31.05.2017

uzun lafın kısası

balzac: sonradan görmeler maymun gibidirler, maymunların becerikliliği vardır onlarda; yukarılarda görür insan onları, tırmanış sırasında çevikliklerine hayran kalır; ama zirveye geldiler mi artık yalnızca ayıp yerleri görünür.

charles baudelaire: bu dünyada her şeyden cinayet sızıyor; gazeteden, duvardan, insan yüzünden.

epiktetos: beni zengin yapan, toplumda edindiğim yer değil, kendi yargılarımdır, kendi yanımda taşıdıklarımdır. yalnızca bunlar tam anlamıyla bana aittir ve elimden alınamazlar.

gerard de nerval: bize kalan tek sığınak, kalabalıktan gitgide uzaklaşmak için durmadan tırmandığımız fildişi kuledir.

alice munro: insan ilk kitabını bastırınca bir süre kendini bir bok sanıyor.

karl marx: felsefeciler dünyayı farklı yollardan yorumlamışlardır; ama yapılması gereken, dünyayı dönüştürmektir.

mary wollstonecraft: bir şeyi kendisi olduğu için sevmedikçe, hiçbir şeyi hiçbir zaman iyi yapamayız.

alessandro manzoni: bir felaketin ardından, ertesi gün, sıkıcı bir ruh durumuyla uyanmak çok acı vericidir.

octavio paz: insan ancak devrimci bir toplumda kendini gerçekleştirebilir ve kişiliğini bulabilir.

robert musil: aşk ve şiddet; alacalı bulacalı, büyük, suskun bir kuşun iki kanadından daha uzak değildir birbirine.

stendhal: nasıl ki tuttuğumuz güzel bir balık bir iki günde bayatlayıp ziyan olursa bir toplumun ruhu da iki yüz yılda ölür gider.

voltaire: bir masumu mahkum etmektense bir suçlunun serbest kalmasını göze almak yeğdir.

30.05.2017

kader

ayşegül devecioğlu

ben kadere inanmam, insanın bilinçli çabasına inanırım. insanın bilgisi, insanın aklı, insanın zekası, insanın emeği kaderin üstündedir ve insana kaderini değiştirmek kudreti verilmiştir.

kendi haklılığına ne kadar inanırsa o kadar yanlış yapar insan. haklı olduğuna inanmak zalimleştirir insanı. iyi taraftan olan, her zulmü hak görür kendine. oysa zulüm, hangi amaç için olursa olsun kabul edilemez.

insan denilen yaratık yücelmek ister. her türlü sanatla, şiirle, müzikle, heykelle, edebiyatla, bilme ve öğrenme tutkusuyla; özgürlük, eşitlik ve onura duyduğu aşkla, hep bu yücelişin peşindedir.

devrimcilerin en büyük silahı insan sevgisidir.

şiir, damıtılmış insan yüreği, insan aklı. şiir, damıtılmış insan özü. insan olabilmek için tatmamız gereken zehir. şiirle karşılaşmamız dolaysızdır. bütün o anlaşılmaz, gizemli gibi görünen sözlere rağmen dolaysızdır. şiirin anlamı sözün kalbindedir. ve söz, paha biçilmez yükle gitmesi gereken yere gider.

ölüme inanan faşistlerdir; devrimciler yaşama inanır.

hayatın kaybedileceği ortaya çıkınca, en olağanüstü ya da en zengin, gösterişli yanları değil, en basit, sade yanları özlem yaratır. kimsenin aklına para, köşkler, villalar, arabalar, yatlar gelmez. rüzgar gelir mesela. bir çiçeğin hiç beklenmedik bir yerde bitivermesi. bir serçenin zıplaya zıplaya, ordan oraya konması..

28.05.2017

kadın

mihail lermontov

ta ki bize katlanamayan bir kadına rastlayıncaya kadar koşarız; o zaman gerçek bağlılık başlar; o gerçek ve sonsuz tutku; matematik deyimleriyle, bunu belli bir noktadan boşluğa indirilen bir çizgi diye adlandırabiliriz: bu sonsuzluğun sırrı yalnız amaca ulaşmanın imkansızlığında yatar, yani sona vardırmanın imkansızlığında.

hemen hemen bütün tutkular böyle başlar; çoğu kere, bir kadının bizi fiziksel ya da moral özelliklerimiz yüzünden sevdiğini sanarak kendimizi büyük ölçüde aldatırız. tabii ki onlar kutsal ateşi karşılamak için hazırlarlar yüreklerini, yumuşatırlar: yine de meseleyi çözümleyen ilk dokunuştur.

"evlenme" kelimesinin benim üstümde gizemli bir etkisi var. bir kadını ne kadar seversem seveyim, kendisiyle evlenmek zorunda olduğumu bana hissettirirse ne aşk kalır ne bir şey! yüreğim taş kesilir ve hiçbir şey onu eski sıcaklığına getiremez. bu fedakarlığın dışında her fedakarlık istenebilir benden. yirmi kere hayatımı ya da namusumu ortaya koyabilirim; ama özgürlüğümü asla!

kadının yakınına gelmeyegör; dört bir yandan öyle belalar saldırır ki tanrı korusun: sorumluluk, gurur, dürüstlük, kamuoyu, alay, küçümseme.. yapacağın tek şey, çevrene bakmadan dosdoğru yürümektir; yavaş yavaş, canavarlar yok olur ve önünde durgun, güneşli bir çimenlik açılır, ortasında yeşil mersinler biten bir çimenlik. gelgelelim, ilk adımlarda yüreğin titrer de ardına bakarsan mahvoldun gitti!

kadın kafasından daha çelişkili bir şey yoktur; kadınları herhangi bir şeye inandırmak güçtür. onları öyle bir noktaya getirmelisiniz ki kendi kendilerini inandırsınlar. onların önyargılarını çürütme usulleri de çok ilginçtir: diyalektiklerini çözebilmek için bütün mantık kurallarını altüst etmeniz gerekir.

kadınlar! kim anlar ki onları? gülüşleri bakışlarıyla çelişir, sözleri umut verir, kandırır, öte yandan sesleri uzaklaştırır bizi. bir an bakarsın, en gizli sırrımızı sezmişlerdir, bir an geçmez en belirgin ipuçlarından bir şey çıkaramazlar.

yaşamda bir başlangıç

balzac

her şeyin bir masumluk dönemi vardır, verginin bile.

her parlayan şey altın değildir.

insan hiçbir zaman aradığını bulamaz.

tümüyle cani olan cani yoktur, varsa da çok ender olarak vardır. hele sıkı bir namussuzluğa daha da zor rastlanır.

küçük balıklar büyük ırmaklar oluşturur.

roma yalnızca seven insanlar için güzeldir, ondan tat almak için bir tutkunuz olması gerekir.

güzellik ressamların taptığı bir kraliçedir ve onların üzerinde çok hakları vardır.

