31.03.2010

uzun lafın kısası

marcus aurelius: yine bugün bir sahte vekara, bir yalancıya, bir haksıza, bir akılsıza rastlayacağım.

havelock ellis: modern dünyanın dini karmaşasının sebebi, antik kudüs'te bir tımarhanenin olmamasıdır.

lorca: gün oturan bir hayalettir. bütün geceleri sevmek için tek bir günü iyi anla.

richard rorty: eğer özgürlüğe özen gösterirsek hakikat ve iyilik kendi başlarının çaresine bakmayı bilirler.

rene char: dünyaya gelip de ortalığı karıştırmayan insan ne saygıya ne de sabırla karşılanmaya değer.

uwe timm: evin anahtarına sahip olan bir kadına cinsel yakınlık duymak mümkün değildir.

gregory dart: çoğu kez aşkın peşine düştüğümüzde ruh halimiz, satın alınacak bir meta aradığımız zamanki ruh halinin tıpatıp aynısıdır; yani bir tüketici gibi davranırız.

kiran desai: canavarlıklar hep haklı bir davanın görüntüsü altında işlenir.

hubert dreyfus: hayat artık evrendeki ilgi çekici her şeye seyirci kalıp bu tür eğilimi olan insanlarla iletişim kurarak can sıkıntısını def etmekten ibarettir.

john steinbeck: keşke neyin günah olduğunu bilseydim. hiç durmaz yapardım.

isabel fonseca: yerleşik bir yaşantısı olan insanlar gezginlerden, yabancı oldukları için değil, tanıdık oldukları için korkarlar. çünkü onlar, bize aslında kim olduğumuzu anımsatır.

ingeborg bachmann: ruhun güzel yarınıdır, o hiçbir zaman gelmeyen.

29.03.2010

kötülük sorunu

ernesto sabato

kötülük sorunu beni her zaman yakından ilgilendirmiştir, henüz çocukken elime bir çekiç alıp karınca yuvasının başına çöker, sesi sedası çıkmayan hayvancıkları öldürmeye koyulurdum. hayatta kalanlar paniğe kapılır, deli gibi sağa sola kaçışırlardı. daha sonra yuvaya hortumla su sıkardım: sel. ve içeride yaşananları hayal ederdim, acil yardım çalışmaları, koşuşturmalar, yiyecek stokunu, yumurtaları kurtarmak, kraliçelerin güvenliğini sağlamak için verilen emirler ve karşı emirler vb. son olarak bir kürekle her şeyi altüst eder, büyük delikler açar, onların oyuklarını bulur ve her şeyi deli gibi deşerdim: genel felaket. sonra oturur varoluşun genel anlamı üzerine, bizim kendi sel baskınlarımız ve depremlerimiz üzerine düşünürdüm. böylece bir sürü kuram üretirdim, sonunda her yerde hazır olan, her şeyi gören, iyiliksever bir tanrı tarafından yönetildiğimiz düşüncesi o kadar saçma ve çelişkili gelmeye başlardı ki, ciddiye bile alınmaması gerektiğine karar verirdim. büyüyüp silahlı bir soygun çetesine katılmadan çok önce aşağıdaki sonuçları çıkarmıştım:

1. tanrı yok.

2. tanrı var ve orospu çocuğunun teki.

3. tanrı var ama ara sıra uykuya dalıyor, gördüğü kabuslar bizim varoluşumuz.

4. tanrı var ama deliliğin kapısını açacak anahtarı yok, bu anahtar bizim varoluşumuz.

5. tanrı her yerde değil, her yerde aynı anda olması olası değil. arada bir kayboluyor. başka dünyalara mı gidiyor? başka işler mi yapıyor?

6. tanrı zavallı bir şeytan. gücüyle ilgili sorunları var. yapıtıyla boğuşan sanatçı gibi maddeyle boğuşuyor. arada bir goya olabildiği de oluyor; ama genellikle tam bir beceriksiz.

7. tanrı tarihten önce karanlıklar prensi'ne yenildi. bozguna uğramış bir şeytana dönüştürüldü, prestijini yitirdi ve bu belalı evrene atandı.

tüm bu olasılıkları ben uydurmadım, gerçi başlangıçta öyle sanıyordum; ama sonra diğer insanların da bazılarına, özellikle zafer kazanmış şeytan kuramına inandıklarını gördüm. bin yıldan fazla bir süredir, gözüpek ve açık fikirli insanlar bu sırrı ortaya çıkarmak için işkencelere maruz kaldılar, öldüler, yok edildiler ve dağıtıldılar, böylece dünyayı yöneten güçlerin, iktidarlarını sürdükleri sürece küçük insanlar tarafından durdurulamayacağı görüldü. zavallı dilenciler ya da dahilere engizisyon tarafından işkence yapıldı, yakıldılar, kazığa oturtuldular, canlı canlı derileri yüzüldü, halklar sürüldü, yok edildi. çin'den ispanya'ya kadar, dinler gizlerini ortaya çıkaracak tüm girişimlerin köküne kibrit suyu ekti. başarılı oldukları da söylenebilir. bazı örgütler yok edilemediyse bile müslümanlık gibi bir yalan kaynağına dönüştürüldüler.

kral

james frazer

eski krallıkların, insanların sadece hükümrana hizmet etmek için var olduğu birer despotizm olduğu fikri, bazı monarşiler için kesinlikle geçerli değildir. tersine, bunlarda hükümran sadece halkı için vardır; yaşamı sadece halkının yararı için doğanın seyrini düzenleyerek görevlerini yerine getirdiği sürece değerlidir. bunu yapamadığı an, o güne kadar ona gösterilen saygı ve özen ortadan kalkar ve nefret ve aşağılamaya dönüşür; tahttan indirilir, rezil edilir ve eğer canını kurtarabilirse minnet duyar. bir gün tanrı gibi tapılırken ertesi gün bir suçlu gibi öldürülür. ama halkın bu değişen tavrında dengesizlik veya tutarsızlık söz konusu değildir. tersine, davranışları tamamen tutarlıdır. eğer kralları onların tanrısıysa, koruyucuları da olması gerekir; ve eğer koruyamazsa, bunu yapacak başka birisine yol açması gerekir. ne var ki beklentilerine cevap verebildiği sürece, ona gösterecekleri hürmet ve özenin sınırı yoktur.

