31.3.10
uzun lafın kısası
havelock ellis: modern dünyanın dini karmaşasının sebebi, antik kudüs'te bir tımarhanenin olmamasıdır.
lorca: gün oturan bir hayalettir. bütün geceleri sevmek için tek bir günü iyi anla.
richard rorty: eğer özgürlüğe özen gösterirsek hakikat ve iyilik kendi başlarının çaresine bakmayı bilirler.
rene char: dünyaya gelip de ortalığı karıştırmayan insan ne saygıya ne de sabırla karşılanmaya değer.
uwe timm: evin anahtarına sahip olan bir kadına cinsel yakınlık duymak mümkün değildir.
gregory dart: çoğu kez aşkın peşine düştüğümüzde ruh halimiz, satın alınacak bir meta aradığımız zamanki ruh halinin tıpatıp aynısıdır; yani bir tüketici gibi davranırız.
kiran desai: canavarlıklar hep haklı bir davanın görüntüsü altında işlenir.
hubert dreyfus: hayat artık evrendeki ilgi çekici her şeye seyirci kalıp bu tür eğilimi olan insanlarla iletişim kurarak can sıkıntısını def etmekten ibarettir.
john steinbeck: keşke neyin günah olduğunu bilseydim. hiç durmaz yapardım.
isabel fonseca: yerleşik bir yaşantısı olan insanlar gezginlerden, yabancı oldukları için değil, tanıdık oldukları için korkarlar. çünkü onlar, bize aslında kim olduğumuzu anımsatır.
ingeborg bachmann: ruhun güzel yarınıdır, o hiçbir zaman gelmeyen.
29.3.10
kötülük sorunu

1. tanrı yok.
2. tanrı var ve orospu çocuğunun teki.
3. tanrı var ama ara sıra uykuya dalıyor, gördüğü kabuslar bizim varoluşumuz.
4. tanrı var ama deliliğin kapısını açacak anahtarı yok, bu anahtar bizim varoluşumuz.
5. tanrı her yerde değil, her yerde aynı anda olması olası değil. arada bir kayboluyor. başka dünyalara mı gidiyor? başka işler mi yapıyor?
6. tanrı zavallı bir şeytan. gücüyle ilgili sorunları var. yapıtıyla boğuşan sanatçı gibi maddeyle boğuşuyor. arada bir goya olabildiği de oluyor; ama genellikle tam bir beceriksiz.
7. tanrı tarihten önce karanlıklar prensi'ne yenildi. bozguna uğramış bir şeytana dönüştürüldü, prestijini yitirdi ve bu belalı evrene atandı.
tüm bu olasılıkları ben uydurmadım, gerçi başlangıçta öyle sanıyordum; ama sonra diğer insanların da bazılarına, özellikle zafer kazanmış şeytan kuramına inandıklarını gördüm. bin yıldan fazla bir süredir, gözüpek ve açık fikirli insanlar bu sırrı ortaya çıkarmak için işkencelere maruz kaldılar, öldüler, yok edildiler ve dağıtıldılar, böylece dünyayı yöneten güçlerin, iktidarlarını sürdükleri sürece küçük insanlar tarafından durdurulamayacağı görüldü. zavallı dilenciler ya da dahilere engizisyon tarafından işkence yapıldı, yakıldılar, kazığa oturtuldular, canlı canlı derileri yüzüldü, halklar sürüldü, yok edildi. çin'den ispanya'ya kadar, dinler gizlerini ortaya çıkaracak tüm girişimlerin köküne kibrit suyu ekti. başarılı oldukları da söylenebilir. bazı örgütler yok edilemediyse bile müslümanlık gibi bir yalan kaynağına dönüştürüldüler.
kral

böyle bir kral, bir tören adabından, yasaklardan ve kurallardan oluşan bir ağla çevrili bir yaşam sürer; burada amaç onun kutsallığını, konforunu artırmak değil, doğanın uyumunu bozarak kendini, halkını ve evreni ortak bir felakete sürükleyebilecek davranışlara girmesini engellemektir. bu kural ve törenler, konforunu artırmak şöyle dursun, her hareketini engelleyerek özgürlüğünü ortadan kaldırır ve çoğu durumda korumaya çalıştıkları yaşamını onun için bir yüke, bir üzüntüye dönüştürür.
krallarını seçimle atayan sierra leone'li vahşi timmeler, taç giyme töreninin arifesinde ona dayak atma hakkını saklı tutarlar ve bu yasal ayrıcalıklarını öylesine yürekten iyi niyetle uygularlar ki bazen mutsuz monarşist -kral- tahta çıktıktan sonra uzun süre yaşamaz. dolayısıyla büyük şefler bir adamdan hoşlanmadıkları ve ondan kurtulmak istedikleri zaman onu kral seçerler.
