29.04.2013

uzun lafın kısası

albert camus: beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.

anton çehov: yaşam yolunda, aşk için, her günü çiçek koparır gibi koparırız.

d.h. lawrence: aşk, gerçek görüşümüzü geliştiren ve bize yazgıya karşı savaş konusunda güç veren birleştirici bir serüvendir.

fernando pessoa: hayat, hayatın dile getirilmesine engel olur. büyük bir aşk yaşasam asla anlatamazdım.

henry miller: kadınlar armağana bayılırlar; hele bu pahalı da olursa, görmeyin zevklerini!

jorge amado: on yıllık bitmez tükenmez konferanslar, bir günlük savaştan daha değerlidir ve daha ucuza mal olur.

latife tekin: parasızlar her istasyonda donarlar.

steven weinberg: din olsa da olmasa da iyi insanlar iyi işler, kötü insanlar da kötü işler yapabilirler. ama iyi insanlara kötü işler yaptırmak dinin işidir.

miguel de unamuno: rastlantı dünyanın gizli ritmidir, rastlantı şiirin ruhudur.

paul eluard: faşizm, tüm faşizmler vatanı, aileyi ve dini savunurlar. böylesine aşağılık bir davayı ülküselleştirmek konusunda ırkçı kuramlar onun yanı başında hazır bekliyor.

buket uzuner: erkek milleti aferin salağıdır.

saul bellow: insanların ölümden bahsetmeleri dünyanın en aptalca şeyi; neden söz ettikleri hakkında en küçük bir fikirleri yok. ölüm hakkında en temel şeyleri anlayabilenlerin sayısı on binde bir bile değil.

28.04.2013

yankının kemikleri

samuel beckett



savurdu avutan umutsuzluğumu şeytanca bir rüzgar
bir hanfendinin keskin ve narin kıvrımlarına karşı
ne bir ne iki kere lakin

çiçeklendi ve kurudu
caddeye bakan pencerede bir muhabbetkuşu solgun ve küfürbaz

cesur bir oğlanım biliyorum
hani ya benim oğlum
-bir koruyucu bile olsam-
ne de babamın joachim'i değilim
ama kusursuz bir bütünün yongası ne eski ne de yeni
muazzam bir gülün parlak ve vakur yapayalnız taçyaprağı

ve bana bağışla
yıldızsız esrarlı ikincil anlarımı

konakları seyreden sandal ağaçları, dağlar
somurtan kafatasım, öfke pıhtısı
rüzgarın tasmasıyla boğazlanmış dizilmişken ufkun şişine
ısırır ıslahına direnen bir köpek gibi tıpkı

ah sancak, kanayan etin sancağı
denizlerin ipeği üstünde ve var olmayan
kutup çiçeklerinin

aşkım o benim dikti cepleri diri diri dikti ve dedi ki daha iyiydi
lekesiz böyle kahverengi çulların içinde süzülürken temiz havada
boyanmış yumurtaların ve kayışçanların kurtulmuş fiyordundan
görmüyor musun kayboluyorum
pezevenklerin bilardo oynadığı, orospuların müşterilere bağırdığı barda

izlerin bozgununda ve denize kaçan derelerin
çan kuleli anaokulları ve sonra liman
göğüslerini örtmeye çalışan bir kadın gibi
ve terk etti beni

ya da bırak gitsin o kız bir cennet ve sonra
göz kürelerindeki kızlık zarlarını giydir kadifeyle

25.04.2013

george gurdjieff

anthony storr

gurular, genellikle yalnız bir çocukluk geçirmiş, içedönük, narsisistik ve başkalarıyla ilişki kurmak yerine kendi akıllarında olup bitenle daha fazla meşgul olan kişilerdir. bu kişilik özellikleri, hayallerin gelişmesine olanak sağlar. hayal gücü, en fazla yalnızken serpilir.

gurdjieff'in doğum tarihi tam olarak belli değildir. kimileri doğum tarihi için 1866 derken, kimileri de 28 aralık 1877'yi gösteren pasaportlarından birinden alıntı yapar. son biyografisinin yazarı james moore, 1866 tarihinin daha doğru olduğunu savunur. gurdjieff, geçmişiyle ilgili pek çok konuda olduğu gibi bunda da ketumdur. 29 ekim 1949'da ölmüştür.

gurdjieff'in güçlü karizmasının bileşenlerinden biri, içinde bulunduğu an'a yoğunlaşma becerisidir.

"siz geçmişte yaşıyorsunuz. geçmiş ölüdür. şu anda hareket edin. eğer eskisi gibi yaşamaya devam ederseniz, gelecek de geçmiş gibi olacaktır. kendinizle uğraşın, kendinizde bir şeyleri değiştirin; ancak o zaman belki de gelecek farklı olur."

doğum yeri, karadeniz'in batısında, hazar denizi'nin doğusunda, kafkas dağları'nın güneyinde, rusya'da, ermenistan'da yer alan, önceden gümrü olarak bilinen alexandropol'dür. babası rum, annesi ise ermeni'dir. evde ermenice konuşulsa da, rumca, türkçe ve yerel lehçeleri de öğrenmiştir. ikisi erkek, dördü kız altı çocuğun en büyüğüdür.

zen felsefesi, geçmiş ve geleceği uçuşan yanılsamalar olarak görür. sonsuz gerçekliğe sahip tek şey, şimdidir.

"bir şey yaparken bunu bütün benliğinizle yapın. her seferinde tek bir şey. şimdi, burada oturup yemek yiyorum. benim için bu yemek ve bu masa dışında dünyada hiçbir şey yok. böyle yapmalı insan. her şeyde. her an sadece bir şey yapabiliyor olmak. bu, insanın, tırnak işareti içinde yaşamayan insanın vasfıdır."

üstün bir zekaya sahip olan gurdjieff yunanca, ermenice ve rusça kitaplar okumuş, "hayatın anlamı"nı araştırmıştır. kararsız kaldığı bir dönemin ardından, evrenin yaratılışı üzerine yeni bir öğreti ile ortaya çıkması açısından diğer gurulara benzerlik göstermektedir. yirmi yıl kadar süren ve onu gerçeğin arayışına sürükleyen zihin karışıklığının neden bu kadar aşırı olduğu ise meçhuldür.

gurdjieff'in fiziksel ve maddi olarak hayatta kalma kapasitesi dikkate değerdir. halı ve antika satmış, bozuk dikiş makineleri tamiratı yapmış, eski korseleri alıp bunları son modaya uygun hale getirip satmış, yağ ve balık ticareti ile uğraşmış ve ilaç bağımlılarını hipnozla iyileştirdiğini ileri sürmüştür. kendi ifadesine göre, iyileştirmedeki başarısı benzersizdir. asla yapay bir alçakgönüllülük sergilememiştir.