böyle bir kral, bir tören adabından, yasaklardan ve kurallardan oluşan bir ağla çevrili bir yaşam sürer; burada amaç onun kutsallığını, konforunu artırmak değil, doğanın uyumunu bozarak kendini, halkını ve evreni ortak bir felakete sürükleyebilecek davranışlara girmesini engellemektir. bu kural ve törenler, konforunu artırmak şöyle dursun, her hareketini engelleyerek özgürlüğünü ortadan kaldırır ve çoğu durumda korumaya çalıştıkları yaşamını onun için bir yüke, bir üzüntüye dönüştürür.

krallarını seçimle atayan sierra leone'li vahşi timmeler, taç giyme töreninin arifesinde ona dayak atma hakkını saklı tutarlar ve bu yasal ayrıcalıklarını öylesine yürekten iyi niyetle uygularlar ki bazen mutsuz monarşist -kral- tahta çıktıktan sonra uzun süre yaşamaz. dolayısıyla büyük şefler bir adamdan hoşlanmadıkları ve ondan kurtulmak istedikleri zaman onu kral seçerler.

27.03.2010

kulaktaki meşale

elias canetti

bir yazarın saygınlığı özellikle savaş sırasındaki tutumuyla ölçülür.

aşk diye bir şey yoktur. aşk, şairlerin uydurduğu bir şeydir. er geç bir kitapta okursun aşkı ve genç olduğun için hemen inanırsın. yetişkinlerin senden bunu sakladığını sanırsın, bu nedenle de hemen üstüne atlar, kişisel olarak yaşamadan inanıverirsin. hiç kimse kendi başına, kendi yaşantısı içinde rastlamamıştır aşka. çünkü aşk diye bir şey yok aslında.

bir insanın yaşamı için gereksindiği birkaç resim vardır ve bunları erken bulursa, kendisinden yitirdikleri aşırı boyutlara varmaz.

en korkunç yazgı bile binlerle çarpıldığında ufalanır, bir toz tanesine dönüşür. mit; bir insana ulaşır, onu boğar, aklını karıştırır. mit, doğa yasasına indirgenmiştir ve bu, bir insan için dans etmesine yarayacak küçük bir flütten başka bir şey değildir.

yaşlıyla birlikte daha çok şey ölür. bütün o yıllar ölür. onunla yitip giden şeyler daha fazladır.

insan şiirleri hep sesli okumalı, mırıldanmakla yetinmemeli.

hiçbir şey, bir başka kişinin iç dünyasına girme arzusundan daha dayanılmaz değildir. eğer bu, sözcükleri yerli yerine koymasını iyi bilen biriyse, suskunluğu, karşısındakinin arzusunu büsbütün dayanılmaz kılar. onun içindeki sözcükleri ele geçirmeye çabalarsınız; bunları, konuğu bekledikleri yerde, onun gülümsemesinin ardında bulmayı umarsınız.

uzakta birini düşünmek her zaman için daha iyidir. insanlar birbirlerine yeterinden fazla yakın olursa fazla sürtüşme olur, ilişki yavanlaşır.

belki de sanatın en önemli görevi, çoğu kez unutuluyordu: coşkuları durultma görevi yoktur sanatın, avutma görevi yoktur, yaşantılar mutlu sonlar getirecekmiş gibi her şeyi bir yana bırakmaz, çünkü yaşantılar mutlu sonla bitmez.

veba, ülser, işkence korku -iyileştirilen bir vebanın ardından daha da kötü bir korku yaratılır. her zaman için aynı olan ve gözlerimizin önünde bulunması gereken bu hakikat karşısında avutucu aldatmacaların ne anlamı olabilir ki? başa gelecek bütün korkunçluklar, bütün korkular öngörülmüş burada.

insanın karşısında gerçek bir insanoğlunun varlığını fark etmesinde şaşırtıcı bir yan var mı? insanın bu kişiye gereksinmesi vardır; çünkü o, çarmıha gerili değildir. kopyalamakla uğraştığı sürece başına hiçbir şey gelmez.

düşünce olarak kalmayı amaçlayan acı, başka hiçbir şey yapamaz.

uzaklık yaratmada birinciydi; bu konuda çok yetenekliydi ve bu uzaklıkları öyle sarsılmaz bir şekilde kuruyordu ki, diğerlerinin elinden tutup üzerinden atlamasına yardımcı olması olanaksızdı.

26.03.2010

yeter ki sonu iyi bitsin

william shakespeare


iyi biten her şey iyidir.

çoğu kez kendimizdedir derdimizin devası
oysa göklerde ararız hep yerde bulacaklarımızı

herkesi sev, azına güven, haksızlık etme hiç kimseye
kaba güçle değil zekanla çık düşmanın karşısına
kendininmiş gibi savun dostunun hayatını
gevezeliğin için değil, suskunluğun için kızsınlar sana

kanlarımız renk, yoğunluk ve ısı açısından
birbirinin aynıdır; bunlar karıştırılınca ne soy kalır ne unvan
en umulmadık bir yerden erdem yeşerirse
onu yapan çıktığı yeri de yükseltir
erdem yoksa eğer unvanlarla şişindiğimiz yerde
sabun köpüğüdür onur dediğimiz şey de
iyi olan için unvana gerek yoktur
nitelik unvanla gelmez; ama kötülük gelebilir
unvanı olanların çelişkili küçümseyişi
soylu bir kandan geldiğini savunup soylu davranmamaktır
soyluluk, atalarımızdan geçmez bize, davranışlarımızdadır
soyluluk, hemen her mezar taşına yazılan
bizleri tutsak eden, akıl çelen bir sözcüktür sadece
aldatıcı, ölü bit ganimettir
soyluluk, toz toprağa karışmış, unutulmuş soylu kemiklerin
çoğu kez suskun mezarıdır