öylesine çok çalışılan yazmanlık yaşamında, eğlence ender olduğu için daha bir coşkuyla sevilir; ama her şeyden önce aldatmacanın tadı büyük bir hazla çıkarılır.

gururlu insan alçalır; çünkü kimi alçalışlarda büyüklük vardır.

kişi patronuyla kendi yararına hesaplar yapabilir ya da kendi yemliğine olabildiğince fazla saman çekebilir; ama az ya da çok yasal yollardan kendine bir sermaye oluştururken bir iki iyilik de yapmaktan geri duran insan çok azdır. merak, özsaygı, aykırılık, rastlantıyla da olsa, her insanın bir iyilik yapma anı olmuştur. bunu yanlışı olarak adlandırır, yeniden başlamaz; ama en kaba kişinin bile güzelliğe kurban sunduğu gibi, o da yaşamında bir ya da iki kez iyiliğe kurban sunar.

27.05.2017

öğütler

goethe



duygusuz ol; hassas bir kalp
sallantılı dünyada sefil bir varlıktır

küçük hırsızları asıp yok ederler
büyükleri çok ilerlemiştir
ülkeyi ve sarayları yönetiyorlar

dünyayı küçümsemeyi öğrendim
ancak şimdi, onu fethedecek değerdeyim

peşimizi bırakmıyor, ısrar ediyorsunuz
öğüt istiyorsunuz; verebilirim
yalnız, içim rahat olsun diye
söz verin ona uymayacağınıza

yaşayarak gelişen nakşedilmiş biçimi
hiçbir zaman ve hiçbir güç parçalayamaz

birçoğumuz birçok şey bilir; ama
bilgelikten çok uzaktır
başka insanlar size kolay bir oyundur
kendini ise hiç kimse tam öğrenememiştir

hiç kimse kendine bilge ve özgür demesin
ölümünden önce

hayatımda bazı şeyler kaçırdım
ama kimseye hile yapmadım

beşikle tabut arasındaki büyük kanalda
sallanır ve yüzeriz
hayat boyunca tasasız

üç bin yılın hesabını
kendine vermeyi bilmeyen kimse
karanlıkta cahil kalır

ey dünya, senin çirkin uçurumunda
iyi niyet bile mahvolur

iki uşaklı bir efendi iyi hizmet göremez
iki kadınlı ev temiz süpürülmez

bilim ve sanat sahibi olanın
dini de vardır
o ikisine sahip olmayanın
dini olmalıdır

akıllı olana, geniş görüşlüye gerçekten çok zaman
imkansız şey, mümkün görünür

insan kendini yalnız insanda tanır
hayat herkese ne olduğunu öğretir

cahillerle tartışırken
bilgeler bile cehalete kapılır

halk, uşak ve galip
her zaman kabul ederler ki
insanoğlunun en yüksek mutluluğu
yalnızca kişiliktir

itiraf edin! şarkın şairleri
biz batınınkilerden daha büyüktür
onlara eriştiğimiz nokta ise
bizim gibilere duyduğumuz kindir

hekimin kusuruna bakmayın, onun da çoluk çocuğu var
hastalık bir sermayedir; azaltmayı kim ister

öl ve ol
işte bunu bilmiyorsan
karanlık yeryüzünde
zavallı bir konuksun yalnızca

cezalandırmayan bir yargıç
en sonunda caniyle arkadaş olur

sıska bacaklar

tom robbins

hayatın tekinsiz evinde gıcırdamayan tek basamak sanattır.

çıplak demek, sadece üstünde hiç elbise yok demektir. cıbıldak demekse, üstünde hiç elbise yok ve başın derde girmek üzere demektir.

bir zamanlar silahlara "sihirli sopa" denmiştir ama silahlar ancak yarı sihirlidir. yaşamı yok edebilirler ama yaratamazlar.

insanlardaki delice davranışların nedeni, sıklıkla gerçekliği doğru bir şekilde algılayamamalarıdır.

umut ebediyen coşkuyla sürer; ama pes ettiğimizde ve umut etmekten vazgeçtiğimizde, umut etmeyi gerçekten ve içtenlikle bıraktığımızda genellikle her şeyin değişip daha iyiye gittiği de bir gerçek değil midir?

sanatın amacı, hayatın vermediğini vermektir.

gerçek bir çatlağı çatlak bir bilgeden ya da çatlak bir sanatçıdan ayıran şey, onun kontrolden yoksun olmasıdır. çatlağın dünyayla ilgili çarpık algıları bilinçli yahut hayali olarak değiştirilmiş değildir, yanlıştır sadece. deliler yanlış anlamaların ve başına buyruk algılamaların tutsağıdır.

yedi büyük günahın içinde en ehvenişer olanı şehvettir kesinlikle.

eskiden ressamların verdiği partiler dünyanın en iyi partileriydi. çılgın ve yaratıcı partilerdi. romantizm vardı, renkli tavırlar ve zekice konuşmalar vardı.

iyi sanatçıların sanat eseri yapmasının nedeni, bunu yapmaya mecbur olmalarıdır, muhtemelen bunun nedenini yapıt bitinceye kadar anlayamasalar da.

26.05.2017

peter pan

james matthew barrie

"çocukluk kayıp bir ülkedir."

bütün çocuklar büyür ve büyüyeceklerini erken yaşta öğrenirler. bunu iki yaşına girdikten sonra anlarsınız hep: iki yaş, sonun başlangıcıdır.

gece lambaları, çocuklarını korusunlar diye annelerin arkalarında bıraktıkları gözleridir.

yıldızlar güzeldir; ama hiçbir olayda etkin rol alamazlar. onlar sonsuza dek seyirci kalmalıdır. çok uzun bir süre önce yaptıkları, şimdi ise hiçbirinin ne olduğunu bilmediği bir şey yüzünden onlara verilmiş bir cezadır bu.

ilk doğan bebek ilk kez güldüğünde, gülüşü kırılıp bin parçaya bölünmüş ve hepsi zıplaya zıplaya etrafa dağılıp gitmiş. periler böyle doğmuş işte.