"yapabilmek demek, bilinçli ve kendi isteği doğrultusunda davranabilmek demektir." 

gurdjieff'e göre insanlık, kendi arzularını tatmin etme peşinde koşarken, varoluşunun asıl nedeni olan anlamı unutmuştur. pek çok insanın uykuda olduğu ve davranışlarını kendi bilinçli istekleri ile yönlendirmek yerine otomatikleştiği kanısındadır. 

en temel savı, kişinin kendisini ve dolayısıyla ne olacağını bilmediğiydi. modern uygarlığın, kişiliğin üç ayrı merkez tarafından yönetildiğine inandığı fiziksel, duygusal ve zihinsel yönlerinin iş birliğini zorlaştırdığını iddia ediyordu. insanlığın çoğunluğunun "uykuda" olduğunu ve dış güçlere karşı bir makine gibi tepki verdiğini ileri sürüyordu. öğretisi, seçilmiş müritlerini, daha üst bilinç düzeyine taşımak ve yeni bir gerçeklik algısı sunarak onları uyandırmak üzerine tasarlanmıştı.

"modern insan uykuda doğar, uykuda yaşar, uykuda ölür. uyuyan birinin nasıl bilgisi olabilir? eğer bir kişi gerçekten bilgi istiyorsa, her şeyden önce varlığını nasıl değiştirebileceğini ve nasıl uyanacağını düşünmelidir."

23.04.2013

ermeni soykırımı

alberto manguel

adolf hitler, 1939'da polonya'nın istilasından kısa süre önce askeri bakanlar kuruluna şunu soruyordu: "yani bugün artık ermenilerin imha edilmesinden söz eden kaldı mı?"

hitler'in retorik sorusunun binlerce cevabı var; çünkü osmanlı türk hükümetinin emriyle bir buçuk milyon ermeni'nin kıyıma uğradığı korkunç onyıldan beri, dünyadaki don quijote'lar tekrarlayıp duruyor: "işte affedilmez bir zulüm, işte unutulamaz kötülük, işte son derece adaletsiz, korkunç bir eylem. imkansıza inanmak isteyebilirsiniz, büyük suçun asla işlenmediğine. ama işlendi. söyleyebileceğiniz hiçbir şey bu trajik olayı silemez."

hitler'in döneminden beri dünya nazi almanyası'nın mezalimini mahkum etti, mahkum etmeye de devam ediyor ve bizzat almanya bu mezalimi kabul etti, kabul etmeye de devam ediyor. "evet" diyor almanlar, "bu oldu. atalarımız adına pişmanız ve bağışlanmayı diliyoruz, böyle bir şey mümkünse eğer. burada, topraklarımızda olanları unutmayacağız, kimsenin unutmasına izin vermeyeceğiz. bunun bir daha olmasına da izin vermeyeceğiz."

ama türkiye, en azından türk hükümeti, ne yazık ki henüz bu kabul aşamasına erişmedi. dünyanın dört yanındaki kabul eden o binlerce sese rağmen, türk toplumunun büyük bölümü, sanki hitler'in sorusuna bir suç ortağı sessizliğiyle kuvvet kazandırmaya çalışırmış gibi, tarihi olguları teslim etmeyi hâlâ reddediyor: bütün anadolu nüfusunun, o sırada bölgede mevcut olan en eski nüfusun, bir buçuk milyondan fazla erkek, kadın ve çocuğun, 1909 ve 1918 yılları arasında, şair carolyn forche'nin deyişiyle "çağımızın ilk soykırımı"nda imha edildiğini reddediyor.

hrant dink her ciddi gazetecinin, her dürüst entelektüelin, kendine saygısı olan her yurttaşın istediğinden fazlasını istemiyordu: hakikatin kabul edilmesini. katledilmesi, sokrates'in "dünyada, ait olduğu devlette pek çok hatanın ve hukuka aykırılığın meydana gelmesini vicdanına dayanarak önleyen hiç kimsenin canını kurtarması mümkün değildir." sözünü doğruluyor. hrant dink bunu biliyordu mutlaka ve sokrates'in çıkardığı şu sonucu da: "adaletin hakiki savunucusu, kısa süreyle bile olsa sağ kalmaya niyetliyse eğer, mutlaka özgürlüğünü özel hayatla kısıtlayıp siyaseti kendi haline bırakmalıdır." böyle bir kısıtlama, dink'in anladığı ve sokrates'in kendisinin de bildiği gibi imkansızdır; çünkü yaptığımız her şeyin, verdiğimiz her kararın, sivil yurttaşlar olarak belirttiğimiz her fikrin siyasi sonuçları vardır.

siyaset, tanım olarak, birkaç kişinin iktidar koltuklarını işgal ettiği ve diğerlerinin de geri kalan pek çok rolü üstlendikleri ortak bir etkinliktir. toplumlarımızın kendilerini olduğundan daha az farklı gösterme ve daha fazla kendileri gibi olma mücadelesinde hiçbir yurttaş gözden çıkarılamaz, hiçbir ses yararsız değildir.

hrant dink, basılan son yazısında "tek silahım, samimiyetim" diye yazmıştı. sokrates'in de gayet iyi bildiği gibi samimiyet, birden fazla şekilde ölümcül olabilen bir silahtır. bu, dink'in son dersiydi: hakikati arayan kişi susturulabilse de, samimiyeti, nihayetinde yalanı ortadan kaldıracaktır.

antep fıstığı

halikarnas balıkçısı

bodrum'da dişi melengeçlere ve yabani sakızlara antep fıstığı aşılandı. güzel oldu. fakat döllendirici erkek ağaçlar bulunmadığı için ürün dane yapmadı. gaziantep teknik ziraat müdürlüğü'ne mektup yazarak erkek fıstık aşısı istedik. oradan "erkeği yok" diye cevap geldi. bu ağacın diyoyik olduğu tamamen anlaşıldıktan sonra teknik ziraat müdürlüğü'nün bunu bilmemesine imkan yoktu. anadolu'nun birçok yerinde olduğu gibi, halk bulunduğu yerin ürününü başkasına kaptırmak istemez. o ürünü yalnızca kendisi yetiştirip satsın ister. buna büyük bir kıskançlıkla dikkat eder. işte aldığımız cevap da bu kabildendi. oysa anadolu'nun sadece bir ya da birkaç bölgesi değil, bütün bölgeleri bu fıstığı yetiştirse fiyatlarına pek etki etmez. çünkü yeryüzünde antep fıstığı yetiştirilebilen yerler pek sınırlıdır.

22.04.2013

mihail

panait istrati

en iyi köpüklü şarap, içimizi dolduran, dünya kuruldu kurulalı fokurdayan aşktır.

kenar mahalle halkı için sürüden ayrılmak, yiğitlik taslamak demektir; buysa işlenecek suçların en ağırıdır.

insan aynı anda hem tanrı'nın hem şeytanın kulu olamaz.

ana sevgisi, nişanlı sevgisi; ikisi de, kendisini durmuş oturmuş bir adam, iyi bir oğul, iyi bir baba, iyi bir koca yapma ereğini güden bencil sevgilerdir.

iyi meyve verecekse bencillik de yaşam ağacını besleyen özsulardan biri olabilir.

dünyanın en ilgi çekici insanı bile çevresindekilerden daha fazla ilgiye değmez; hatta bunlar bir mısır tarlası, bir yol ve gökyüzü olsa da.

acımasız adaletin damgasını yedi mi, en iyi adam bile dürüstlük duygusunu yitirir.

güçlü olmalı, gözyaşlarımızı içimize akıtmalıyız. yaşam, uğrunda ağlamaya değmez.

insanca yaşamak kimsenin tekelinde değildir.

yoksulluk, yaşamı olanaksız kılan gerçek yoksulluk, kılıksız ve pasaklı olmak değildir; sevdiği yaşamı sürebilmek için bütün olanaklara sahipken insanca yaşayamayan adamın korkunç durumudur.

