesindeki ay kartını düşünüyorum: garip, devasa bir kabuklu hayvan, zırhı parıldayarak, kıskaçları kıpırdayarak, takır takır sesler çıkararak bir havuzdan dışarı çıkarken vahşi köpekler, bel vermiş ay'a doğru uluyup çığırırlar. kalplerin ve çiçeklerin altında aşk böylesine çılgındır. onu evcilleştirme, inceltme, yengeçleri güvercin gibi giydirip soprano söyletme girişimleri daima kansız cansız bir sonuç verir. neticede bir parodi çıkar ortaya.
aşk en uç noktadaki kanun kaçağı. herhangi bir kurala bağlı kalması imkansız. herhangi birimizin en fazla yapabileceği, onun suç ortağı olmak. saygı ve itaat yeminleri etmek yerine, yardım ve yataklık edeceğimiz sözünü vermeliyiz.
mükemmel aşkı yaratmak yerine mükemmel aşığı arayarak boşa zaman harcıyoruz.
aşk kolayca kafanızı karıştırır; çünkü daima yanılsamayla madde, hatırayla arzu, tatminle ihtiyaç arasında gidip gelir. hatta kimi zaman aşkın çelişkileri öyle iç içe geçer ki, aşkın gerçeğini görmenin tek yolu, onu şehvetin bastırılmaz gerçeğiyle kapıştırmaktır. aşkı yanılsamadan arındırmak imkansızdır elbette ama yanılsamanın farkına varmak gerçekle el ele tutuşmaktır. ve kimi zaman böyle bir farkındalığı ancak şehvetin çiğ ışığı sağlayabilir.
aşkın ömür boyu dayanması hiç de olağandışı değil. tükenen tutkudur. aşk kalıcıdır. bakmadığımız bir anda bizden çekip giden şehvettir, sürekli dışarı kaçan şehvettir. şehvetsiz aşk da tek başına yeterli değil.
ilişkinin gizemi kaybolunca aşk da kaybolur.
yarım kaldığımızda bizi tamamlayacak birini ararız daima.
iki insan tanışıp birbirine aşık olunca ani bir büyü dalgası yaşanır. büyü o zaman doğal olarak mevcuttur. daha fazlasını üretmeye çalışmadan, bu bedava büyü ile beslenme eğilimi gösteririz. bir gün uyanır, büyünün kaybolduğunu görürüz. onu geri getirmek için debeleniriz ama genellikle artık çok geç kalınmıştır, hepsini tüketmişizdir. yapmamız gereken, ta baştan itibaren ilave büyü üretmek için delice çalışmaktır. bu zor iştir, özellikle de gereksiz ya da aşırı göründüğünde; ama bunu yapmayı hatırlayabilirsek aşkı kalıcı kılma şansımızı büyük ölçüde artırırız.
aşk zaten bundan ibaret. kibar bir misafir odasında verilen klavsen konseri değil aşk. sosyal güvenlik, bitki özlü kanser ilacı, irlanda piyangosu ya da döner disko olmadığı da kesin. aşk mahrem ve ilkeldir. biraz da tuhaf, ürkütücü tarafta yer alır. tarot destesindeki ay kartını düşünüyorum: garip, devasa bir kabuklu hayvan, zırhı parıldayarak, kıskaçları kıpırdayarak, takır takır sesler çıkararak bir havuzdan dışarı çıkarken vahşi köpekler, bel vermiş ay'a doğru uluyup çığırırlar. kalplerin ve çiçeklerin altında aşk böylesine çılgındır. onu evcilleştirme, inceltme, yengeçleri güvercin gibi giydirip soprano söyletme girişimleri daima kansız cansız bir sonuç verir. neticede bir parodi çıkar ortaya.
aşk en uç noktadaki kanun kaçağı. herhangi bir kurala bağlı kalması imkansız. herhangi birimizin en fazla yapabileceği, onun suç ortağı olmak. saygı ve itaat yeminleri etmek yerine, yardım ve yataklık edeceğimiz sözünü vermeliyiz.
mükemmel aşkı yaratmak yerine mükemmel aşığı arayarak boşa zaman harcıyoruz.
aşk kolayca kafanızı karıştırır; çünkü daima yanılsamayla madde, hatırayla arzu, tatminle ihtiyaç arasında gidip gelir. hatta kimi zaman aşkın çelişkileri öyle iç içe geçer ki, aşkın gerçeğini görmenin tek yolu, onu şehvetin bastırılmaz gerçeğiyle kapıştırmaktır. aşkı yanılsamadan arındırmak imkansızdır elbette ama yanılsamanın farkına varmak gerçekle el ele tutuşmaktır. ve kimi zaman böyle bir farkındalığı ancak şehvetin çiğ ışığı sağlayabilir.
aşkın ömür boyu dayanması hiç de olağandışı değil. tükenen tutkudur. aşk kalıcıdır. bakmadığımız bir anda bizden çekip giden şehvettir, sürekli dışarı kaçan şehvettir. şehvetsiz aşk da tek başına yeterli değil.
ilişkinin gizemi kaybolunca aşk da kaybolur.
