31.08.2017

uzun lafın kısası

stefan zweig: üç beş budala siyasetçinin yıktığını onarmak için on yıllar yetmez.

chinua achebe: bir kralın ağzına bakınca annesinin memesini hiç emmediğini düşünürsün.

giacomo leopardi: dünyadaki bütün iyi şeyler elde edilir edilmez, maloldukları kaygılara ve çabalara değmez görülürler.

eduardo galeano: mutlu azınlığın doyması için yığınların açlıktan ölmesi gerekir.

romain gary: en güzel sevgililerin yeri, duyulmamış bir yeteneğe sahip olduğu söylenen uzaklardaki bir soytarıdan sonra gelir.

henri frederic amiel: kendi insafsızlıklarımızı meşru kılmak istediğimizde tanrı'yı suç ortağımız haline getiriyoruz. her katliam bir ilahi eşliğinde kutsal hale getiriliyor.

menandros: eziyet çekmemiş insan eğitilemez.

vladimir makanin: insanlar tasasızlardır, insanlar unuturlar. televizyon ekranı, küçücük böceğin üzerine sarkmış dev bir büyüteç gibidir.

victor hugo: değerli bir bilgeyi ziyaret etmek için vakit asla geç değildir.

paul valery: modern çağ, birbirine en uzak fikirlerin hep birlikte serbestçe varlığını sürdürür göründüğü, yaşamak ve öğrenmek için sabit bir referansın kalmadığı bir çağdır.

mary wollstonecraft: aşkta hayal kırıklığına uğramak hiç aşık olmamaktan iyidir.

thomas more: servetin ve özgürlüğün olduğu yerde, insanlar katı ve adaletsiz buyruklara sabırla boyun eğmeyi zul sayar. buna karşın yoksulluk ve kıtlık insanları köreltir, uysallaştırır ve isyana hazır cüretkar ruhları eze eze öğütür.

26.08.2017

sevgi

valerie solanas

sevgi, bağımlılık ya da cinsellik değil, dostluktur ve o yüzden iki kadın arasında, bir erkekle bir kadın arasında sevgi olamaz. konuşma gibi sevgi de yalnızca güvenli, serbest hareket edebilen, bağımsız, hoş iki erkeğin arasında gerçekleşebilir; çünkü arkadaşlık hor görmeye değil saygıya dayanır.

hoş kadınlar arasında bile yetişkinlik çağında arkadaşlık nadiren oluşur; çünkü bunların neredeyse hepsi ya ekonomik olarak var olabilmek için bir erkeğe bağlanmıştır ya da cangılda ilerleyebilmek ve o şekilsiz kütle içinde başlarını dik tutabilmekle meşguldür.

sevgi, para ve manasız çalışmaya dayanan bir toplumda çiçek açamaz. sevginin, mutlak ekonomik ve kişisel özgürlüğe, boş vakte ve insanı yoğun biçimde özümseyen, duygusal olarak tatmin eden ve saygı duyduğunuz insanlarla paylaşıldığında derin arkadaşlığa yol açan faaliyetlere ihtiyacı vardır.

22.08.2017

polis

ahmed arif

bir kez polisten yakamı kurtarmış değilim. kanun! bu da bir maskaralık, bir dümen. kanun yalnız biz fukaralar için var. o da cezalandırırken sade! beraat etmişim, kim takar? hoş benim de onları taktığım yok. gece de tenhada boş gezmiyorum; ahdettim, beni öbür dünyaya yalnız gönderemezler. ne de olsa eşkıya kanı taşıyorum.

utanılacak hiçbir bok yemedim, yemem de! ama polise sorarsan ben bir canavarım. çünkü yüzlerine tükürdüm, tenhada yakalayıp eşşek sudan gelinceye kadar dövdüm; rüşvet, döviz kaçakçılığı ve randevuevi işlettiklerini bildiğimi, bunları er geç yazacağımı söyledim. birinin dişlerini döktüm, birini merdivenden atmak için fırlattım. kolu kırıldı. hepsi bu işte. haksızlığa, hakarete dayanamıyorum. türk siyasi tarihinin işkence görme rekorunu kıracak kadar zulüm görmeme budur sebep!

20.08.2017

son anda

ebru cündübeyoğlu


kaçan otobüse son anda
koşarak yetişmek gibi bir şey
sana aşık olmak
nefes nefese
durduğu için şoföre minnettar
büyük bir zafer kazanmışçasına mağrur
yolcularla göz göze gelince mahcup
ve tam zamanında binmekle
olamayacak kadar mesut

19.08.2017

cajamarca çatışması

jared diamond

yakın çağlardaki en büyük nüfus hareketi, avrupalıların yeni dünyaya göçlerinden sonra amerika'nın yerli (kızılderili) topluluklarının çoğunun esir alınması, sayıca azalması ya da büsbütün ortadan kalkması sonucu meydana geldi.

yeni dünya'ya ilk insanlar alaska, bering boğazı ve sibirya üzerinden mö 11.000 yılı dolaylarında ya da bu tarihten önce gelip yerleşmişti. amerika kıtalarında, bu kuzey giriş kapısının çok güneylerinde yavaş yavaş karmaşık tarım toplulukları ortaya çıktı. bunlar eski dünya'da ortaya çıkan karmaşık toplumlardan tam anlamıyla yalıtılmış olarak geliştiler.

asya'dan ilk gelen insanların buraya yerleşmesinden sonra yeni dünya ile asya arasında resmen kanıtlanmış ilişkiler bering boğazı'nın iki yakasında yaşayan, avcılıkla ve yiyecek toplamakla geçinen toplumlar arasında oldu; bir de polinezya'ya ilk kez güney amerika'dan götürülen tatlı patates de herhalde oraya okyanus aşırı bir yolculuk yaparak gitmişti.

yeni dünya'daki insanların avrupa ile ilişkilerine gelince, ilk ilişkiler ms 986 ile 1500 yılları arasında grönland'ı istila eden çok az sayıdaki iskandinavla sınırlı kaldı. ama iskandinavların ziyaretlerinin amerika'nın yerli toplumları üzerinde fark edilir bir etkisi olmadı. onun yerine, gerçekte, ilerlemiş eski dünya ile yeni dünya toplumları arasındaki çatışmalar birdenbire, ms 1492'de kristof kolomb'un, amerikan yerlilerinin yüksek nüfus yoğunluğuna sahip olduğu karayip adalarını "keşfiyle'' başladı.

daha sonra avrupa ile amerikan yerlileri arasındaki ilişkilerin en dokunaklısı, 16 kasım 1532'de peru'nun bir dağ kasabası olan cajamarca'da inka imparatoru atahualpa ile ispanyol fatih francisco pizarro arasındaki ilk karşılaşmaydı.

atahualpa yeni dünya'nın en büyük, en ileri devletinin mutlak hükümdarıydı, pizarro ise avrupa'daki en güçlü devletin hükümdarı, kutsal roma imparatoru v. karl'ı (ispanya kralı i. carlos olarak da bilinir) temsil ediyordu. 168 ispanyol askerinden oluşan bir ayaktakımı güruhuna kumanda eden pizarro bilmediği yabancı topraklardaydı, oranın yerli halkını hiç tanımıyordu, en yakındaki (panama'nın kuzeyinde, 1500 kilometre kadar ötedeki) ispanyollarla bağlantısı tamamıyla kopmuştu, kendisine destek olacak güçlerin zamanında yetişmesine olanak yoktu.