şimdiki çocuklar çok şey biliyor ve çok geçmeden perilere inanmaz oluyorlar. ne zaman bir çocuk "perilere inanmam" dese, bir yerlerde bir peri düşüp ölür.

bilir misin, kırlangıçlar niye evlerin saçaklarına yuva yaparlar? masal dinlemek için.

acıdan değil, uğradığı haksızlıktan dolayı sersemlemişti peter. birden eli ayağı bağlanmış, dehşet içinde bakmaktan başka bir şey yapamaz olmuştu. ilk kez haksızlığa uğrayan her çocuk bu şekilde etkilenir. çocuk size yaklaşırken tek düşündüğü şey, sizden dürüstlük beklemeye hakkı olduğudur. ona haksızlık etseniz de, sonradan sizi yine sevecek; ama bundan sonra asla aynı çocuk olmayacaktır. hiç kimse uğradığı ilk haksızlığı unutmaz.

ilk izlenim son derece önemlidir.

bir geminin lanetlenmiş olduğunun en kesin belirtisi, gemide kimliği anlaşılmayan birinin bulunmasıdır derler.

hayatımız boyunca hepimizin başına, bir süre farkına varmadığımız garip şeyler gelir. örneğin, birden bir kulağımızın duymadığını fark ediyoruz ve ne zamandır duymadığımızı bilmiyoruz; diyelim ki, yarım saattir duymuyormuşuz.

kayıp çocukların hiçbiri masal bilmez.

yeni doğan bir bebek ilk kez güldüğünde yeni bir peri doğar. her zaman yeni doğmuş bebekler olduğuna göre, yeni periler de olacaktır. peri yavruları ağaçların tepesindeki kuş yuvalarında yaşarlar. eflatun renkli olanlar erkek, beyaz renkli olanlar kızdır. mavi renkli olanlar da, ne olduklarından emin olmayan küçük ahmaklardır.

imgenin pornografisi

zeynep sayın

bakışın iktidarı seyircinin değil, seyirlik nesnenin elindedir.

bir nesneyi görmek demek, bilen özne ile bilgi nesnesini aynı imge uzamında birleştirmek demektir. göz nasıl görüyorsa, imge de ona öyle gelir. görünenin ötesinde bir tutku uyandırmasına olanak yoktur. imge, içinden fışkıran bir fazlalıkla değil, içinde eksilen bir yoksunlukla göze gelir. o nedenle göz yerine bakışa yönelir imge, bakışı kışkırtır, bakışı çağırır. bakış gözden kolay baştan çıkarılır. bakışı yakaladığı zaman ona egemen olacağını bilir imge; sürekli bir tatmin peşinde koşan bakış, göz üzerinde mutlak bir egemenliğe sahiptir.

insanların ayağı hor görmelerinin nedeni, dikey eksene atfettikleri önemdir.

slavoj zizek'e göre pornografinin birincil özelliği, bakışın görülen nesne tarafında yer alacağına seyirciye ait olması; ama bakışı yönlendiren merciin seyirci olduğu yanılsamasını sunmasıdır. bakışın nesneden indirgenmiş olması öyle ayrıksı bir durum yaratır ki, pornografik imgeler sayesinde imge değil, seyircinin kendisi nesneleşir. ekranda seyredilen ve seyirciyi duyarsızlaştırsalar bile cinsel olarak uyarmaya çalışan oyuncular, gerçek birer öznedirler; onlara bakan gözü umarsız bir röntgencinin tatmin peşinde koşan ve felce uğrayan nesne-bakışlarına indirgemektedirler. ötekinin içinde soluk alan çağrı noktasını, imgenin içinde var olan görünmezliği perdelediği zaman bile ıskalayan bir tatmindir pornografi: çünkü aslında uyarıcı olan bedenlerin çıplaklıkları içinde eyleyişleri değil, ötekinin asla tümüyle görülemeyecek olan, özneyi yaran ve delen bakışıdır. öznenin görme alanı dışına uzanan bir bakışımdır bu; görülen nesnenin saydamlığı üzerine örtülen; ama bakışı kışkırtmak üzere örgütlemeyen bir perdedir.

ilk bakışta aşk, aşık olduğu özneyi uzundur tanıdığını düşünmekte; tanışıklık, sanki bakışmanın öncesinde yer alan genel bir uzam sayesinde büyürken, nereden doğduğunu bilmemektedir.

24.05.2017

six feet under

bir şeyden korkuyorsan, o şeyi yapmalısın.

hayatı net görmeyi isterdim. ama romantikleştiğimde camdan attığım ilk şey o oluyor.

"birinin gücü, onun bilgisine bağlıdır."

dünyada, bir çocuğun ölümünün sıradan olduğu bir sürü yer var. ama biz katlanamıyoruz; çünkü ölü bir çocuk, doğanın kanununu bozduğuna inanan bir kültürün en büyük hatasıdır.

ölüsüne bakarak bile insanların nasıl bir hayat sürdüğünü anlayabilirsin.

herkesin hayattaki her şey için bir cevabı vardır. mesele, dinlemeyi bilmektir.

insanlar, başka hayatlara dokunmadan yaşanan hayatın ne anlamı var diye düşünebilir. ama böyle bir yargıya varmak ukalalık olur. her hayat bir katkıdır. sadece bunu şu anda anlamıyor olabiliriz. herkes hayatımıza bir sebeple girer ve bize öğretmeleri gereken şeyi öğrenmek bizim sorumluluğumuzdur.

"bu yaşamın bir günü, gelecek tüm günlerden iyidir."

yaşamımızı doğru şekilde sürdürürsek yaptığımız her şey bir sanat eserine dönüşür. giydiğimiz pantolon veya yatağımızı toplama şeklimiz bile. dünyanın sorunu da bu zaten. yaptığımız hiçbir şeyde yaratıcı olmaya çalışmıyoruz.

