31.08.2021

uzun lafın kısası

a. l. kennedy:
insanlar kiliseye gitmemeli; bir iyilik yapmak istiyorsanız onları deniz kenarına gönderin.

andre gide: hiçbir başyapıt bir iş birliği ürünü değildir.

charles baudelaire: hemen hemen bütün yaşamımızı sersemce meraklar uğruna harcarız. buna karşılık öyle şeyler vardır ki insanların meraklarını en yüksek düzeyde kamçılaması gerekirdi; oysa yaşayışlarına bakınca bu şeylerden hiç mi hiç esinlenmediklerini görürüz.

elfriede jelinek: bütün satıcılar bilir: önemli olan ambalajdır.

hakan günday: yaşayarak intihar etmeyi seçenlere yardım edilemez.

jiddu krishnamurti: dünyada büyük biri, başarılı biri olma dürtüsü varlığını koruduğu sürece zenginler ve yoksullar, sömürenler ve sömürülenler olacaktır.

kierkegaard: insanlar genellikle dünyayı nehirler, dağlar, yeni yıldızlar, gösterişli kuşlar, tuhaf balıklar ve gülünç insan türleri görmek için dolaşır. varoluşun karşısında ağızları açık kalıp hayvansal bir sersemliğe düşerler ve bir şey gördüklerini sanırlar.

mehmet eroğlu: kentlerin günahlarını orospularla çocuklar öder; dünyanın günahlarını ise filozoflar.

nâzım hikmet: kapitalizm, gelişerek öyle bir merhaleye varır ki, yalnız maddi eşyalar değil, manevi değerler de mal olur, alınıp satılır.

cenap şahabettin: yaşamak çok kişi için yiyip içerek ölümü beklemektir.

goethe: mükemmel olan her şey kendiliğinden klasiktir, hangi türe ait olursa olsun.

halil cibran: yaşamın özüne ulaştığında her şeyde güzellik bulursun; hatta güzelliği görmezden gelen gözlerde bile.

27.08.2021

başka yerler başka düşler

cevat çapan


bir dağdan iner gibi yavaşça
atını bağlayıp avludaki asmaya
odaya sessizce giren bir düştü babam

ben denize bakardım yarı uyanık
annemi çocukluğunda iskelede bırakıp
uzaklaşan gemiye

başka yerlerde, başka düşler canlanırdı
ağaran ufukta sabahın ilk karaltıları
sesler duyulurdu uzaktan karşı yamaçta

yapayalnız yürür gibi uçsuz bucaksız ovada
nasıl bir araya geldiklerini düşünürdüm
apayrı insanların, susarak yaşadıklarını yıllarca

gün, uzayan gün. bitmeyen yol. yakıcı güneş
bir baş dönmesi yalnızca yaprak kımıldamayan bozkırda
bir rüzgar özlemi, bir toprak kokusu
yağmurdan sonra tükenen soluğumda

gecenin karanlığı inmeden
sulara, uzak sulara

26.08.2021

rembrant, columbus

patti smith


bir gün hepimiz öleceğiz
ama durmayıp yola devam edenler
attıkları adımın sonunu getirenler
onlar asla ölmeyecek

25.08.2021

katedral

pascal mercier

katedralsiz bir dünyada yaşamak istemem. onların güzelliğine ve görkemine ihtiyacım var. dünyanın sıradanlığına karşı ihtiyacım var bunlara. başımı kaldırıp kiliselerin ışıl ışıl camlarına bakmak istiyorum, uhrevi renklerinden gözlerim kamaşsın istiyorum. onların pırıltısına ihtiyacım var. üniformaların kirli, tek tip rengine karşı o pırıltıya ihtiyacım var. kiliselerin keskin serinliği beni sarsın istiyorum. oradaki zorunlu sükunete ihtiyacım var. kışla avlusundaki ruhsuz haykırmalara ve partinin pasif üyelerinin keyifli gevezeliklerine karşı ihtiyacım var bu sükunete. orgların hışırtısını, uhrevi seslerin selini dinlemek istiyorum. bando müziğinin cırlak gülünçlüğüne karşı org sesine ihtiyacım var. dua eden insanları seviyorum. onlara bakmaya ihtiyaç duyuyorum. yüzeyselliğin ve düşüncesizliğin tehlikeli zehrine karşı ihtiyacım var bu bakışa. incil'deki güçlü kelimeleri okumak istiyorum. onlardaki şiirin ulvi gücüne ihtiyaç duyuyorum. dilin ihmal edilmesine ve sloganların diktatörlüğüne karşı ihtiyacım var bu güce. bunlarsız bir dünya, içinde yaşamak istemeyeceğim bir dünya olurdu.

ama yaşamak istemediğim bir başka dünya daha var: bedenin ve bağımsız düşüncenin kötülendiği, başımıza gelebilecek en iyi şeylerin günah diye damgalandığı bir dünya. diktatörleri, gaddarları ve katilleri sevmemizin istendiği bir dünya; ister onların kanlı çizmeleriyle attıkları adımlar kulakları sağır edercesine sokaklarda yankılansın, ister kedi gibi sessizce, korkak gölgeler halinde sokaklardan gizlice süzülsünler ve parlayan çeliği kurbanlarının kalplerine arkadan saplasınlar. kilisede vaaz verenlerin, insanlardan bu yaratıkları bağışlamalarını, hatta sevmelerini istemeleri, dünyadaki en garip şeylerden biridir. bunu gerçekten yapabilecek biri çıksa bile: benzeri olmayan bir gerçek dışılık ve kendini acımasızca inkar sayılırdı ki bu, bedeli tam bir sakatlık olurdu. şu emir, düşmanını sev diyen şu delice, anormal emir, insanların gücünü çökertmek, bütün cesaretlerini ve özgüvenlerini kırmak ve onları diktatörün elinde hamur haline getirmek içindir; getirilsinler ki diktatörlere, gerekirse silahla, karşı koyma gücünü bulamasınlar.

tanrı'nın sözüne saygı duyuyorum; çünkü o sözlerdeki şiirsel gücü seviyorum. tanrı'nın sözünden iğreniyorum; çünkü onun gaddarlığından nefret ediyorum. bu sevgi, güç bir sevgidir; çünkü kelimelerin aydınlatma gücüyle, kendini beğenmiş bir tanrının insanları boyunduruk altına almak için güçlü sözler kullanmasını birbirinden ayırmak zorundadır. nefret de güç bir nefrettir; çünkü dünyanın bu yanında hayatın melodisine dahil olan kelimelerden nasıl nefret edebilir insan? çocukluğumuzdan beri, saygının ne olduğunu sayelerinde öğrendiğimiz kelimelerden? görünen hayatın, hayatın tamamı olmayabileceğini sezmeye başladığımızda, bizim için yol gösterici olan kelimelerden? onlarsız şimdiki kendimiz olamayacağımız kelimelerden?

ama şunu unutmayalım: ibrahim peygamber'den kendi oğlunu hayvan boğazlar gibi öldürmesini isteyen, kelimelerdir. bunu okuduğumuzda öfkemiz ne olacak? böyle bir tanrı hakkında ne düşünmeliyiz? eyüp'ün -elinden hiçbir şey gelmemesine ve hiçbir şey anlamamasına rağmen- kendisiyle tartıştığını iddia eden bir tanrı hakkında? onu böyle yaratan kimdi peki? tanrı'nın birisini nedensizce felakete sürüklemesi, bir ölümlünün bunu yapmasından neden daha az haksızcadır? eyüp şikayet etmekte haklı değil midir?