atahualpa egemenliği altındaki milyonlarca insanla kendi imparatorluğunun tam ortasında oturuyordu. 80.000 kişilik ordusunun koruması altındaydı ve diğer yerlilerle yaptığı bir savaşı daha yeni kazanmıştı. bütün bunlara karşın iki önder birbirleriyle karşı karşıya geldikten birkaç dakika sonra pizarro, atahualpa'yı esir aldı. pizarro savaş esirini sekiz ay elinde tuttu ve onu serbest bırakma sözü karşılığında tarihin en büyük fidyesini topladı. fidyeyi -5 metre eninde, 7 metre boyunda, 2,5 metre yüksekliğindeki bir odayı dolduracak kadar altını- topladıktan sonra sözünü tutmadı ve atahualpa'yı öldürdü.

atahualpa'nın esir alınışı avrupalıların inka imparatorluğu'nu ele geçirmelerinde belirleyici bir rol oynadı. ispanyollar silah üstünlükleri sayesinde eninde sonunda nasıl olsa savaşı kazanacaklardı ama hükümdarın esir alınışı bu zaferi hem hızlandırdı hem de son derece kolaylaştırdı.inkalar atahualpa'ya güneş tanrısı olarak tapıyorlar, her dediğini yapıyor hatta esirken verdiği emirleri bile yerine getiriyorlardı. atahualpa'nın ölümüne kadar geçen aylar içinde pizarro inka imparatorluğu'nun öteki bölgelerine hiçbir saldırıya uğramadan dolaşabilen keşif grupları gönderecek ve panama'dan destek güç çağırtacak zaman buldu. atahualpa'nın ölümünden sonra ispanyollarla inkalar arasında gerçekten savaş başladığında ispanyol güçleri daha amansızdı.



o gün cajamarca'da olup bitenler iyi biliniyor; çünkü orada bulunan ispanyolların çoğu olayı yazılı olarak kayda geçirmişti. o olayların havasına biraz girebilmek için, pizarro'nun iki erkek kardeşi, hernando ile pedro'nunkiler de içinde olmak üzere görgü tanığı altı kişinin yazdıklarını bir araya getirerek olayı yeniden yaşayalım:

"doğuştan kralımız ve hükümdarımız, roma katolik imparatorluğu'nun en korkusuz imparatorunun tebaası olan biz ispanyolların basireti, metaneti, askeri disiplini, zorlu mücadeleleri, tehlikelerle dolu deniz yolculukları ve çarpışmaları, inananların saadeti, inanmayanların kabusu olacaktır. bu sebepten, rabbimiz yüce tanrımızı övmek ve katolik imparatorluğu'nun majesteleri'ne hizmette bulunmak için bu hikayeyi kaleme alıp majesteleri'ne göndermenin münasip olacağını düşündüm ki böylece herkes burada anlatılanlardan haberdar olsun. tanrı'ya bu bir övgüdür; çünkü onlar yüce tanrı'nın inayetiyle çok sayıda inanmayana kutsal katolik inancını kabul ettirmiştir. bu, imparatorumuza da bir övgüdür; çünkü onun büyük gücü ve iyi talihi sayesinde bu olaylar onun zamanında olmuştur. inananlar böyle savaşlar kazanıldığı, böyle yerler keşfedilip fethedildiği, krala ve kendilerine böyle servetler kazandırıldığı için bahtiyar olacaklardır; ayrıca inanmayanların yüreklerine böyle korkular salındığı, bütün dünyada böylesine hayranlık uyandırıldığı için de."

"çünkü, gerek eski zamanlarda olsun gerek yeni zamanlarda, bambaşka bir diyarda, bunca deniz aşırı bir yerde, karadan onca uzaklıkta, sayıları bu kadar fazla insana karşı bir avuç insanın böyle bir kahramanlık gösterdiği, görünmez ve bilinmez olana boyun eğdirdiği ne zaman görülmüştür? ispanya'nın bu başarılarıyla boy ölçüşecek başka bir başarı var mıdır? grup olarak sayıları iki yüzü, üç yüzü geçmeyen, bazen yüze ve yüzün altına düşen ispanyollar şimdiye kadar bilinen toprakların hepsinden daha fazlasını ya da inançlı inançsız bütün prenslerin sahip oldukları topraklardan fazlasını bugün fethetmiş durumdalar. şimdi size bu fetihte neler olduğunu yazacağım, başınızı ağrıtmamak için fazla uzatmayacağım."

"vali pizarro, cajamarcalı yerlilerden bilgi almak istedi, bu yüzden de onlara işkence yaptırdı. yerliler, atahualpa'nın valiyi cajamarca'da beklediğini duyduklarını itiraf ettiler. bunun üzerine vali bize hareket emri verdi. cajamarca'nın giriş kapısına geldiğimizde 5 kilometre ötede, dağların eteğinde atahualpa'nın ordugahını gördük. yerlilerin ordugahı çok güzel bir şehre benziyordu. öyle çok çadır vardı ki hepimizin yüreğini büyük bir korku kapladı. o güne kadar böyle bir şey görmemiştik. biz ispanyollar korku ve şaşkınlık içindeydik. ama korkumuzu belli edemez ya da geri dönemezdik; çünkü yerliler bizde bir zayıflık sezseler, kılavuz olarak yanımızda getirdiğimiz yerliler bile bizi öldürürdü. bu yüzden sanki hiç korkmamış gibi yaptık, kasabayı ve çadırları iyice inceledikten sonra vadiye inip cajamarca'ya girdik."

"ne yapalım diye aramızda uzun uzun konuştuk. hepimiz çok korkuyorduk çünkü sayımız çok azdı ve onların topraklarının öylesine içlerine kadar sokulmuştuk ki bize takviye gönderilmesine olanak yoktu. ertesi gün ne yapmamız gerektiğini tartışmak için hepimiz valiyle kafa kafaya verdik. o gece pek azımız uyudu, cajamarca meydanında nöbet tuttuk, yerli ordusunun kamp ateşlerini gözledik. kamp ateşlerinin çoğu bir tepenin yamacındaydı ve birbirlerine o kadar yakındılar ki yamaç parlak yıldızlarla beneklenmiş göğü andırıyordu. o gece yüksek ile alçak rütbeliler arasında olsun, piyade ile süvari arasında olsun, hiç ayrım yoktu. herkes tam anlamıyla silahlanmış olarak nöbet tuttu. sevgili valimiz de tuttu ve sürekli adamlarını yüreklendirdi. valinin kardeşi hernando pizarro orada bulunan yerli askerlerin sayısını 40.000 olarak hesapladı ama bizi korkutmamak için yalan söylemişti; çünkü 80.000'den fazla asker vardı."

"ertesi sabah atahualpa'dan bir haberci geldi, vali ona, 'hükümdarınıza söyle,' dedi, 'buraya ne zaman isterse, nasıl, ne şekilde isterse gelsin, onu bir dost ve kardeş olarak karşılayacağım. çabuk gelmesi için dua ediyorum; çünkü onu görmek istiyorum. hiçbir zarar ya da hakarete uğramayacak.'"