17.03.2013
zihnin yüksek ülkesinde
robert maynard pirsig
eğer insan bilgisinin, bilinen her şeyin koskoca bir hiyerarşik yapı olduğuna inanılıyorsa o zaman zihnin yüksek ülkesi genel, en soyut anlamda, bu yapının en üst erimlerinde bulunur.
oraya çok az insan yolculuk yapar. maddi dünyanın bu içinde bulunduğumuz yüksek ülkesi gibi, burada gezmenin hiçbir gerçek kazancı yoktur; bazı kişiler için ise bu yolculuğun, cefasını çekmeye değer kılan, kendine özgü sert bir güzelliği vardır.
zihnin yüksek ülkesinde belirsizliğin yeğin havasına, soruların ve bu sorulara önerilen yanıtların korkunç büyüklüğüne alışmak gerekir. alan, aklın alabildiğinin de ötesine öylesine gider, gider, gider ki orada kaybolmak ve asla çıkış yolunu bulamamak korkusu yüzünden insan oraya yaklaşmaktan çekinir.
hakikat nedir ve ona sahip olduğunuzu nasıl bilirsiniz? gerçekten biz bir şeyi nasıl biliriz? bilen bir "ben" ya da bir "ruh" var mıdır; yoksa bu ruh yalnızca, duyguları düzenleyen hücreler midir? gerçeklik aslında değişen bir şey midir; yoksa değişmez ve sürekli midir? bir şeyin anlamı şudur dendiğinde bununla ne demek istenir?
bu yüksek sıradağlarda zamanın başlangıcından bu yana pek çok iz bırakıldı ve silindi; bu izlerin anıştırdığı yanıtlar kendilerinin kalıcı ve evrensel olduklarını savunmuşlarsa da uygarlıklar farklı izleri seçmişlerdir ve aynı sorunun, her birinin kendi koşullarında doğru olduğu düşünülebilecek birçok farklı yanıtları vardır. tek bir uygarlık sürecinde bile eski izler sürekli kapanıp yenileri açılmıştır.
zaman zaman, gerçekte ilerleme olmadığı savunulur; kitle savaşlarıyla çok sayıda insanı öldüren, karaları ve okyanusları daha çok atıkla kirleten, zorlama mekanik bir varoluşa tabi kılarak insanların değerini yok eden bir uygarlığın, yalnızca avcılık, toplayıcılık ve tarımın var olduğu tarih öncesi çağlara göre ilerleme sayılabilmesi çok zordur denir. ama bu düşünce, romantik bir çekiciliği olmasına karşın yararsızdır. ilkel kabileler bugünün modern toplumuna göre insana çok daha az bireysel özgürlük tanımıştır. antik dönemlerdeki savaşların, modernlerine göre çok daha az ahlaki gerekçesi vardı. atık üreten bir teknoloji bunları doğaya zarar vermeden atmanın yollarını da bulabilir ve buluyor. ve okul kitaplarında ilkel insanı gösteren resimler bazen onun ilkel yaşamının kötü yanlarını göstermez -acı, hastalık, kıtlık, yalnızca sağ kalabilmek için harcanması gereken ağır emek. salt hayatta kalabilmek için uğraşma tasasından bugünkü modern yaşama geliş, ilerlemeden başka bir şeyle tanımlanamaz ve bu ilerlemenin tek nedeni de çok açıkça aklın kendisidir.
hipotezleri, deneyleri, sonuçlarıyla hep yeni materyallerle yinelenmiş gerek formel gerekse enformel işlemlerin, ilkel insanın düşmanlarının çoğunu saf dışı bırakan düşünce hiyerarşisini yüzyıllar boyunca nasıl oluşturduğu görülebilir. akılcılığın romantiklerce kınanmasının kaynağı biraz da akılcılığın, insanı ilkel koşullardan kurtarmada çok etkili olmasından kaynaklanmaktadır. akılcılık, uygar insana özgü öyle güçlü, her şeye öylesine baskın çıkan bir etkendir ki öteki tüm şeyleri gölgede bırakmış ve sonunda insanın kendisine de egemen olmuştur. sorunların kaynağı da budur.
eğer insan bilgisinin, bilinen her şeyin koskoca bir hiyerarşik yapı olduğuna inanılıyorsa o zaman zihnin yüksek ülkesi genel, en soyut anlamda, bu yapının en üst erimlerinde bulunur.
oraya çok az insan yolculuk yapar. maddi dünyanın bu içinde bulunduğumuz yüksek ülkesi gibi, burada gezmenin hiçbir gerçek kazancı yoktur; bazı kişiler için ise bu yolculuğun, cefasını çekmeye değer kılan, kendine özgü sert bir güzelliği vardır.
zihnin yüksek ülkesinde belirsizliğin yeğin havasına, soruların ve bu sorulara önerilen yanıtların korkunç büyüklüğüne alışmak gerekir. alan, aklın alabildiğinin de ötesine öylesine gider, gider, gider ki orada kaybolmak ve asla çıkış yolunu bulamamak korkusu yüzünden insan oraya yaklaşmaktan çekinir.
hakikat nedir ve ona sahip olduğunuzu nasıl bilirsiniz? gerçekten biz bir şeyi nasıl biliriz? bilen bir "ben" ya da bir "ruh" var mıdır; yoksa bu ruh yalnızca, duyguları düzenleyen hücreler midir? gerçeklik aslında değişen bir şey midir; yoksa değişmez ve sürekli midir? bir şeyin anlamı şudur dendiğinde bununla ne demek istenir?