27.3.10
kulaktaki meşale
elias canetti
bir yazarın saygınlığı özellikle savaş sırasındaki tutumuyla ölçülür.
aşk diye bir şey yoktur. aşk, şairlerin uydurduğu bir şeydir. er geç bir kitapta okursun aşkı ve genç olduğun için hemen inanırsın. yetişkinlerin senden bunu sakladığını sanırsın, bu nedenle de hemen üstüne atlar, kişisel olarak yaşamadan inanıverirsin. hiç kimse kendi başına, kendi yaşantısı içinde rastlamamıştır aşka. çünkü aşk diye bir şey yok aslında.
bir insanın yaşamı için gereksindiği birkaç resim vardır ve bunları erken bulursa, kendisinden yitirdikleri aşırı boyutlara varmaz.
en korkunç yazgı bile binlerle çarpıldığında ufalanır, bir toz tanesine dönüşür. mit; bir insana ulaşır, onu boğar, aklını karıştırır. mit, doğa yasasına indirgenmiştir ve bu, bir insan için dans etmesine yarayacak küçük bir flütten başka bir şey değildir.
yaşlıyla birlikte daha çok şey ölür. bütün o yıllar ölür. onunla yitip giden şeyler daha fazladır.
insan şiirleri hep sesli okumalı, mırıldanmakla yetinmemeli.
hiçbir şey, bir başka kişinin iç dünyasına girme arzusundan daha dayanılmaz değildir. eğer bu, sözcükleri yerli yerine koymasını iyi bilen biriyse, suskunluğu, karşısındakinin arzusunu büsbütün dayanılmaz kılar. onun içindeki sözcükleri ele geçirmeye çabalarsınız; bunları, konuğu bekledikleri yerde, onun gülümsemesinin ardında bulmayı umarsınız.
uzakta birini düşünmek her zaman için daha iyidir. insanlar birbirlerine yeterinden fazla yakın olursa fazla sürtüşme olur, ilişki yavanlaşır.
belki de sanatın en önemli görevi, çoğu kez unutuluyordu: coşkuları durultma görevi yoktur sanatın, avutma görevi yoktur, yaşantılar mutlu sonlar getirecekmiş gibi her şeyi bir yana bırakmaz, çünkü yaşantılar mutlu sonla bitmez.
veba, ülser, işkence korku -iyileştirilen bir vebanın ardından daha da kötü bir korku yaratılır. her zaman için aynı olan ve gözlerimizin önünde bulunması gereken bu hakikat karşısında avutucu aldatmacaların ne anlamı olabilir ki? başa gelecek bütün korkunçluklar, bütün korkular öngörülmüş burada.
insanın karşısında gerçek bir insanoğlunun varlığını fark etmesinde şaşırtıcı bir yan var mı? insanın bu kişiye gereksinmesi vardır; çünkü o, çarmıha gerili değildir. kopyalamakla uğraştığı sürece başına hiçbir şey gelmez.
düşünce olarak kalmayı amaçlayan acı, başka hiçbir şey yapamaz.
uzaklık yaratmada birinciydi; bu konuda çok yetenekliydi ve bu uzaklıkları öyle sarsılmaz bir şekilde kuruyordu ki, diğerlerinin elinden tutup üzerinden atlamasına yardımcı olması olanaksızdı.
26.3.10
yeter ki sonu iyi bitsin
yazın bittiği
25.3.10
istasyon

memlekette, gişesi mukavvayla kapalı, büfesinin storları inik, ne gazete ne bilet satılan, memursuz, bekçisiz; ama yine de köyleri bölgenin kentine bağlayan bir trenin günde bir ya da iki kez uğradığı pek çok istasyon vardır.
oysa, istasyon binasının salonundaki camlı çerçevede asılı tarife de yok şimdi. cam zaten kırılıp gitmiş, çerçevenin içindeyse bir birahanenin reklam pulları bulunuyor. koca koca dış seyahat afişleri ya boydan boya yırtık ya da politik yazı püskürtmeleriyle kaplı. bu istasyonun hala işlediğine yönelik en küçük bir belirti yok ortalıkta. ama bitkin yolcu, sırt çantasını çıkarıp süprüntü yığınını kenara iterek bir bankın üstüne ille de oturmuş işte. her ihtimale karşı treninin gelmesini ve durmasını bekliyor. ilk bir saat içinde, önden hiç anons edilmeksizin bir yük treni ve ardından bir ekspres, homurtuyla gelip geçiyor. ama bekleyen adamı zerrece şaşırtmıyor bu ve bekleyişinde herhangi bir kuşku da doğurmuyor. bir başına saatlerce yürüdükten sonra nihayet istasyona varmıştır. ve bağlantılı herhangi bir yerleşim yeri bulunmaksızın, çift hat yanında öylece duran bu bina, kendisini rahatça evine ulaştıracak doğru bir yere geldiğinin yeterli güvencesidir. kaldı ki mantıksız da değil, kesin bir sakat yargıyı izlemektedir o: hiçbir tren durmuyor olsa böyle açık bir istasyon da olmazdı; yorgun yolcuların umuda kapılmaması için hiç değilse kilitli olurdu.
her neyse, adam oturmayı sürdürür ve kendi treninin er geç gelip duracağına inancı hiç sarsılmaksızın saatler boyu bazı trenlerin durmadan geçişini dinler. çünkü karasu inmiş ayaklarını biraz dinlendirmek için bir bekleme salonuna varıp da mekanın niteliğine karşın burada beklemenin artık hiçbir işe yaramadığına inanmak oldukça zor; hatta belki de imkansızdır bile. kaskatı bankın üstüne uzanır, sırt çantasını şakaklarının altına sokar. istasyonun koca binası içinde uykuya dalar. o içindeki köklü sabır ve evine gitmekten ibaret olan tek kaygı sayesinde, tüm duyularını, kendisine sıkıntı verebilecek ve havasını bozabilecek her çeşit ayrıntıdan uzak tutmayı başarmıştır.