"vali, birliklerini cajamarca alanının çevresine gizledi, süvarileri ikiye ayırdı, birinin başına kardeşi hernando pizarro geçti, ötekinin başına hernando de soto. aynı şekilde piyadeleri de böldü, birinin başına kendisi geçti, ötekinin başına kardeşi juan pizarro. öte yandan pedro de candia'ya yanına iki ya da üç piyade alıp borazanlarla birlikte meydandaki küçük bir kaleye gitmelerini ve küçük bir topla birlikte oraya mevzilenmelerini söyledi. atahualpa ile birlikte bütün yerliler kasaba meydanına geldiği zaman vali, candia'ya ve adamlarına bir işaret verecek, bu işaret üzerine onlar topu ateşleyeceklerdi ve borular çalınacaktı, borular çalınmaya başlayınca süvariler mevzilendikleri büyük avludan dışarı fırlayacaklardı."

"öğleüzeri atahualpa adamlarını toplayıp yaklaşmaya başladı. kısa zamanda bütün ovanın yerlilerle dolduğunu gördük. düzenli aralıklarla duruyor, arkalarındaki kamptan sökün eden yerlileri bekliyorlardı. ayrı müfrezeler halinde öğle sonrasına kadar akın akın geldiler. en öndeki müfrezeler artık bizim kampımıza yaklaşmıştı, yerli ordugahından oluk oluk akan insanların arkası kesilmemişti. önden giden 2000 yerli atahualpa'nın geçeceği yolu temizliyor, arkasından da savaşçılar geliyordu, kalkanlarıyla birlikte savaşçıların yarısı bir yanında, yarısı öteki yanında yürüyordu."

"önce satranç tahtası gibi farklı renkte giysiler giymiş yerlilerden oluşan bölük geldi. bölük ilerledi, yerdeki kuru otları toplayıp yolu süpürdüler. daha sonra farklı giysiler giymiş üç bölük geldi, dans edip şarkı söylüyorlardı. daha sonra zırhlı birkaç adam geldi, büyük metal levhaları, altın ve gümüş taçları vardı. üstlerinde taşıdıkları altın ve gümüşün miktarı öylesine fazlaydı ki güneşte nasıl parladıklarını görmek şaşılacak bir şeydi. bunların arasında, çubuklarının uçları gümüş kaplı zarif bir tahtırevanın içinde atahualpa vardı. sekiz tane adam onu omuzlarında taşıyordu, koyu mavi üniformalar giymişlerdi. atahualpa'nın kendisinin kılığı da çok gösterişliydi, başında tacı, boynunda koca koca zümrütlerden bir gerdanlık vardı. tahtırevanının içinde çok süslü bir minderi olan küçük bir taburenin üzerinde oturuyordu. tahtırevanına çok renkli papağan tüyleri dizilmiş, her yanı altın ve gümüş kaplamalarla süslenmişti."

"atahualpa'nın arkasından iki tahtırevan ile birlikte iki hamak daha geldi, bunların içinde yüksek rütbeli reisler oturuyordu, onların da arkasından altın ve gümüş taçlar takmış çeşitli bölükler göründü. bu yerli bölükleri ihtişamlı şarkıların eşliğinde meydana dolmaya başladılar, doldular doldular, meydanda hiç boş yer kalmadı. bu arada biz ispanyollar bir avluya saklanmış, hazırda bekliyorduk, korku içindeydik. pek çoğumuz hiç fark etmeden altına kaçırmıştı. atahualpa meydana ulaştığında omuzlar üzerindeki tahtırevanından inmedi, birlikleri onun arkasında saf tutmaya devam etti."

"vali pizarro rahip vicente de valverde'yi atahualpa ile konuşmaya gönderdi, onu tanrı adına ve ispanya kralı adına hazreti isa'mızın yasasına uymaya ve majesteleri ispanya kralının hizmetine girmeye davet etmesini söyledi. rahip bir elinde haç, bir elinde kitabı mukaddes ile yerli birliklerinin arasından ilerleyerek atahualpa'nın bulunduğu yere geldi ve şöyle dedi: 'ben tanrı'nın bir rahibiyim ve hristiyanlara tanrı'nın işlerini öğretirim, bunları aynı şekilde size de öğretmeye geliyorum. öğrettiğim şeyler bu kitap'ta tanrı'nın bize söylediği şeylerdir. bu yüzden tanrı ve hristiyanlar adına sizden rica ediyorum, onların dostu olun, çünkü tanrı'nın isteği budur, bu sizin de iyiliğinizedir."

"atahualpa bakmak üzere kitap'ı istedi, rahip de kapalı olarak kitap'ı ona verdi. atahualpa kitap'ı nasıl açacağını bilmiyordu, rahip açmak üzere kolunu uzatıyordu ki atahualpa büyük bir öfkeyle koluna vurdu, kitabın açılmasını istemiyordu. daha sonra kitabı kendisi açtı, harflere, kağıda hiç şaşırmadı ve beş-altı adım öteye fırlatıp attı, yüzü kıpkırmızı kesilmişti."

"rahip, pizarro'nun yanına koştu, 'koşun, koşun, hristiyanlar!' diye bağırıyordu. 'tanrı'nın işlerini kabul etmeyen bu düşman köpeklere haddini bildirin. o zorba benim kutsal yasa kitabımı yere attı! ne oldu görmediniz mi? ova yerlilerle doluyken azametinden yanına yaklaşılmayan bu köpeğe neden insan gibi davranalım, aşağıdan alalım? yürüyün üzerine, size ben izin veriyorum!"

"bunun üzerine vali, candia'ya işaret etti, onlar ateşe başladılar. aynı zamanda borular çaldı, zırhlı ispanyol birlikleri, hem süvariler, hem piyadeler saklandıkları yerlerden dışarı fırlayıp meydana doluşmuş olan silahsız yerlilerin üzerine saldırdılar, ispanyol savaş narasını atarak 'santiago!' diye bağırıyorlardı. yerlileri korkutmak için atlarımıza çıngırak takmıştık. silahların gümbürtüsü, boruların şamatası, çıngırakların çıngırtısı birleşince yerliler neye uğradıklarını şaşırdılar. ispanyollar onların üzerine çullanıp onları doğramaya başladılar. yerliler öylesine korkmuşlardı ki birbirlerinin üzerine tırmanıp yumak oldular, birbirlerini havasız bırakıp boğdular. onlar silahsız oldukları için onlara saldıran hiçbir hristiyana bir şey olmadı. süvariler onları atlarıyla çiğneyerek öldürdü, yaraladı, kaçanları kovaladı. piyadeler geriye kalanların üzerine öyle bir saldırmıştı ki kısa bir sürede hepsi kılıçtan geçirildi."