bu yüksek sıradağlarda zamanın başlangıcından bu yana pek çok iz bırakıldı ve silindi; bu izlerin anıştırdığı yanıtlar kendilerinin kalıcı ve evrensel olduklarını savunmuşlarsa da uygarlıklar farklı izleri seçmişlerdir ve aynı sorunun, her birinin kendi koşullarında doğru olduğu düşünülebilecek birçok farklı yanıtları vardır. tek bir uygarlık sürecinde bile eski izler sürekli kapanıp yenileri açılmıştır.
zaman zaman, gerçekte ilerleme olmadığı savunulur; kitle savaşlarıyla çok sayıda insanı öldüren, karaları ve okyanusları daha çok atıkla kirleten, zorlama mekanik bir varoluşa tabi kılarak insanların değerini yok eden bir uygarlığın, yalnızca avcılık, toplayıcılık ve tarımın var olduğu tarih öncesi çağlara göre ilerleme sayılabilmesi çok zordur denir. ama bu düşünce, romantik bir çekiciliği olmasına karşın yararsızdır. ilkel kabileler bugünün modern toplumuna göre insana çok daha az bireysel özgürlük tanımıştır. antik dönemlerdeki savaşların, modernlerine göre çok daha az ahlaki gerekçesi vardı. atık üreten bir teknoloji bunları doğaya zarar vermeden atmanın yollarını da bulabilir ve buluyor. ve okul kitaplarında ilkel insanı gösteren resimler bazen onun ilkel yaşamının kötü yanlarını göstermez -acı, hastalık, kıtlık, yalnızca sağ kalabilmek için harcanması gereken ağır emek. salt hayatta kalabilmek için uğraşma tasasından bugünkü modern yaşama geliş, ilerlemeden başka bir şeyle tanımlanamaz ve bu ilerlemenin tek nedeni de çok açıkça aklın kendisidir.
hipotezleri, deneyleri, sonuçlarıyla hep yeni materyallerle yinelenmiş gerek formel gerekse enformel işlemlerin, ilkel insanın düşmanlarının çoğunu saf dışı bırakan düşünce hiyerarşisini yüzyıllar boyunca nasıl oluşturduğu görülebilir. akılcılığın romantiklerce kınanmasının kaynağı biraz da akılcılığın, insanı ilkel koşullardan kurtarmada çok etkili olmasından kaynaklanmaktadır. akılcılık, uygar insana özgü öyle güçlü, her şeye öylesine baskın çıkan bir etkendir ki öteki tüm şeyleri gölgede bırakmış ve sonunda insanın kendisine de egemen olmuştur. sorunların kaynağı da budur.
gülün gürültüsü
arife kalender
gülün gürültüsüne uyandım
dağılmış gökyüzünü kim toplar
kim hayata yakışsın diye
bulutların önüne asmış güneşi
umut bir gölge sadece
biz uyurken az az mavileri çalmışlar
birileri getirir yerine koyar
her rengin yurdu farklı
ben mavinin yurttaşıyım sorsalar
çocuk gülüşlerinden yapılmış ovaydım eskiden
şeklimi unuttum nasılım şimdi
bu hasret yeni başladı bende
biri sensin, bunu bilmeyen mi var
yoruldum adımdan, biraz sen olsam n'olur
nasıl olsa aynı sabahın altından kalkıyoruz
girdiğimiz aynı gecenin kapısından
dan dan dan döküldü kuşlar
sağır sözcükler, ağır cümle
yükünü uçuruma boşaltıyor anlamlar
bozkır mı burası trenler acı
bizden alıp götürüyorlar
at kemik telek tüy neyse ne
sen de mi uyandın kertenkele
haydi çıkalım nasıl olsa
öfkemizi eşkıya sansınlar
bir celali bekliyor içerimde
bazen erkek oluyorum, ah! ekmek ne zor
aklım olsa ot olurdum, göllerde saz
bir sincap bile cevizini koruyor
aşka güvendik aşka güvendik
her gün iki kanat bırakırdı kapıya
adımın harflerinden kırmızılar sarkıyor
gülün gürültüsü bu
16.03.2013
parfümün dansı
tom robbins
doğmak ve ölmek kolaydı. zor olan hayatın kendisiydi.
haritasız ve rehbersiz yolculuk yapan gezginler için beklenmedik plan değişimi bir sevinç dalgası getirir. bu sevinç parayla satın alınabilecek bir orospu olmadığı gibi, kur yaparak elde edilebilecek komşu kızına da benzemez. o, vahşi, deniz gözlü bir su perisi, serüvenin sevgili kızı ve tehlikenin kız kardeşidir. evet, o illa ki kadınsı bir duygudur. erkekler, onun o ender, kısa ömürlü kucaklamasını yaşamak, mutluluğun incecik zarına yaptığı geçici basıncı hissetmek uğruna evlerini terk eder.
gülümseyerek uyudular. işte şeytan denen varlık, horozlara sabahın beşinde ötmeyi, uyuyan çiftlerin yüzündeki gülümseme ifadesini silebilmek için öğretmiştir.