23.3.10
neo-liberalizm

başka hangi yüzyılda krallar, daha az kişinin daha çok yiyeceği, daha çok kişinin aç kalarak öleceğini ve herkes için en iyisinin bu olduğunu söylese bu kadar geniş bir tebayı inandırabilirdi kendine? hangi kral, "gökyüzünün ve yeryüzünün tüm renkleri yok olana kadar somuracağız maviyi ve yeşili. doğanın kusmuklarından ciklet ve deodorant yapacağız." dese, hangi çılgın teba sevinçle koşardı cikletlerle deodorantları almaya? "asyalı çocukları tuvalete bile gitmelerini yasaklayarak çalıştıracağız ve onların küçük elleriyle yaptıkları plastik oyuncakları hazır yemek zincirlerinde dünyanın dört bir yanında hediye olarak, zehirli 'çocuk menüleriyle' birlikte başka çocuklara vereceğiz. böylece doğu'daki ve batı'daki çocukların aynı anda canına okuyacağız" dese krallar, hangi cahil orta çağ insanı inanırdı buna? başka ne diyor krallar:
bir kıtanın bütün güzel, küçük kızlarını alıp para karşılığı tecavüze uğramaları için gemilere bindirip başka memleketlere göndereceğiz!
geri kalan erkeklere birbirlerini öldürmeleri için eski masalları hatırlatacağız. "kimlik" ve "inanç" diye iki karışmış yumağı önlerine atacağız ve onlar bu yumakların olmayan ucunu bulmaya çalışırken gerek duydukları silahları, kurşunları biz onlara satacağız!
güney'i öyle sömüreceğiz ve susturacağız ki, iyice sersemleyip gövdelerine bombalar bağlayarak şehir merkezlerinde patlayacak insanlar. biz bu arada fabrika gemilerimizle kendimize ucuz işçi aramak için ülke ülke dolaşacağız. hangi ülkenin zenginleri bizi yerli açlardan korumak için daha çok silaha ve vicdansızlığa sahipse orada konaklayıp emeceğimiz zenginlikler bitince "bay bay!" diyerek çekip gideceğiz. belki geride bizden hatıra olsun diye ufak tefek toplumsal sorumluluk projeleri bırakacağız. diyelim nijerya'da toprağın canını emip buna karşı çıkanları astırarak arkasından bir çocuk parkı yapacağız.
orta doğu'nun kalbini duvarlarla ikiye ayıracağız. duvar işi tutarsa bu fikri amerika kıtalarına taşıyacağız.
batı'da insanların yapılanlardan vicdan azabı duymaması için yeni filmler üreteceğiz durmadan. kötü adamları vampirlerden ve şeytanlardan tutacağız. gençler artık dünyayı kurtarmak istemeyecekler; çünkü kötülüğün, vampirler ve ufo'lardan geldiğine inanacaklar. eski isyan hikayelerini onlardan o kadar iyi saklayacağız ki, yoksunluğun kaderleri olduğundan başka bir şey bilmeyecekler. öfkelendikçe ellerindeki "play station" düğmelerine daha hızlı basıp hayali canavarları öldürecekler. yetmezse internetten silah ısmarlayıp kurşunlarını wall mart'tan alarak gidip okullarında asgari ücretle çalışan öğretmenlerini vuracaklar. onlar öğretmenleri vurmazsa öğretmenler aklını oynatıp öğrencilerini kurşunlayacaklar. bu arada hiçbir şey üretmeden sayılarla oynayanlar wall street'te, öğretmenler ve öğrenciler için onlar hiç bilmeden karar verecekler. onlar karar vermeden önce sabahları gelip askerler, orta doğu'ya uzaktan attıkları bombaların çocukları öldürdüğünü saklayarak borsanın başlangıç çanını çalacaklar.
gün akşam olacak, avrupa'nın arka sokaklarında "kağıtsız" ve "kayıtsız" adamlar ve kadınlar, nelerini satsalar sabaha bir çörek parası kazanacaklarını düşünecekler. en çok kamyonların arkasında gelen yeni kağıtsız ve kayıtsız adamlardan ve kadınlardan, yani kendilerinden de ucuz olandan nefret edecekler. gölge gibi büyüyecek kalabalıklar sokaklarda. çünkü sistemin güneşi battıkça uzayacak yoksulluğun gölgesi. bütün avrupa kapkara bir buluta benzeyen yoksulluk gölgesiyle karanlıkta kalana kadar sürecek bu. sonra bir gün paris'in arka sokaklarında gölgelerin arasından bir patlama duyulacak, bir araba yanacak. büyük isyanlar için geri sayım başlayacak.