"valinin kendisi de kılıcını ve kamasını alarak yanındaki ispanyollarla birlikte yerlilerin arasına daldı ve büyük bir cesaretle atahualpa'nın tahtırevanının yanına kadar gitti. atahualpa'nın sol kolunu korkusuzca yakalayıp, 'santiago!' diye bağırdı ama atahualpa'yı tahtırevanından aşağı indiremedi; çünkü onu çok yüksekte tutuyorlardı. tahtırevanı taşıyan yerlileri öldürmemize karşın ölenlerin yerini hemen başkaları alıyor onu havada tutmaya devam ediyorlardı, böylece yerlileri alt edip öldürmek uzun zamanımızı aldı. sonunda yedi ya da sekiz süvari atlarını mahmuzladı, tahtırevana yan taraftan saldırıp büyük bir çabayla öteki tarafa devirdiler. böylece atahualpa'yı esir aldık ve vali onu kendi kaldığı yere götürdü. tahtırevanı taşıyan yerliler ile atahualpa'ya refakat edenler onu asla terk etmediler: hepsi onun yanında öldü."

"meydanda kalan ve -şimdiye kadar hiç görmedikleri- ateşli silahlar ile atlardan ödü kopmuş olan yerliler bir duvar uzantısını yıkıp duvarın dışındaki ovaya kaçarak kurtulmaya çalıştılar. bizim süvariler yıkık duvarın üstünden atlayıp atlarını ovaya sürdüler. 'şu süslü kılıklı adamları kovalayın! elinizden kimse kurtulmasın! mızraklayın hepsini!' diye bağırıyorlardı. atahualpa'nın yanında getirdiği bütün öteki yerli askerler cajamarca'dan bir-iki kilometre ötede, savaşmaya hazır halde bekliyorlardı ama bir teki bile yerinden kımıldayamadı, bütün bunlar olurken tek bir yerli tek bir ispanyol'a silahla saldırmadı. kasabanın dışındaki ovada bekleyen yerlilerin çoğu, öteki yerlilerin bağırarak kaçıştığını görünce, korkuya kapılıp kaçtı. görülecek şeydi doğrusu, 20 ya da 30 kilometrelik bir vadiyi doldurmuş olan yerlilerin hali. karanlık basmıştı ve bizim süvariler tarlalarda yerlileri mızraklayıp duruyorlardı, o sırada bizi kamp yerinde toplantıya çağıran boru sesini duyduk."

"gece olmamış olsaydı 40.000 kişilik yerli birliklerinden pek az kişi sağ kalacaktı. altı ya da yedi bin yerli ölüsü yerde yatıyordu, pek çoğunun kolu kopmuştu, pek çoğu başka türlü yaralanmıştı. atahualpa'nın kendisi bu savaşta 7000 adamını öldürdüğümüzü kabul etti. tahtırevanların birinde öldürülen adam onun çok sevdiği devlet adamlarından biri, chincha hükümdarıydı. atahualpa'nın tahtırevanını taşıyan adamların hepsi anlaşılan onun önemli reisleri ve encümen üyeleriydi. onların hepsi öldü, öteki tahtırevan ve hamaklardakiler de öldü. cajamarca hükümdarı da öldü, ötekiler de öldü ama o kadar fazlaydı ki saymaya olanak yoktu; çünkü atahualpaya refakat etmeye gelenlerin hepsi önemli hükümdarlardı. böylesine güçlü bir orduyla gelmiş bu kadar güçlü bir hükümdarın bu kadar kısa bir zamanda esir alındığını görmek olacak şey değildi. gerçekten de kendi asker gücümüzle başarmamıştık bunu çünkü sayımız çok azdı. bunu yüce tanrı'nın inayeti sayesinde başardık."

"ispanyollar atahualpa'yı tahtırevanından çekip indirirken elbiseleri yırtılmıştı. vali ona yeni giysiler getirmelerini buyurdu, atahualpa giyindiği zaman vali onu yanına oturttu ve yüksek mevkiinden bu kadar çabuk alaşağı edilmiş olmasına duyduğu öfkeyi ve heyecanını yatıştırdı. vali atahualpa'ya şöyle dedi:

'yenildiğin ve esir düştüğün için üzülüp içerleme; çünkü sayıları az olmasına karşın şu benim yanımdaki hristiyanlarla ben seninkinden çok daha büyük krallıkları fethettim, senden çok daha güçlü hükümdarları yenilgiye uğrattım, hizmetinde olduğum imparatorumuz dünya hakimi ispanya kralı'nın kulu yaptım onları. biz onun talimatı üzerine burayı fethetmeye geldik, geldik ki herkes tanrı'yı ve ve onun kutsal katolik inancını bilip tanısın; böyle hayırlı bir görevle geldiğimiz için yerlerin ve göklerin ve başka her şeyin yaratıcısı olan tanrı bize bunu nasip etti, etti ki böylece sen de o'nu tanıyasın, bu yaşadığın hayvanca ve şeytani hayatı bırakasın diye. işte bu yüzden biz sayıca çok az olmamıza karşın koca orduları yendik. şimdiye kadarki hayatının ne kadar hatalı olduğunu gördüğün zaman majesteleri ispanya kralı'nın emriyle senin ülkene gelerek sana ne büyük bir iyilikte bulunduğumuzu anlayacaksın. tanrımız senin kibrini kırmamıza müsaade etti, hiçbir yerlinin tek bir hristiyana zarar vermesine müsaade etmedi.'"

18.08.2017

malcolm lowry

sinan fişek

malcolm lowry yaşamını tek başına, kendi kişisel çukurunun dibinde tüketti. dünyadaki son gününde, eşi, yazar margerie bonner lowry, kocasının uzunca bir ayıklık döneminin sonunda yeniden yakalandığı saldırgan sarhoşluk nöbetinden korkarak komşulara sığınmıştı. evden kaçmadan önce, lowry'nin tüketmeye çabaladığı cin şişesini kapıp yere çarparak kırmış, karşılığında da okkalı bir şamar yemişti. ingiltere'nin güneyindeki küçük kır evine ertesi sabah döndüğünde, margerie onu cin şişesinin enkazının ortasında, yanıbaşında boş bir tüp uyku hapı, kendi kusmuğunda boğulmuş olarak buldu. ölüm nedeni resmi kayıtlara "kaza" olarak geçti. yıl 1957: lowry 48 yaşındaydı.

lowry zom olmadığı ender zamanlarda zeki, canayakın, sıcak bir kişiliği vardı. ama yazarlığı tüm öbür becerilerini ve yeteneklerini öylesine gölgede bırakıyordu ki, bir idiot savant gibi olmuştu neredeyse. dünyada, kendisi dahil hiçbir şey ve kişiyle kalıcı, sağlıklı bir ilişki kuramadı.

auschwitz

viktor emil frankl

insanı en çok yaralayan şey fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır.

auschwitz toplama kampında fiziksel ve zihinsel yaşamın olabildiğince ilkelliğe zorlanmasına karşın, tinsel yaşamın derinleşmesi olasıydı. zengin bir entelektüel yaşama alışmış olan duyarlı insanlar daha çok acı çekmiş olabilirler -bu insanlar çoğunlukla hassas bir yapıya sahipti- ancak benliklerinin maruz kaldığı hasar daha az olmuştur. bu insanlar, çevrelerindeki dehşet verici dünyadan kopup içsel zenginlikten ve tinsel özgürlükten oluşan bir dünyaya çekilebilmişlerdir.

ortalama olarak, sadece yıllar boyunca o kamptan bu kampa taşınan, varoluş mücadelesinde bütün ahlak değerlerini kaybeden tutuklular yaşayabiliyordu. bu tutuklular kendilerini kurtarmak için dürüst olsun olmasın her yola, her türlü acımasız güce, hırsızlığa, dostlarına ihanete başvurmaya hazırlardı. birçok şanslı olayın ya da mucizenin yardımıyla geri dönmeyi başaran bizler biliyoruz: en iyilerimiz dönmedi.