tanrı kelamındaki şiir öylesine etkileyici ki, her şeyi susturur, her itiraz zavallı bir havlayışa dönüşür. bu yüzden, taleplerinden ve üzerimize yüklediği kölelikten bıkınca, incil'i bir kenara koymak yetmez, onu atmak gerekir. incil'den konuşan tanrı, hayata yabancıdır, neşesizdir, bir insan hayatının geniş çemberini -özgür bırakılırsa insan hayatının çizebileceği daireyi- daraltıp bir tek noktaya, itaatin esnek olmayan noktasına indirgemek ister. kahırdan çökerek, sırtımızda günahlarımızla, boyun eğişin ve günah çıkartmanın onursuzluğuyla kuruyarak, alnımıza çizili paskalya haçıyla yaklaşmalıyız mezarımıza, tanrı'nın yanında geçirilecek daha iyi bir hayata dair, ama bin kez çürütülmüş umudumuzla. ancak daha önce elimizden bütün sevinçlerimizi ve bütün özgürlüklerimizi çalmış birinin yanında durmak nasıl daha iyi olabilir?

ondan gelen ve ona giden sözlerin yine de çarpıcı bir güzelliği var. kilisede çömezken nasıl da sevmiştim onları! mihraptaki mumların ışığında nasıl da sarhoş etmişlerdi beni! bu sözlerin her şeyin ölçüsü olduğu ne kadar da açıktı, pırıl pırıl ortadaydı. insanlar için başka sözlerin de önemli olduğunu nasıl da aklım almıyordu; bence o sözlerin her biri kınanacak bir gönül eğlencesi ve esas olanın kaybı anlamına geliyordu. bir gregoryen ilahisi duyduğumda bugün bile olduğum yerde dururum, eski esrikliğim yerini vazgeçilmez biçimde isyana bıraktığı için bir an kederlenirim. sacrificum intellectus kelimelerini ilk duyduğumda içimde sivri dilli bir alev gibi yükselen bir isyana.

merak duymadan, soru sormadan, kuşkulanıp tartışmadan nasıl mutlu oluruz? düşünmenin keyfine varmadan? başımızı uçuran bir kılıç darbesine benzeyen o iki kelimenin anlamı, fikirlerimize zıt olsa da hissettiklerimizi ve yaptıklarımızı yaşamak talebinden daha az değildir, kapsamlı bir şekilde ikiye bölünme talebidir o kelimeler, her mutluluğun çekirdeği olan şeyi, hayatımızın ruhsal bütünlüğünü ve uyumunu feda etme emridirler. kürek mahkumu zincire vurulmuştur; ama canının istediğini düşünebilir. oysa tanrı bizden, köleliğimizi kendi ellerimizle ruhumuzun en derinlerine kadar sokmamızı ve bunu gönüllü olarak, keyif duyarak yapmamızı talep ediyor. bundan daha büyük alay olur mu?

her yerde hazır ve nazır olan yüce tanrı'nın gözü gece gündüz üzerimizdedir, yaptıklarımızı, düşündüklerimizi her saat, her dakika, her saniye kaydeder, bizi asla rahat bırakmaz, bir saniye bile kendi başımıza kalmamıza izin vermez. gizleri olmayan bir insan nedir? kendisinin sadece kendisinin bildiği düşüncelere ve arzulara sahip olmayan biri? işkenceciler, engizisyon dönemindeki ve günümüzdeki işkenceciler bilirler: kendi kabuğuna çekilmesini engelle, ışığı hiç döndürme, onu hiç yalnız bırakma, uyumasına ve sükunete izin verme: konuşacaktır. işkencenin ruhumuzu çalması şu anlama gelir: soluduğumuz hava kadar ihtiyaç duyduğumuz şeyi, kendimizle yalnız kalmamızı olanaksız kılar. gemlenemez merakı ve uğursuz tecessüsüyle ruhumuzu, hem de ölümsüz olması gereken ruhumuzu çaldığını düşünmedi mi yaradanımız, tanrımız?

ciddi olarak ölümsüz olmayı arzulayan var mı? kim sonsuza kadar yaşamak ister? şunu bilmek ne kadar sıkıcı ve yavan olurdu: bugün neler olduğunun hiç önemi yok, bu ay, bu yıl: daha sonsuz gün, ay ve yıl var. sayılamayacak kadar çok, kelimenin tam anlamıyla. böyle olsaydı eğer, başka bir şeyin anlamı kalır mıydı? artık zamanı hesap etmemize gerek kalmazdı, hiçbir şeyi kaçırmazdık, acele etmemizin bir anlamı olmazdı. bir şeyi bugün ya da yarın yapmamız fark etmezdi, hiç fark etmezdi. kaçırdığımız milyonlarca şeyin, ebediliğin karşısında hiçbir değeri kalmazdı, bir şeyin arkasından üzülmenin de anlamı olmazdı; çünkü onu telafi etmek için zaman hep kalırdı. günün akışına bile karışamazdık; çünkü bu mutluluk, akan zamanın bilincinde olmaktan beslenir, avare kişi ölümün karşısında bir maceraperesttir, telaşın zorlamasına karşı çıkan bir haçlı askeridir. her zaman ve her yerde ve her şey için zaman olsaydı: zaman harcamanın vereceği keyfe yer kalır mıydı?

bir duygu ikinci kez hissedilirse aynı kalamaz. yeniden hissedildiğinin farkına varılmasıyla birlikte renk değiştirir. sıklıkla gelirlerse ve çok uzun sürerlerse duygularımızdan bıkar, usanırız. o duygunun asla, hiçbir zaman sona ermeyeceğine emin olan ölümsüz ruhta müthiş bir bıkkınlık doğar, zaptedilemeyen bir umarsızlık büyür. duygular gelişmek ister, biz de onlarla birlikte gelişmek isteriz. eskiden oldukları biçimi reddettikleri için ve yeniden kendilerinden uzaklaşacakları bir geleceğe doğru aktıkları için şimdi oldukları gibidirler. bu nehir sonsuzluğa aksaydı: içimizde binlerce duygu doğardı, baştan sona görebileceğimiz bir zaman alışkın olduğumuz için hayal bile edemeyiz bunları. ebedi hayattan söz edildiğini duyduğumuzda, bize neyin vaat edildiğini hiç bilmeyiz. ebediyet içinde, avuntudan yoksun kendimiz olmak nasıl olurdu, kendimiz olmak gerekliliğinden günün birinde kurtulmak? bunu bilmeyiz, bilmeyecek olmamız bir lütuftur. çünkü bildiğimiz bir şey vardır: bu ölümsüzlük cenneti cehennem olurdu.

an'a güzelliğini ve korkutuculuğunu veren ölümdür. zaman, yalnızca ölüm sayesinde yaşayan bir zaman olur. yaradan, her şeyi bilen tanrı bunu neden bilmez? neden bizi, dayanılmaz ıssızlık anlamına gelmesi gereken ebediyetle tehdit eder?