bütün bunlar olurken, bütün bunlar geçip giderken yerin yüzünden, karın kaslarınızın düzleşmesi için yeni aletler icat edilecek ve victoria's secret defilesi için yeni seçmeler yapılacak. güzellik yarışmalarında kızlar insanlara yardım etmekten söz edecek ve dünya barışından; ama yine de en güzel memelisi birinci gelecek. araba ve kot pantolon reklamlarında icat edilecek hayat sloganları. giderek daha büyük kalabalıklar, içlerindeki sıkıntıdan nike ayakkabı giyerek kurtulabileceğine inanacak. kadınların dudakları kolajenle şişerken, erkekler içinden ferrari'ler geçen hayaller için bir araya gelecek sadece. çocuklarımızı göndermek için en iyi okulları bulmaya çalışacağız ve bu okulların hiçbiri çocuklara ağaçların isimlerini öğretemeyecek, bir simidi tam ikiye bölerek paylaşmayı ve arka sıralarda oturan bahtsızlarla dayanışmayı. arada birkaç tane üretim hatası çıkarsa, bir çocuğun aklına bütün bunların yanlış olduğu takılıverirse onların da icabına, zamanı gelince hapishanelerimiz bakacak. hapishanelerimiz kıymalaştırılamamış genç insanları sadece atm'lerden para çekebilen yaratıklara dönüştürene kadar işkence edecek. işkenceden bir sonuç alınamazsa bazı mahkumlar "sabuna basıp kayarak düşecek." ölenler hesabı sorulamayacak kadar çoğalacak. hesap sormak isteyenler aç kalmakla tehdit edilecek. sonunda ekranda kolları ve bacakları olmayan bir çocuk göreceksiniz. zenginlerin bombalarıyla yok edilmiş bir çocuk çıkıp o zenginlerden takma kol ve bacak alacak. dünya ağlarken izlediklerine, reklamlar girecek. en sonunda, bütün bunların yeniden başlaması için bir reklam arası verilecek. reklamlar bitince.. ne demiştik en başta? krallar yeniden konuşmaya başlayacak. konuştuklarında en çok bütün bunların insanlığın başına gelebilecek en iyi şey olduğunu söyleyecek krallar. biz başka bütün hayat seçeneklerinin uzak birer hayal olduğuna inanacağız bu keşmekeş içinde. ya ulaşılmayacak kadar güzel ya da güzel olamayacak kadar masalsı. işte bu yüzden venezuela çok uzak geliyor bize. bu yüzden öyle inanmaz ya da kötü bir son bekler gibi bakıyor insanların gözleri o ülkeyle ilgili anlattıklarıma.
periler ölürken özür diler
22.3.10
saklı su

jose garcia villa: insan kişiliğinin gelişmesi ve birliğe kavuşmasını ben bir insanın ulaşabileceği en büyük başarı sayıyorum.
yahya kemal: annemin resminden mahrumum. onun bir resmi hayatımın en büyük bir yadigarı olurdu. annemin simasını şimdi iyi hatırlayamıyorum. islam tesettürünün en şedit bir muhitinde doğduğu, yaşadığı ve öldüğü için bir resmini bırakmadan kayboldu.
"çünkü hep böyle olur. bir an gelir, kopar film. umulmadık bir anda tutulur güneş. gece vakitsiz iner." (onat kutlar)
federico garcia lorca: hiç kimse bu zamanda "sanat sanat içindir"e inanmaz. dünya olaylarının bu dramatik anlarında, sanatçı, halkıyla birlikte gülmeli ve halkıyla birlikte ağlamalıdır.
selahattin hilav: gerçekliğin dile getirilmesi büyük şiirin amacıdır.
nazım hikmet: klasik sanatkar, kendi devrinde yenilikçi olandır; yeniyi getirendir. tersine, devrinde yeni olmayan hiçbir sanatkar klasik olmamıştır.
özdemir asaf: her insanın bir öyküsü vardır ama her insanın şiiri yoktur.
sait faik: her insandan korkuyorum. kimdir bu sokakları dolduran adamlar? bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar birbiri içine giren şehirler yapmışlar? aklım ermiyor. birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?
eski öykü
21.3.10
birisi

sınıfın onuncusu

incil bilgisi: a, yani çok iyi. fransızca: c, yani orta. ingilizce: b, yani iyi. arapça: b, yani o da iyi. geometri: c. biyoloji: b. yerbilim: b. tarih: b. hal ve gidiş: a. uygulama: a.
- aferin, dedi bana, iyi çalışıyorsun, senden memnunum.
sonra, arka sayfayı çevirdi, kaşlarını çattı ve bağırdı:
- ne? sınıfın onuncusu musun yalnızca?
- ama anne, bir saniye önce bana aferin dedin!
- onuncu, ha! utanman gerekiyor!
- onuncu olmanın ne önemi var, notlarım iyiyse?
- hiçbir şey duymak istemiyorum. oğlumun karnesinde onun onuncu olduğunu bir daha görmek istemiyorum!
annemin kulaklarımda çınlayan o sözüyle okula geri döndüm: "oğlumun karnesinde onun onuncu olduğunu bir daha görmek istemiyorum!" kendime şunu sorup duruyordum: ne yapmalıyım? onu memnun etmek için ne yapmalıyım?
daha fazla çalışamazdım, o zamana kadar elimden gelen çabayı göstermiştim. buna karşılık, ötekilerin benim kadar başarılı olmamasını sağlayabilirdim. evet, çözüm buydu, onların önüne geçmek için bundan böyle davranışımı değiştirecektim. örneğin, dokuzuncu olan öğrenci gelip de benden bir geometri problemini çözmek için kendisine yardım etmemi istediğinde, onu reddedecektim. dost olduğumuzu, ona yardım etmemin doğal olduğunu söyleyerek bana baskı yapacaktı belki. bunun önüne geçmek için, ilk fırsatta onunla dalaşacaktım; böylece, bir daha bana hiçbir şey sormayacaktı, ben de ona yardım etmek zorunda kalmayacaktım.