ölçülü bir matem ölülerin hakkıdır; ama aşırı keder yaşayanların düşmanıdır.

bakirelik doğa yasalarına aykırıdır. bekaret, tıpkı peynirde olduğu gibi, bakteri üretir, kendini son zerresine kadar tüketir ve böylece kendi kendini doyurarak ölür gider. ayrıca, bekaret, tedirgindir, kibirlidir, aylaktır ve yalnızca kendini sever. biriktirme onu; çünkü bir şey eline geçmediği gibi, sen kaybedersin. ne kadar uzun saklanırsa değeri de o kadar düşer. bekaret, yaşlı bir saraylıya benzer: şapkasının modası geçmiştir, takıp takıştırırsa da rüküştür; bugün artık takılmayan bir broş, kullanılmayan bir baston gibi.

biri iyiyse, dokuzu serseridir
iyiyse biri, hergeledir dokuzu
öyleyse, iyi olan on kişide birdir

iffet bağnaz görünmez, zarar da vermez; iffet denen şey, kurallara uymak için giydiği ak kaftanının altında, isyankardır ve kara kürklü cüppesini saklar.

aşk, gençlik gülümüzün dikenidir
içgüdülerimiz buna, bu, içgüdülerimize can verir
aşk, insan oluşumuzun anlamı, kanıtıdır
aşkın güçlü istekleri, gençlikte bulur izlerini

yiğitçe alınmış bir yara, soylu bir yara, onurun ve soyluluğun nişanıdır.

büyük işleri kotarıp ortaya çıkaranlar
çoğu kez bunu en zayıf temsilcileriyle yaparlar
uzağı bebekler görürmüş
büyükler tanımazken mucizeyi
denizler kuruyup çöle dönmüş
çoğu kez çıkmaz beklentiler
sık sık unutulur verilen sözler
ve çoğu kez de başarı en umulmadık, en beklenmedik anda gelir

bununla birlikte, çok sık görülmüştür
donuk bir aklın süslü budalalığa hizmet ettiği

yüzsüzlükle suçlanmak orospunun cüretindendir
herkesin bildiği bir utançtır tiksindirici ezgilerde

"ahlak dışı"dan ne kastedilmektedir? kime ve neye göre ahlak? insansal olan her şeyin içinde olumlu ve olumsuzu aynı anda içeren çelişkiler yok mudur? ya soyluluk? soyluluk aileden değil, insanın kendi ahlakından, meziyetlerinden gelir. insan olmanın yanında, soyluluk unvanı bir hiçtir.
(özdemir nutku)

bir aslanla çiftleşmek isteyen dişi geyik
sevgisi uğruna ölmek zorundadır

karanlık bir yuva ve sevilmeyen bir eş yanında
savaş hiç de zor bir iş değil

aşk gecesine olan doğal gereksinim ve bunun gecikmesi
hazları, tatlı şeyleri serpiştirip yayar
çünkü insan ilerde gelecek mutlulukla, hazlarla
dolup taşmak için
olgunlaşan zaman içinde bu hazları damıtarak tadar

"yaşam denilen şey insanoğlunun, ömrü boyunca kurtuluşu arayışıdır. insanoğlu sık sık yanlış yollara sapar, ormanların labirentlerinde kaybolur, acı çeker ve acı çektikten sonra doğru yolu bulur."
(özdemir nutku)

maskaralık artar, ahmaklık geliştikçe
mutlak bir yer vardır her yaşayan için

şu erkekler çok garip
havaice kapılıp şehvetin aldatıcılığına
kara geceyi daha da karartabiliyorlar
kendileri için tatlı olacak bir şeyi
nasıl da nefret ettikleri bir şey yapabiliyorlar
şehvet ancak onun yerini alan
nefretle oynuyor demek ki

kaybedileni övmek anıları zenginleştirir

ama çok geç gelen sevgi
yavaş yavaş taşınan pişmanlık gibi
sevilen için çok acı bir şeydir
"giden iyidir" diye ağlamayı gerektirir
önemsiz bir fiyat biçeriz sahip olduğumuz ciddi şeylere
onları tamamen kaybetmeden anlayamayız değerlerini
gönül kırmakdaha çok kendimize haksızlıktır
önce sevdiklerimizi yok eder, sonra da ağlatır bizi
küllerinin ardından
sonra sevgimizin aklı başına gelir geç de olsa
feryat eder görünce neler olduğunu
utanç verici nefret, aşkımız uyurken bastırır bizi
sevdiğimizi yok ederek doyurur kendisini

yaşamımızın dokusu karmakarışık bir masal, iyiyle kötü yan yana; eğer yanlışlarımız onları kırbaçlamasaydı erdemlerimiz gurur duyardı ve eğer erdemlerimiz onları bağrına basmasaydı suçlarımız umutsuzluğa kapılırdı.