katedralsiz bir dünyada yaşamak istemiyorum. onların pencerelerinin pırıltısına, serin sessizliklerine, hükmedici suskunluklarına ihtiyacım var. orgların borularına ve tanrı'ya yakaran insanların kutsal dualarına ihtiyacım var. sözlerin kutsallığına, büyük şiirin ulviliğine ihtiyacım var. bütün bunlara ihtiyacım var. ama özgürlüğe ve bütün gaddarlıklara karşı düşmanlığa duyduğum ihtiyaç da bundan az değil. çünkü biri olmadan ötekinin hiçbir anlamı yok. ve kimse beni seçmek zorunda bırakmasın.

dante

sevan nişanyan

dante insanlık tarihinin en büyük şairlerinden biri; aynı zamanda ciddi bir düşünür, tarihçi ve siyasi aktivist. ilahi komedya'da dinî düşüncenin ve ahlak felsefesinin en temel konuları hakkında derin bir vizyonu ortaya koymuş. yaşadığı devirde italya'nın güneyinde henüz islam kültürünün ciddi kalıntıları vardır. yazarın islami düşünceye dair en azından birkaç önemli eser okumuş olduğunu biliyoruz. yani islam dininden habersiz biri değildir. başta selahaddin eyyubi olmak üzere bazı müslümanlar, komedya'nın ahlaki evreninde birçok hristiyan'dan daha yüksekte yer alırlar.

dante cehennem'in en dibinden bir önceki katmanında hz. muhammed ile karşılaşır. "şirk ve nifak tohumu ekenlerle" aynı kaderi paylaşan muhammed kötü durumdadır: (inferno, kanto 28.25 v.d.). bacakları arasından sarkıyordu bağırsakları; iç organları ortadaydı, yenilenlerden bok (merda) yapan zavallı keseyle birlikte. onu görmek için olanca dikkatimi verince, bana baktı, göğsünü açtı elleriyle, "bak nasıl yarıyorum kendimi" dedi, "bak muhammed nasıl paramparça edildi! önümde ağlayarak giden ali, alnından çenesine dek yüzü kesili. burada gördüğün öteki kişiler de yeryüzünde şirk ve nifak tohumları ektiler (seminator di scandalo e di scisma), bu nedenle ikiye bölündüler."

faşizm

sevan nişanyan

"vatan mevzubahisse gerisi teferruattır." ne demek? hak teferruattır, hukuk teferruattır, hakikat teferruattır demek. "vatan" dedikleri şey zaten ordunun kod adı, başka bir içeriği yok. "vatan benim, yoluma çıkma ezerim." diyor, özetle. kendi de inanmış, altı yaşında bebeden başlayarak kafasına kaka kaka memleketi de inandırmış. ya da inandıramamış belki ama cevap vermeyi düşünemeyecek kadar korkutmuş. bu koşullarda insan yozlaşmaz mı? melek olsa gene yozlaşır.

hak, hukuk ve hakikat kaygısı insanı insan yapan temel disiplindir. bunlar yoksa zıvanadan çıkarsın. doğruyu yanlıştan ayırt edemez hale gelirsin. herkesi düşman görmeye başlarsın. zorda kalınca doğru yoldan sapmayı alışkanlık edinirsin. alıklaşırsın.

devlet görevlileri 'insan' olarak düşünme kapasitesini yitirmişlerdir. daha ziyade kapıkulu olarak, devlet adı verilen kötülük çarkının birer temsilcisi sıfatı ile olayları algılayabilirler.

vali ve kaymakamlar halen türk idari mekanizmasının en çürük halkasıdır. kâğıt üzerinde yetkileri sonsuzdur ama pratikte herhangi bir ciddi işe yaramazlar. ekonomik alana müdahaleleri cehaletle karışık göz boyamadan ibarettir, genellikle fiyaskoyla sonuçlanır. güvenlik alanına müdahaleleri polisi sinir eder. hemen her ilde vali ile belediye başkanı kavgalıdır.

senin ders kitapların, resmi propaganda broşürlerin, valilik web sitelerin, turistik tabelaların, atatürk bilmemne kurumu neşriyatın, 19 mayıs nutukların, askerî beyin yıkama programların, adli yıl açılış törenlerin, devlet onaylı cami vaazların türk ve/veya müslüman olmayanlara karşı baştan sona iftira ve sövgüyle dolu olacak. sonra pişkin pişkin gülüp "aa olur mu, bizde herkes yasalar önünde eşittir, din ırk milliyet yüzünden katiyen ayrım yapılmaz." diye yavşayacaksın.

türk yargısı köküne kadar çürümüştür. herhangi bir sosyal faydaya hizmet etmeyen bir zulüm ve zorbalık makinesine dönüşmüştür. bunu görmemek için ruhen ve aklen körleşmiş olmak gerekir.

20.08.2021

hayal

pascal mercier

hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir.

kendini beğenmişlik, takdir edilmemiş bir budalalık türüdür; kendini beğenmiş olabilmek için, yaptıklarımızın tümünün kozmik önemsizliğini unutmalıyız, ki bu da olağanüstü bir budalalık türüdür.

adlar, başkalarının bize, bizim de onlara giydirdiğimiz görünmez gölgelerdir.

insanın unutamadıkları, basit şeylerdir. bir şeyin kokusu, tokadı yedikten sonra yanağın nasıl yandığı, evin içine ansızın karanlık basınca nasıl olduğu, babanın küfrünün ne kadar kaba olduğu.

kitsch, bütün hapishanelerin en kötüsüdür. parmaklıkları, basitleştirilmiş, sahte duyguların altınıyla kaplanmıştır, bir sarayın sütunları sanır insan onları.

en güzel şey, şiir. şiir düşünce olsaydı ve düşünce şiir, o zaman cennet olurdu.

sınırsız açıksözlülük mümkün değildir. bizim gücümüzü aşar. susmak zorunda kalmaktan doğan yalnızlık; böyle bir şey de var.

mesele ruh olduğunda, elimizde pek az şey vardır.

ana-babaların arzularını ve korkularını gösteren çizgiler ateşten bir kalemle, güçsüz ve başlarına ne geldiğini hiç bilmeyen küçüklerin ruhlarına kazınır. ruhlara dağlanmış o metni bulmak ve ne yazıldığını sökmek için bir ömür harcarız, onu anladığımıza da asla emin olamayız.