353 günlük ay yılını, 365 günlük güneş yılıyla aynı hizaya getirebilmek için, 12 günlük geleneksel kış bayramını avrupa'nın nice kavimleri gibi, alobar'ın kabilesi de kutlardı. bu bayramın asıl amacı, iki çeşit yılı denkleştirmekti. ama hristiyanlar bunu dinsel bir bayram havasına dönüştürmüş, adına "noel" demişlerdi. eskiden ay/güneş etkilerine yorumlanan o duygusallığı, papaz bu sefer isa'nın doğum yıl dönümü oluşuna yorumluyordu. isa dedikleri, sami ırkından gelme bir insan-tanrıydı.
insanoğlu bitkilerden ve hayvanlardan uzaklaşıyor. yavaş yavaş onlarla olan bağını koparıyor. günün birinde tekrar ilişki kurmak zorunda kalacak. eğer evren yaşayacaksa, insanoğlu buna mecbur olacak. ama şimdilik, belki yeni yoluna koyulsa gerçekten de daha iyi olur.
geçmişte bitki ve hayvan yaşamıyla insan yaşamı arasında pek az fark vardı. şimdi bazı insanlar kendilerini yalnız hayvan ve bitkilerden değil, öteki insanlardan bile ayırıyor. er geç birtakım adamlar türeyecek; eşsiz, olağanüstü ve tek başına olan bireyin yüceliğine inançları yüzünden kendilerini her türlü denetimden muaf ilan edecekler. özgünlükleri sayesinde, kabul edilmiş standartlara meydan okuyacaklar.
insanın toplum tarafından kendisine sunulan o güven verici nimetleri reddetmek için çok cesur olması gerekir. hele de yalnız kalmış bir ruhun bilinmez zevklerini araştırmak uğruna. gerçi isa'nın dans gibi, çiftleşme gibi konulara pek hevesi yoktu, doğru ve yanlış kavramlarını fazla ciddiye alıyordu, böylelikle kendini doğal dünyadan ayırıyordu, ayırıyordu; ama tüm kusurlarına rağmen, kendi çıkarları için ona sarılan siz insanlardan yine de çok daha üstündü.
belki de cesaretin aslı da budalalıktır. korku, tıpkı sevgi gibi, derinliğe, doğanın gölgelikli kuytularına doğru bir çağrıdır. korku, kızgınlıktan çok daha ince bir duygudur. kızmak, zihnin yarattığı bir acıdır. korku vücudun bir bilgeliğidir. seni tekrar pan'a döndürür.
konformizmde konforlu bir yan vardır. denetimde güvenlik vardır. bunlar da çekici şeylerdir. hükmetmekte bir heyecan vardır. ayrıca hepimiz gizliden gizliye şiddete ilgi duyarız.
kadınların açtığı yarayı tedavi etmenin yolu yok gibidir.
kendi gemine kaptanlık edemiyorsan, hangi yanlış limana vardığına şaşırmamalısın. budala ve miskin kimselere, merkezi sinir sistemlerini soğan gibi soyup cılızlatan serüvenler sunulurdu. romantik hülyacılar da kendilerini bir ip atölyesinde bulurlardı. kendi kaderini kendi tayin etmenin fiyatı hiçbir zaman ucuz değildir. hele bazı durumlarda, düşünülemez bile. ama insan harikuladeliğe ulaşmak için, düşünülemeyecek olanı düşünmek zorundadır.
durmadan akıp giden günlük dünyanın gerçekliğine ve kalıcılığına inanmak budalalıktır.
bilgeliği ellerinde tutanlar, onu her gelen serseme öylece sunamazlar. insanın onu alabilmek için hazırlanmış olması gerekir. yoksa ona yararından çok zararı dokunur. ayrıca bilgeliğin o duru sularında yalpa vuran bir sersem suyu bulandırınca, herkese de zararı dokunur. demek ki bilgiyi arayan insan önce sınanmalı, buna layık olup olmadığı anlaşılmalıdır. işte bunlardan öğrendiğime göre, öğretmenin kaba davranması o sınavın evrelerinden birincisi oluyor.
belki arzular bu yüzden insanlara felaket getiriyor. arzularımızla özdeşleşince, onları fazla ciddiye alınca, yalnız hayal kırıklığına karşı duyarlılığımızı artırmakla kalmıyoruz; ayrıca o arzuların serbestçe ve kolayca yerine gelmesini zorlaştıracak bir atmosfer yaratıyoruz.
her hareketsiz kabuklu hayvan, içe kapanıklığın gizli kuvvetini ifade eder zaten. huzurda saklı olan kuvvettir o kuvvet.
hayatla para aynı şey değildir. çok şükür ki değil! hayat tükenir. ama para, iyi yönetilirse büyür, büyümeye devam eder, bu birkaç ömür boyu sürer. hayat geçici, para ise ebedidir. ya da... ebedi olabilir.
ölüme giden şey aslında yaşlanmak değildir. yaşlanmanın sonunda ölüm geldiğine inanmak götürür bizi ölüme.
antropologlar, ilkel insanlara, nasıl olup da ateşin içinden yürüdükleri halde yanmadıklarını sordukları zaman ilkeller, antropologlara, kendi etlerinin titreşim düzeyini ateşinkine eşit bir noktaya yükselttiklerini söylemektedirler. o halde, tıpkı bunun gibi, usta bir kişinin titreşim hızını yükselterek ya da düşürerek, bir başka boyutunkine uydurması, böylelikle alıştığımız evrenden silinip bir başkasında ortaya çıkması (çözülme) mümkün olabilir demektir.
ricki'ye göre dört element demek, kokain, şampanya, cinsel organlar ve çikolata demekti.
bireyselliğimiz bizim tek varlığımızdır. onu güvenlik uğruna ya da tüm toplumun çıkarları uğruna değiş tokuş etmeye, elden çıkarmaya razı olanlar bulunabilir. ama onu koruyan, hayatın buruk yollarında onu hep yanında taşıyan, sevgide, düşüncede ona sadık kalan, sabah yıldızınca kutsanır.