önemli olan, her şeyi olduğu gibi görebilmektir.

dostluk, insanın, anladığı kadarıyla sanatı, doğayı ve insanları, özveriyi bile geçen bir sevgiyle sevmesidir.

yaşam, ancak kendi öz bencilliğine uygun düşen sevgiye izin verir. gerisi kandırmacadır.

yoksulluk ve acı insanı içten kılar.

üç öğün yemek karşılığı günde on beş saat çalışanlar için işler çok başka türlüdür.

yaradanın gönlümüze ektiği duygular içerisinde en az açıklayabildiğimiz, dostluk duygusudur.

basit insanların en büyük zevki, başkalarının işine burnunu sokmaktır.

sanat yapay bir yaşamdır, kaybından hiçbir zaman büyük dramlar doğmaz; gerçek yaşamsa dramla doludur ve burdaki kayıplar tam anlamıyla onulmazdır.

insan! insandan daha salak bir varlık var mıdır yeryüzünde?

söylemek istemediğiniz şeyi merakla bekleyen kişi, dinlemeyi hiç arzulamadığınız şeyleri saatlerce anlatan kadar can sıkıcıdır.

"herhangi bir giz senin içinde hapis kaldığı sürece kölendir. ama başkasına açtığın an sen onun kölesi olursun."

ne mutlu yüreği dostluk sevgisiyle yanıp tutuşana! yalnız odur yalnızlığı daha az öldürücü, yaşamı da çekilir kılan.

21.04.2013

spartacus

en aşağılık adamlar bile göğe yükselebilir.

verdiğin her karar kaderini şekillendirir.

çukurlar, hayatta sefil bir sondan fazlasını göremeyecek olanlar içindir.

yaşama hayat katan kan ve ettir.

hayatından daha önemli bir hedefi varsa bir erkek asla savaşamayacak kadar zayıf ya da yaralı olamaz.

yükselmeden önce diz çökmeyi öğrenmelisin.

bir gladyatör ölümden korkmaz. onu kabullenir. onu kucaklar. onunla sikişir. arenaya her girişinde yarağını yaratığın ağzına verir. ve yaratığın çenesi kapanmadan önce eve varmak için dua eder.

gladyatörler dünyasında bir adamın şanı ve şöhreti kendi gerçekliğini yaratır.

birine sırtını dönersen ölürsün. çok daha güçlü bir rakibe fazla yaklaşırsan ölürsün. arenada kılıcını fırlatırsan yine ölürsün.

birinin kafasını vücudundan ayırmak kolay bir iş değildir. doğru açıyı bulman gerekir.

bir gladyatörün dikkatini dağıtan ilk şey, aynı zamanda sonuncusudur da.

bir gladyatörün kalitesi arenadan sonra da devam eder. bir sevgili olarak, aç kurtlardan beter oldukları söylenir. insana aklına bile gelmeyecek hazlar yaşatırlar.

20.04.2013

beni ayakta gömün

isabel fonseca

yerleşik bir yaşantısı olan insanlar gezginlerden, yabancı oldukları için değil, tanıdık oldukları için korkarlar. çünkü onlar, bize aslında kim olduğumuzu anımsatır.

"her insan biraz isa, biraz yahuda'dır. buna yalnızca kader karar verir."

roman dilinde "yazmak" ya da "okumak" anlamına gelen sözcük yoktur.

"kısrak yolda nasıl tepinirse genç eş de aynı şekilde penis ister." 

"kirli değiller; yalnızca kirli görünüyorlar." 

çingeneler tahmin edebileceğinizden daha zor durumlara dayanabilirler; ama yalnızlık kesinlikle bunlardan biri değildir.

"sormak, cevap almak için doğru yol değildir."

roman dilinde az sayıda sözcük vardır; bu kısıtlılık da roman dilini konuşanları becerikli olmaya zorlar.

"demokrasi ileriye gitmek için çabalamaktır; dengeyi bozan yıkıcı bir güç değildir."

çingenelerin hindistan kökenli olduğu, birkaç avrupalı dilbilimcinin, aralarında yaşayan bu insanların bir doğu dilini konuştuklarını fark etmelerinden bu yana, yani 18. yüzyıldan beri bilinmektedir.

ingilizcede "başı boş dolaşmak" anlamına gelen "roam" çingenelerin kendilerine verdikleri "roman" (ingilizcede rom) adıyla söyleniş bakımından aynıdır.

"insanlardan nefret etmeyiz; yalnızca yaptıklarından nefret ederiz."

yetkililer her zaman çingenelerin yerleştirilebileceği çok uzak yerleşim alanlarının hayalini kurmuşlardır.

"hapis cezası onları etkilemiyor; çünkü hapis, yalnızca onların yaşam koşullarının iyileşmesi demek."

"satın alınan tavuk iyi bir tavuk değildir. yakaladığın tavukla aynı lezzette olmaz."

çingeneler arasında aile duygusu, kişisel kurtuluştan çok daha baskındır.

çingene şarkısının özü her zaman nostalji olagelmiştir. niçin nostalji? nostos "eve dönüş"ün yunancasıdır; çingenelerinse bir evleri yoktur; belki de tüm insanlık içinde yalnız onların bir memleket düşü yoktur. ütopya, ou topos, "hiçbir yer" anlamına gelir. ütopya için nostalji: olmayan bir yere, bir eve dönüş.

19.04.2013

gelecek

inci aral

kimse'lerin dikkatine...
lütfen bakın!
canlı bir bomba gibi atıyorum kendimi tam ortanıza!

kapatmak istiyorum gözlerimi sizleri okurken. o yaldızlı ya da boş vermiş, yarım yamalak cümlelerinizle, beş para etmez şarkıcılarınız, alıkça hayranlıklarınız ve hafifletici nedenleri olmayan basitliğinizle çok sıkıcısınız çünkü.

dayanamıyorum yavanlığınıza. zihinsel sığlığınıza ve saptırılmış bunalımlarınıza. düzmece itiraflar, şehir dedikoduları ve metafizik geyiklerle zaman öldürme çabalarınıza..

sözde umutsuz ama her şeyi hafife almaya yatkınsınız.

açıkça söylemek isterim ki; kullanılmaya gayet uygunsunuz!

ben de sizin gibi kimse'lerden biriyim aslında. söylediklerimin hepsinin içine giriyorum.

sabahları yorgun ve uykusuz, kocaman bir yapının önünde sizlerle birlikte kapıların açılmasını bekliyorum.