19.08.2021

hayat

yaşamında kesinlikle hata olduğunu bildiğin ama aslında hata olduğunu bilmediğin şeyler vardır; çünkü gerçekten hata olup olmadığını öğrenmenin tek yolu hatayı yapmaktır ve geriye dönüp şöyle demek: "evet. bu bir hataydı." yani aslında en büyük hata, hatayı yapmamak olurdu; çünkü o zaman bütün hayatını bunun bir hata olup olmadığını bilmeden geçirirsin. bazen hata olduğunu bildiğin bir şeyi bile, her koşulda yapmak zorundasındır. belki de en salak hataları bile. (~himym)

louis winchell: rahata bağımlı dünyamızda yuttuğumuz yalanların arasında aşk yalanı kadar sinsi olanı yoktur. bizi her yönden tamamlayacak birinin bir yerlerde yaşadığına dair baştan çıkarıcı; ama çocukça bir fikir. bizi tamamlayacak biri. tabii bu yanılsama, bizi kendi içimizde ve kendi başımıza bir bütün olmaktan alıkoyar. hatta sonunda bizi yetersizliklerimizi, kusurlarımızı hor görmeye teşvik eder. oysa insanlığımız burada yatar. o insanlık ki, onsuz biz bir hiç olurduk." (~six feet under)

hayatınızın en mükemmel anlarını ille de kendi elinizle yaratmanız gerekmiyor. bunlar aynı zamanda sizin başınıza gelenler olabiliyor. hayatınızın akıbetini etkilemek için harekete geçemezsiniz demiyorum. harekete geçmeniz gerek ve geçeceksinizdir de. ama şunu unutmayın: herhangi bir gün sokak kapınızdan adımınızı atarsınız ve tüm hayatınız sonsuza kadar değişebilir. evrenin bir planı vardır ve o plan her zaman hareket halindedir. bir kelebek kanatlarını çırpar ve yağmur yağmaya başlar. korkutucu bir düşünce olsa da, aynı zamanda harikadır da. makinenin tüm o küçük parçaları, siz tam olarak olmanız gereken yerde, tam olarak olmanız gereken zamanda bulunun diye sürekli çalışır. doğru yerde, doğru zamanda. (~himym)

diktatör

sevan nişanyan

rahmetli sezar diktatördü ama kaliteli adamdı. cömertliğin, cimrilikten daha etkili bir yönetim aracı olduğunu bilenlerdendi. roma'nın en puşt şairi catullus kahredici bir hicviye yazıp kendisine "ibne roma oğlanı" (cineade romule), "rezil, rüşvet yiyici ve kumarbaz" (impudicus et vorax et aleo) deyip, "küçük beyaz bir kumru gibi roma'da her yatak odasına konan" (perambulabit omnium cubilia ut albulus columbus) mamurra'nın eşcinsel sevgilisi olduğunu ima ettiğinde ne yaptı?

suetonius tarihinden öğrendiğimize göre, catullus'u evinde akşam yemeğine davet etti. yemekte, kendisinden 16 yaş küçük olan şaire, "evladım, orta yaşlı bir politikacının götüyle neden ilgilenirsin?" diye sorduğu rivayet edilir. catullus muhtemelen o yemekten sonra "ak mısın kara mısın caesar, bilmiyorum, beni ilgilendirmiyor da" diyen şiirini yazıp diktatörün peşini bıraktı. sonraki yıllarda caesar'ın destekçisi oldu. olayın geçtiği eksi 55 yılında caesar altı-yedi yıldan beri roma'da iktidarın fiili sahibi durumundaydı. imperator (başkumandan) ve pater patriae (atarum?) unvanlarına sahipti. bir süre sonra damadı pompeius tarafından iktidardan uzaklaştırıldı, bir müddet taşraya gitti. bir darbeyle geri geldi, ömür boyu dictator unvanını aldı. 44'te senato'da bıçaklanarak öldürüldü. halen kullandığımız "diktatör" sözcüğünü meşhur eden bu zattır.

18.08.2021

hasan ile emine

sabahattin ali

bu hasan zeytinli'de bahçıvanmış. ufacık bir bahçesi varmış; yazın bostan, yeşillik eker, kışın el zeytini silkmeye gider, koca anasıyla yaşar dururmuş. daha da pek gençmiş; hani bıyığı yeni terlemiş. anasından başka kadına göz kaldırıp bakmaz, düğünde, bayramda öbür delikanlılar gibi rakıya, oyuna katılmaz, kız gibi bir oğlanmış. pazarlara gidip bostan ne satınca da parasını getirir, anasına teslim edermiş. anam daha şuncağız çocukmuş. işte o zamanlar bizim yüksekoba'dan emine, edremit pazarında bu hasan'ı görmüş.. anam emine'yi bilirdi; sekiz yük balları varmış; babası ağaç devirip kereste yapar, anasıyla emine de arılara bakarmış. dağ gibi bir kızmış. danaları, inekleri, boynuzundan tutunca şu yana savuruverirmiş. bu geldiğimiz yolu iki saatte iner, üç saatte çıkarmış. çocuklarla da pek oynar, obanın kızlarını ardına takınca ormanda koşturup terletir, sonra da hepsini bicik bicik yanaklarından öpermiş. işte bu emine, edremit pazarında hasan'dan bostan almış; hani dağlık yerde pek kavun karpuz olmaz da onun için.. hasan bostanları emine'nin heybesine doldururken:

"yörük kızı!" demiş, "yükün ağır oldu. kazdağı'nın yolu çetindir, nasıl çıkacaksın?"

emine onun yüzüne gülüvermiş de:

"ne sandın düz ovalı?" demiş, "biz dağlıyız, sizin boş çıkamadığınız bayıra biz kırk okka yükle çıkarız!"

hasan önüne bakmış, emine yoluna gitmiş; ama ertesi pazar yine onun sergisine varmış:

"bostanların iyi çıktı, sarı oğlan, al sana bal getirdim!" demiş; omzundan bal teknesini indirip bir gömeç almış, hasan'a vermiş. hasan'ın yüzü yine al al olmuş:

"ne zahmet ettin, yörük kızı!" demiş; ama emine cevap vermeden gülüp yürümüş.

ikindi vakti hasan eşeğini önüne katıp köye dönerken, kadıköy mezarlığı'nın önüne varınca, bakmış emine heybesi sırtında ileriden gidiyor. önce dili tutulmuş, hiç tınmadan ardından yürümüş, sonra bir yüreklenmiş, eşeğini sürüp emine'nin yanına varmış:

"uğurlar olsun, yörük kızı! sen hangi obadansın?" diye sormuş. emine, hasan'ı görünce:

"sana da uğurlar olsun, sarı oğlan! ben yüksekobalıyım, sen nerelisin?" demiş.

"ben zeytinli'denim.. köye kadar yolumuz bir.. heybeni eşeğin üstüne at da rahat git!"

"olmaz! ovada heybeyi eşeğe taşıtırsam, koca dağa bu yükle nasıl çıkarım?"

zeytinli'ye gelene kadar yan yana yürümüşler; az konuşmuşlar, çok bakışmışlar; ama ikisinin de gönlü birbirini sevmiş. ondan sonra her pazardan beraber dönmüşler. emine arada bir hasan'ın, zeytinli'nin alt başındaki bahçesine uğrayıp ona süt, peynir, bal götürmüş; hasan, emine'ye dut silkivermiş, kiraz, vişne toplamış. bahçenin ortasındaki  ayvanın dibinde yan yana çömelip konuşurlarken görenler çok olmuş. ama hasan'ın anası bakmış ki bu iş böyle sürüp gidesi değil.. oğlunu önüne oturtup:

"oğlum, hasan!" demiş. "baban öleli beri evin erkeği sensin. ben bugün varsam yarın yoğum. evine bir kadın lazım. sana bizim köyden bir kız almak isterdim ama, yine sen bilirsin. eğer gönlün bu yörük kızını pek sevdiyse bu ihtiyar halimde obasına gidip isteyeyim. güz yaklaştı; zeytinden sonra düğününüzü yaparız."

hasan da hep bunu düşünürmüş ama, bir türlü içini dökemezmiş. bakmış artık beklemenin yolu yok, emine obadan indiği bir gün onu bahçede yanına oturtmuş:

"emine" demiş, "bahar geçti, yaz geçti; leylekler yerine göçtü! kış gelip dağları yolları kar örtmeden ya sen bana gel, ya ben sana geleyim!"

emine'nin yüzü sapsarı olmuş:

"ah, hasan!" demiş, "kışın derdi senden evvel benim içime çöktü, ayrılık günleri geldi çattı. ne ben senin köyünde edebilirim, ne sen benim obamda.. bu yaz büyük günah işledik. artık sen beni unut, ben de seni unutayım.."

bunu duyunca hasan'ın aklı başından çıvmış; emine'nin eline sarılmış:

"aman yörük kızı, aman biricik eminem!" demiş, "senin tatlı dilini duyan, güler yüzünü gören bir daha seni nasıl unutur? böyle deme, burda kal. sen bahçeye bakarsın, ben zeytine giderim, kimseye muhtaç olmayız."

emine acı acı gülmüş de demiş ki:

"insan nereye giderse rızkı da beraber gidermiş; bunu düşündüğüm yok. ama ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam. köyünüzün eli kınalı kızlarına katışamam, senin içine dert olur.. kızılbaş kızı geldi de hasan'ı elimizden aldı derler, benim içime dert olur. yörük kızı dağdan köye, çadırdan eve inmemeli. ben seni görmemeliydim. gördüm, sözüne uymamalıydım. ama neyleyim, senin de tatlı sözünle güler yüzün etti bunları.. hadi benim sarı hasanım, tut ki birbirimizi düşte görmüş de uyanmışız. bırak beni dağıma gideyim!"

yanından kalkıp kuş gibi uçmuş. hasan arkasından bakmış kalmış.

o günden sonra hasan'ın yüzü gülmemiş, rengi yerine gelmemiş. gönlünü bir yerde eğlemez, ağzını açıp dünya kelamı eylemez olmuş. pazarlara ayva, nar satmaya gider, ne alıp ne verdiğini bilmeden geri dönermiş. en sonunda bir gün dayanamamış; edremit pazarı günü, akşam vakti zeytinli'nin üst başında, yüksekoba'ya giden yolun kıyısında oturup emine'yi beklemiş. o gün kızın pazara indiğini kestirirmiş. az sonra emine yolun alt başında görünmüş. onun da yüzü sarı, hali perişanmış. hasan'ı görünce yüreği yanmış ama, hiç tınmadan oradan geçip gidecek olmuş. hasan yolunu kesmiş:

"emine!" demiş, "bu dünyada gönlüne karşı gelen babayiğit çıkmamış. ocağına düştüm! deli gönlün bizim çukur köyümüze sığmazsa al beni obana götür! ananı ana, babanı baba bileyim; ineğini sağıp davarını güdeyim; babanla tahta biçip keresteyi dağdan sırtımda indireyim. tek beni buralarda garip koyup gitme!"

emine durmuş, hasan'ın yanına çökmüş, gözlerini koluna silmiş:

"hasan" demiş, "yüreğimi deldin! ne çare ki dediğin olacak iş değil. ovada büyüyen dağda yapamaz. dağın suları serindir ama, yolları sarptır, kışı çetindir. kar altında odun kesmek, bahçeye bostan ekmeye benzemez. benim erim diye götürdüğüm adamı obamızın yiğitleri kınamamalı! ben seni bildim, artık gözüme hiçbir yiğit görünmüyor; ama anamın, babamın, akranımın yanında seni küçük düşüremem. sal beni gideyim!"

hasan ayak diremiş: "her işi yaparım; obanızın yiğitlerini kardeş bilip işlerine koşarım; eğer of dersem kov beni köyüme gönder!" demiş.

emine'nin aklı yatmamış ama, yüreği yumuşamış: "haftaya burada bekle de cevabımı al!" demiş.

hafta sekiz gün, hasan anasının boynuna sarılmış; hak alıp hak vermiş; gelmiş yolun başına, emine'yi beklemiş. çok geçmeden yörük kızı görünmüş. sırtında koca bir çuval varmış, içi pamuk doluymuş gibi onu beli bükülmeden taşırmış. hasan'ın yanına gelince: 

"hasan" demiş, "anamla, babamla danıştım; onlar da emmilerimle danıştılar. ovalıya varanın, ovalıdan kız alanın onduğunu gören yok. deli kız, deli kız! dediler. yüksekoba'da gönlünü verecek yiğit mi bulamadın? ben de: herkesin yiğidi kendi gönlüne göreymiş! dedim. peki öyleyse dediler, bir sına bakalım, senin yiğidin kazdağı'ndaki yörük emine'ye er olacak adam mı? konuşup kavil (sözbirliği) ettik: zeytinli'den 40 has okka tuz aldım; bunu sırtına vurup bir yerde durup dinlenmeden benimle yüksekoba'ya çıkabilirsen haftaya düğünümüz olacak. 40 okka yükle 4 saatlik dağa çıkan adama eğri bakacak babayiğit bizim obamızda yoktur. çıkamazsan, kaderimiz böyleymiş!"

hasan bir söz söylemeden çuvalı sırtlamış. emine'nin önüne düşüp yürümüş. ayakları kuş gibi uçarmış. beyobası'nı geçmişler, bayır aşağı dereye inerken emine bir bakmış, hasan'ın yüzünden, ellerinden su gibi ter boşanıyor. az önce genişleyen yüreği daralmış:

"kendine yazık etme, hasan!" demiş. "ver çuvalı bana, ben gideyim! sen bahçene dön!"

hasan soluk soluğa:

"buraya gelirken ant içtim: geri dönersem sağ dönmeyeceğim!" deyip yürümüş. emine'nin yüreği daha da daralmış ama, çaresi yok. eski değirmeni geçmişler, sutüven'in yanına gelince hasan durmuş:

"emine!" demiş, "bana ettiğin zulümdür! tuzlar sırtımı yaktı. dur bir soluk alayım!"

emine:

"kavlimizde durup dinlenmek yok!" deyip yürümüş. hasan bir taştan bir taşa atlayıp ardından yetişmiş. az daha gitmişler; hasan yine durup yalvarmış:

"emine, zalım anana babana uyup beni çok ağır sınadın! bu kadarı yeter, hadi köye dönelim!"

emine'nin yüreği dilim dilim olmuş da içindekini yine dışarı vurmamış:

"ben sana dedim hasan, bu dağlar sana göre değil! ver çuvalı ben gideyim" demiş.

hasan gayretlenmiş, biraz daha yürümüş. gök büvet denilen yere geldiğinde dizleri bükülüvermiş, olduğu yere çökmüş:

"ah, emine!" demiş, "beni boş yere yaktın. ben bu dağlara çıkamayacağım, gel köye dönelim!"

emine ağzını açıp bir söz demeden hasan'ın sırtından düşen çuvalı yüklenmiş, tek başına, gerisine bakmadan yürümüş. çalıların ardında kaybolup giderken, hasan anasız kalmış yavru kuş gibi bağırmış:

"emine, obana gelemem, köyüme dönemem, beni buralarda bırakıp gitme!"

emine durmuş, durmuş, sonra başını çevirmeden yine yoluna düzülmüş. ta patlakların yanına gelinceye kadar hasan'ın bağırdığını duymuş. garip oğlan suyun gürültüsünü bastırıp:

"emine, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan gel!" diye seslenirmiş.

emine bir yerde durup soluk almadan, bir kere dönüp ardına bakmadan 40 okka tuzla obaya varmış. anası babası onu görünce her şeyler anlamışlar. kız çuvalı oraya atıp yere yıkılmış, kendinden geçmiş; ama daha ortalık kararmadan yerinden fırlamış:

"duydunuz mu? hasan beni çığırıyor!" demiş.

anası babası sormuşlar:

"hasan'ı nerde bıraktın?"