ters bir zamanda gelmiş olabiliriz
uygun düşmeyebilir fırsatlar
yeter ki sonu iyi bitsin

yazın bittiği

ülkü tamer


yazın bittiği her yerde söylenir
böyle kırmızı kalkan görülmemiştir
ölüleri örten yapraklardan başka
çünkü sahiden yaz bitmiştir
göle bakmaktan usanır insan
koru tutmaktan, yol gözlemekten
çadırlar toplanır, yaralar sarılır
durgun bir yolculuk, uzun bir şapka
artık yaprakları beklemektedir

aşk mıdır kış gelince başlayan
beyaz bir kılıçla yürüyen aşka
bırakmaz olur kuşlarını ülkeler
yazın her yerde bittiği söylenir
yorgunluklar çoğalır silahlardan sonra
kardan mezarları görülür ıssızlığın
ölü öpüşlerin koyuluğuyla
aşk kalmıştır otlarda yılı götüren
cesur savaşçıları taşıyan kışa

her yerde yazın bittiği söylenir
çürür çiçeklere yapışan kanlar
belki uzaktan iki atlı yaklaşır
belki yakından iki yaprak kalkar
akşamın örtüsü derelerde yıkanır
gökyüzünü görünce gecenin devi
çıkarır şapkasından yıldızlar saçar

23.03.2010

periler ölürken özür diler

küçük iskender



bir sesim vardı gölgenden ikmale kalan
biliyorum, büyük çocukluktu birbirimizi sevmemiz

terk eden, özlediğim değil
kaçırdığım çağdır

kimi babaların infilak etmiştir ya oğulları
kimi yalnızlıklar boşunadır
kimi aşklar bitmesi için yaşanır 

kim bilir hangi melek en yalnız
ve bu yüzden en hırçın olandır 

istanbul'un koynuna ancak şarapla girilir

kimi aşklar
kediden firar etmiş keyifli bir öğle uykusudur

seviyorsun beni, anladım
güneş tutulması gibi gülümsemen çünkü

gizliyorsun beni, anladım
ne vakit seni düşünsem
yeryüzü evinden kaçıyor çünkü

22.03.2010

saklı su

doğan hızlan

t.s. eliot: bir şiirin hayatımızda karşılığı varsa onu severiz.

jose garcia villa: insan kişiliğinin gelişmesi ve birliğe kavuşmasını ben bir insanın ulaşabileceği en büyük başarı sayıyorum.

yahya kemal: annemin resminden mahrumum. onun bir resmi hayatımın en büyük bir yadigarı olurdu. annemin simasını şimdi iyi hatırlayamıyorum. islam tesettürünün en şedit bir muhitinde doğduğu, yaşadığı ve öldüğü için bir resmini bırakmadan kayboldu.

"çünkü hep böyle olur. bir an gelir, kopar film. umulmadık bir anda tutulur güneş. gece vakitsiz iner." (onat kutlar)

federico garcia lorca: hiç kimse bu zamanda "sanat sanat içindir"e inanmaz. dünya olaylarının bu dramatik anlarında, sanatçı, halkıyla birlikte gülmeli ve halkıyla birlikte ağlamalıdır.

selahattin hilav: gerçekliğin dile getirilmesi büyük şiirin amacıdır.

nazım hikmet: klasik sanatkar, kendi devrinde yenilikçi olandır; yeniyi getirendir. tersine, devrinde yeni olmayan hiçbir sanatkar klasik olmamıştır.

özdemir asaf: her insanın bir öyküsü vardır ama her insanın şiiri yoktur.

sait faik: her insandan korkuyorum. kimdir bu sokakları dolduran adamlar? bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar birbiri içine giren şehirler yapmışlar? aklım ermiyor. birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?

eski öykü

özdemir asaf


umut bir öykü adı, başında önde gider
bir ayrım olur sonra, yarısı dünde gider

bölüşür yaşanmışlar yaşanmakta olanı
anılarla umular barışık yönde gider

bir gün, bir an, bir yerde bir dönemeç belirir
dengesini yitirir gecelerle gündüzler

yalanlara dönüşür korkular için için
sıcaklığını keser duygular, düşünceler

tükenen sevilerin alışkanlıklarında
gittikçe donuklaşan ışıklar yanıp söner

karanlığı emzirir yığın yığın gölgeler
can ateşi soluk gözbebeklerine tüner

bir süre kanat çarpar artık yorulmuş bir kuş
inişinin kararan havalarından düşer

20.03.2010

kürk mantolu madonna

sabahattin ali

insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.

insanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.

mühimce mevkilere geçen adamların esaslı adetlerinden biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. sonra, o zamana kadar "siz" diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça "sen" diyecek kadar alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak; hatta çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak..

nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.

insanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır? hele bunu yapmak fırsatı, birtakım ince hesaplar dolayısıyla, ancak muayyen bazı kimselere karşı kendini gösterirse..

bütün teessürlerimiz, inkisarlarımız (düş kırıklıklarımız), hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. her şeye hazır bulunan ve kimden ne geleceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?

etrafları tarafından anlaşılmayan, haklarında daima yanlış hükümler verilen insanların zamanla bu yalnızlıklarından bir gurur ve acı zevk duymaya başladıklarını biliyordum; fakat hiçbir zaman etrafın bu hareketini haklı bulacaklarını tasavvur edemiyordum.

dünyanın en basit, en zavallı; hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir! niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rastgeldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiyoruz?

insanlara kendinden hiçbir şey bırakmak istemeyen ve yalnızlığını, ölüme giderken bile beraber alan bu adama karşı içimde nihayetsiz bir merhamet ve onun mukadderatına karşı nihayetsiz bir alaka uyandı.

insan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor. ben de yaşayacağım.. ama nasıl yaşayacağım! bundan sonraki hayatım nasıl dayanılmaz bir işkence olacak! ama ben dayanacağım.. şimdiye kadar olduğu gibi..

hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim.

bu kadar az emekle bu kadar büyük işler başarmaya kalkan insanlara belki içerlemek icap ederdi. fakat onların hiç kimse tarafından anlaşılmamak ve gülünç olmak gibi bir cezayı da adeta marazi bir zevkle ve isteyerek kabul ettiklerini düşününce acımaktan başka yapılacak iş yoktu.

bir kadın herhangi bir şekilde hoşuma gidince ilk yaptığım iş ondan kaçmak olurdu. karşı karşıya geldiğim zaman her hareketimin, her bakışımın sırrımı meydana vuracağından korkar, tarif edilmesi imkansız, adeta boğucu bir utanma ile dünyanın en zavallı bir insanı haline gelirdim. hayatımda hiçbir kadının; hatta annemin bile gözlerine dikkatle baktığımı hatırlamıyorum.

kendimi bildim bileli, bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım.

dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir.