bizler, sabırlı suskunluğumuz ya da gürültüye boğulmuş isyanımızla aynı yaştan, aynı renkteniz. omuzlarımız birbirine değiyor, hafifçe itişiyoruz. uzaktan, rengarenk giydirilmiş bir davar sürüsü gibi acıklı görünüyoruz.

her sabah, suçlular gibi, pek muhtemel suçumuzla yakalanmaktan korkarak apış aramızda ve bilgisayarlarımızın içinde bomba olmadığını gösterip içeriye alınıyoruz.

penceresi olmayan, varsa da açılmayan o camdan, kocaman kümesleri. yapılması gereken işi kalıplayan sert-katı-sağlam o tek kişilik bölmeleri. kafa sayısına göre ayarlanmış havalandırmalarla hesaplı soluk almanın yürek daraltan ağırlığını.

telefonlar aynı anda hep birden çalmaya başladığında kapıldığımız çaresizliği. pırıltılı bir ekranda postaların hızla, ardı ardına kutuya düşüşündeki telaşlı bekleyişi. kaçamak bakışmalarla belli belirsiz işaretlerden oluşan bir dille kurmaya çalıştığımız iletişimi.

elbette biliyoruz ne kadar yalnız olduğumuzu.

kısıtlı gülüşlerden sızan acının içimize oturmasını engellemek için işimize kapanıyoruz. kahkaha, bakışma, restleşmeler, dil ve el şakaları yasak. kimse kimseye dokunmamalı gereksiz yere. ittifak yok. gittikçe daha uzak ve eksik sözcüklerle, azıcık sesimizle konuşuyoruz. masa altında saklıyoruz sinirle titreyip duran dizlerimizi. tepemizde soğuk, taşıp direnme girişimlerini bastıran namlu ucu gibi sabit gözlemciler var.

ofis ciddiyeti ve düzen asla bozulmayacak.
masalarınızın üstünde leke, toz.
bir uyduruk süs, steril çiçek, laubali bir içecek..
olmayacak.
zincirler on dakika molada gevşeyecek.
kahve makinesinde usluca kuyruğa girilecek.
baskı aletinin çalışkan sesi, dağınık kağıtlar ve kablo ağları.

kibar, paralı müşterilerle gururlu bir zarafetle konuşuruz. fakat zaman dar, fazla oyalanmayınız. tuvalete gitmeleriniz gün sonunda çalışma toplamınızdan düşülecek. çok su içmeyiniz. saat başı işyeri performans tutanağı doldurunuz.

muhtaç, iyi niyetli, kırılganız. yılgın, çalışkan ve dikkatli, zorluklara göğüs gerip her çabayı göstermeye hazır! yeter ki gününde ödensin emeğimiz ve günün birinde verilmesin elimize çıkışımız!

en geç altı beş'te kendimizden boşalmış gibi ofisi terk edeceğiz. küçük sinsi hınçlar, boş gözler, dezenfekte edilmiş kafalarla. kimsecik yalnızlığımız ve sönmüş kandilimizle. oysa uçsuz bucaksız bir gece uzanıyor önümüzde.

şu adam, o kadın, sözde iş arkadaşınız, size bütün gün domuz gibi bakan ötekiyle gidip yatılabilir belki öylesine. hayır, bir beden artı bir ruh değil, bir beden artı bir beden bile değil, önemi yok, sıkıntıya iyi gelir belki diye ya da durup dururken ağlamamak için.

ya da koşup bir şeyler alın dükkanlar kapanmadan. el yordamıyla, gereksiz yere ve markalı ucuzluktan. iyimser olun, güzel günlere inanın, anlamadığınız şeylere kafanızı takmayın! yasalara uyun usulünce. kafanızı boşaltın ekranlara doya doya, açık seçik ve açık saçık..

oysa yeterli birazcık anlamak. herhangi bir biçimde. düşünsel ya da geçici olarak.

siz kimsecik'ler, bilmem duydunuz mu? bir zamanlar her şeyin kökünü kazımayı isteyen asiler, sokakları işgal eden serseriler, saçma sapan bildiriler basıp dağıtanlar ya da duvarlara tuhaf yazılar yazan gençler arasında sonradan sinip uslanmış büyüklerimiz de varmış. söylendiğine göre bunlar daha adil bir düzen, daha güzel ve anlamlı bir gelecek istiyorlarmış.

onlar bir gelecek hayali kuruyor, kurabiliyorlarmış!

benim asıl merak ettiğim: neden bu kadar belirsiz ve karanlık görünüyor bize gelecek? o karanlığın içinde bizim gibi kimse'lere ne olacak?

para babaları, üçkağıtçılar, seçkinler, her daim iktidar yandaşlarıyla zorbaların tekelinde mi yani gelecek? ya büsbütün yer kalmayacak olursa onlardan, bir avuççuk yer bulamazsak o cehennemde iyi kötü sığınacak?

elimden gelmiyor aptalca umutlu, iyi ve uyumlu olmak.

nefret ediyorum, aymazlıktan. borsa tahtalarından, iyi giyimli ve tıraşlı, pabuçları aşırı cilalı, hoş kokulu, şamatacı rakam adamlardan. isterik arz simsarlarından! kapalı devre hisse senetleri pazarından. satılık duygusallıktan ve hileli poliçelerle yapılmış hayat sigortalarından.

sevmiyorum acındırma sektörünü, ucuzluğun çekirdekten yetişme ustalarını.

isteyerek ezberlemedim küçükken bana gereksiz yere öğretilenleri. atomun parçalanmış hallerini, işkembe türlerini. mecburiyetten okudum yirmi yedi cilt peygamberler tarihini! asiyim, piyasa koşullarına uymuyorum, sonsuza dek reddettim canımı yakanları.

seviyorum sözcüklerimi yontmayı, hatalar yapıp pişman olmayı, yadsınmaz biçimde iyi olanları ve bilmediğim sapaklara girmeyi.

birçoğunuz gibi hızla kirleniyorum.

istemeden kötü, çok kötü yollara sapabilirim.

sözlerim öyle küçük, öyle eksik ki başıboş dolaşıyorlar büyük, görülmemiş ağırlıkta yalan ağları içinde, biliyorum.

dinleyin! burada tesadüfen bulunan kendi halinde kişiler, içlerine saman doldurulmuş yapma bebekler, uyuyan prensler, dalgınlar, ilgilendirmiyorsa keyfinize bakın. yatıp kalkıp dua edin, dans etmeye gidin, duman çekin, çılgınca eğlenin, bulursanız hızlı araba sürün, yiyin için, doya doya sevişin..

siz ötekiler, arkasızlar, dilsiz kalmış arkadaşlar.. düşünün, toplayın aklınızı başınıza ve eğer bölüşmek isterseniz sizler de gerçek hikayenizi anlatın dünyaya.

belki o zaman karaya oturan gelecek gemimizi kurtarmanın iyi kötü bir yolunu buluruz. elbirliğiyle ve 'kendi imkanlarımız'la..

18.04.2013

benjamin button'ın tuhaf hikâyesi

f. scott fitzgerald

benim gibi yaşlı adamlar yeni numaraları öğrenemez. zindelikleri ve enerjileriyle, önlerinde iyi bir geleceğe sahip olanlar gençlerdir.

her zaman dediğim gibi, otuz yaşında biriyle evlenip ona bakmaktansa, elli yaşında biriyle evlenip onun bana bakmasını tercih ederim.