23.05.2017

aşk

victor hugo

beni dinleyin, sizlere bir nasihat vereceğim: birbirinizi sevin! bir sürü cilve yapacak değilim, doğru hedefe giderim. mutlu olunuz. bütün evrende kumrulardan daha zeki yaratık yoktur. filozoflar şöyle der: neşenizi ölçülü tutun. bense diyorum ki: neşenizi serbest bırakın. şeytanlar gibi aşık olun. çılgınlaşın. filozoflar saçmalıyorlar. onların görüşlerini gırtlaklarına tıkmak isterdim. yaşamda fazla koku, fazla yeşil yaprak, yeni açmış fazla gonca gül, şakıyan fazla bülbül, fazla şafak olur mu hiç? sevmenin de fazlası olur mu? birbirinden hoşlanmanın fazlası olur mu?

bilgelik neşenin coşmasıdır. önemli olan mutluluğa sahip olmaktır. güneşe gözü kapalı boyun eğelim. güneş nedir? aşktır! aşk demek kadın demektir. işte sarsılmaz güç: kadın. buna karşı duracak bir tek robespierre yoktur; kadının sözü geçer.

insan gözü bir genç kızın yataktan kalkışı karşısında, bir yıldızın doğuşu karşısında olduğundan da çok saygı duymalıdır. ulaşma olanağı, saygı artışına dönüşmelidir. şeftalinin havı, eriğin incecik buğusu, kar tanesinin parlak kristali, kelebeğin incecik toz serpilmiş kanadı saflığından haberi bile olmayan bu iffetin yanında pek kaba şeylerdir. genç kız sadece bir hayal ışığıdır, bir heykel olmamıştır daha. onun yatağı idealin karanlık kesiminde gizlidir; bakışın saygısız dokunuşu bu belli belirsiz alaca karanlığı incitir. burada seyretmek, günaha girmektir.

şeylerin adını değiştirmekle dünyada büyük değişiklikler yaptığınız zannına kapılmayın. kadınları daima çok sevin. o şeytancıklar bizim meleklerimizdir. aşk, kadın, öpüşme bir dairedir; onun içinden çıkmayın. uçurumun ulu güzeli, okyanusun celimene'i olan venüs yıldızının, hükmü altındaki her şeyi yatıştırarak, bir kadın gibi dalgalara bakarak sonsuzluklar içinde doğduğunu hanginiz görmüştür? okyanus, işte hırçın alceste. ama boş yere homurdanır durur. venüs yıldızı görününce gülümsemeden duramaz. ona boyun eğer. işte hepimiz böyleyizdir. öfke, fırtına, yıldırım, tavanlara kadar köpük. bir kadın sahneye girer, bir yıldız doğar ve hemen yerlere kapanırız.

sevmek ve sevilmek, gençliğin güzel mucizesi! aşk altı bin yaşında bir çocuktur. cupidon'un yanında mathusalem çocuk kalır. altmış yüzyıldan beri erkekle kadın severek işin içinden sıyrılıyorlar. kurnaz şeytan erkekten nefret etti, ondan daha da kurnaz olan erkek de kadını sevmeye başladı. böylece, kendi kendine, şeytanın ona yaptığı kötülükten daha fazla iyilik yaptı. bu incelik yeryüzü cenneti kuruluşunda keşfedilmişti. dostlarım, keşif eskidir ama hâlâ yepyenidir. ondan yararlanmaya bakın.

anlatı ormanlarında altı gezinti

umberto eco

"herhangi bir tür güzellik, olağanüstü bir biçimde belirişiyle duyarlı bir ruhta değişmez bir biçimde gözyaşına neden olur. dolayısıyla melankoli, tüm şiirsel tonlar arasında kullanılması en kabul edilebilir olanıdır."

bana, ıssız bir adaya düşmüş olsam yanıma hangi kitabı alacağımı soranlara şu yanıtı veriyorum: "telefon rehberi; rehberdeki bütün o karakterlerle sonsuz öyküler yaratabilirim."

örnek yazar ile okur, ancak okuma sırasında ve okumanın sonunda karşılıklı olarak birbirlerini kurarlar.

gerard de nerval: yanılsamalar birbiri ardı sıra dökülüyor, bir meyvenin çekirdekleri gibi; meyve ise deneyimdir.

kurmaca dünyalar gerçek dünyanın asalaklarıdır; ancak gerçek dünya hakkında bildiklerimizin çoğunu ayraç içine alıp bize, bizimkine benzeyen; ama ontolojik açıdan daha yoksul, sınırlı ve kapalı bir dünya üzerinde yoğunlaşma olanağı verirler.

yazarın tek görevi, gerçek dünyayı kendi yaratısının arta kalanı olarak sunmak değil, gerçek dünyanın okurun olasılıkla bilmediği yönleri hakkında da okura sürekli olarak bilgi vermektir.

plutarkhos: sezar roma'da, kucaklarında köpek ya da maymun yavruları taşıyıp bunları okşayan bazı zengin yabancıları gördüğünde, söylendiğine göre, bunların karıları çocuk doğuramıyor mu diye sormuş.

gerard de nerval: rüya ikinci bir yaşamdır.

her ne olursa olsun kurmaca yapıtlar okumaktan vazgeçmeyeceğiz; çünkü onlarda yaşamımıza bir anlam verecek formülü aramaktayız. sonuçta, yaşamımız süresince, bize neden dünyaya geldiğimizi ve yaşadığımızı söyleyecek bir ilk öykünün arayışı içindeyiz. kimi zaman kozmik bir öykü arıyoruz, evrenin öyküsünü; kimi zaman kendi bireysel öykümüzü. kimi zaman kendi bireysel öykümüzü evrenin öyküsüyle çakıştırmayı umuyoruz.

22.05.2017

düşler

ali püsküllüoğlu


gökyüzünde bir bulut
nasıl giderse dağlara doğru
insan nasıl düşerse yollara usulca
anılar da öyle
yol alır gönlümüzde
eskimez çocukluktaki düşler
insan eskise de
doğa eskise de

lizbon'a gece treni

pascal mercier

diktatörlük bir gerçekse devrim görev olur.

başımızdan geçen binlerce deneyimden olsa olsa bir tanesini dile getiririz. söylenmeden kalan bütün o deneyimlerin altında hayatımıza belli etmeden biçimini, rengini ve tınısını verenler saklıdır.

uykusuz insanları sessiz bir dayanışma birbirine bağlar.

biz insanların dünyayı, kendimizin ve arzularımızın konu edildiği bir sahne gibi görmemiz yanılgısı bütün dinlerin kaynağıdır ve en ufak bir doğru yanı yoktur. evren öylece var, başımıza ne geldiği onun umrunda değil, hiç umrunda değil.