aynı şekilde, bir derste öğretmenin bir konu üstünde özellikle durduğunu ve sınavda bunu bize olasılıkla soracağını fark edecek olursam, daha önce hep yaptığım gibi, bunu herkese söylemekten kaçınacaktım; tersine, o bilgiyi kendime saklayacak, sınav bitince öğrenciler o soruya hazırlanmadıklarından yakındıkları sırada, ben buna üzüleceğime, içim sevinçle dolacaktı.
işte böyle, davranışlarımı bütünüyle değiştirmeyi öğrenmem gerekiyordu. örneğin, öğrencilerden biri hastalanacak olsa, şimdi yaptığım gibi, derslerinden geri kalmaması için, ona gidip o gün sınıfta neler yaptığımızı anlatmayacak, onun başına gelene sevinecek, içimden onun uzun süre hasta kalmasını dileyecektim; buysa onun yarışmanın dışında kalmasını sağlayacak, bana da onun önüne geçme fırsatını verecekti.
göreceksin anne, baştan aşağı değişeceğim, söz veriyorum sana. gelecek karnede oğlun sınıfın onuncusu olarak kalmayacak!
20.3.10
kürk mantolu madonna

insanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.
mühimce mevkilere geçen adamların esaslı adetlerinden biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. sonra, o zamana kadar "siz" diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça "sen" diyecek kadar alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak; hatta çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak..
nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.
insanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır? hele bunu yapmak fırsatı, birtakım ince hesaplar dolayısıyla, ancak muayyen bazı kimselere karşı kendini gösterirse..
bütün teessürlerimiz, inkisarlarımız (düş kırıklıklarımız), hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. her şeye hazır bulunan ve kimden ne geleceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?
etrafları tarafından anlaşılmayan, haklarında daima yanlış hükümler verilen insanların zamanla bu yalnızlıklarından bir gurur ve acı zevk duymaya başladıklarını biliyordum; fakat hiçbir zaman etrafın bu hareketini haklı bulacaklarını tasavvur edemiyordum.
dünyanın en basit, en zavallı; hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir! niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rastgeldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiyoruz?
insanlara kendinden hiçbir şey bırakmak istemeyen ve yalnızlığını, ölüme giderken bile beraber alan bu adama karşı içimde nihayetsiz bir merhamet ve onun mukadderatına karşı nihayetsiz bir alaka uyandı.
insan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor. ben de yaşayacağım.. ama nasıl yaşayacağım! bundan sonraki hayatım nasıl dayanılmaz bir işkence olacak! ama ben dayanacağım.. şimdiye kadar olduğu gibi..
hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim.
bu kadar az emekle bu kadar büyük işler başarmaya kalkan insanlara belki içerlemek icap ederdi. fakat onların hiç kimse tarafından anlaşılmamak ve gülünç olmak gibi bir cezayı da adeta marazi bir zevkle ve isteyerek kabul ettiklerini düşününce acımaktan başka yapılacak iş yoktu.
bir kadın herhangi bir şekilde hoşuma gidince ilk yaptığım iş ondan kaçmak olurdu. karşı karşıya geldiğim zaman her hareketimin, her bakışımın sırrımı meydana vuracağından korkar, tarif edilmesi imkansız, adeta boğucu bir utanma ile dünyanın en zavallı bir insanı haline gelirdim. hayatımda hiçbir kadının; hatta annemin bile gözlerine dikkatle baktığımı hatırlamıyorum.
kendimi bildim bileli, bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım.
dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir.
şuna dikkat edin ki, benden herhangi bir şey istediğiniz gün her şey bitmiş demektir. hiçbir şey anlıyor musunuz, hiçbir şey istemeyeceksiniz.
canlı bir mevcudu kendisine uygun olan iklimden ayırarak, birkaç meraklının keyfi için bu berbat şartlara tabi etmek bir nevi işkence değil midir?
göreceksiniz ya, ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım. hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir.
hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sükutu, ne inkisar (düş kırıklığı) kalır. bu halimizle hepimiz acınmaya layıkız; ama kendi kendimize acımalıyız. başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız vardır.
hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar aciz ve gülünç olamaz. buna rağmen, bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır. aman yarabbi, insan deli olur.
para kazanmaya mecbur oldum. bundan şikayetçi değilim. çalışmak hiç de fena bir şey değil. bana dokunan, ruhlarımızı alçaltmadan çalışmak isteyişimizin hoş görülmemesi..
benim fikrimce aşk diye ayrı, mücerret bir mefhum yoktu. insanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşktı. yalnız yerine göre isim ve şekil değiştiriyorlardı. kadınla erkek arasındaki sevgiye hakiki ismini vermemek bir nevi kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildi.
aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati beya bazen derin olabilen sevgi değildir. o büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilmediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilmeyiz. halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. aşka girmeyen şey ise tahlildir.
aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.
insan ömrü doğumdan ölüme kadar uzanan tek bir yoldan ibarettir ve bunu üzerinde yapılan her türlü taksimat sunidir.