şafak sökmek üzereyken faytonla eve dönüş yolunda, günün ilk arıları vızıldıyor ve batmakta olan ay, soğuk çiy üzerinde parıldıyordu. benjamin, babasının toptan hırdavatçılıkla ilgili bir şeyler anlattığını duyuyordu belli belirsiz. "sence çekiç ve çivilerden sonra en çok neyle ilgilenmeliyiz?" diyordu büyük button. "aşk," dedi benjamin düşünmeden. "ahşap?" diye heyecanlandı roger button, "ben ahşap meselesini halletim bile."

benjamin, gökyüzünün doğu tarafında aniden ışıyan güneşin etkisiyle gözlerini kırpıştırırken bir sarıasma kuşu, canlanan ağaçları delercesine şarkısını söylemeye başladı.

17.04.2013

veteriner

louis de bernieres

"böyle akılsızların ne kadar çok olduğunu duysan şaşarsın." dedi veteriner. "sürekli bu halde hayvanlar geliyor, veterinerlik okurken hiç düşünmemiştim bu kadar çok kurşun çıkarmak zorunda kalacağımı. bu işin sorumlusu çiftçiler. tilki, dingo, köpek, ne görürlerse ateş ediyorlar ve nedenini sorarsanız hayvanlarını koruduklarını söylüyorlar; bana kalırsa bu adamların büyük çoğunluğu tetik çekmekten zevk alan kıt akıllı serserilerden başka bir şey değil. hala kıtaya ilk gelenler gibi mayasız ekmek yiyen ve kendilerini kovboy filmlerinde başrol oyuncusu zanneden insanlar bunlar. kimilerinin av tüfeklerini pencereden çıkararak cipleriyle çevrede dolaştıklarını ve hareket eden her şeye ateş ettiklerini duydum. insan umutsuzluğa kapılıyor, inanın bana. üstelik bununla yetinmeyip çevreye zehirli yemler de bırakıyorlar. bu beni hakikaten çılgına çeviriyor. bir köpeğin strikninden ölmesini seyretmek kadar korkunç bir şey yoktur; nasıl oluyor da vicdanları buna elveriyor anlayamıyorum."

16.04.2013

mektuplar

ahmet hamdi tanpınar

belki bu seddi, bir türlü aşamadığım bu eşiği kırabilirim. hamlet'in tereddüdü bir kral için iyi olabilir. fakat bir sanatkarda daima miskin ve zavallı bir şeydir. benim zarımı masanın üzerine atmam lazım. fakat o iş için de bir parça kendimi bulmam, bu miskinliğimden kurtulmam lazım.

gökten ne yağmış ki yer götürmemiş.

insan yeteneğinin olmadığı işlere girmemeli.

heyhat o kadar az kendimiz oluyoruz ki.

seyyah her yerde olabileceği için hiçbir yerde değil.

insanın olabileceği şeyi seçip ona çalışması ne iyi şey, ne mazhariyet..

çok müstear bir hayatı yaşıyorum sanki.

medeni insan, işlerini başkasına gördüren insandır.

işte bu yalnızlık yok mu? insanı çıldırtabilir. kendi nesline dahi daha sonradan iltihak edilemiyor. halbuki onların gençliğinde ben de burada olsaydım, şimdi bir yığın dostum olurdu.

insana her şeyi ama her şeyi, lüzumu kadar öğreten bir kitap vardır. ve bazı insanlar bunu okumuş bulunuyorlar. yahut da ben imkansız şekilde cahil, dikkatsiz ve budalayım.

eski adetim, bir kitabı bitirmeden öbürüne başlayamıyorum.

vatan birkaç dosttur diyor gide. hakkı var. evet hakkı var.

hesap etmişler, üç yılda bir avrupa nüfusu yer değiştiriyormuş. hiç değilse on gün için!

insan hayatı hep aynı zembereklerle çalışıyor.

ister istemez kendi hayatımızı düşünüyorum. bizler çocukluğu bedbaht geçtiği için hayatına ve etrafına küskün yaşayan, eşya ile dahi barışamayan biçarelere benziyoruz. bu zihinsel gerginlikten, inkar ve öfkeden, dargınlıktan nasıl kurtulacağız?

üç gündür güzin, aragon'un la semaine sainte'ini öve öve bitiremedi. üstadın ne mal olduğunu bilmeme rağmen dün kitabı aldım.

tarihimizin öyle bir devrindeyiz ki, iyi niyet sahibi insanlar ancak kendilerini kurtarabiliyorlar. zaten toplumların zayıf ve buhranlı dönemlerinde büyük adamın görünmesi de bundan değil mi? insan sonsuz olduğuna göre.. hulasa bir trajedidir yaşıyoruz.

ben hatta asrımda yalnızım. haklı olmak, haklı olduğunu bilmek bir insanı, bir ordu içinde bile kuvvetli yapabilir.

türkiye'de toplumu itham etmeden konuşmak mümkün değil.

toplum hayatı ne korkunç. insan ölümün eşiğinde dahi etrafa bırakacağı etkiden korkuyor. biz hakikaten aristo'nun anladığından başka anlamda sosyal hayvanız. eskiler ölüm korkusuyla sokağa çıkarken temiz elbise, çamaşır giyerlerdi.

düzen, zorunlulukları tanımanın sonucudur.

demek sanat elli altmış yıl bir yalanı yaşamak, ona sahnedeki rol gibi inanmak.

ben teşhir edilmenin sefaleti içinde her şeyi unuttum. kendimi öyle çıplak, tekrar masada, mahremiyetimden uzak görünce, madde gibi ellenip tartıldığımı hissedince, bayağı hayat denen şeyden iğrendim. ölümün sefaletini biz idrak etmiyoruz. kutsal ve korkunç onu gizliyor. fakat hastanın sefaleti ve mahremiyetsizliği.. doktorlar bunu kabul etmiyorlar. yalnız hasta olan bölgeyi, filanı görürüz, diyorlar. ben de asıl feci bu ya, diyorum, eşya oluyoruz.

ben dolmakalemini kaybettiğim için sadece okuyan adamım.

hiçbir kaşif yoktur ki keşfini sona erdirmiş olsun. bazıları tohum saçar, bazıları tarlayı sürer, bazıları ekinleri biçer, tohumu ıslah eder, falan filan..

yahya kemal'in rakı için güzel bir cümlesi vardır: "geceyi aydınlatır; fakat sabahı yakar."

millet partisi'ne ne üzülüyorsun? kapanacaktı. açılması hata idi. türkiye'nin şartları bunu kaldırmazdı. ve lüzum da yoktu. bir toplum hayatında hatalar olur; fakat adım başı dönülmez.

almanca bir atasözü öğrendim: türkler gibi başlamak, almanlar gibi devam etmek ve ingilizler gibi bitirmek. bizi hakikaten iyi anlamışlar. hiçbir millet bizim kadar ateşle işe koyulmaz ve yine hiçbiri bizim kadar rahatça vazgeçmez.