ötekiler senin duruşma salonundur.

bir şeyle vedalaşabilmek için öyle bir karşı durmalıyız ki o şeye, içimizde bir mesafe oluşmalı. onu kuşatan dile getirilmemiş, müphem tabiiliği, bizim için ne anlama geldiğini gösterecek bir berraklığa çevirmeliyiz. bunun da anlamı, o şeyin somutlaşıp açıkça görülebilir dış hatları olan bir şeye dönüşmesidir.

bazen bir şeyden korkar insan; çünkü başka bir şeyden korkmaktadır.

hayatımızın gerçek yönetmeni rastlantıdır: gaddar, acımasız ve büyüleyici bir cazibesi olan bir yönetmen.

yazmak sessiz bir şeydir. insan yazmadıkça tam olarak uyanık olmuyor. ve kim olmadığını bilmemesi bir yana, kim olduğu hakkında da bir fikri olmuyor.

bir defasında tartakower'a, en büyük satranç oyuncusu sence kim diye sormuşlardı. şöyle yanıt verdi: satranç bir savaşsa lasker, bir bilimse capablanca, bir sanatsa aljechin.

merkezinde bir idam sahnesi olan bir dini itici buluyorum. bir düşünsene, ya bir darağacı olsaydı, bir giyotin ya da bir garot. bir düşün, o zaman dinsel sembolümüz nasıl olurdu.

20.05.2017

aforizmalar

richard bach

mutluluk yerine güvenlik alışverişine çıkın; ikisinin fiyatı aynıdır.

ne dilediğinize bağlı olarak kişisel dünyanızı sükunetle veya asice kurabilirsiniz. karmaşanın ortasına huzur katabilir, cenneti yerle bir edebilirsiniz. bütün bunlar ruhunuzu nasıl şekillendirdiğinize bağlıdır.

bu dünyanın ne olduğunu, nasıl işlediğini öğrendiğinizde mucizeler kendiliğinden başlar. tabii bunları mucize olarak adlandıran, başkalarıdır.

başı dertte olan kendinizseniz şefkat duymanız ne kadar da kolaydır!

her kim gerçeği ve ışığı isterse kendi adına bulacaktır.

heyecanlı, masum, sevgi dolu, ayakları yerden kesilmiş bir hayalperest, evrenin neşe, ışık ve kusursuzluk dolu bir yer olduğuna inanıyorsa ve yanılmışsa, öldüğünde ahmak olan hayalperest değil, evrendir.

birey daima istisnadır. "herkes" yapamaz ama herhangi bir kimse yapabilir.

maneviyatın gemisi maddiyatın kayalıklarına çarptığında parçalara ayrılan, kayalıklardır.

bir bedende yaşıyor olsun veya olmasın, insanlar hakkında önemli olan tek şey ne bildikleridir.

kuralları hiç düşünmeden kabul etmenize, sırf sizden beklenen bu olduğu için bir şeyi yapmanıza şuursuz inanç denir.

18.05.2017

amerika destanı

eduardo galeano

orta çağ'da bir çuval karabiber, insan hayatından daha değerliydi. buna karşılık altın ve gümüş, gökyüzünde cennetin, yeryüzünde de kapitalist merkantilizmin kapılarını açmak için rönesans tarafından kullanılan belli başlı anahtarlar olacaktı. ispanyollarla portekizlilerin amerika destanı, hristiyan dininin yayılması ile doğal zenginliklerin zorla ele geçirilip yağmalanmasını iç içe geçmiş tek bir şey haline getirmiştir. avrupa gücü, bütün dünyayı egemenliği altına almak niyetiyle yola çıkmıştı. ormanlar ve türlü tuzaklarla dolu el değmedik toprakların görüntüsü, denizcilerle soylu kumandanların olduğu kadar, ganimet ardında koşan sersefil askerlerin de tutkusunu kamçılamaktaydı. "ölülerin güneşi" olarak simgeledikleri şan ve şeref itkisi de rol oynuyordu bunda. hernan cortes, şan ve şerefe ulaşmanın yolunu şöyle tanımlıyordu: "talih cesurlara güler." bizzat kendisi, meksika seferini hazırlayabilmek için bütün malını mülkünü ipotek ettirmişti. kristof kolomb ve magellan gibi birkaç istisna bir yana, fetih seferleri devlet tarafından değil, ya doğrudan doğruya fetihçiler ya da büyük tacirler ve bankerler tarafından finanse edilmekteydi.

yerlilerin yabancıları uzaklaştırmak için uydurduğu altınla kaplı kral eldorado efsanesi de bu sırada doğup yayıldı. gonzalo pizarro'dan sir walter raleigh'e birçokları, ona ulaşabilmek için ormanları, amazon ve orinoco ırmakları'nı nafile aşacaklardı. "gümüş kaynayan tepe" hayali, 1545'te potosi'nin keşfiyle gerçek olacaktı. fakat daha önceleri bu amaçla çeşitli seferler düzenlenmişti. özellikle parana ırmağı'nın kaynaklarına yönelikti bu seferler. ama bütün bu seferlere katılanlar ya açlık ve hastalıktan ya da yerlilerin oklarına sürdükleri zehirden yarı yolda telef olup gittiler.

evet; meksika ve and yaylalarının derinliklerinde yığılı büyük miktarda altın ve gümüş vardı. 1519'da hernan cortes, aztek hükümdarı montezuma'nın dillere destan hazinesini ortaya çıkardı. 15 yıl sonra da francisco pizarro, inka kralı atahualpa'yı boğdurmadan önce fidye olarak aldığı bir koca oda dolusu altınla iki oda dolusu gümüşü yollayacaktı sevilla'ya. 40 yıl kadar önce de saray, ilk yolculuğunda kristof kolomb'a eşlik eden denizcilerin hizmet tutarlarını antiller'den koparılıp alınmış altınlarla karşılamıştı. işin sonunda karayip adaları, ispanyollara haraç ödemeyi tamamen bıraktı; çünkü ortadan kalktılar. gerçekten de, yerlilerin bir kısmı vücutları yarı bellerine dek çamur içinde, yıkama havuzlarında altınlı kumları çalkalamakla uğraşırken, bir kısmı da ispanya'dan getirilen ağır tarım araçları altında tarlalarda iki büklüm, yorgunluktan ölene dek çalışacaklardı. daha da anlamlısı, dominik'teki birçok yerli, beyaz efendilerinin kendilerine dayattığı yazgıyı sezip önce davranarak hem çocuklarını öldürüyor hem de yığınlar halinde intihar ediyorlardı. resmi tarihçi fernandez de oviedo, antillilerin bu korkunç kıyımını şöyle anlatıyor: "çoğu, neredeyse sırf eğlence olsun diye, artık çalışmamak için zehirlediler kendi kendilerini; çoğu kendi elleriyle kendilerini astı."