şuna dikkat edin ki, benden herhangi bir şey istediğiniz gün her şey bitmiş demektir. hiçbir şey anlıyor musunuz, hiçbir şey istemeyeceksiniz.

canlı bir mevcudu kendisine uygun olan iklimden ayırarak, birkaç meraklının keyfi için bu berbat şartlara tabi etmek bir nevi işkence değil midir?

göreceksiniz ya, ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım. hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir.

hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sükutu, ne inkisar (düş kırıklığı) kalır. bu halimizle hepimiz acınmaya layıkız; ama kendi kendimize acımalıyız. başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız vardır.

hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar aciz ve gülünç olamaz. buna rağmen, bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır. aman yarabbi, insan deli olur.

para kazanmaya mecbur oldum. bundan şikayetçi değilim. çalışmak hiç de fena bir şey değil. bana dokunan, ruhlarımızı alçaltmadan çalışmak isteyişimizin hoş görülmemesi..

benim fikrimce aşk diye ayrı, mücerret bir mefhum yoktu. insanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşktı. yalnız yerine göre isim ve şekil değiştiriyorlardı. kadınla erkek arasındaki sevgiye hakiki ismini vermemek bir nevi kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildi.

aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati beya bazen derin olabilen sevgi değildir. o büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilmediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilmeyiz. halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. aşka girmeyen şey ise tahlildir.

aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.

insan ömrü doğumdan ölüme kadar uzanan tek bir yoldan ibarettir ve bunu üzerinde yapılan her türlü taksimat sunidir.

eğleniyorlardı. yaşıyorlardı. ve ben, kafamın içine ve yalnız kendi ruhuma kapanmakla onların üstünde değil, altında bulunduğumu anlıyordum. şimdiye kadar zannettiğim gibi, kitleden ayrılmanın bir hususiyet, bir fazlalık değil, bir sakatlık demek olduğunu hissediyordum. bu insanlar dünyada nasıl yaşamak lazımsa öyle yaşıyorlar, vazifelerini yapıyorlar, hayata bir şey ilave ediyorlardı. ben neydim? ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyordu? şu ağaçlar, onların dallarını ve eteklerini örten karlar, şu ahşap bina, şu gramofon, şu göl ve üzerindeki buz tabakası ve nihayet bu çeşit çeşit insanlar hayatın kendilerine verdiği bir işi yapmakla meşguldüler. her hareketlerinin bir manası vardı, ilk bakışta göze görünmeyen bir manası. ben ise, dingilden fırlayarak, boşta yuvarlanan bir araba tekerleği gibi sallanıyor ve bu halimden kendime imtiyazlar çıkarmaya çalışıyordum. muhakkak ki dünyanın en lüzumsuz adamıydım. hayat beni kaybetmekle hiçbir şey ziyan etmeyecekti. hiç kimsenin benden bir şey beklediği ve benim hiç kimseden bir şey beklediğim yoktu.

bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazan hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.

hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. yahut bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi.

önüne geçmek mümkün olmayan işlerde telaş ve heyecan göstermek çocukluktur.

ona ne kadar muhtaç olduğumu şimdi anlıyordum. ben hayatta yalnız başına yürüyebilecek bir insan değildim. daima onun gibi bir desteğe muhtaçtım. bunlardan mahrum olarak yaşamam mümkün olamazdı. buna rağmen yaşadım.. ama, işte netice meydanda.. eğer buna yaşamak demek caizse, yaşadım..

kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor.

19.03.2010

susarak

aziz nesin



güneş altında söylenmedik söz yokmuş
bu yüzden geceleri söylüyorum sevdiğimi
ne gece ne gündüz yokmuş söylenmemiş söz
ben de söylenmişleri söylüyorum yeni biçimde
hiçbir biçim kalmamış dünyada denenmedik
ben de susuyorum sevgimi saklayıp içimde
duyuyorsun değil mi suskunluğumu nasıl haykırıyor
susarak sevgisini ilan eden çok var sevgilim
ama bir başka seven yok benim sustuğum biçimde

sivil itaatsizlik

henry david thoreau: bir insanı haksız yere içeri tıkan bir yönetimde, onurlu her insanın olması gereken yer cezaevidir.

yakup coşar: ilk kez 1848 yılında amerika'da thoreau tarafından kullanılan "sivil itaatsizlik" kavramı, haksız bir uygulamaya karşı bütün yasal yollar denendikten sonra girişilen yasa dışı eylem anlamına gelir.

john rawls: en yüksek yargı mercii yasama, yürütme ya da yargı değil kamuoyudur. sivil itaatsizlik özellikle bu organa başvurur.

martin luther king: insanın, dayanma gücünün sonuna geldiği ve kendisini umutsuzluk ve karanlıktan başka bir şeyin beklemediği adaletsizlik uçurumuna itilmeye artık razı olmadığı bir an gelir. 

yakup coşar: balkanlardan ya da kafkaslardan gelen bütün göçmenlere "hoş geldin" denilirken, bu toprakların yerlileri kürtlerden, alevilerden bu tanıma/kabul jestinin esirgenmesi türkiye'nin dehşet verici bir gerçeğidir.

henry david thoreau: en iyi hükümet, en az yöneten hükümettir.

johan galtung: tek insanlık öğretisine göre, sorun asla başka insanlara karşı bir kavga sorunu değildir. insan, ayırıcı olana ve insanlığın ortak değerlerinin gelişmesi önünde engel teşkil eden şeylere karşı savaşır.