eğleniyorlardı. yaşıyorlardı. ve ben, kafamın içine ve yalnız kendi ruhuma kapanmakla onların üstünde değil, altında bulunduğumu anlıyordum. şimdiye kadar zannettiğim gibi, kitleden ayrılmanın bir hususiyet, bir fazlalık değil, bir sakatlık demek olduğunu hissediyordum. bu insanlar dünyada nasıl yaşamak lazımsa öyle yaşıyorlar, vazifelerini yapıyorlar, hayata bir şey ilave ediyorlardı. ben neydim? ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyordu? şu ağaçlar, onların dallarını ve eteklerini örten karlar, şu ahşap bina, şu gramofon, şu göl ve üzerindeki buz tabakası ve nihayet bu çeşit çeşit insanlar hayatın kendilerine verdiği bir işi yapmakla meşguldüler. her hareketlerinin bir manası vardı, ilk bakışta göze görünmeyen bir manası. ben ise, dingilden fırlayarak, boşta yuvarlanan bir araba tekerleği gibi sallanıyor ve bu halimden kendime imtiyazlar çıkarmaya çalışıyordum. muhakkak ki dünyanın en lüzumsuz adamıydım. hayat beni kaybetmekle hiçbir şey ziyan etmeyecekti. hiç kimsenin benden bir şey beklediği ve benim hiç kimseden bir şey beklediğim yoktu.
bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazan hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.
hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. yahut bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi.
önüne geçmek mümkün olmayan işlerde telaş ve heyecan göstermek çocukluktur.
ona ne kadar muhtaç olduğumu şimdi anlıyordum. ben hayatta yalnız başına yürüyebilecek bir insan değildim. daima onun gibi bir desteğe muhtaçtım. bunlardan mahrum olarak yaşamam mümkün olamazdı. buna rağmen yaşadım.. ama, işte netice meydanda.. eğer buna yaşamak demek caizse, yaşadım..
kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor.
19.3.10
susarak
sivil itaatsizlik
yakup coşar: ilk kez 1848 yılında amerika'da thoreau tarafından kullanılan "sivil itaatsizlik" kavramı, haksız bir uygulamaya karşı bütün yasal yollar denendikten sonra girişilen yasa dışı eylem anlamına gelir.
john rawls: en yüksek yargı mercii yasama, yürütme ya da yargı değil kamuoyudur. sivil itaatsizlik özellikle bu organa başvurur.
martin luther king: insanın, dayanma gücünün sonuna geldiği ve kendisini umutsuzluk ve karanlıktan başka bir şeyin beklemediği adaletsizlik uçurumuna itilmeye artık razı olmadığı bir an gelir.
yakup coşar: balkanlardan ya da kafkaslardan gelen bütün göçmenlere "hoş geldin" denilirken, bu toprakların yerlileri kürtlerden, alevilerden bu tanıma/kabul jestinin esirgenmesi türkiye'nin dehşet verici bir gerçeğidir.
henry david thoreau: en iyi hükümet, en az yöneten hükümettir.
johan galtung: tek insanlık öğretisine göre, sorun asla başka insanlara karşı bir kavga sorunu değildir. insan, ayırıcı olana ve insanlığın ortak değerlerinin gelişmesi önünde engel teşkil eden şeylere karşı savaşır.
henry david thoreau: insanlar bir hükümetleri olduğu yolundaki tasarımlarını tatmin etmek için, tıkırtısını duyacakları, hükümet denen karmaşık bir makineye ihtiyaç duyarlar.
yakup coşar: hannah arendt'e göre totaliter rejimlerde insandan beklenebilecek tek şey kötülüğün ortağı olmamak, bu anlamda kamusal alandan çekilmektir.
henry david thoreau: paranın çokluğu oranında dürüstlük azalır; çünkü para insanla nesneler arasına girer ve insan için nesneleri elde eder.
norman cousines: devletin varlığının meşruiyeti insan haklarını koruma derecesiyle ölçülür.
hannah arendt: iyi insanlar, ancak güç dönemlerde, tüm toplum tabakalarından yoktan var olur gibi ortaya çıkışlarıyla tanınırlar.
wilson carey mcwilliams: kurumların iflas ettiği yerde, politik toplumun devamı insanların iradelerine kalır; ama insanlar rüzgarda sallanan cılız kamışlar gibidirler, kötülüklere en azından rıza göstermeye eğilimlidirler.
jürgen habermas: kendinden emin her demokratik devlet, politik kültürünün zorunlu bir unsuru olduğu için, sivil itaatsizliği kendi yapısının ayrılmaz bir parçası olarak görür.
albert camus: kişisel huzuru ve mutluluğu korumak için haksızlığa karşı direnmek gerekir.
hans saner: direnişin en gerekli olduğu yer, pratiğe uygulanma şansının en az olduğu yerdir; pratik olarak en kolay uygulanabileceği yer ise en az gerekli olduğu yerdir.
jürgen habermas: hükümeti kararını değiştirmeye zorlayacak tek şey, meşruiyetini kaybetme riskinin ortaya çıkmasıdır.
18.3.10
stefan zweig

mesafeli kişiliğini babasından almış gibiydi, özel notlarında aile üyelerine ilişkin notlara çok seyrek rastlanır.
dönemin anlayışına göre, okulun tek önemli görevi, 'bizi geri bırakmak değilse de, ileriye götürmek de değildir.'
onun doğası, uyumsuzlukları dengeleyen, beraberlik ruhu taşıyan, başka dünya görüşlerinin ve fikirlerinin de olduğunu kabul eden bir öze sahiptir.
politikaya girmeyi hep reddetmiştir. bir kez bile oy kullanmamıştır. sanatçı politikayla uğraşmamalıdır.