mutsuzluk doğal bir şeydir. ben hayatın doğal üzüntülerinden kurtulmaya çalışan o kaçıklardan değilim. bana öyle geliyor ki, mutlu denilen insanlar asıl önemsiz olanlar. gerçeklerden kaçıyor, önemli şeyleri hiç düşünmüyorlar.
insan mutsuzken dikkati hep kendine döner. kendini çok ciddiye alır. mutlular, yani kendilerini gerçekten sevenlerse, pek düşünmezler kendilerini. mutsuzu neşelendirmeye çalıştığında, istemez, karşı çıkar. çünkü dikkatini kendinden ayırıp evrene yöneltmek zorunda kalacaktır. mutsuzluk, kendine düşkünlüğün varacağı son noktadır.
vücuduna aslan yağı süren zulu savaşçısıyla, pahalı kokular süren çağdaş kadın arasında pek az fark vardır. biri, hayvanlar kralının cesaretini kendine mal etmeye çalışırken; diğeri, çiçeklerin o karşı konulmaz cinselliğini kendine mal etmek istemektedir. ikisinin de altında yatan ilke aynıdır.
parfüm, kadının çiçekte bulunan cinsel gücü gasp etme aracıdır.
mary quant: zevkin iyisi ölmektir. kabalık ise hayatın kendisidir.
eğer insan aktif bir hayat sürerse, eğer o insanın amaçları, idealleri, uğrunda mücadele edeceği nedenleri varsa, o zaman o insan, kafasının üzerinde sıçan kılına asılı sallanan kılıca tüm dikkatini veremez. her birimize bir yolculuk bileti verilmiştir. eğer yolculuk ilginçse (sıkıcıysa zaten tek suçlusu kendimiz oluruz), o zaman çevremize bakıp zevkini çıkarırız (ne de çabuk geçiyordur manzara yanımızdan), çevredeki diğer yolcularla çene çalarız, sık sık kalkıp tuvalete ziyaretler yaparız, günah çıkarırız... ama bileti kaldırıp da bakmaz, üzerinde yazılı son istasyonun adını okumayız. oysa açık seçik yazılıdır orada: dipsiz kuyu.
ölüm herkesin çorbasındaki sinektir. insanoğlu sonunda yokuş aşağı inmeye başlayacağını ve düşeceğini bildiği sürece, ne gerçek anlamda mutlu, ne gerçek anlamda özgür, hatta ne de gerçek anlamda aklı başında olabilir.
sıradan bir insanın inandığı iyi besin fikrini değiştirmeye çalışmaktansa, kuduz buldogla çiklet değiş tokuşu yapmak daha evladır.
kötü besinlerden azar azar almak, iyi besinleri çok çok almaktan daha yararlıdır.
insan organizması dna tarafından, optimum bir kuvvet ve sağlık düzeyini, cinsel olgunlaşma yaşına ve birkaç yıl sonrasına kadar tutturmak üzere programlanmıştır. bir kere görevini yerine getirdikten sonra (ki belki dna'nın umrunda olan tek şey soyun devamıdır), bu durum insanoğluna veda eder, sürekli olarak, adım adım bozulmaya yüz tutar.
insan kendini ölüme programlar. daha ilk soluğumuzu alırken, son soluğu beklemeyi öğretirler bize. eğer insanı başka şey öldürmezse, bu telkin yeter öldürmeye.
sıradan insan, ölümden bu kadar nefret ettiği için hazırdır savaşa gitmeye. anlamıyor musun? düşman onların gözünde ölümü temsil ediyor. hükümetin propaganda değirmeni düşmanı duygusuz, her şeyi yiyen bir canavar gibi gösteriyor. demek savaşa gittiğimiz zaman soylu bir amaç uğruna gidiyoruz. hayat adına savaşıyoruz. ölüme karşı. amacımız ölümü yok etmek. bunun saçmalığını göremeyişimiz de ölümden böylesine çok nefret ettiğimiz için. öyle nefret ediyoruz ki, onun yürüyüşünü durdurmak için öldürmeye, hatta ölmeye bile hazırız.
kendimizi kandırırken savaşı din gibi önemseriz. savaşı da, dini de kucaklarız. genellikle ikisini aynı anda kucaklarız. bunu, ölümü yenme aracı olarak kullanmak amacıyla yaparız. ama ikisinin de ölümü geriletmeye zerre kadar yararı olmaz. tarih boyunca, ölümün en yakın dostu, eli bıçaklı papaz olagelmiştir.
özlem de, umut da, özgün yaşantıyı engelleyici şeylerdi.
zenginler dünyanın en çok dışlanan azınlığıdır. herkes zenginlerden gizli veya açık biçimde nefret eder; çünkü herkes onlara gizli veya açık biçimde imrenir. ben bayılırım zenginlere. birilerinin onları sevmesi şart. evet, gerçi zenginlerin çoğu eşektir; ama inan bana, fakirlerin de pek çoğu eşektir zaten. parası olan bir eşek, en azından içtiği içkinin parasını kendi ödeyebilir.