1494'te imzalanan tordesillas antlaşması, portekizlilere papa tarafından çizilmiş olan ayrım çizgisinin ötesinde kalan amerikan topraklarını işgal hakkını tanıyordu. nitekim 1530'da martim alfonso de sousa bu antlaşmaya dayanarak brezilya'daki fransızları sürüp çıkardıktan sonra ilk portekiz yerleşim merkezlerini kuracaktı. gene aynı dönemde ispanyollar da, korkunç ormanları ve muazzam zorlu çölleri aşarak, keşif ve fetihlerini elle tutulur şekilde ilerletmiş bulunuyorlardı. 1513'te büyük okyanus'un ışıltılı suları vasco nunez de balboa'nın gözlerinin önünde serili duruyordu. 1522 sonbaharında, tarihte ilk kez iki okyanusu birbirine bağlamış ve yeryüzünün yuvarlaklığını tam bir tur yaparak ispatlamış olan magellan seferinden arta kalan 18 kişi ispanya'ya dönmekteydi. 3 yıl önce hernan cortes'in 10 gemisi küba'dan ayrılmış ve meksika'ya doğru yelken açmıştı. 1523'te pedro de alvarado orta amerika'yı fethe girişiyordu. 1533'te francisco pizarro, ezici bir zaferden sonra cuzco'ya girmekte ve böylece inka imparatorluğu'nun kalbini ele geçirmekteydi. 1540'ta pedro de valdivia, atacama çölü'nü aşarak bugünkü şili'nin başkenti santiago'yu kuruyordu. daha kuzeyde ise chaco'ya dalmıştı fatihler ve peru'dan dünyanın en büyük ırmağının denize döküldüğü yere kadar uzanan bütün yeni dünya topraklarını egemenlikleri altına almış bulunuyorlardı.

astronomundan yamyamına, mühendisinden taş devrini yaşayan vahşisine kadar her türden insan vardı karşılaştıkları yerliler arasında. buna karşılık yerli uygarlıkların hiçbiri demiri ya da sabanı, camı ya da barutu bulabilmiş değildi; tekerlek de kullanmıyorlardı. denizin öte yanından gelip bu topraklara çullanan uygarlıksa, yaratıcı rönesans patlamasını yaşamaktaydı: bir keşiften çok bir icada benziyordu amerika; tıpkı barut, baskı makinesi, kağıt ve pusula gibi, yeni çağ'ın çalkantılı doğuşuna katkıda bulunacak olan yeni bir icat. iki dünya arasındaki gelişim eşitsizliği, yerli uygarlıkların görece kolaylıkla boyun eğişini açıklamaya yeterlidir. hernan cortes, veracruz'a ayak bastığı vakit yanında sadece 100 denizci ve 508 asker bulunmaktaydı; emrinde de 16 at, 32 kundaklı yay, 10 tunç top ve çok sınırlı sayıda arkebüz, alaybozan ve tabanca vardı savaşta kullanmak üzere. bu kadarı yetti de arttı bile. oysa aztek uygarlığı'nın başkenti tenochtitlan, o çağda, madrid'den 5 kat daha büyük ve ispanya'nın en önemli kenti olan sevilla'dan 2 kat daha kalabalıktı. öte yanda francisco pizarro, 180 asker ve 37 atla girmişti cajamarca'ya.

yerlilerin başlangıçta bozguna uğramasında rol oynayan belli başlı etkenlerden biri de şaşkınlık olmuştur. imparator montezuma'nın sarayına ulaşan ilk haber şuydu: "denizin üzerinde ağır ağır ilerleyen kocaman bir tepe var." çok geçmeden başka birtakım bilgiler gelmeye başladı. bir yazar şöyle anlatıyor durumu: "topun nasıl patladığını, nasıl gürüldediğini, gümbürtüsünün nasıl yankılanarak insanı sağır edip bayılttığını kendisine söylediklerinde dehşete kapıldı imparator. hele bu gümbürtüyle birlikte topun ağzından kocaman bir yuvarlak taşın fırlayıp da ortalığa ateş saçtığını işitince, gözleri yuvalarından dışarı uğradı. 'yabancılar' onları damların hizasında taşıyan geyiklere binmiş geliyordu. vücutları baştan ayağa sarılıydı: sadece yüzleri görülmekte. ve kireç gibi bembeyaz yüzleri. saçları sapsarı. sadece içlerinden bazıları siyah saçlı. ve hemen hepsi uzun sakallı." montezuma, daha bir süre önce tam 8 kahinin döneceğini haber vermiş olduğu tanrı quetzalcoatl'ın yeryüzüne indiğini sanmıştı. avcıları bir kuş getirmişti imparatora. kuşun başında ayna biçiminde bir taç vardı; bu aynada da, içinde batan güneşin ışıldadığı gökyüzü yansıyordu. gene bu aynada, savaşçı birliklerin meksika üzerine yürüdüğünü görmüştü imparator. tanrı quetzalcoatl, doğudan gelmiş ve gene doğudan gitmişti. beyaz tenli ve sakallıydı. inkaların erdişi tanrısı viracocha da beyaz tenli ve sakallıydı. ve doğu, aynı zamanda, mayaların kahraman atalarının da beşiğiydi.

halklarıyla hesaplaşmaya gelen intikama susamış tanrıların sırtında parlak zırhlar vardı ve bu zırhlar, onlara atılan okları da, taşları da etkisiz kılıyordu. silahları öldürücü ışınlar saçıyor ve havayı ciğerleri boğucu bir dumanla karartıyordu. bununla da bitmiyordu iş: fetihçiler, büyük bir incelik ve isabetle, ihanet ve entrika tekniklerini de kullanmaktaydılar. nitekim montezuma'ya karşı tlaxcalalılarla bu sayede ittifak kurdular ve gene bu sayede, inka imparatorluğu'nun iki düşman kardeş olan huscar'la atahualpa arasında bölünmüşlüğünden haince yararlandılar. türlü cinayetlerle yerli yöneticileri devirdikten sonra da rahipler, yüksek görevliler, kumandanlar gibi egemen ara kastlardan kendilerine suç ortakları buldular. ayrıca başka birtakım silahları da seferber ettiler. daha doğrusu başka birtakım etkenler, istilacıların zaferinde nesnel açıdan belirleyici bir rol oynadı. bunların en başında da atlarla virüsler geliyordu. 