insanların bazen yalnızlığa ihtiyaçları da vardır.

ben mutaassıp insanla karşılaşınca, benim gibi düşünmek imkanından mahrum bir mahlukla karşılaştığıma inanırım ve kaçarım. o değilse, çocuğu adam olur.

yeni yıl.. dünyanın en gülünç ve itibari hesabı. martta, yani resmi yıl daha makuldü. hiç olmazsa güneş hesaplarına uyar.

yahya kemal: insanın ufku insandır.

bir insan kendisini ancak hayatının küçük sorunlarından sıyrıldığı, yahut da onları zihinsel bir şekle soktuğu zaman bulabilir. talihimiz, içimizde çok gizli bir yerdedir. fakat ona erişebilmemiz için birçok şeyden kurtulmamız gerekir. bu, bende çok geç oldu.

sesten çok bahsettim; çünkü insan biraz da sestir. sesimiz nabzımızla beraber değişir. alelade konuşma anında bile -eğer çok genel bir şeyden söz etmiyorsak- sesimiz daima değişir. hislerimiz, heyecanlarımız, bütün iç varlığımız sesimizdedir. çığlık şiirin yarısıdır. bütün sorun dili sesin kendisi yapmaktır. bu, adım adım, yani mısra mısra olur. şu halde her mısra şekildir.

şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. işte o sustuğum şeyleri hikaye ve romanlarımda anlatırım. onun için mümkün olduğu kadar kapalı alemler olmasını istediğim şiirlerimin anahtarlarını roman ve hikayelerim verir.

fazla benimsenen fikirlerimden daima nefret etmişimdir. şahsiyete hürmet ederim. insanlığı severim. fakat her insanı beğenmem ve bütün insanlara acırım. bu demektir ki, oldukça yani herkes kadar hodbinimdir. maymunu sevmem, dedim. insana pek benzediği için. bütün kötü huylarımız bu acayip hayvanda vardır. hilkat onu sakat bir aynamız gibi yaratmıştır. kuşları hemen hemen bulutlar kadar severim. aksi daha doğru olur.

kendime gelince.. insan o kadar önemli değildir. ben de herkes gibiyim.

via zeynep kerman

mukaddime

ahmet haşim

 
zannetme ki güldür ne de lale
ateş doludur, tutma yanarsın
karşında şu gül-gûn piyâle

içmişti fuzûlî bu alevden
düşmüştü bu iksir ile mecnûn
şi'rin sana anlattığı hâle

yanmakta bu sâgardan içenler
doldurmuş onunçün şeb-i aşkı
baştan başa efgân ile nâle

ateş doludur, tutma yanarsın
karşında şu gül-gûn piyâle

15.04.2013

laf tıraşı

zülfü livaneli

genç berber, sadece saç tıraşı yapmıyor, aynı zamanda laf tıraşı da yapıyor, deyim yerindeyse durmadan kafamı ütülüyordu. saçmalıklarının çoğu da avrupa birliği üzerineydi. akla sığmaz komplo teorilerini ardı ardına sıralamayı marifet sanıyordu. ne kadar da kendinden emin söylüyordu bunları bir görseniz.

"bak" dedim, "20 yaşındasın. dil bilmiyorsun, yurt dışına hiç çıkmamışsın, kitap okumuyorsun. bunlar doğru mu?"

"doğru!" dedi.

"benim yaşım seninkinin üç katından fazla." dedim. "avrupa konseyi'nde görev yapıyorum, ömrüm bu insanlar arasında geçiyor; raporlar okuyorum, raporlar hazırlıyorum. dikkat ettin mi, bu konularda sen ne düşünüyorsun diye hiç sormuyorsun. durmadan kendi fikirlerini anlatıyorsun. ben senin kadar cesur konuşamam."

aklım sıra çocuğa bir hayat dersi veriyor, onu daha çok dinlemeye, okumaya, yazmaya yönlendiriyordum.

"yook abi" dedi. "ben biliyorum. hem herkesin fikri ayrı."

o zaman anladım ki bunun gibi çocuklarda hayır yok.

ab, din, milliyetçilik, edebiyat, felsefe, uluslararası politika vs. gibi her alanda kesin fikirleri var ve düşüncelerinin doğruluğundan hiç şüphe etmiyorlar. sonsuz bir özgüvenle konuşuyorlar, internete yorumlar yazıyorlar; şiddeti, ilkelliği övüyor ve durmadan saçmalıyorlar.

demokrasi bu mu acaba?

gazetelerin ve haber sitelerinin durmadan güncellenen haberleri, anında bir yorum sağanağına tutuluyor ama türkiye'de son yıllarda iyice yerleşen, kötünün iyiyi kovması alışkanlığı bu alanda da kendini göstermeye başladı. anadilini yazmaktan ve konuşmaktan aciz birçok lümpen, geçiyor internet başına ve okuduğu gazete haberlerine kötü cümlelerle yorumlar yağdırıyor. neler yok ki fikir beyan ettikleri konular arasında: kuzey ırak operasyonu, ekonomi, sanat, kültür, tanınmış kişiler, dünya, uluslararası stratejiler.. her konuya bir iki cümleyle değiniyorlar. çoğu da küfrediyor. bol bol cinsel organ ve cinsel eylem sayılıp dökülüyor bu yorumlarda. ve bu kafa karışıklığı, bu şiddet eğilimi ve hakkaniyetten, insaftan, izandan yoksun yorumlar karşısında dehşete düşüyor, ülkeniz adına utanıyorsunuz.

bu arada ne dediğini bilen, dünyanın farkında olan ve çok ilginç fikirler öne süren yorumcular da var elbette. ama türkiye'deki her güzel ve doğru şey gibi onlar da bir cahil kalabalığı içinde boğulup gidiyor.

bu yüzden türkiye; cehaletin bilgiye, kabalığın nezakete, ilkelliğin gelişmişliğe tercih edildiği bir ülke haline geldi.

14.04.2013

uzlaşma

elia kazan

insanların içine düştükleri en zararlı ve aldatıcı yanılgılardan biri, bir defada yalnızca bir kişiyi fiziksel olarak sevebilecekleri kanısıdır.

herkes gerçek kişiliğini ve duygularını gizleyen bir tür maske takabildiği için şu dünyada yaşayabiliyor.

her zaman iyimser olmak, her zaman iyi niyetli olmak, her zaman herkesi sever görünmek ya da öteki insanlarla iyi geçinmek aslında insanca veya doğal bir şey değildir. düşmanca ve bencil, bayağı ve huysuz ve yalnız kendi sorunlarımızı düşünür olmak daha doğaldır.

herkes paranoya diye kıyameti koparır; ama insanların birbirlerine karşı düzenler kurdukları da bir gerçektir. insan denen hayvan çizgiden çıkanlara karşı çok az hoşgörü gösterir. bütün hapishaneler ve hastaneler kafadan çatlaklarla doludur; ama oradakilerden bazıları haklıdırlar.

gerçek ile hayal, sağlam kafa ile delilik arasındadır. aradaki mesafe çok azdır.