"gök büvet'in orda!"

"kız sen deli mi oldun? iki saatlik yerden buraya ses gelir mi?"

emine kimsecikleri görmez, kimseciklerin sözüne bakmaz, durup dinler, sonra:

"anacığım! bak nasıl çığırıyor! yazık oldu.. dur bir varıp bakayım!" dermiş.

o gece zor tutmuşlar. obanın yanındaki ormanlarda sabahacak dolaşmış. gün ağarırken gök büvet'e inmiş. bakmış oralarda kimsecikler yok. suyun yanından geçip gidermiş, bir de ne görsün: hasan'ın dallı çevresi, koca çınarın su içindeki dallarından birine takılmış, yüzüp duruyor.. onu oradan aldığı gibi koynuna sokmuş. dere boyunda bir aşağı, bir yukarı koşup:

"hasanım! ses ver de yanına varayım!" diye bağırmaya başlamış. her defasında dağlar taşlar ses verir:

"emine, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan geleceksin!" dermiş.

yemeden, içmeden üç gün dağlarda, ormanlarda, dere boylarında dolaşıp hasan'ı aramış. zeytinli'ye inip anasından sormuş. kocakarı saçını başını yolar, ağlarmış.

köylüler hasan'ın gök büvet'te boğulduğuna kayıl olmuşlar. (inanmışlar) "güz yağmurlarından derenin suyu coştu. ölüsü kimbilir hangi kovuğa girip kaldı. belki de sular aldı denize götürdü!" derlermiş. emine bunu duyunca:

"yalan!" demiş, "hasan ölmedi ki! beni çağırıp duruyor ama, yerini diyivermiyor. araya araya bulurum helbet!"

anası babası ardına düşmüşler, alıp kapamışlar. o bir yolunu bulur, dere boyuna iner, hasan'a seslenirmiş. gök büvet'in yanındaki kayalara oturur, koşmalar düzer söylermiş. bir gün anasına:

"hasan bana yine seslendi; bugün beni gök büvet'te bekleyecek. bu sefer sağlam kavileştik, gayrı kavuşacağız!" demiş. anası:

"amanın kızım, neler oldu sana?" diye ağlayıp dövünmüş. kız bir yolunu bulup ortadan kaybolmuş. akşamüstü oradan geçenler emine'yi gök büvet'in yanındaki koca çınarın dalında, hasan'ın çevresiyle asılı bulmuşlar."

işte gök büvet'e o zamandan beri hasanboğuldu diyorlar; koca çınara da emine çınarı derler.

sana emine'nin bir koşmasını okuyuvereyim! hasan'ına kavuşmadan az önce bunu söylemiş derler:

uzaklardan sesin aldım
çevreni derede buldum
nereye gittiğin bildim
hasanım arkandan geldim

sarı kahküllü, dal boylum
saz benizli, ayva tüylüm
tatlı sözlü, melek huylum
hasanım ardından geldim

köyden, obadan koğulan
duru sularda boğulan
toz köpük olup dağılan
hasanım ardından geldim

sarp dağlara getirdiğim
kavuşmadan yitirdiğim
ak kefensiz yatırdığım
hasanım ardından geldim

emine'yi yaslı eden
kerem olup aslı eden
dağı taşı sesli eden
hasanım ardından geldim

17.08.2021

gemide

ingeborg bachmann


enginlere açılan gemilerde çalışmaktır en iyisi
halat düğümlemek, su boşaltmak
delikleri yamayıp yüklere bakmak
en iyisi, yorulmak ve yığılıp kalmaktır akşamları
en iyisi, uyanmaktır sabahın ilk ışıklarıyla
yerinden oynatılamayan ufkun karşısına dikilmek
aldırmamak, hoyrat denize ve dalgaların üzerine kaldırmak gemiyi
çevirmek hep geri dönen güneş kıyılarına

16.08.2021

descartes

mihaly csikszentmihalyi

birkaç yıl önce descartes'ın metot üzerine konuşma adlı kitabını okuduğumda ne kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum. descartes o kitapta, fransa'da en iyi okullarda, en iyi öğretmenlerden eğitim aldığını ama seyahat etmeye başlayıncaya kadar asla gerçekten emin olduğu hiçbir şey öğrenmediğini ayrıntılı bir şekilde açıklar. çünkü seyahat ettikçe fransa'da doğru olan bir şeyin almanya'da da doğru olması gerekmediğini, almanya'da doğru olanınsa fransa'da olmayabileceğini ve hollandalıların her iki ülkenin de entelektüel başarılarına burun kıvırdığını görür. bunu fark etmek, onu ilk ilkelerle uzlaşmaya yöneltir. zihnin duru işleyişlerinden akıl yürütülerek çıkarsanan ve kulaktan dolma olmayan bilgiyle.

descartes'ın, bilginin göreliliğine gösterdiği tepki ile, birinci dünya savaşı'ndan sonra batı'yı saran umutsuzluktan dolayı cesaretlerini kaybeden, evrensel anlamda geçerli akılcılıktan vazgeçen pek çok çağdaş bilim adamının tepkisi arasındaki farkı düşünmek ilginçtir. descartes dar bilgiyi, anlama engel olarak görürken, kültürel görelilik yandaşları bunu var olan tek anlama biçimi olarak görüyorlar.

13.08.2021

şehir

julio cortazar


gece girerim şehrime, gece inerim
orada kah beklerler kah atlatırlar beni, kaçmam gerekir ille de
iğrenç bir randevudan, artık adı olmayan bir şeyden
parmaklara, bir dolaptaki et parçalarına
bulamadığım bir duşa verilmiş randevudan, yağmurlar iner şehrime
şehrimin bağrını bir kanal böler
dayanılmaz bir sessizlikle geçer koca, direksiz gemiler
bildiğim ama geri dönüştür unuttuğum bir kadere
şehrimi inkar eden bir kadere doğru
kimse binmez oradan, bir kişi bekler
gemiler geçse de, düz güverteden biri baksa da şehrime