tıpkı develer gibi, atlar da amerika kökenliydi; ama soyları tükenmişti amerika'da. avrupa'ya araplar tarafından getirilen bu hayvanlar, askeri ve ekonomik alanlarda büyük hizmet görmüşlerdi. amerika'da ise şaşkına dönen yerlilerin istilacılara büyüsel erkler atfetmelerine yol açtılar. nitekim ilk ispanyol askerlerinin tüy ve çıngıraklarla donanmış atlar üzerinde ortalığı toza dumana katarak büyük bir hız ve korkunç bir gürültüyle ilerlediğini gören atahualpa sırtüstü yere devrilecekti dehşetten. mayaların torunlarını yöneten tecum, mızrağıyla pedro de alvarado'nun kendisine değil de atına saldırdığı vakit, hayvanın, karşısındaki adamın vücudunun bir parçası olduğu inancındaydı. işte bu yüzdendir ki, saldırı sonucu attan düşen alvarado, hemen doğrulup tecum'u öldürmekte güçlük çekmedi. savaş koşumlarıyla donanmış birkaç at, yerlileri çil yavrusu gibi dağıtmakta, dehşet ve ölüm saçmaktaydı. sömürgeleştirme sürecinin ilk evrelerinde, papazlar ve misyonerler, atları kutsal kökenli hayvanlar olarak tanıttılar yerlilere. ispanya'nın koruyucusu aziz yakup'un, beyaz bir tay üzerinde ve tanrı'nın sürekli yardımıyla, gerek mağribilere, gerekse yahudilere karşı bir dizi parlak zafer kazandığını söylüyorlardı.

ama avrupalıların, atlardan da etkili bir müttefikleri vardı: bakterilerle virüsler. gerçekten de fatihler, tevrat'taki afetleri andıran bir korkunçluk içinde, çiçek ve tetanoz, çeşitli ciğer ve bağırsak hastalıklarıyla zührevi hastalıklar, trahom, tifüs, cüzzam, sarıhumma ve ağzı kokutan diş çürüğünü getirdiler beraberlerinde. ilkin çiçek hastalığı ortaya çıktı: bu, insanı ateşten kavuran ve etleri yarıp dağıtan bilinmedik ve iğrenç salgın, doğaüstü bir ceza değil de neydi? bir yerli tanık şöyle anlatıyor: "gidip tlaxcala'ya yerleştiler. hastalık o zaman yayıldı. şiddetli öksürük ve alev alev yanan çıbanlar." bir başka görgü tanığı da ekliyor: "birçoğu bu yapışkan, bulaşıcı ve geçmek nedir bilmeyen kabarcık hastalığından ölüp gitti." sinekler gibi ölüyordu yerliler: organizmalarının bu yeni hastalıklara karşı hiçbir direnme gücü yoktu. ölümden kurtulanlarsa sakat kalıyor ve hiçbir işe yaramıyorlardı. brezilyalı antropolog darcy ribeiro, amerika, avustralya ve okyanusya'daki yerli halkın yarıdan fazlasının, beyazlarla daha ilk temas sonucu bulaşıcı hastalıklara yakalanıp öldüğünü ileri sürüyor.

insanın anlam arayışı

viktor emil frankl

insanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef sevgidir. bir başka insanı kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir.

sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok çok ötesine geçer. sevgi en derin anlamını, kişinin tinsel varlığında, iç benliğinde bulur. sevilen kişinin gerçekte orada olmaması, yaşayıp yaşamaması bir anlamda önemli olmaktan çıkar.

başarıyı amaçlamayın. bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. çünkü mutluluk gibi başarının da peşinden koşamazsınız; kendisi ortaya çıkmalı, kendisi oluşmalı ve sadece kişinin, kendinden daha büyük bir davaya kişisel adanışının amaçlanmayan bir yan etkisi olarak ya da kişinin kendini başka bir insana bırakışının bir yan ürünü olarak oluşmalıdır.

spinoza: büyük olan her şey ender bulunduğu gibi, kavranması da zordur.

anlamlı olan sadece yaratıcılık ya da zevk değildir. eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa acıda da bir anlam olmalıdır. acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. acı ve ölüm olmaksızın insan yaşamı tamamlanmış olmaz.

dostoyevski: beni korkutan tek bir şey var: acılarıma değmemek.

insanı en çok yaralayan şey, fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır.

lessing: aklınızı kaybetmenize neden olacak şeyler vardır ya da kaybedecek aklınız yoktur.

insan, kendi acıları yoluyla bir şeye ulaşma şansıyla birlikte, her yerde kaderle karşı karşıyadır.

bismarck: yaşam, bir dişçiye gitmeye benzer. her an, daha kötüsünün henüz yaşanmadığına inanırsınız; oysa zaten yaşanmış bitmiştir.

hiçbir insan ve hiçbir kader, bir başka insanla ya da kaderle kıyaslanamaz. hiçbir durum kendini tekrarlamaz ve her bir durum farklı bir tepki gerektirir. her durum kendi eşsizliğiyle ayırt edilir ve eldeki durumun getirdiği soruna her zaman için sadece bir doğru yanıt vardır.

ikinci defa yaşıyormuşçasına ve ilk kez şimdi yapmak üzere olduğunuz gibi hatalı hareket etmişçesine yaşayın.

spinoza: acı duygusu, buna ilişkin net ve kesin bir tablo oluşturduğumuz an acı olmaktan çıkar.