şubat, ocakla martın arasında, sandviç peyniri gibidir.
eski zamanlarda karnavalın bir anlamı vardı. 40 günlük perhiz döneminde, yani paskalyadan önceki 40 günde hemen tüm halk, et yemeyi keser, içki de içmez olurdu. birçoğu cinsel ilişkileri de keserlerdi. bu kendini inkar etmenin en sağlıksız yoludur tabii.
hayatım, kocaman bir serüven, bir ihtimalin araştırılması, bir oyunun icadı, bir oyunun oynanması oldu. yalnız sağ kalmaya uğraşmak değildi. ama şimdi gideceğime üzülmüyorum. zaten zaman da yaşamak için en iyi zaman değil, biliyorsunuz.
siyasal liderlerimiz aydın değil, dürüst değil; ama birkaç istisna dışında siyasal liderler her zaman öyle olagelmiştir. ben siyaseti ciddiye almaktan çok uzun zaman önce vazgeçtim. bu konunun hayatımı nasıl yaşadığıma etkisi olmadı. politika eninde sonunda her zaman keyif kaçırıcıdır. ben ise, keyifli yaşamayı seçtim.
şizofrenlerin; düşmanlığı, güvensizliği, arzuyu ve bu gibi duyguları koklayabildiği bilinmektedir. doktorlarındaki, ziyaretçilerindeki, diğer hastalardaki bu tür duyguları, ne kadar iyi saklanmış olursa olsun, koklayıp anlayabilmektedirler.
maddesel şeylerin insanı hayata bağlama gücü nice idealistin sandığından çok daha fazladır.
size nihai yanıtları sunmaya çalışan insanlar aslında o yanıtları kendileri de bilmezler. çünkü bilseler, nihai yanıtların verilemeyeceğini, yalnızca alınabileceğini bilirlerdi.
doğduğumuz zaman yuvarlak, keskin, saf bir yüzümüz vardır. içimizde evren bilincinin kırmızı ateşi yanar durur. ama yavaş yavaş, bizi, ana babalar yer, okullar yutar, sosyal kuruluşlar emer, kötü alışkanlıklar kemirir, yaş ise tüketir. sindirildiğimiz zaman, tıpkı ineklerdeki gibi altı mideden geçtiğimiz zaman, pis bir kahverengi tonunda çıkarız.
doğmak ve ölmek kolaydı. zor olan hayatın kendisiydi.
haritasız ve rehbersiz yolculuk yapan gezginler için beklenmedik plan değişimi bir sevinç dalgası getirir. bu sevinç parayla satın alınabilecek bir orospu olmadığı gibi, kur yaparak elde edilebilecek komşu kızına da benzemez. o, vahşi, deniz gözlü bir su perisi, serüvenin sevgili kızı ve tehlikenin kız kardeşidir. evet, o illa ki kadınsı bir duygudur. erkekler, onun o ender, kısa ömürlü kucaklamasını yaşamak, mutluluğun incecik zarına yaptığı geçici basıncı hissetmek uğruna evlerini terk eder.
gülümseyerek uyudular. işte şeytan denen varlık, horozlara sabahın beşinde ötmeyi, uyuyan çiftlerin yüzündeki gülümseme ifadesini silebilmek için öğretmiştir.
353 günlük ay yılını, 365 günlük güneş yılıyla aynı hizaya getirebilmek için, 12 günlük geleneksel kış bayramını avrupa'nın nice kavimleri gibi, alobar'ın kabilesi de kutlardı. bu bayramın asıl amacı, iki çeşit yılı denkleştirmekti. ama hristiyanlar bunu dinsel bir bayram havasına dönüştürmüş, adına "noel" demişlerdi. eskiden ay/güneş etkilerine yorumlanan o duygusallığı, papaz bu sefer isa'nın doğum yıl dönümü oluşuna yorumluyordu. isa dedikleri, sami ırkından gelme bir insan-tanrıydı.
insanoğlu bitkilerden ve hayvanlardan uzaklaşıyor. yavaş yavaş onlarla olan bağını koparıyor. günün birinde tekrar ilişki kurmak zorunda kalacak. eğer evren yaşayacaksa, insanoğlu buna mecbur olacak. ama şimdilik, belki yeni yoluna koyulsa gerçekten de daha iyi olur.
geçmişte bitki ve hayvan yaşamıyla insan yaşamı arasında pek az fark vardı. şimdi bazı insanlar kendilerini yalnız hayvan ve bitkilerden değil, öteki insanlardan bile ayırıyor. er geç birtakım adamlar türeyecek; eşsiz, olağanüstü ve tek başına olan bireyin yüceliğine inançları yüzünden kendilerini her türlü denetimden muaf ilan edecekler. özgünlükleri sayesinde, kabul edilmiş standartlara meydan okuyacaklar.
insanın toplum tarafından kendisine sunulan o güven verici nimetleri reddetmek için çok cesur olması gerekir. hele de yalnız kalmış bir ruhun bilinmez zevklerini araştırmak uğruna. gerçi isa'nın dans gibi, çiftleşme gibi konulara pek hevesi yoktu, doğru ve yanlış kavramlarını fazla ciddiye alıyordu, böylelikle kendini doğal dünyadan ayırıyordu, ayırıyordu; ama tüm kusurlarına rağmen, kendi çıkarları için ona sarılan siz insanlardan yine de çok daha üstündü.
belki de cesaretin aslı da budalalıktır. korku, tıpkı sevgi gibi, derinliğe, doğanın gölgelikli kuytularına doğru bir çağrıdır. korku, kızgınlıktan çok daha ince bir duygudur. kızmak, zihnin yarattığı bir acıdır. korku vücudun bir bilgeliğidir. seni tekrar pan'a döndürür.