nasılını bilmeden girerim şehrime, bazen başka geceler
sokaklara ve evlere çıkarım ve bilirim ki onlar benim şehrim değil
içimi buran o beklentiden anlarım şehrimi
korku değil; ama onun şeklinde, onun köpeği ve benim şehrimse eğer
bilirim bir pazar yeri olacak, kapı araları, meyve tezgahları
kimbilir nerde gözden kaybolan tramvayın titreyen rayları
öyle bir yer ki gencim ama şehrimde değil, buenos aires'teki el once gibi bir yer
okul kokusu, huzurlu duvarlar
boş beyaz bir anıt mezar, calle veinticuatro de noviembre
belki, orada hiç anıtmezar yok ama geceyi vurdu mu zaman benim şehrimdir yeri
bir kehanetin buğusunu yoğunlaştıran pazar yerinden giriyorum
hala kayıtsız kehanet, iyicil bir kötülük, meyveci kadınlar bana bakıyorlar
ve içimde bitki arzusu
beni gitmem gereken bir yere gitmeye ve çürümeye yerleştiriyorlar
çürüyen şeyler şehrimin gizli anahtarı, boktan bir balmumu yasemin endüstrisi
sürünüp giden cadde
beni bilmediğim bir şeyle buluşmaya götüren balıkçı kadınların yüzleri
bakmayan gözleri ve caddenin yeri
ve sonra otel, sadece bu gecelik çünkü yarın ya da başka bir gün başka bir otel olacak
benim şehrim sonsuz otellerdir ve hep aynı otel
tropik verandalı, bambu panjurlu ve ince sinek telli ve kimyon ve safran kokulu
odalar birbiri ardına temiz duvar kağıdı kaplı, hasır koltuklu
ve pembe tavanlarda vantilatörler, hiçbir yere açılmayan kapılar
vantilatörlü ve kapılı başka odalara açılan kapılar
buluşmalarda gizli bağlantılar
ille de girmek ve geçmek zorundasındır terk edilmiş oteli
bazen bir asansörle, şehrimde boldur asansörler, hep bir asansör vardır
şimdi içinde korkunun pıhtılaştığı; ama boştur başka zamanlar
en kötüsü boş olduklarında sonsuz bir seyahate çıkmaktır içlerinde
ta ki yukarı çıkmayı bırakıp şehrimde yanlamasına kaymaya başlayana kadar
zigzaglar çizerek ilerleyen cam kutular gibi asansörler
iki bina arasındaki köprüden geçer ve şehir aşağıda açılır, başdönmesi artar
çünkü tekrar gireceğim otelin ya da artık otel olmayan bir şeyin
ıssız koridorlarında, o sonsuz malikane
bütün asansör ve kapılarla, bütün koridorlarla gidilen
çünkü nedeni yoktur çünkü randevu
bir banyo ya da tuvalettir, bir randevu değil
ayağında şortun bir banyo aramaktır, elinde bir kalıp sabun bir de tarakla
ama hep havlusuz, havluyu ve tuvaleti bulmak zorundasın
şehrim sayısız kirli tuvalettir, kapılarında dikiz delikleri
kilitsiz, amonyak kokulu ve duşlar
pis zeminli koskoca bir odadadır
ve bir insan trafiği geçer içlerinden, şekilsiz insanlar
ama orada duştadırlar, duşların yanındaki tuvaletleri doldururlar
ben de orada yıkanmak zorundayım ama hiç havlu yok
tarakla sabunu koyacak, giysilerimi asacak yer de yok; çünkü bazen
şehirde giysilerim vardır ve duş alıp randevuya gideceğim
şehrin yüksek kaldırımlarından geçeceğim, şehrimdeki bir caddeden
kırlara giden, beni kanaldan ve tramvaylardan uzaklaştıran bir caddeden
hantal parke taşları ve çitler boyunca
düşmanca tesadüfleri, hayalet atları ve talihsizlik kokusu boyunca

sonra şehri geçer otele girerim
ya da otelden, sidik ve dışkı kokan tuvaletler mıntıkasına
ya da sana gelirim, sevgilim; çünkü bir keresinde senle gitmişimdir şehre
yabancı, şekilsiz yolcularla dolu bir tramvay içinde
anladım bulantının geleceğini, köpeğin olacağını ve denedim
seni kendime bastırmayı, korkudan korumayı
ama pek çok gövdeler girdi aramıza ve şaşırtıcı bir hamleyle seni aşağı ittiklerinde
takip edemedim, iğrenç kucaklar ve yüzler sakızıyla savaştım
duygusuz bir kondüktörle, süratle ve zillerle
kendimi kurtarıp bir köşeye attım sonunda, güneşbatımı bir meydanda yalnızdım
ve biliyordum bağırdığını, şehrimde kaybolduğunu
çok yakın ama bulunmaz olduğunu
ebediyen kaybolmuştun şehrimde, köpek buydu işte, randevu buydu
cazibesiz bir randevu, ebediyen ayrılmıştık şehrimde
ne otel ne asansör ne duşlar olacaktı senin için, bir yalnızlık korkusu
birisi konuşmadan yanına gelip solgun parmağını ağzına kaparken

ya da diğer seçenek, şehrime bir gemiden bakmak
kanaldan geçen direksiz gemiden, bir örümcek sessizliği
ve ulaşamayacağımız bir yere doğru ağırlaştırılmış bir gidiş
çünkü öyle bir an gelir ki hiç gemi kalmaz, her şey garlar ve yanlış trenlerdir artık
kayıp valizler, sayısız yönler
ve yerine birden yenisi konan trenler, gar yoktur artık
treni bulmak için karşıya geçmelisin ve valizler kayıp
ve kimse bir şey bilmez, her şey katran
ve duygusuz kondüktörlerin üniformaları kokar
hareket halindeki o vagona çıkana kadar ve hiç bitmeyen bir trende yürürsün
birbirine yanaşmış insanların yorgun mobilyalı odalarda uyuduğu
kara perdeli odalarda ve toz ve bira soluduğu
ve trenin öbür ucuna gitmeye mecbur olacaksın; çünkü orada bir yerde
kim olduğunu bilmediğin biriyle buluşacaksın
bilinmeyen biriyle bir randevu ve kayıp valizler
ve sen, zaman zaman, istasyondasın da; ama trenin
başka bir tren, köpeğin başka köpek, hiç buluşamayacağız sevgilim
seni yine kaybedeceğim ister tramvayda ister trende olsun, ayağımda şort koşacağım
kompartımanlarda uyuyan kalabalık arasında, menekşe rengi bir ışık
köreltecek o tozlu kumaşı, şehrimi gizleyen perdeleri

11.08.2021

ölüm cezası

umberto eco

eco: seni endişeli görüyorum, ey renzo tramaglino. kanun ve düzenin sağladığı huzura kendini bırakmış onca sakin mevcudiyetini sıkıntıya gark eden mesele nedir? yoksa "feminist" adıyla maruf yeni heveslerin tahrik ettiği zevcen lucia, çocuk doğurmama hakkını kullanarak seni evlilik yatağının zevklerinden mahrum mu bırakıyor? ya da lucia'nın validesi agnese hanımefendi evlatlarının yanağına fazlaca hararetli buseler tazyik ederek çocuklarının şuuraltını suyüzüne çıkarıyor da, aşırı kırılgan, mother oriented olmalarına mı yol açıyor? ya da doktor azzeccagarbugli sana partiler arası mücadelede "paralel doğruların birleşmesi" keyfiyetinden bahis etmekle, kamu ile ilgili siyasi hususlara nüfuz etme kabiliyetini mi köreltiyor? ya da don rodrigo vergi sisteminde yaptığı değişiklikle seni, paraları bankada istif eden adı gerekmez'den daha çok vergi ödemek zorunda mı bırakıyor?