16.05.2017

iki kayık

yves bonnefoy


geciken bora, bozulmuş yatak
sıcakta çarpan pencere
ve ateşinde kan: yeniden alıyorum
yakın eli düşünden, ayak bileğini
yük iskelesi yanında, bir köpükte
alıkoyulmuş kayık halkasından
sonra bakışı, sonra ağzı yokluktan
ve gece yazındaki bütün ani uyanışı
borayı taşımak için onlara ve bitirmek için
- nerede olursan ol, seni tuttuğumda, karanlık
çoğalmışken bizde bu deniz gürültüsü
kabul et aldırışsızlık olmayı, sarılayım
kör tanrı misali
gecede daha en ıssız olan maddeye
şiddetli ama dalgınca karşıla beni
öyle yap ki olmasın yüzüm, adım
hırsızken daha fazlasını vereyim diye sana
ve dışarısı sürgün, sende, bende
kaynak olsun diye.. -elbet
ama seni unuturken seninleyim
parmaklarımı mı gevşetiyorsun
avuçlarımla bir kadeh mi yapıyorsun
ben içiyorum, senin susuzluğun yanında
sonra bırakıyorum suyun akmasını bütün gövdemize
su, bizi var kılan, kendisi yokken
su, kurak vücutların arasından kök salan
gizemin içinde dağılmış bir sevinç için
oysa önsezi! anımsıyor musun
o taşla kapalı tarlalardan giderdik
ve birdenbire sarnıç ve o iki varlık
hangi başka ülkesinde ıssız yazın
bak nasıl eğiliyorlar, bizim gibi onlar
biz miyiz dinledikleri, konuştukları
gülümseyerek ilk ağacın yaprakları altında
onların biraz örtülü mutlu ışığında
ve sanki başka bir ışıltı
yüzlerinin bu uyumunda kımıldıyor
ve gülerek onları birbirine karıştırıyor değil mi
gör, su bulanıyor
ama biçimleri onun daha saf, tükenmiş
bu iki dünyadan hangisi doğru, önemi yok
icat et beni, katmerle beni belki de
bu yırtılmış masal sınırları üstünde
dinliyorum, razı oluyorum
sonra açıyorum kıvrılmış kolu
benden ışıklı yüzü saklayan
ağzına dokunuyorum onun dudaklarında
düzensiz, kırık, bütün bir deniz
doğan güneş tanrı gibi eğilmişim
benzerliğimizin çiçeklendiği bu suya
fısıldıyorum: senin istediğin demek bu
dünyalar içinden hoşnutsuz gezen güç
toplamak kendini, bir ömür boyunca
kimliğimizin çıplak toprak vazosunda
ve doğru bir an her şey sessizliktir
sanki duracaktır zaman
yolda tereddüt ediyormuşçasına
yeryüzü omzunun üstünden bakarak
bizim göremediğimize ya da görmek istemediğimize
sakin gökyüzünde gürüldeme yok artık
geçmiyor artık sağanak damımızın üstünden
pencere kanadı, ki düşümüze çarpıyordu
susmakta, demirden ruhu üstüne eğrilmiş
dinliyorum, bilmem hangi gürültüyü, sonra kalkıyorum
ve arıyorum, dala gölgede, orda ki buluyorum yeniden
dün akşamın bardağını, yarı dolu
alıyorum onu, ki bizim soluğumuzla solumakta
seni dokundurtuyorum ona karanlık susamışlığımla
ve dudaklarının bulunmuş olduğu ılık suyu içtiğimde
sanki bitiyor gibi zaman benimkilerin üstünde
ve sanki açılıyor gözlerim, nihayet güne

elini ver bana dönüşsüz
günbegün taşlardan
ışıkta geciken düşlerden
ve sonsuzun kötü arzusundan arındırdığım belirsiz su
bitmesin kaynağın nimeti
kaynağın yeniden bulunmuş olduğu anda
ayrılmasın uzaklar
bir kez daha yakından
artık kurumuş değil de tatsız olan suyun tırpanı altında
elini ver bana ve önümden git ölümlü yazda
bu değişmiş ışık gürültüsüyle
dağıl, ben dağılırken, ışıkta

imgeler, dünyalar, sabırsızlıklar
düğüm çözüyor olduklarını iyi bilmeyen arzular
gizemli güzellik, göğsü karanlık
elleri oysa bir ışıkla püsküllü
gülüşler, yollarda rastlaşmalar
ve çağrılar, bağışlar, rızalar
sonsuz talepler, doğmak, çılgınca
ebedi ittifaklar ve acele edilerek yapılanlar
yerine getirilmemiş mucizevi vaatler
ama geç vakit umulmamış olan, birdenbire, bütün bunları
geçen suyun gülü toplasın
burada oyuklaşarak, sonra aydınlatsın
tekerleğin devinimsiz poyra'sında

barış, aydınlanmış suyun üstünde. sanki bir kayık
geçiyor, yemişlerle yüklü ve bir
yeterlilik ve devinimsizlik dalgası
kaldırıyor yerimizi ve bu yaşamı
pek az değişik bir kayık gibi, hala bağlı
güven ve bırak alsın seni, çıplak omuz
sonsuz yazın genişleyen dalgası
uyu, yazın tam ortasıdır ve bir gecedir
ışık çokluğundan ve yırtılacaktır
bizim sonsuz gecemiz eğilecektir
gülümseyerek üstümüze mısırlı kadın
barış, giden dalganın üstünde. parıldıyor zaman
sanki durdu kayık
yalnızca atıldığı, dağıldığı duyuluyor
ıssız yamaca karşı sonsuz suyun

ateş, onun yırtılmış besisuyu sevinçleri
yağmur ya da sadece bir rüzgar belki kiremitlerin üstünde
öbür yılki paltonu arıyorsun
anahtarları alıp çıkıyorsun, bir yıldız parlıyor

uzaklaş
bağlarda, vacheres dağına doğru
şafakta
daha hızlı olacaktır gök

bir çember
aldırışsızlığın gürlediği
ışık
tanrının yerinde

nerdeyse ateş, görüyor musun
gece yağmuru suyunun gerdelinde

düşte, oysa
yeniden yanmış öbür karanlık ateşte
bir hizmetçi kadın gidiyordu, bir lambayla
önümüzde uzakta. kırmızıydı ışık

ve akıyordu
entarinin kıvrımlarında bacağın yanından
kara kadar

yıldızlar, saçılmış
gök, bozulmuş bir yatak, bir doğum

ve badem ağacı
iki yıl sonra irileşmiş, dalga
daha karanlık bir kolunda, aynı ırmağın

ey çiçek açmış badem ağacı
benim sonu olmayan gecem
güven, yaslan çocuk
bu yıldırıma

buranın dalı, yoklukla yanmış, iç
bir anlık çiçeklerinle değişen gökten

çıktım
başka bir evrene
günden önceydi
tuz attım karın üstüne