konformizmde konforlu bir yan vardır. denetimde güvenlik vardır. bunlar da çekici şeylerdir. hükmetmekte bir heyecan vardır. ayrıca hepimiz gizliden gizliye şiddete ilgi duyarız.
kadınların açtığı yarayı tedavi etmenin yolu yok gibidir.
kendi gemine kaptanlık edemiyorsan, hangi yanlış limana vardığına şaşırmamalısın. budala ve miskin kimselere, merkezi sinir sistemlerini soğan gibi soyup cılızlatan serüvenler sunulurdu. romantik hülyacılar da kendilerini bir ip atölyesinde bulurlardı. kendi kaderini kendi tayin etmenin fiyatı hiçbir zaman ucuz değildir. hele bazı durumlarda, düşünülemez bile. ama insan harikuladeliğe ulaşmak için, düşünülemeyecek olanı düşünmek zorundadır.
durmadan akıp giden günlük dünyanın gerçekliğine ve kalıcılığına inanmak budalalıktır.
bilgeliği ellerinde tutanlar, onu her gelen serseme öylece sunamazlar. insanın onu alabilmek için hazırlanmış olması gerekir. yoksa ona yararından çok zararı dokunur. ayrıca bilgeliğin o duru sularında yalpa vuran bir sersem suyu bulandırınca, herkese de zararı dokunur. demek ki bilgiyi arayan insan önce sınanmalı, buna layık olup olmadığı anlaşılmalıdır. işte bunlardan öğrendiğime göre, öğretmenin kaba davranması o sınavın evrelerinden birincisi oluyor.
belki arzular bu yüzden insanlara felaket getiriyor. arzularımızla özdeşleşince, onları fazla ciddiye alınca, yalnız hayal kırıklığına karşı duyarlılığımızı artırmakla kalmıyoruz; ayrıca o arzuların serbestçe ve kolayca yerine gelmesini zorlaştıracak bir atmosfer yaratıyoruz.
her hareketsiz kabuklu hayvan, içe kapanıklığın gizli kuvvetini ifade eder zaten. huzurda saklı olan kuvvettir o kuvvet.
hayatla para aynı şey değildir. çok şükür ki değil! hayat tükenir. ama para, iyi yönetilirse büyür, büyümeye devam eder, bu birkaç ömür boyu sürer. hayat geçici, para ise ebedidir. ya da... ebedi olabilir.
ölüme giden şey aslında yaşlanmak değildir. yaşlanmanın sonunda ölüm geldiğine inanmak götürür bizi ölüme.
antropologlar, ilkel insanlara, nasıl olup da ateşin içinden yürüdükleri halde yanmadıklarını sordukları zaman ilkeller, antropologlara, kendi etlerinin titreşim düzeyini ateşinkine eşit bir noktaya yükselttiklerini söylemektedirler. o halde, tıpkı bunun gibi, usta bir kişinin titreşim hızını yükselterek ya da düşürerek, bir başka boyutunkine uydurması, böylelikle alıştığımız evrenden silinip bir başkasında ortaya çıkması (çözülme) mümkün olabilir demektir.
ricki'ye göre dört element demek, kokain, şampanya, cinsel organlar ve çikolata demekti.
bireyselliğimiz bizim tek varlığımızdır. onu güvenlik uğruna ya da tüm toplumun çıkarları uğruna değiş tokuş etmeye, elden çıkarmaya razı olanlar bulunabilir. ama onu koruyan, hayatın buruk yollarında onu hep yanında taşıyan, sevgide, düşüncede ona sadık kalan, sabah yıldızınca kutsanır.
mutsuzluk doğal bir şeydir. ben hayatın doğal üzüntülerinden kurtulmaya çalışan o kaçıklardan değilim. bana öyle geliyor ki, mutlu denilen insanlar asıl önemsiz olanlar. gerçeklerden kaçıyor, önemli şeyleri hiç düşünmüyorlar.
insan mutsuzken dikkati hep kendine döner. kendini çok ciddiye alır. mutlular, yani kendilerini gerçekten sevenlerse, pek düşünmezler kendilerini. mutsuzu neşelendirmeye çalıştığında, istemez, karşı çıkar. çünkü dikkatini kendinden ayırıp evrene yöneltmek zorunda kalacaktır. mutsuzluk, kendine düşkünlüğün varacağı son noktadır.
vücuduna aslan yağı süren zulu savaşçısıyla, pahalı kokular süren çağdaş kadın arasında pek az fark vardır. biri, hayvanlar kralının cesaretini kendine mal etmeye çalışırken; diğeri, çiçeklerin o karşı konulmaz cinselliğini kendine mal etmek istemektedir. ikisinin de altında yatan ilke aynıdır.
parfüm, kadının çiçekte bulunan cinsel gücü gasp etme aracıdır.
mary quant: zevkin iyisi ölmektir. kabalık ise hayatın kendisidir.
eğer insan aktif bir hayat sürerse, eğer o insanın amaçları, idealleri, uğrunda mücadele edeceği nedenleri varsa, o zaman o insan, kafasının üzerinde sıçan kılına asılı sallanan kılıca tüm dikkatini veremez. her birimize bir yolculuk bileti verilmiştir. eğer yolculuk ilginçse (sıkıcıysa zaten tek suçlusu kendimiz oluruz), o zaman çevremize bakıp zevkini çıkarırız (ne de çabuk geçiyordur manzara yanımızdan), çevredeki diğer yolcularla çene çalarız, sık sık kalkıp tuvalete ziyaretler yaparız, günah çıkarırız... ama bileti kaldırıp da bakmaz, üzerinde yazılı son istasyonun adını okumayız. oysa açık seçik yazılıdır orada: dipsiz kuyu.