kızışkın anlarında aşk derler, ertesi sabah da çıkıp giderler, bir not bile bırakmadan. aşk, iç organlarını bir tavuğu temizler gibi çekip çıkarmadan önce sana söyledikleri bir laftır yalnızca.

bir kişinin bir başka kişiden ihtiyaç duyduğu her şeyi sağlaması, elde etmesi olanaksızdır. kimsede apaçık kabul etmeye yürek bulunmayan şey budur.

kızların çoğu bir şey duyuyormuş gibi görünürler. "geliyor musun?" der adam; çünkü kitaplarda okurlar işte, bilirler ki kız boşalmadıkça kendilerinin boşalmaması gerekir. kız da tüm o beklenen sesleri çıkarır, hareketleri taklit eder ve buna da aşk derler.

bir avukatın müşterisine yapacağı en büyük hizmet, onu kendinden korumaktır.

bizimki bir ticaret uygarlığı. ana düşünce kardeşini sevmek değil, bir yolunu bulup onun canına okumak, bunu da işini bitirdiğinde ellerine, insan içinde yıkayıp temizlemen gerekecek kanları bulaştırmadan yapmak. bunun böyle olduğunu herkes bilir; ama sahte bir görünüş içinde yaşarız.

çocuklar pek o kadar hassas değiller. evlerinin çöküntüleri üstünde çocukların mutlu mutlu oynadıklarını görmüşümdür. öldüklerinden bir hafta sonra anne babalarını unuttuklarını görmüşümdür. çocuklar yas tutmak zorunda olmadıklarını düşünürler ve tutmazlar. yıkımlar karşısında daha bencildirler; bu nedenle yetişkinlerden daha dürüsttürler.

soğukkanlı ol; ama dostça davran. düşmanlarına değdiklerinden daha çok kibarlık göster; onlara darbeni, kendilerinden daha iyi, daha ince ve daha uygar olarak indir. hoşgörüsüzlüğü hoşgörüyle, aşağılamayı gururla, nefreti nezaketle karşıla. yalnızca sevdiğin şeyleri yap. dünyada gerçekten değer verdiğin şeyleri bul çıkar ve zamanını, dolayısıyla ömrünü bunlara ver. böylece her günün mümkün olduğunca büyük bir bölümünü kendi öz benliğinle uyum içinde geçirmiş olursun.

melankoli

fernando pessoa

sevmeyiz; sadece öyleymiş gibi yaparız.

büyük melankoliler, sıkıntı kokan hüzünler ancak ve ancak rahat, gösterişsiz fakat lüks ortamlarda yaşayabilir.

geçmişteki uçarılığımız, bugün ömrümü yiyip bitiren, dinmeyen bir özlemdir.

asla gerçekleşmiyoruz.

aşk, pratiğe dökülmesi gereken bir gizemcilik, sırf gerçekleştirilmek üzere hayal edilmiş bir imkansızlıktır.

tanrısallık, saçmalık demektir.

ister var olsunlar ister olmasınlar, biz tanrıların kölesiyiz.

sahiplenme, zihinde saçma bir göldür; devasa, kapkara ve alabildiğine sığ. tuzundan dolayı yanılıp suyunu derin sanır insan.

sevmekten kendimi alamadığım hayatla, cazibesinden korktuğum ölümün arasındayım işte. 

ey okurlar, mutlu olup olmadığımı soruyorsanız, cevabım hayır'dır.

septimus severus: her şey idim, hiçbir şeye değmezmiş.

13.04.2013

bunaltı

charles baudelaire


sevinç dolu meleğim, söyle bunaltı nedir
can sıkıntısı, utanç, hıçkırıklar, nedamet
ve korkunç geceleri besleyen sinsi şiddet
niçin kalbi buruşmuş bir kağıda çevirir
sevinç dolu meleğim, söyle bunaltı nedir

hitler ve stalin

richard dawkins

hitler ve stalin ateistlerdi. bu konuda ne söyleyeceksiniz?

"bu soru din konusunu tartışmaya açtığım hemen her konferans ve elbette çoğu radyo sohbetinde karşıma çıkmıştır. bu soru haşin ve kızgın bir tavırla yöneltilir ve iki genel sanı vardır:

1. stalin ve hitler ateisttir.
2. yaptıkları korkunç şeyleri ateist oldukları için yapmışlardır.

birinci sanı, stalin için gerçek ancak hitler için şüphelidir. ancak birinci sanı her koşulda yersizdir; çünkü ikinci sanı doğru değildir. yersiz bir sanıdan yola çıkıldığına göre, hiç kuşkusuz her iki iddia da mantıksızdır.

odaklanmamız gereken nokta, kötü ya da iyi insanların dindar ya da ateist olup olmadıkları değildir. önemli olan, hitler ve stalin'in ateist olup olmadıkları değil, ateizmin insanları kötülük yapmakta sistematik olarak etkileyip etkilemediğidir.

bazı ateistler kötü eylemler sergileyebilir; ancak bu kötülükleri ateizm adına yapmazlar. din savaşları ise gerçekten de din adına yapılmıştır ve bu tür savaşlar tarihte korkutucu derecede sık görülür. ateizm adına yapılmış herhangi bir savaş yoktur. savaşlar ekonomik hırslar, siyasi tutkular, etnik ya da ırksal ön yargılar, keskin dindarlık, intikam ya da bir ulusun yapısındaki bir tür vatansever inançla başlar. bir savaşın fitilini ateşleyebilecek bir diğer gerçekçi motivasyon ise, bir insanın sarsılmaz bir biçimde kendi inancını tek gerçek inanç olarak görmesidir ve bu görüş rakip dinlerin tüm takipçilerini kafir olarak gören ve ölüm cezasına mahkum eden ve aleni bir şekilde, tanrı'nın askerlerinin doğrudan cennete gideceklerini vaat eden bir kutsal kitapla desteklenir."

sam harris: dinsel inancın tehlikesi, sıradan insanların çılgınlık meyvelerini toplamalarına ve bu meyvelerin kutsal olduklarına inanmasına imkan vermesidir. her yeni neslin çocuklarına dinsel konuların diğer konular gibi haklı çıkarılmasına gerek duyulmadığı öğretildiğinden, medeniyetler hala akılsız ordularla dolup taşmaktadır. bugün bile birbirimizi eski literatüre dayanarak öldürmekteyiz. bundan daha üzücü ve saçma bir şey olabilir mi?

"bir düşünün, hangi insan inançsızlığı uğruna savaşmak ister?"