"dünyanın bir şaka olduğunu anlamalısın. adalet diye bir şey yoktur, her şey rastlantıdır. ancak bunu kavradığın zaman kendini ciddiye almanın ne kadar aptalca olduğunu anlayacaksın. evrende büyük amaç diye bir şey yok. evren sadece evrendir. bugün ne yapacağın konusunda verdiğin kararda özel bir anlam yok."

yürekteki hayvan

herta müller

diktatörlüklerde kent yoktur; çünkü gözaltında olan her şey küçüktür.

dua etmekte karanlık bir şeyler vardır hep.

tıpkı otları ayaklarımızla ezip geçtiğimiz gibi, ağzımızdaki sözcüklerle de ezip geçiyoruz pek çok şeyi.

insan başka türlü düşünüp yazabilirse başka türlü de yürüyebilir.

akıllılığın ya da aptallığın, az bilmek, çok bilmekle ilgisi yok. bazıları çok bilir ama akıllı değildir; bazıları az bilir ama aptal değildir.

insan düşündüğü şeyin yanından geçip gidebilmek için nasıl yaşamalı? sokakta yanlarından geçildiğinde dikkat çekmeyen kayıp eşyalar nasıl başarıyor bunu?

sustuğumuzda itici oluyoruz; konuştuğumuzda ise gülünç.

kar sadece iyi insanlar öldüğünde yağar derler. bu doğru değil.

gözün algılayamadığı şeyler vardır.

köylüler hiçbir zaman ince insanlar olamamışlardır.

ilkbahar ve sonbahar yaşlı insanlar için tehlikelidir; ilk sıcaklar ve ilk soğuklar yaşlıları alır götürür. oysa burada asıl tuzak yaz'dır. hangi günlerde yaşlıları çiçeğe dönüştüreceğini bilen yaz.

anne iyidir, ağaç yeşildir, su akar.

artık bütün olmayan şeyleri paylaşmak daha kolaydır.

hepimizin yaprakları var. beden buruştuğunda yapraklar yeniden çıkar; çünkü aşk bitmiştir.

duyguların merkezi beyin değildir. onların kaynağı bezler.

insanın evi yaşadığı yerdir.

17.08.2017

okumak

alberto manguel

okumak, yaratıcı etkinliklerin en insani olanıdır.

kütüphaneler toplumun hafızasıdır.

on altıncı yüzyılda, daha çok latifi adıyla bilinen osmanlı şairi abdüllatif çelebi, kütüphanesindeki her bir kitap için şöyle demişti: "bütün dertleri def eden hakiki ve müşfik dost."

asla iki kez aynı kitabı okumazsınız.

her kütüphane hem kucaklar hem reddeder. her kütüphane tanımı gereği tercih sonucudur ve alanını sınırlaması gerekir. her tercih de bir başkasını dışlar, yapılmayan tercih olur. okuma eylemi sonsuz bir sansür eylemiyle koşut gider.

bütün hikayeler, aslen, yorumladığımız hikayelerdir ve hiçbir okuma masum değildir.

her okur belli bir kitaba bir miktar ölümsüzlük getirmek için vardır. okuma bir bakıma yeniden doğum ritüelidir.

her kütüphane başlı başına bir öz yaşamöyküsüdür.

okumak sohbet etmektir. deliler, zihinlerinin bir köşesinde yankılandığını işittikleri hayali diyaloglarla uğraşırlar; okurlarsa, bir sayfa üzerindeki sözcüklerin sessizce harekete geçirdiği benzer bir diyalogla.

şiir

ahmed arif: şiir önce bir güzellik duygusudur.

nazım hikmet: şairin alim olması şart değildir ama cahil olmaması şarttır.

nancy h. kleinbaum: insan, insan ırkının bir üyesi olduğu için şiir okur ve insan ırkı tutkuyla doludur. tıp, hukuk, bankacılık hayatı devam ettirmek için gereklidir; ama şiir, aşk, sevgi, güzellik? bunlar da bizim yaşama nedenlerimiz!

memet fuat: iyi insan yetiştirmenin en kestirme yolu şiirden geçer.

veysel çolak: bütün yadsımalar insanoğlunun onurudur, yaşatan tarafıdır. edebiyat ve şiir bu yadsımanın biricik manevi alanıdır.

georges bataille: gerçek şiir yasaların dışındadır.

dino buzzati: yeryüzünde bir yasa vardır: her şeyin bedeli ödenir. sanat en yüksek bedelin ödendiği bir lükstür. şiir ise bütün sanatlardan daha pahalıdır.

şükrü erbaş: hemen her çağda üç değişmez konuğu olmuştur şiirin: sular, çocuklar ve akşamlar. üçü de düş kırığı bir acının izinde girmiştir şiire, üçü de aydınlık sevince gebe.

charles dickens: sahnede ışık ve müzik neyse hayatta şiir odur.

margaret atwood: şiir neden bulmaya çalışmaz. güzellik gerçek demektir, gerçek de güzellik. yeryüzünde tek bildiğimiz budur, bilmemiz gereken tek şey de budur!

d.m. thomas: umarım şiir ve psikanaliz, kendi özgün açılarından, insan yüzünü olanca soyluluğu ve hüznüyle aydınlatmayı sonsuza dek sürdürürler.

sokaktaki adam

philip roth

göz alıcı biçimde iyi insanlar vardır, gerçekte birer mucizedir onlar.

hayatta en üzücü şey sıradanlıktır, her şeyi alt eden ölüm gerçeğini bize bir kez daha hatırlatır.

"burada, insanların oturup birbirlerinin inlemelerini dinlediği bu yerde; felcin, geride kalmış birkaç kederli, kırlaşmış saçı titrettiği, gençliğin hayalet gibi incelerek solgunlaştığı ve öldüğü; yalnızca düşünmenin bile, acıyla dolu olmak anlamına geldiği bu yerde." (john keats)

amatörler ilham arar, geri kalanlarımız ise kalkar ve çalışmaya koyuluruz yalnızca.