ölüm herkesin çorbasındaki sinektir. insanoğlu sonunda yokuş aşağı inmeye başlayacağını ve düşeceğini bildiği sürece, ne gerçek anlamda mutlu, ne gerçek anlamda özgür, hatta ne de gerçek anlamda aklı başında olabilir.
sıradan bir insanın inandığı iyi besin fikrini değiştirmeye çalışmaktansa, kuduz buldogla çiklet değiş tokuşu yapmak daha evladır.
kötü besinlerden azar azar almak, iyi besinleri çok çok almaktan daha yararlıdır.
insan organizması dna tarafından, optimum bir kuvvet ve sağlık düzeyini, cinsel olgunlaşma yaşına ve birkaç yıl sonrasına kadar tutturmak üzere programlanmıştır. bir kere görevini yerine getirdikten sonra (ki belki dna'nın umrunda olan tek şey soyun devamıdır), bu durum insanoğluna veda eder, sürekli olarak, adım adım bozulmaya yüz tutar.
insan kendini ölüme programlar. daha ilk soluğumuzu alırken, son soluğu beklemeyi öğretirler bize. eğer insanı başka şey öldürmezse, bu telkin yeter öldürmeye.
sıradan insan, ölümden bu kadar nefret ettiği için hazırdır savaşa gitmeye. anlamıyor musun? düşman onların gözünde ölümü temsil ediyor. hükümetin propaganda değirmeni düşmanı duygusuz, her şeyi yiyen bir canavar gibi gösteriyor. demek savaşa gittiğimiz zaman soylu bir amaç uğruna gidiyoruz. hayat adına savaşıyoruz. ölüme karşı. amacımız ölümü yok etmek. bunun saçmalığını göremeyişimiz de ölümden böylesine çok nefret ettiğimiz için. öyle nefret ediyoruz ki, onun yürüyüşünü durdurmak için öldürmeye, hatta ölmeye bile hazırız.
kendimizi kandırırken savaşı din gibi önemseriz. savaşı da, dini de kucaklarız. genellikle ikisini aynı anda kucaklarız. bunu, ölümü yenme aracı olarak kullanmak amacıyla yaparız. ama ikisinin de ölümü geriletmeye zerre kadar yararı olmaz. tarih boyunca, ölümün en yakın dostu, eli bıçaklı papaz olagelmiştir.
özlem de, umut da, özgün yaşantıyı engelleyici şeylerdi.
zenginler dünyanın en çok dışlanan azınlığıdır. herkes zenginlerden gizli veya açık biçimde nefret eder; çünkü herkes onlara gizli veya açık biçimde imrenir. ben bayılırım zenginlere. birilerinin onları sevmesi şart. evet, gerçi zenginlerin çoğu eşektir; ama inan bana, fakirlerin de pek çoğu eşektir zaten. parası olan bir eşek, en azından içtiği içkinin parasını kendi ödeyebilir.
şubat, ocakla martın arasında, sandviç peyniri gibidir.
eski zamanlarda karnavalın bir anlamı vardı. 40 günlük perhiz döneminde, yani paskalyadan önceki 40 günde hemen tüm halk, et yemeyi keser, içki de içmez olurdu. birçoğu cinsel ilişkileri de keserlerdi. bu kendini inkar etmenin en sağlıksız yoludur tabii.
hayatım, kocaman bir serüven, bir ihtimalin araştırılması, bir oyunun icadı, bir oyunun oynanması oldu. yalnız sağ kalmaya uğraşmak değildi. ama şimdi gideceğime üzülmüyorum. zaten zaman da yaşamak için en iyi zaman değil, biliyorsunuz.
siyasal liderlerimiz aydın değil, dürüst değil; ama birkaç istisna dışında siyasal liderler her zaman öyle olagelmiştir. ben siyaseti ciddiye almaktan çok uzun zaman önce vazgeçtim. bu konunun hayatımı nasıl yaşadığıma etkisi olmadı. politika eninde sonunda her zaman keyif kaçırıcıdır. ben ise, keyifli yaşamayı seçtim.
şizofrenlerin; düşmanlığı, güvensizliği, arzuyu ve bu gibi duyguları koklayabildiği bilinmektedir. doktorlarındaki, ziyaretçilerindeki, diğer hastalardaki bu tür duyguları, ne kadar iyi saklanmış olursa olsun, koklayıp anlayabilmektedirler.
maddesel şeylerin insanı hayata bağlama gücü nice idealistin sandığından çok daha fazladır.
size nihai yanıtları sunmaya çalışan insanlar aslında o yanıtları kendileri de bilmezler. çünkü bilseler, nihai yanıtların verilemeyeceğini, yalnızca alınabileceğini bilirlerdi.
doğduğumuz zaman yuvarlak, keskin, saf bir yüzümüz vardır. içimizde evren bilincinin kırmızı ateşi yanar durur. ama yavaş yavaş, bizi, ana babalar yer, okullar yutar, sosyal kuruluşlar emer, kötü alışkanlıklar kemirir, yaş ise tüketir. sindirildiğimiz zaman, tıpkı ineklerdeki gibi altı mideden geçtiğimiz zaman, pis bir kahverengi tonunda çıkarız.