henry david thoreau: insanlar bir hükümetleri olduğu yolundaki tasarımlarını tatmin etmek için, tıkırtısını duyacakları, hükümet denen karmaşık bir makineye ihtiyaç duyarlar.

yakup coşar: hannah arendt'e göre totaliter rejimlerde insandan beklenebilecek tek şey kötülüğün ortağı olmamak, bu anlamda kamusal alandan çekilmektir.

henry david thoreau: paranın çokluğu oranında dürüstlük azalır; çünkü para insanla nesneler arasına girer ve insan için nesneleri elde eder.

norman cousines: devletin varlığının meşruiyeti insan haklarını koruma derecesiyle ölçülür.

hannah arendt: iyi insanlar, ancak güç dönemlerde, tüm toplum tabakalarından yoktan var olur gibi ortaya çıkışlarıyla tanınırlar.

wilson carey mcwilliams: kurumların iflas ettiği yerde, politik toplumun devamı insanların iradelerine kalır; ama insanlar rüzgarda sallanan cılız kamışlar gibidirler, kötülüklere en azından rıza göstermeye eğilimlidirler.

jürgen habermas: kendinden emin her demokratik devlet, politik kültürünün zorunlu bir unsuru olduğu için, sivil itaatsizliği kendi yapısının ayrılmaz bir parçası olarak görür.

albert camus: kişisel huzuru ve mutluluğu korumak için haksızlığa karşı direnmek gerekir.

hans saner: direnişin en gerekli olduğu yer, pratiğe uygulanma şansının en az olduğu yerdir; pratik olarak en kolay uygulanabileceği yer ise en az gerekli olduğu yerdir.

jürgen habermas: hükümeti kararını değiştirmeye zorlayacak tek şey, meşruiyetini kaybetme riskinin ortaya çıkmasıdır.

17.03.2010

güneş

tagore


yüreğim, çoraklığın kuşu, senin gözlerinde buldu göğünü
sabahın beşiğidir gözlerin, yıldızların ülkesi
derinliklerinde yok oldu şarkılarım
bırak da yükseleyim o gökte, ıssız sonsuzluğunda
bırak da bulutlarını yarıp kanat açayım güneşinde

16.03.2010

hasta

alessandro manzoni

bir fikir uzun süre ve geniş çapta egemen olduğunda kendisini anlatmak için tüm kapıları zorlar, inandırıcı olmak için tüm yolları dener. birileri çıkıp da yapılmaması gerekeni yapabileceğini söyleyinceye dek herkesin ya da birçok kişinin uzun süre o işin yapılacağına inanması zordur.

insanların, sözlerin anlamlarını yakalamak için ne yeter derecede anlayışları, ne dinlemek için sabırları vardır; ne de saf bir acıma duyacak ölçüde yürekleri büyüktür.

acı anılar, onları anımsatan yerleri yaşanmaz hale getirerek son bulurlar. bir de bu anılar doğduğumuz yerde geçmişse daha acı verir ve daha çok dokunur insana.

gerçek asla olması gerektiği gibi değildir. çünkü aslında insan ne istediğini kendisi de bilmez. daha sonra fark etmeden, yakıştırdığı güzelliğin acısını çıkarmaya kalkar.

insan, bu dünyada var olduğu sürece az ya da çok rahatsız bir yataktaki hasta gibidir. çevresinde, dışardan bakıldığında düzgün, dolgun, temiz pek çok başka yatak görür. bunlardan birinde yatmanın çok daha hoş olacağını düşünür. yatağını değiştirmeyi becerebilirse, yeni yerine yerleşir yerleşmez bir yandan bedenine batan bir çubuk, öbür yanında bir sertlik hissetmeye başlar. kısaca hikaye başa sarar.

kişisel bir sorun

kenzaburo oe

kendini kandırma zehrini bir kez tadan insanlar, bir daha kendilerini asla kurtaramazlar.

doğmamış olmaktansa, doğmuş olmanın iyi olup olmadığını anlayamadığımız bir devirdeyiz.

insan ölüm kalım yol ayrımına geldiğinde, ölümüyle birlikte bağının kalmayacağı uzayı ve yaşamını, dolayısıyla bağını sürdüreceği uzayı yan yana halde, hemen burnunun dibinde görüverir. sonra da, ölü olarak varlığının sona ereceği uzayı, üzerindeki giysileri çıkarıp atarmış gibi arkasında bırakıp yaşamaya devam edeceği uzaya girer.

korku duygusunu yenebilmek için, kaynağını net olarak sınırlaman ve o korku duygusunu yalıtman gerekir.

her şey bir oyundu; ama oyuncuların hepsinin yalan repliklerinden başka bir şey dile getirmedikleri bir oyun.

deneyimlerim bana, insanla ilişkili olduğu sürece tamamen yalnız bir sıkıntının olamayacağını söylüyor.

kafka, babasına yazdığı bir mektupta şöyle der: "çocuklar için ana babanın yapması gereken tek şey onları bağrına basmaktır."

15.03.2010

yazmak

ernesto sabato

büyük temalar ve küçük temalar, yüce konular ve basit konular yoktur. küçük, büyük, yüce ya da basit olanlar, insanlardır. bir tefeci kadını öldüren yoksul öğrencinin "aynı" hikayesi sadece bir polis haberi de olabilir, suç ve ceza da.