çalışan insanlar için bir pırlanta satın almak büyük bir olaydır. pırlanta ne kadar ufak olursa olsun. pırlantayı eşler, güzel görünmek için veya bir statü sembolü olarak takabilirler. ve eşi pırlanta taktığında bir adam artık yalnızca bir tesisatçı değildir, karısı pırlanta sahibi olan bir adamdır. karısı, yok olmayacak bir şeye sahiptir. çünkü güzelliği ve statüsü ve değerinin ötesinde, pırlanta yok olmayacak bir şeydir. önemsiz, ölümlü bir insan dünyanın yok olmayacak bir parçasını koluna takıyordur.

yalan söylemek -yalan söylemek, diğer insanın üzerinde ucuz, aşağılık bir egemenlik kurmak anlamına gelir. karşındakinin yarım yamalak bilgilerle hareket etmesini, bir başka deyişle kendini aşağılamasını izlemektir. yalan o kadar sıradandır ve yine de yalan söylenen kişi eğer sensen bu öylesine hayret verici bir şeydir ki.. siz yalancıların ihanet ettikleri insanlar, siz onlar hakkında artık kötü şeyler düşünmeden edemeyene dek bir hakaretler listesini sineye çekmek zorundadırlar.

yaşlılık bir savaştır canım, bir şununla, bir bununla savaşırsın. acımasız bir savaştır ve en zayıf halindeyken, eski halinden eser yokken verdiğin bir savaştır. yaşlılık bir savaş değildir, yaşlılık bir katliamdır.

gençken önemli olan vücudunun dışı, dıştan nasıl göründüğündür. yaşlandığındaysa içte olan önemli oluyor ve insanlar nasıl göründüğünü önemsemeyi bırakıyor.

hayatın en rahatsız edici gücü ölümdür. çünkü ölüm çok adaletsizdir. çünkü insan bir defa yaşamın tadına varınca ölüm doğal dahi gözükmez ona.

herkes bir noktada, şu anda yaşayan kimsenin yüzyıl sonra bu dünyada olmayacağını düşünür -o karşı konulamaz güç, ortamı temizleyecektir.

gerçekliği yeniden yapamaz insan. olduğu gibi kabul etmeli onu. insan durduğu yeri muhafaza edip yaşananları olduğu gibi kabul etmeli. başka yolu yok.

ama babasının jersey paralı otoyolu'nun hemen sonundaki özel kabristanda annesinin yanına gömüldüğü gün, neye inanıp neye inanmadığının hiçbir önemi kalmamıştı.

tehlike içermeyen hiçbir şey yok. hiçbir şey, hiçbir şey yok -başarısızlığa uğramayan hiçbir şey yok, o aptal resimler bile başarısızlığa uğradı.

16.08.2017

maaş zammı

aziz nesin

insanın sesini iyi kullanmasının gerekli olduğuna inanıyorum. babamın anlattığına göre, çalıştığı fabrikanın sahibi de, sesini çok etkili kullanıyormuş. babam, evimize gelen konuklara bunu sık sık anlatır. gündeliklerini artırması için işçiler, ya da işçi mümessilleri, ustabaşıları, fabrika sahibine "geçim sıkıntısı çekiyoruz, gündeliklerimizi arttırın." diye rica ederlermiş. patron, onlara sesini titreterek, öyle yumuşacık, tatlı bir sesle bir şeyler söylermiş ki, kendi sesinin etkisinden önce kendi gözleri dolarmış. ondan sonra artık işçiler gözyaşlarını tutamazlarmış. patron ağlar, onlar ağlarmış. bir zaman karşılıklı ağlaştıktan sonra, ne diyeceklerini de unutan işçiler dışarı çıkarlarmış. neden sonra kendilerine gelir gibi olunca, "yahu, patron bize ne söyledi de biz öyle ağladık?" diye birbirlerine sorarlarmış. ama patronun ne dediğini hiçbiri hatırlayamazmış.

bir seferinde babam, arkadaşlarına:

- sıkı duracağım, ne söylerse söylesin ağlamayacağım.. hem de gündeliğimi artırmadan yanından çıkmayacağım, ya da işten ayrılırım.. demiş.

daha içeri girip de:

- beyefendi.. der demez, patronu:

- zor, zor kardeşim.. biliyorum, bu zamanda geçim zor. hiç bilmez olur muyum? diye başlamış.

bu sözlerde ağlayacak bir şey yok ama, kağıt üstünde yazılı olunca öyle, bir de bu sözleri sesini yerli yerinde titretmeyi bilen birisi söylesin, karşısında taş olsa dayanamaz, ağlar. ama babam, ne olursa olsun, ağlamamak için kendini tutuyormuş. başlamışlar konuşmaya...

- kaç kişiye bakıyorsun?

- beş kişi..

- vah vah vah!..

o kadar çok ve o kadar acıklı vah vah demiş ki, babam nerdeyse kendini tutamayıp boşanacakmış. ama dişlerini dudağına geçirip dayanmış.

- çocukların okula gidiyor mu?

- biri gidiyor, biri gitmiyor..

- çok yazık! demek birini gönderemiyorsun..

- ufak da ondan, büyüyünce göndereceğim.

- karına üç yılda bir manto da yaptıramazsın..

babam:

- yaptırıyorum.. demiş.

- karın hasta da üstelik, değil mi?

- yoo, hasta değil!

- değil ama kardeşim, olabilir. o zaman ne olacak? vah vah vah.. kim bakacak zavallıya? doktor ister, ilaç ister.. bunların hepsi para.. nasıl ameliyat ettireceksin?

- kimi?

- çocuğunu..

- ne ameliyatı beyefendi? öyle bir şey yok..

- yok ama, mesela.. gerekse..

babam yine de dayanacakmış ama, patron ağlamaya başlayınca babam da gevşemiş:

- aman beyefendi, ağlamayın, ne olur.. biz nasıl olsa oluruz, bir kolayına bakarız.. allahaşkına ağlamayın! demiş ki ona bakıp kendini de ağlatmasın.

babam bu olayı anlatırken hep şöyle der:

- o zamana kadar patronla neler konuştuklarımızın farkındayım. ama ondan sonra sözün gidişini kaybettim. patron acıklı sesle bir şeyler anlatıyor, ikimiz karşılıklı ağlaşıyorduk. derken nasıl olduysa, kendi kendime, "toparlanayım da, bakalım şu adam neler anlatıyor, bir dinleyeyim." dedim. bir de dikkat ettim, ne anlatsa iyi? hz. hasan ile hz. hüseyin'in kerbela'da nasıl şehit edildiklerini anlatmıyor mu? nasıl edip lafı hasan-hüseyin'e getirdi, hiç anlayamadım.

babam, ağlaya ağlaya patronun yanından çıkmış.

15.08.2017

devrim ve özgürlük

liam o'flaherty: soylu ve güzel ne varsa özgür ve katıksız bir hayat sürdürme arayışından doğar.

hans habe: özgürlükten başka mutluluk yoktur.

nikos kazancakis: özgürlük için çarpışan her zaman küçük bir topluluktur, her zaman da büyük yığınları yenilgiye uğratır.

ivo andric: özgürlük içinde doğan, adalete dayanan bir devlet, tanrısal düşüncenin yeryüzünde gerçekleşen bir damlası gibidir.