özeleştiri: kendi şiiri olgunlaşmamıştır, duygu yüklüdür, sadece biçim üzerinde ukalaca oynanmış oyun oynama zevkinin ürünü olan el sanatından başka bir şey değildir. bol miktarda sıfat kullanılıp benzetmelere yer verilmiştir.
o zirveyi oluşturan coşku bende yok. sarhoşluk duygusu veren heyecan. her zaman aklım duygularıma biraz baskın çıkıyor.
tanrıya inancın yerini özgür, akıllı, yaratıcı insana inanç alır.
verhaeren'in yaşamındaki en büyük amaç bireysel özgürlüktür. hayatından hoşnut olduğu için bağımsızdır. çalışmayı günlük bir gereklilik olarak görmektedir. kendini beğendiği için ya da hırslı olduğu için değil, aksine yaratıcılık gerektiren işinde entelektüel ve ruhsal yeteneklerinin gelişmesini sağlamak için çalışmaktadır.
özgüven duygusunun oldukça zayıf olduğunu düşünen zweig, kendisine ve yaptığı işlere karşı hayli eleştireldir. sistematik düşünce yönteminden yoksun olduğu görüşündedir. oysa doktora çalışması bu iddiayı çürütmektedir. doğru kurgulanmıştır ve mantık yönünden inandırıcıdır.
anlaşılması zor psikolojik olaylar benim üzerimde açıkça huzursuzluk yaratan bir etkiye sahip, nedenleri hissetmek.. benim ilgimi çekiyor, garip insanlar sadece varlıklarıyla bile, bende onları tanıma isteği uyandırabiliyor.
yakın olma ile mesafeli kalma arasındaki önemli ilişki içinde o, anlatı figürlerinin gizemli davranışlarının ipucunu bulmaya ve onların hareketlerinin ve acılarının köklerine inmeye çalışır. neden öyle olmak zorunda olduklarını, nasıl olduklarını okuyucuya anlatabilmek ister.
yerleşik bir yurttaş değildir, iç dünyasında gerilimli ve huzursuzdur.
zweig, mekan değiştirme güdüsüne sadece kendi iç dengelerini kurmak için değil deneyimlerini artırmak ve ruhen gençleşmek için de gereksinim duyar. "gezide olduğum zaman bütün bağlar birdenbire kopuyor, kendimi sıkıntılarımdan arınmış, bağımsız ve özgür hissediyorum. bütün geçmiş yıllar geri geliyor, hiçbir şey önemini kaybetmiş geçmiş değil, her şey tüm çekiciliğiyle en başta."
zweig kendisini hala bağlanmak istemeyen ve bağlanamayan bir çırak, bir öğrenci olarak görmektedir. bu yüzden geçici olanı sever. ona bağımsız bir yaşam olanağı sunan yeni evi de onun için bir dinlenme yerinden, büyük yolculukları arasında bir kaçış noktasından başka bir şey değildir.
adaletten söz eden kişinin adil olamayacağını öğrenir.
bir kadına söyleyeceklerini, sözcükleri gereksiz kılan bir bakışla anlatmaya alışmış biri. duygudan eser yok.
zweig, kız arkadaşına zaman zaman "büyük tavşanım" diye seslenir. çok anlamlı bir hitaptır bu; çünkü frederike zamanla, stefan'ın tam anlamıyla homme a femmes olduğunu ve çıktığı birçok gezinin hemen hepsinde sayısız "küçük tavşan"la birlikte olduğunu anlar.
gönüllü asker olarak savaşa gitme planlarını kafasından geçiren prag'daki hassas franz kafka bile, kendisine çoktan önlem olsun diye ağır asker çizmeleri almış, savaşa gitme şansına nail olan harekete hazır askerleri kıskançlıkla izlemiştir.
yenilgi, yenilgiye uğramış olanları ruhsal yönden zenginleştirir.
yahudilerin tekrar bir ulus olmasını ve böylece gerçekliğin rekabetine maruz kalmalarını istemiyor olmak..
zweig'ın tarihsel belge olarak değerlendirdiği bir söylentiye göre türkler, 1453'te yanlışlıkla açık unutulmuş kale kapısından geçerek kente girmiş ve istanbul'u almışlardır.
tarihin adil olup olmadığı söylenemez; çünkü etik bir ölçütü yoktur. ama adalet üzerine değil şiddet üzerine kurulduğu için, zaferi elinde bulunduranlarla işbirliği içindedir.
uyguladığı yöntem sayesinde fazlalıkları atarak 1000 sayfalık bir metni 200 sayfaya indirdiği çok görülmüştür.
rusya gezisinde çantasında bulduğu bir mektup: size söylenen her şeye inanmayınız. size bir şeyleri gösterirken birçok şeyi de gizlediklerini unutmayınız. sizinle konuşan insanların genellikle, size gerçekten söylemek istediklerini değil, size söylemeye izinli oldukları şeyleri dile getirdiklerini unutmayınız. biz hepimiz gözetleniyoruz, siz de aynı şekilde. çevirmeniniz her sözünüzü aktarıyor. telefonunuz dinleniyor ve attığınız her adım kontrol ediliyor.
esasında hayatla ilgili çok şey yaşandı. bundan sonrasının inişten başka bir şey olmayacağı kesin.
nazilerin seçim zaferini; gençliğin, ulaşılmaz politikaya karşı, belki akıllıca değil ama özünde doğal ve tamamen hoşgörülebilir bir başkaldırısı olarak yorumlar.