saplantılarımızın kökleri çok derindir ve derinleştikçe sayıları azalır. en derini belki de en karanlık olanı fakat aynı zamanda diğer köklerin tek ve her şeye kadir olanıdır; gerçek bir yaratıcının tüm eserleri boyunca ortaya çıkan köktür. bu bahsettiklerim, şu seri imalat hikaye üreticileri, televizyon dizilerinin ya da vasat best-seller'ların "verimli" üreticileri, şu sanat fahişeleri değil. evet onlar konu seçebilir. oysa yazma eylemi ciddiye alındığında, tersi gerçekleşir: seni seçen konudur. dahası, eğer peşine düşen, en gizemli bölgelere kadar, kimi kez yıllarca seni izleyen saplantın hakkında olmayacaksa tek bir satır yazmamalısın. diren, bekle, eğilimlerini sına; kolaycılık olmasın eğilimin; bu, reddetmen gerekenlerin en tehlikelisidir. bir ressam, resim yapmak için "kolaylık" denen şeye sahiptir; bu, yazarda da vardır. sakın teslim olma. artık daha fazla tahammül edemediğinde, delirebileceğini anladığında yaz. ve sonra tekrar "aynısını" yaz, demek istediğim, başka bir yoldan, daha güçlü kaynaklarla, büyük bir deneyim ve öfkeyle fakat yine her zamankini, aynı şeyi araştırmaya dön. çünkü, proust'un dediği gibi, sanat eseri kaçınılmaz olarak sonrakilere delalet eden mutsuz bir aşktır. yeraltı mağaralarımızdan çıkan hayaletler er ya da geç yeniden ortaya çıkacaklardır ve kendi şartlarına daha uygun bir iş edinmeleri zor değildir. ve terk edilmiş planlar, cenin halindeyken yok edilen taslaklar, daha az kusurlu olarak vücut bulmak için geri dönecektir.

kurnazların, zeki geçinenlerin, senin hep aynı şey hakkında yazdığını söylemeleri seni kaygılandırmasın. elbette öyle yapacaksın! van gogh ve kafka'nın ve önemsenecek herkesin, senin ruhunu koruyan bütün sert (fakat şefkatli) babaların yaptığı da bu. sonraki eserler, öncekilerin yıkıntıları üzerinde yükselen şehirler gibidir: sonrakiler yeni olsalar da bir ölümsüzlüğü, antik efsaneler, aynı ırktan insanlar, benzer alacakaranlıklar ve gündoğumları, kalıtımsal olarak geri dönen gözler ve yüzler tarafından sağlanmış bir ölümsüzlüğü maddeleştirirler.

bir dahi, satrancın standart taşlarıyla satranca yenilik getirir.

how i met your mother

bu işler böyle yürür: bir şeyi başlatırlar, 6 ay sonra herkes yapar.

aşkların başlarken ve biterkenki ilk 30 günü oldukça benzerdir. zamanının çoğunu yatakta geçirirsin. arkadaşların seni dinlemeye dayanamaz. ve hiçbir zaman pantolon giyerken görülmezsin.

tatiller insanların yalnız ve umutsuz oldukları zamandır. yılın en iyi zamanıdır.

hayatta bazen iyi idare ettiğinizi sanabilirsiniz; sonra birisi gözlerinizi biraz daha açar ve fark edersiniz ki tüm dünyanızın dengesi kaymıştır aslında.

ne zaman hasta hissetsem hasta olmayı bırakır ve bunun yerine daha iyi olurum.

normal insanların "seni seviyorum" demesi uzun zaman alır. ilk önce düşündüğünüzü sandığınız bir an vardır. sonra bildiğinizi sandığınız bir an gelir. daha sonra bildiğinizi bildiğiniz ama söyleyemediğiniz bir an vardır. ve en sonunda bildiğinizi bildiğiniz ve bunu daha fazla saklayamayacağınız bir an vardır.

akşamları evde geçirebilmem iç huzurumun olduğunu gösterir. bu yüzden skor tutma ihtiyacı hissetmiyorum. bu binlerce puan eder.

aralarındaki şu geçmek bilmeyen cinsel çekim yüzünden eski sevgililerin arkadaş olmaları zordur.

bu, çağlar öncesinden gelen bir hikayedir. ve her zaman aynı 8 adımda tamamlanır: çekim, pazarlık etme, teslimiyet, ikramiye, bardağı taşıran son damla, araf, yüzleşme, küsme! ama bilmiyorum, geri dönüp bakınca sanırım bir de 9. adım var. biz ona ''bir arada yaşayabilme'' diyoruz. tüm o kızgınlığın ve dargınlığın bir işe yaramadığını anladığınız dakikadır bu ve o duygulardan vazgeçmeye başladığınız an. hayatınıza devam edersiniz; sadece biraz zaman alır.

13.03.2010

tupi kabilesi

alain de botton

montaigne'in jean de lery'den öğrendiğine göre, tupi kabilesinde brezilyalı kadınlar anadan üryan dolaşır, bundan hiç utanmazlarmış. hatta avrupalılar tupi kadınlarına örtünmeleri için giysi verdikleri zaman kadınlar gülüp giysileri reddetmişler; insan böylesine rahatsız şeyleri üzerine giyip kendisine niye eziyet eder ki diye düşünüp şaşırmışlar.

"erkekler de kadınlar da ana karnından çıktıkları günkü kadar çıplaklar." (jean de lery)

de lery'nin bu kabilelerle 8 yılını geçiren gravürcüsü, avrupa'da yaygın bir inancı, tupilerin hayvanlar kadar kıllı olduklarına ilişkin yanlış inancı düzeltmek istemişti. "doğal olarak bizden daha kıllı değiller." (de lery) erkekler saçlarını kazıtıyor, kadınlarsa uzatıp kurdelelerle örüyorlardı. tupi yerlileri yıkanmayı çok seviyorlardı; ne zaman bir ırmak görseler ırmağa atlayıp birbirlerini yıkamaya başlıyorlardı. günde 12 kez yıkandıkları bile oluyordu.