şükrü erbaş: hiçbir sevgi tutsaklıkta yeşermez. eşitlik özgürlük ister.

ingeborg bachmann: yasak levhaları, buyruk levhaları olmaksızın düşünmekten korkuyoruz, özgürlükten korkuyoruz. insanlar özgürlüğü sevmiyor. özgürlük nerede boy göstermişse insanlar onunla bozuşmuştur.

erich fromm: bir özgürlük eğilimi olarak başkaldırma eylemi mantığın başlangıcıdır.

arturo perez-reverte: ülkesini satan bir fanatik olmayı, hayatımı "yaşasın zincirler!" diye bağırarak geçirmeye tercih ederim.

thomas more: servetin ve özgürlüğün olduğu yerde, insanlar katı ve adaletsiz buyruklara sabırla boyun eğmeyi zul sayar. buna karşın yoksulluk ve kıtlık insanları köreltir, uysallaştırır ve isyana hazır cüretkar ruhları eze eze öğütür.

nazım hikmet: hiç kimse esir doğmuş olduğundan dolayı kabahatli değildir. fakat esaretini haklı bulan, onu yaldızlayan esir, yeryüzünün en aşağılık mahlukudur.

ursula k. le guin: insanların nasıl hür olunacağını öğrenmeleri lazım. köle olmak kolaydır. hür bir insan olmak için kafanı kullanman lazım.

liam o'flaherty: pis bir çukurda koyunlar gibi ölmektense göğsünü kurşunlara siper ederek ölmek yeğdir.

philebos

platon

philebos diyor ki, bütün canlı varlıklar için iyi, sevinçten, haz duygusundan, eğlenceden ve bütün bu tür şeylerden başka bir şey değildir.

ben bunun tersini ileri sürüyor ve diyorum ki, bu doğru değildir. bilgelik, zeka, bellek ve aynı özden olan her şey, düzgün düşünce, doğru uslamlama (muhakeme), bunlardan payı olanlar için haz duygusundan daha iyi ve daha değerlidir. bunlardan pay almak da, bütün şimdiki ve gelecek varlıklar için dünyanın en iyi şeyidir.

iyilik konusunda söylenmesi kesinlikle gerekli olan şey, her zeki insanın onu aradığı, onu istediği, ona ulaşmaya, onu elde etmeye çabaladığıdır.

bütün bilgeler zekanın, bizce gökyüzüyle toprağın egemeni olduğunda söz birliği ederler ve bundan övünç duyarlar. belki de haklıdırlar.

ruh olmayan yerde bilgelik ve zeka olamaz. 

ruhun beklediği şey haz ise, beklemek hoş ve güvenlidir. haz değil de sıkıntılı şeyler gelecekse, bu bekleme, korkulu ve acı verici olur.

her canlı varlık, hep bedeninin duyumsamakta olduğu şeyin tersini ister.

işte onu, böyle duyduğu şeyin tersine doğru götüren bir iştah, onda duyduğu şeylere karşıt şeylerin anısı bulunduğunu gösterir.

haz duygusu, çoğunlukla, bizde doğru bir kanının değil, yanlış bir kanının ardından doğar.

doğru, dindar ve her konuda iyi olan kimseyi tanrılar sevmez.

her insan bir sürü umutla doludur. 

gerçekten haz, dünyanın en yalancı şeyidir ve hep derler ki, en büyükleri sayılan aşk hazlarında işlenen, yalan yere yemin etme ya da yeminini bozma günahını tanrılar bile bağışlar. çünkü hazlar, çocuklar gibi, her tür zekadan yoksundur. zekaysa, tersine, ya gerçekle aynı şeydir ya da ona en çok benzeyen, en gerçek olan şeydir.

14.08.2017

denizi özleyenler için

orhan veli kanık


gemiler geçer rüyalarımda
allı pullu gemiler, damların üzerinden
ben zavallı
ben yıllardır denize hasret
"bakar bakar ağlarım"

hatırlarım ilk görüşümü dünyayı
bir midye kabuğunun aralığından
suların yeşili, göklerin mavisi
lapinaların en harelisi
hala tuzlu akar kanım
istiridyelerin kestiği yerden

neydi o deli gibi gidişimiz
bembeyaz köpüklerle, açıklara
köpükler ki fena kalpli değil
köpükler ki dudaklara benzer
köpükler ki insanlarla
zinaları ayıp değil

gemiler geçer rüyalarımda
allı pullu gemiler, damların üzerinden
ben zavallı
ben yıllardır denize hasret

12.08.2017

kadın

cesare pavese

hiçbir kadın para için evlenmez. bütün kadınlar, bir milyonerle evlenmeden önce ona aşık olacak kadar kurnazdırlar.

bir kadın, eğer budalaysa, eninde sonunda bir insan yıkıntısı ile karşılaşır ve onu kurtarmaya çalışır. kimi zaman da başarır bu işi. ama bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda akıllı, sağlıklı bir adam bulup onu bir yıkıntıya çevirir. her zaman başarır bu işi.

insan bir kadını eninde sonunda başından atacağına göre, bunu bir an önce yapması daha iyidir.

bir erkeği çocuktan ayıran özellik, bir kadın üstünde üstünlük kurmayı bilmesidir. bir kadını bir çocuktan ayıran özellik ise bir erkeği nasıl sömüreceğini bilmesidir.

bir erkek, eğer hadım değilse, her kadınla kendini tatmin edebilir.

evlenmeye değer kadınlar bir erkeğin evlenecek kadar güvenemediği kadınlardır.

aşk konusunda önemli olan, evinde, yatağında bir kadın olmasıdır. bunun ötesinde her şey palavradır, palavranın dik alasıdır hem de.

ancak kendisinden nefret ettirebilen adam kendisini sevdirebilir; aynı kadına.

hayatta seni kendi erkeği sayacak bir kadından başka her şeye sahip olabilirsin.

zengin bir sevgili seçmeye dikkat eden kadınlar, paranın onlar için hiçbir anlamı olmadığını söyleyenlerdir. insanın parayı önemsememesi için bol parası olması gerekir çünkü.

bizim istediğimiz, bir kadına sahip olmak değil, o kadına sahip olan tek erkek olmaktır.

gençken bir kadının acısını duyarız; olgunlaşınca bütün kadınların.

aşkın bir çıkara dayanmasını kim ahlaksızlık sayıyorsa, bütün kadınları rahat bıraksın daha iyi; çünkü bir kadının sırf aşk için kendini verdiği o pek ender durumların dışında, sizi seven kadın bile, kendisiyle yatmanıza izin verdiği zaman, az çok bir orospu gibi çaresizlik içinde, ya kibarlıktan ya da kişisel bir çıkar için yapıyordur bunu.

kadın, zayıfa ödül olarak verir kendini; güçlüye de destek olarak.

zeka gösterisiyle bir kadını elde edebileceğini sanmak kadar budalaca bir şey yoktur. bu konularda zeka güzellikle yarışamaz; çünkü güzelliğin cinsel heyecan uyandırmasına karşılık, zeka böyle bir şey yapamaz.

kadınlar sanatçılarla sanatçı oldukları için değil, toplumda başarı kazandıkları için ilgilenirler.

kadınlar için tarih yoktur. oysa moda diye bir şey var kadınlar için.

sana gelmek için bir başka adamı bırakıp kaçan kadın, bir başkası için de seni bırakıp kaçacaktır. seni büyülemek için ne yapıyorsa, senin yerine bir başkasını büyülemek için de yapacaktır.

her zaman bir kadına sahip olmayan bir insan, hiçbir zaman da olamayacak demektir.

nesneler ve insanlar bize verdikleri şeyler ölçüsünde değil, bize neye mal oluyorlarsa, o ölçüde bizimdirler, o ölçüde bizim için önem taşırlar. bir kadını kendimize bağlı tutmak için hayatımızı ona adamamız değil, onu sömürmemiz gerekir.