12.04.2013

uygarlık

clive bell

vahşilerin tanrıtanımaz oldukları pek görülmüş şey değildir. tıpkı bizler gibi, onların da "dünya ötesi umutları" vardır.

politik kurumlar, uygarlığa götüren bir yol olabilirler ya da olamazlar; ama onun özünden gelmiş değildirler.

rahat yaşamak adına, zarif ve seçkin hazlardan uygarca vazgeçmezlik, değer duygusunun kaçınılmaz sonucudur. 

sanatın amacı, estetik coşkunlukların kendine özgü durumunu eksiksiz bir yetkinlikle anlatmak ya da belirli bir biçim yaratmaktır.

uygar kişilere özgü olan şey, ilk önce bilginin değerini seçkin bir akıl durumunun aracı olarak tanımaları, sonra da bilginin değerini dolaylı birtakım faydacı erdemlerden üstün tutarak ona saygı duymuş olmalarıdır.

bilgiyle donanmamış bir akıl, ön yargıların ve kör inançların tutsağı olur; duygular ise tekdüze ve yamyamca bir oburluğun bulantısına uğrarlar.

devlet, kendi başına bir amaç olamaz; seçkin kişiler için devlet, bir araçtan başka bir şey değildir.

11.04.2013

yarım hayat

v.s. naipaul

"her şey ön yargılara bağımlıdır. dünya durmalı; ama dönmeye devam ediyor."

hikaye belirsiz bir yerde, belirsiz bir zamanda geçiyordu. bir kıtlık döneminde başlıyordu. kıtlıktan brahmanlar bile etkilenmişti. açlıktan nefesi kokan, derisi kemiklerine yapışmış bir brahman, onurunu yitirmeden yalnız başına ölmek için topluluğunu bırakıp başka bir yere gitmeye karar verir; sıcak, kayalıklı ıssız yerlere gelir. gücünün tükenmek üzere olduğunu hissettiği sırada bir kayalıkta alçak, karanlık bir mağara bulur ve orada ölmeye karar verir. elinden geldiğince arınır ve son kez uyumak üzere mağaraya yerleşir. bitkin başını bir kayaya yaslar. kaya brahmanın başını ve boynunu rahatsız eder. kayaya dokunmak için elini uzatır, bir iki kez yoklar ve kayanın aslında bir kaya olmadığını anlar. başının altındaki sert, kirli, girintili çıkıntılı bir çuvaldır ve brahman doğrulup oturunca kaya sandığı şeyin aslında içi hazineyle dolu eski bir çuval olduğunu görür.

hazineyi bulduğu anda bir cinin kendisine seslendiğini duyar: "bu hazine yüzyıllardır seni bekliyordu. isteğimi yerine getirirsen çuvalı alabilirsin, hazine de sonsuza dek senin olur. kabul ediyor musun?" korkudan titreyen brahman, "benden isteğin nedir?" diye sorar. cin, "her sene bana küçük bir çocuk kurban etmelisin." der. "bunu yaptığın sürece hazine senin olacak. yapamazsan hazine kaybolacak ve buraya dönecek. yüzyıllar boyunca pek çok kişi denedi ama hepsi başarısız oldu." brahman ne diyeceğini bilemez. cin öfkeyle yeniden sorar: "eceli gelen adam, kabul ediyor musun?" brahman, "çocukları nereden bulacağım?" der. cin, "sana yardım edemem." diye cevap verir. "azmedersen bir yolunu bulursun. kabul ediyor musun?" brahman, "kabul ediyorum." der. cin, "uyu, zengin adam" der. "uyandığın zaman kendini eski tapınağında bulacaksın, dünya ayaklarının altına serilecek. ama sakın verdiğin sözü unutmaya kalkma."

brahman uyandığında eski evinde olduğunu görür; karnı tok, gücü kuvveti yerindedir. en açgözlü anlarında bile hayal edemeyeceği kadar zengin olduğunu anlar. aynı anda, mutluluğun tadını çıkarmasına fırsat kalmadan, ettiği yemin ona işkence etmeye başlar. ıstırabı azalmak bilmez. her saati, her dakikası ıstırap içinde geçmeye başlar.

bir gün tapınak binasının önünden bir grup kabilelinin geçtiğini görür. esmer ve ufak tefek, açlıktan kemikleri fırlamış, yarı çıplak insanlardır. açlık bu insanları yerlerinden yurtlarından etmiş ve eski gelenekleri hiçe saymalarına neden olmuştur. aslında tapınağın yakınından bile geçmemeleri gerekir; çünkü bu insanların gölgesi, görüntüsü; hatta sadece sesleri bile tapınağı kirletir.

brahman bir aydınlanma anı yaşar. kabilenin kampının yerini öğrenir. gece, yüzünü şalıyla örterek oraya gider. kabile reisini bulur, hayırseverlik ve dini vecibeleri adına kabile halkının açlıktan ölmek üzere olan çocuklarından birini satın almayı teklif eder. kabile reisiyle anlaşır; çocuk ilaçla uyutulacak, ıssız, kayalıklı bölgedeki alçak bir mağaraya götürülüp bırakılacaktır. bu işi doğru dürüst becerebilirse, kabile reisi bir hafta sonra aynı mağarada halkını açlığın pençesinden kurtarmaya yetecek miktarda, eski bir hazine bulacaktır.

kurban mağaraya bırakılır, eski hazinenin bir parçası el değiştirir ve brahmanla kabile halkı bu töreni yıllar boyu sürdürürler.

yıllar sonra bir gün, artık daha iyi beslenen ve daha iyi giyimli kabile reisi yağlanmış, parlak saçlarıyla brahmanın tapınağına gelir. brahman ona kaba davranır. "sen kimsin?" diye sorar. kabile reisi, "kim olduğumu biliyorsun." der. "ben de seni tanıyorum. ne dolaplar çevirdiğini biliyorum. başından beri biliyordum. seni daha ilk geceden tanıdım ve her şeyi anladım. hazinenin yarısını istiyorum." brahman, "hiçbir şey bilmiyorsun." der. "asıl ben, senin ve kabilenin 15 yıldır bir mağarada çocuk kurban ettiğinizi biliyorum. kabile geleneklerinizden biri olmalı. artık iyice palazlandınız, kasabalı oldunuz, utanıyor ve korkuyorsunuz. bu yüzden gelip her şeyi bana itiraf ettiniz ve bağışlanmayı dilediniz. sizi bağışladım; çünkü kabile yaşantısı sürenler nasıl insanlardır bilirim; ama dehşete kapılmadığımı söyleyemem ve kimi istersem çocuk kemikleriyle dolu o mağaraya götürebilirim. şimdi defol git. saçlarını yağlamışsın ama gölgen bile bu kutsal mekanı kirletmeye yetiyor." kabile reisi korkuyla siner ve geri çekilir. "affet, affet" der. brahman, "sakın verdiğin sözü unutmaya kalkma" diye cevap verir.

kurban verme zamanı gelmiştir. brahman, gecenin bir yarısı kemiklerle dolu mağaraya gitmek için yola koyulur. kabile reisinin olanları ihbar etmesi ve mağarada bekleyen birileri olması ihtimaline karşılık her türlü açıklamayı zihninde evirip çevirmektedir. mağarada kimse yoktur. buna şaşırmaz. karanlık mağarada ilaçla uyutulmuş iki tane çocuk vardır. demek ki kabile reisi akıllıca davranmaya karar vermiştir. brahman, alışkın eliyle çocukları mağaranın cinine kurban eder. küçük cesetleri yakmak için yaklaşınca, elindeki meşalenin ışığında kendi çocuklarını kurban etmiş olduğunu görür.