gerçekdışı ne varsa yüzsüzce kanatlarını açmış havalanıyor, gerçeğin kendisi ise yasadışı. kanalizasyonlar açıkta akıyor ve insanlara onun kokusu çok güzelmiş gibi geliyor.
o yalnızca bir fazlalık gibidir artık
şu hastalıklı dünyada
güneş ışığı kendisidir yalnızca (benno geider)
mülteci olmayı, dengeleri bozan bir tür rahatsızlık, tehdit edici bir kimlik kaybı olarak değerlendirir.
pasifizm barışta gereksiz, savaşta çılgınlık, barış zamanında güçsüzlük, savaş zamanında ise çaresizlik.
friderike'nin neşeli ve canlı kişiliğinin tersine, lotte'nin başkasına muhtaç yapısı, koşulsuz bağlılığı, yeniden bunalıma düşen zweig'a pek yardımcı olmaz.
60. doğum günü: altmış yaşında biri olarak zaten sarsıntıya uğramış ve yarı yarıya tükenmişsinizdir. artık istemiyorum, sadece bu kararı uygulamakta tereddüt ediyorum. başkalarının hiç tahmin edemeyecekleri zor bir şeyin yaklaştığını görüyorum.
montaigne için en güzel ölüm gönüllü ölümdür.
yaşam başkalarının, ölümse bizim istencimize bağlıdır.
intiharla gelen ölüm: 22 şubat 1942: stefan zweig avusturya doğumludur, birkaç ay önce ingiliz vatandaşlığına geçmiştir ve tam 60 yaşındadır. 33 yaşındaki karısı, elisabeth charlotte, kızlık soyadı altmann.. ağır uyku hapları almışlar.
özgür iradem ve açık bilincimle yaşama veda etmeden önce, son bir görevi mutlaka yerine getirmek istiyorum. bana ve çalışmalarıma oldukça iyi ve konuksever bir dinlenme ortamı sunan bu harika ülke brezilya'ya içten teşekkürler. her geçen gün bu ülkeyi sevmeyi daha çok öğrendim, dilini konuştuğum ülkenin dünyası çöktükten, manevi yurdum avrupa kendini yok ettikten sonra, yaşamımı yeniden başka hiçbir yerde kuramazdım.
ama altmış yaşından sonra, yeni bir hayata başlamak için, özel güçlere gereksinim duyuluyor. bendeki güçlerse yıllardır yersiz yurtsuz dolaşmaktan dolayı tükendi. tam zamanında ve elim ayağım tutarken, zihinsel faaliyetleri, her zaman için yeryüzünün en hissedilir sevinci, kişisel özgürlüğü ve en değerli serveti olarak gören bir yaşama son vermeyi, daha doğru buluyorum.
bütün dostlara selam gönderiyorum! uzun bir geceden sonra, yeni bir günün doğduğunu da görecekler! fazlasıyla sabırsız olan ben, onlardan önce gidiyorum.
arkadaşları, yaşamını tamamen şahsi malı olarak gören isyankar adama kırılırlar.
thomas mann: "yine bizden biri, şiddet yoluyla dünyayı değiştirenlere karşı direnmekten vazgeçerek, pes ederek, intihar ederek amansız düşmanı onurlandırma hakkına sahip miydi? o, tüm bunlarla ilgilenemeyecek kadar güçlü bir bireydi."
benim psikolojik bunalımlarımın hiçbir gerçek nedeni yok.
yarattığı edebi kişiler, özellikle de uzunöykülerinde intiharı düşünür veya gerçekten intihar ederler. hassas kişilikleri nedeniyle ruhsal yönden tehdit altındadırlar ve kendilerini yaşama sıkı sıkıya bağlı hissetmezler.
dinin yanılsama yoluyla, arzuların yerine getirildiği bir model olduğunu düşünen freud gibi o da, yoksun kalmanın, acı çekmenin ve hastalıkların, dinle ilgili tasarımların kökü olduğuna inanmıştı. öncelikle hastalık, hastaya soru sormayı, düşünmeyi, dua etmeyi, boşluğa yönelttiği ürkütücü bakışına son vermeyi ve korkusunu aktaracağı bir varlık bulmayı öğretir. ilk olarak, din duygusunu, tanrı düşüncesini insana var ettiren şey, acı duymaktır.
onun dini insana inanmaktı. insana yakışır iyimser düşüncelerle inşa ettiği düşlerdeki saray yıkıntıların arasında kalınca, zweig en son barınağı olan ölüme sığınmıştır.
carneiro: bu kadar gururlu olmasaydı, kuşkusuz yaşamın üstesinden gelebilirdi ve biz bu acıları yaşamak durumunda kalmazdık. (bilim akademisi başkanı)
zweig üretken bir yazardı; şiirler, sanat ve kültürle ilgili yazılar, meslektaşlarının yazmış olduğu yapıtlara giriş bölümleri, çeviriler, öyküler, bir adet bitmiş, iki adet bitmemiş roman, biyografiler ve monografiler, denemeler, tiyatro oyunları ve söylenceler ve bir de libretto yazmıştır. bunlardan başka sayısı 20.000 ile 30.000'i bulan mektubu vardır. insel yayınevi'nin sahibi anton kippenberg, kendi yayınevinin yazarı zweig'ın bir fabrikanın ortağı olduğunu öğrendiğinde şöyle demişti: ne, zweig'ın bir de fabrikası mı var?