bir kadın meni kokuyorsa ve o benim menim değilse, bundan hoşlanmıyorum.

başkalarıyla olan bir kadın ya ciddidir ya da onlarla alay ediyordur. ciddiyse, birlikte olduğu erkeğin kadınıdır. buna kimse bir şey diyemez. ciddi değilse, o zaman şırfıntının biridir; buna da kimse bir şey diyemez.

bir kadın yüz kadının öğreteceğinden daha fazlasını öğretiyor insana.

bir kadının aşkından değil, aşk -herhangi bir aşk- bizi olanca çıplaklığımız, mutsuzluğumuz, incinebilirliğimiz, hiçliğimiz içinde gösterdiği için de öldürür kendini insan.

etkin hayat kadınsı bir erdemdir; düşünsel hayat ise erkeksi.

ne küçük şey hayatları, zevkleri, işleri şu kızların. dışarıdan bakınca zengin birer giz gibi görünürlerdi sana. şimdi bayağı ev süslerinden başka bir şey değiller.

aşk

halil cibran

aşk, derinliğinin farkına, ancak ayrılık saati gelip çattığında varır.

aşk ruhlardan varlığın sırlarını gizleyen kör edici bir sistir. yürek tepeler arasında sadece titreşen arzu hayaletlerini görür ve sessiz vadilerin çığlıklarının yankılarını duyar. aşk ruhun çekirdeğindeki yangından saçılan ve dünyayı aydınlatan bir ışıktır. yaşamı bir uyanışla diğeri arasındaki güzel bir düş olarak görmemizi sağlar.

her erkek iki kadına aşık olur. biri hayallerinde yarattığı, diğeriyse henüz doğmamış olandır.

hayat gerçekten karanlıktır istek olmadıkça ve tüm istekler kördür irfan olmadıkça ve tüm irfan boşunadır, bir işin meşgalen olmadıkça ve tüm uğraşlar boşunadır aşk olmadıkça.

11.08.2017

sevgi

susanna tamaro: sevgi özendir.

andrey platonov: sevgi, yokluk ve kederden oluşur. insan hiçbir şeyin yokluğunu çekmese ve kederlenmese başka bir insanı sevmezdi hiç.

alain de botton: sevgi, bir kişinin başka bir kişinin varlığına gösterdiği saygı ve hassasiyettir.

gustave flaubert: insanın sevdikleriyle yaşayamamasından sonra en büyük işkence, sevmedikleriyle yaşamasıdır.

nick cave: sevgi yapıştırıcıların kralıdır. dünyanın kalbinin atmasını sağlar.

juli zeh: hayatta en önemli şey sevgidir. sevgi doğadır, özgürlüktür; kadınlar, balık tutmak, düzeni bozmaktır. farklı olmaktır. düzeni daha da bozmaktır.

viktor emil frankl: insanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef sevgidir. bir başka insanı kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir.

philipp vandenberg: sevgi her zaman bir yolunu bulur.

charles dickens: bütün gözler buz gibi bakışlarla başka yöne çevriliyken sevgi ve şefkat yüklü sessiz bir bakış -herkes bizi yüzüstü bıraktığı sırada tek bir kişinin duygudaşlığına, sevgisine mazhar olduğumuzu bilmemiz- en derin elem kuyusunda hiçbir servetin satın alamayacağı, hiçbir iktidarın başedemeyeceği bir tutamaktır, bir destek, bir tesellidir.

"sevgi, özgürlüğün çocuğudur, hiçbir zaman tahakkümün değil." (via erich fromm)

hermann hesse: sevgi avuç avuç dilenilebilir, para pulla satın alınabilir, armağan olarak sunulabilir sana, sokakta bulunabilir; ama haydutlukla ele geçirilemez.

eski darbeler

sevan nişanyan

modern tarihte türkiye'de üç (ya da meşrebine göre, üç buçuk) askeri darbe oldu diye genel bir kabul var son zamanlarda. ben perspektifimizi biraz daha geniş tutalım derim.

nizami ordunun kurulmasından sonraki ilk askeri darbe 1876'dadır. serasker hüseyin avni paşa ile donanma komutanı kayserili ahmet paşaların askeri cuntası, mithat paşa önderliğindeki sivil-bürokratik darbeci ekiple birleşip sultan abdülaziz'i devirir. başbakan rüştü paşa bir süre tereddüt ettikten sonra darbecilere katılıp makamını korur. 1908'de selanik'teki küçük rütbeli subaylar gizli örgüt kurup isyan çıkartır. hükümeti istifaya ve padişahı anayasa ilanına zorlarlar. anayasanın ilanı memlekette heyecanla karşılanırsa da, üç dört yıllık bir kaos ve kararsızlık döneminden sonra anayasa fiilen rafa kaldırılır.

(1909'u saymıyoruz, bilfiil iktidarı elde tutan askeri kadronun bir karşı-ayaklanma girişimini bastırmasıdır.)

1912'de "halaskâr zabitan" adıyla örgütlenen bir ihtilal örgütü bir muhtıra ile sait paşa hükümetini istifaya zorlar. ittihat ve terakki kadrosu iktidardan düşer. 1913'te enver bey önderliğinde bir askeri çete babıali'yi basıp harbiye nazırını öldürür, başbakanı silah zoruyla istifaya zorlar. ordu üst kademesinden bazı generallerle ittifak ederek hükümeti kurarlar.

1919'da, yasaklanmış ittihat ve terakki'nin önde gelenleri sivas'ta bir ihtilal kongresi toplar. mustafa kemal ve karabekir paşalar başta olmak üzere ordu üst kademesiyle anlaşıp hükümete isyan ederler. anadolu'da hükümete bağlı kalan vali ve memurlar görevden alınarak fiili yönetim kurulur. başbakan damat ferit istifaya zorlanır. ancak onun yerine gelen "ortacı" hükümet isyancı kadroyu tatmin etmez. 23 nisan 1920'de ankara'da bir karşı-hükümet kurarlar.

1919 darbesi önderinin daha sonra kurduğu rejimde başlıca kaygısının karşı-darbeleri önlemek olduğunu ve bu yönde bir hayli de başarı kazandığını söylesek, acaba tek parti dönemine taze bir bakış açısı getirmiş olur muyuz sizce? sonuçta, türkiye gibi memlekette, kırk sene boyu darbeleri önlemişler mi? önlemişler. hem biraz daha geri git bak, ıı. abdülhamid rejiminin başlıca kaygısı da 1876 usulü bir darbenin tekrarını önlemek değil miydi? darbeyle geldi, kendisini iktidara taşıyan darbeci kadroyu hızla tasfiye etti, sonra 33 sene her an gene darbe yapabilirler korkusuyla yaşadı, boğucu bir baskı rejimi kurdu.

"oyunu kuralına göre oynamak" ahlakının yerleşik olmadığı bir ülkede, askerî darbeyi istisna değil kural olarak görmek lazım belki de. şu veya bu devirde, 30-40 sene darbesiz nasıl götürebilmişler diye sormak daha yerinde olmaz mı?