200 kişinin birlikte yattığı ambara benzer yapılar içinde yaşıyorlardı. pamuk yataklarını hamak gibi, sütunlar arasına asıyorlardı. avlanmaya gittikleri zaman tupiler yataklarını da yanlarında götürüyor, öğle vakti ağaçların arasında şekerleme yapıyorlardı. her 6 ayda bir köy yeni bir yere taşınırdı; çünkü köy sakinleri manzara değişikliğinin onlara iyi geleceğini düşünürlerdi. "başka açıklamaları yoktu; yalnızca hava değişikliğinin onlara iyi geldiğini söylerlerdi." (de lery) bu insanlar öylesine düzenli bir yaşam sürüyorlardı ki çoğu 100 yaşına kadar yaşadığı halde kimsenin saçı ağarmıyordu. çok da konukseverdiler. köye yeni biri geldiğinde kadınlar elleriyle yüzlerini kapayıp ağlamaya başlar, "nasılsın? demek bizi görmeye gelmek için bunca sıkıntıyı göze aldın!" diye bağırırlardı. ziyaretçilere hemen en sevilen tupi içkisi ikram edilirdi. bir bitkinin köklerinden yapılan şarap rengi bu içki biraz sertti ama mideye çok iyi geliyordu.

tupi erkeklerinin birden çok kadınla evlenmelerine izin veriliyordu; erkekler eşlerinin hepsine de aynı oranda bağlıydılar. "bütün ahlak sistemleri iki temel üzerinde yükseliyor: savaşta sağlamlık ve eşlere karşı sevgi" diye anlatıyor montaigne. kadınlar da bu düzenlemeden memnunlardı; hiç kıskançlık duymuyorlardı. cinsel ilişkileri konusunda rahattılar; tek yasakları şuydu: kimse yakın akrabalarıyla sevişemezdi.

"bizim eşlerimiz başka kadınlara karşı aşk, sevgi duymamızı ne kadar engellemeye çalışıyorlarsa, onların eşleri de erkeklerinin başka kadınlara aşk duymasını sağlamak için o kadar çaba gösteriyorlar. kocalarının saygınlığına her şeyden çok önem veren bu kadınlar, üstlerine olabildiğince fazla kuma gelsin diye her türlü sıkıntıyı, üzüntüyü göze alıyorlar; çünkü erkeğin eşlerinin sayısı onun saygınlığının bir ölçüsü." (montaigne)

kolomb'un keşfinden sonra yeni topraklara ayak basmak üzere avrupa'dan gelen ispanyol ve portekizli koloniciler yerlilerin hayvanlardan yalnızca bir parça daha gelişmiş olduklarına kanaat getirmişlerdi. katolik şövalye villegagnon onları "insan yüzlü hayvanlar" diye niteliyordu: calvinci bakan richer'e göre bu insanların bir ahlak anlayışı yoktu: "bu sersemler iyiyle kötüyü birbirinden ayırmaktan acizler." 5 brezilyalı kadını inceleyen doktor laurent onların adet görmediklerini ve bu yüzden kategorik olarak insan ırkına dahil edilemeyeceklerini iddia etmişti.

ispanyollar onları hayvanlar gibi boğazlamaya başladılar; çünkü nasılsa onlar insan değildiler. kolomb'un keşfinden 42 yıl sonra, yani 1534'te aztek ve inka imparatorlukları yok edilmiş, yerli halkları köleleştirilmiş ya da katledilmişti. yerlileri yıkan kendi misafirperverlikleri ve silahlarının güçsüzlüğü olmuştu. kentlerinin, köylerinin kapılarını ispanyollara açmışlar, konuklarının kendilerine karşı kötü niyetli olduklarını en hazırlıksız anlarında anlamışlardı. ilkel silahları ispanyolların top ve kılıçları karşısında etkisizdi. işgalciler kurbanlarına hiç acımadılar. çocukları öldürdüler, hamile kadınların karınlarını yardılar, gözlerini oydular, bütün bir aileyi bir arada yaktılar, geceleri köyleri ateşe verdiler.

ispanyollar köpeklerini özel olarak eğitiyor, onları kaçan yerlilerin peşinden ormana salıyorlardı.

yerli erkekler birbirlerine demir zincirlerle bağlanarak gümüş ve altın madenlerinde çalışmaya gönderildiler. birisi öldüğü zaman bedeni kesilerek zincirden çıkartılıyor, zincire bağlı öteki yerliler hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam ediyorlardı. yerlilerin çoğu madenlerde 3 haftadan fazla dayanamadı. kadınlara kocalarının gözleri önünde tecavüz ediliyor, kadınların bedenleri parça parça kesiliyordu.

en sık rastlanan işkence yöntemi çene ve burnu kesmekti. bartolomeo las casas, köpekleriyle yaklaşan ispanyol askerlerini gören bir yerli kadının kendini çocuğuyla birlikte astığını anlatıyordu. bir asker gelip çocuğu kılıcıyla ikiye bölmüş, bir parçasını köpeğine verdikten sonra, çocuğun isa'nın cennetine gitmesi için papazdan son görevini yerine getirmesini istemişti.

kadınlarla erkekler birbirlerinden ayrılmıştı; çaresiz, korku içindeki yerliler arasında intihar edenlerin sayıları giderek artıyordu. 1533 yılından 1588 yılına kadar, yeni dünya'nın yerli nüfusu 80 milyondan 10 milyona düşmüştü.

yerlileri doğrarken ispanyolların vicdanları rahattı; çünkü normal bir insanın ne demek olduğundan emindiler. mantıkları onlara normal insanın pantolon giydiğini, tek bir eşi olduğunu, örümcek yemediğini ve yatakta yattığını söylüyordu:

"dillerini hiç anlayamıyorduk; davranışları, dış görünüşleri, hatta kılık kıyafetleri bile bizimkilerden çok farklıydı. hangimiz onların vahşi birer hayvan olduğunu düşünmedi ki? hangimiz sükunetlerini aptallıklarına, cehaletlerine yormadı? üstelik, bizim el öpme, eğilerek selam verme gibi alışkanlıklarımızdan bile habersizdiler."

görüntüleri insana benzeyebilirdi ama pantolon giymemeleri olacak iş değildi.