renzo: beni huzursuz eden, ey asil konuğum, griso'dur. bu zat şimdi de alçaklık hususunda kendisini hiç de aratmayacak şahıslardan müteşekkil çeteler tesis etmiş ve namussuz kayıkçıların müdafaası altında, gencecik kızları kaçırıyor; maksadı, mebzul fidyeler koparmak; fidyeyi cebe atar atmaz da bu kız çocuklarını hunharca öldürüyor. bununla da kalmayıp namuslu insanlar dişlerinden tırnaklarından artırdıklarını bir kenara koyarken, o bir ipek çorap ardında sakladığı yüzüyle bu tasarrufların bulunduğu yerlere dalıyor, her şeyi gasp ve talan ediyor ve yeni rehineler almak suretiyle şehirlerimizi teröre gark eyliyor; filhakika, bugün, aklıselim hudutlarını mütecaviz cürümlere sahne olan şehirlerimizde, bir yandan şehir halkı griso karşısında korkudan titrer, iktidarsız emniyet kuvvetleri bu cürüm dalgasını frenleyemezken, bir yandan da teessür içindeki iyi ve namuslu insanlar sonumuzun nereye varacağını soruyorlar kendilerine.

bana gelince, o kadar müsamahakar ve muhabbetkar bir insan olan ben, bu toprakların yetiştirdiği en müstesna şahsiyetlerden birinin, hukuk alimi beccaria'nın -ki ölüm cezasına kanunlarında yer veren bir devletin cinayet aleyhtarı bir öğretiyi asla savunamayacağını mükemmelen ortaya koymuştu- tezlerini müdafaa eden ben, tedirginlik hissediyor ve kendime soruyorum: acaba müdafaasız vatandaşı korumak ve ona kötülük etmek isteyenleri uyarmak için böyle iğrenç suçlara karşı ölüm cezasını yeniden uygulamaya koymak gerekmez mi?

eco: seni anlıyorum, renzo. bu son derece insani bir his: gencecik kızları sevgili ana babalarından koparıp alan bu mezalim karşısında, intikam alma ve hakkını sonuna kadar müdafaa etme fikri kendiliğinden doğar. ben de bir babayım ve sık sık soruyorum kendime, çocuğumu öldüren meçhul caniyi, emniyet kuvvetlerinden evvel ele geçirme fırsatını bulsam ne yapardım diye.

renzo: söyle! ne yapardın?

eco: en başta onu öldürmek gelirdi içimden. ama uzun bir işkencenin, had safhadaki acımı çok daha iyi dindireceğini düşünerek bu dürtümü frenlerdim. onu emin bir yere götürür ve işe adamın hayalarını burmakla başlardım. bilahare tırnaklara geçer, tırnaklarının arasına bambu yongaları sokardım, rivayete göre zalim şark milletleri bu yöntemi tatbik ediyormuş. bunu müteakiben kulaklarını koparır, kafasına elektrik yüklü tellerle işkence yapardım. ve nihayet bu dehşet ve kan banyosundan sonra, acımın, yatışmadıysa da, vahşete doymuş olduğunu düşünürdüm. sonra zihnimin geçmiş günlerdeki huzur ve muvazenesine asla kavuşamayacağını bilerek kendimi kadere terk ederdim.

renzo: bak, işte sen de..

eco: evet; ama vakit kaybetmeden kolluk kuvvetlerine teslim olurdum, beni zincire vurup benzeri biçimde cezalandırsınlar diye; çünkü bu durumda ben de yapılmaması gereken bir şeyi yapmış, bir insanın hayatına son vermekle bir suç işlemiştim. gerçi suçumu hafifletici nedenler yok değildi. çocuğu hunharca öldürülmüş ve çektiği acıyla neredeyse delirmenin eşiğine gelmiş bir babaydım; dolayısıyla cezamın kısmen bağışlanmasını dileyecektim. ama devletten kendisini benim yerime koymasını asla isteyemezdim; çünkü devletin gerçekleştirmeyi arzuladığı hırsları yoktur; devlet yalnızca adam öldürmenin her durumda kötü bir şey olduğunu vurgulamakla yükümlüdür. bu yüzden de, adam öldürmenin kötü bir şey olduğunu öğretmek için adam öldüremez devlet. 

renzo: bu tartışmalara aşinayım. ölüm cezasının tekrar yürürlüğe koyulmasını, zorbalığın hüküm sürdüğü günleri yeniden tesis edebilmek amacıyla, şiddete dayalı düzenin çığırtkanlığını yapan birtakım müphem şahıslar talep etmişlerdir. lakin birkaç gün önce memleketin en mühim gazetelerinden birinde ciddi bir filozofun uzun ve serinkanlı bir makalesini okudum; üstat meseleyle ilgili muhtelif bakış açılarını bihakkın gözden geçirdikten sonra, hani istemiyormuş da ağzından kaçırmış edasıyla şunu soruyor kendisine: böyle ağır cürümler karşısında, vatandaşların huzur ve müdafaası için, devlet yetkisini kullanarak, daha yüksek cezalar verilmesi hakkını yeniden tesis edemez mi? gerçekten de ölüm cezası en azından caydırıcı bir değeri haizdir; daha doğrusu öteki art niyetli insanlarda korku uyandırır; oysa eğlenceli ıslahların ve kolay firarların yatağı günümüz hapishaneleri hiç kimseyi cinayet işlemekten alıkoyacak güçte değil artık.

eco: insanları ölüm cezasına ikna etmeye yönelik bu tarz muhamekeleri daha önce de işittim. ama belki sen hepimize, hatta ölüm cezasının yeniden yürürlüğe koyulmasını isteyen mütefekkirlere de hocalık etmiş olan bir başka filozofu tanımıyorsun. kant namıyla maruf bu zat, insanların araç olarak değil, her zaman amaç olarak kullanılmaları gerektiğini belirtmişti.

renzo: çok asil bir düşünce. 

eco: kesinlikle öyle. ben veli'yi ikaz etmek için ali'yi öldürürsem veli'yi ikaz etmek için ali'yi araç olarak kullanmış olmaz mıyım; velev ki maksadım tüm öteki insanları veli'nin muhtemel arzularına karşı müdafaa etmek olsun. ve veli'ye mesaj vermek için ali'yi kullanmak caiz ise adolf'a sabun üretmek için samuel'i kullanmak neden caiz olmasın? 

renzo: mamafih arada bir fark var. ali bir suç işlemiştir ve intikam maksadıyla değil; fakat eşitlikçi adalet anlayışı açısından, suçuyla orantılı bir cezaya çarptırılması hakka uygundur. samuel masumdur. oysa ali suçludur.

eco: o halde sen ali'nin veli'ye ders vermek maksadıyla öldürülmesi gerektiğini değil de basit bir dille ifade edersek başkalarına cefa çektirdiği için ali'ye de cefa çektirilmesi gerektiğini düşünüyorsun. 

renzo: her ikisi birden. benim ali'yi araç olarak kullanma yetkim var; çünkü artık kendi adına bir amaç olarak mütalaa edilme hakkını kaybetmiş bulunan ali'nin ölümü, başka ölümlerin önüne geçilmesine ve başkalarına cefa çektiren kişinin kendisinin de cefaya maruz kalacağını herkesin bilmesine yarayacaktır. devlet adalet terazisini büyük bir ciddiyetle kullanmak ve bu yolla yurttaşlarının can güvenliğini teminat altına almak durumundadır. ve eğer can güvenliğini teminat altına almak için mücerret, katı ve yüce kısas yasası faydalı ittihaz ediliyorsa varsın gelsin, başımızın üstünde yeri var; çünkü bu yasa kadim hikmetin tohumlarını içerir. devletin kısası intikam değil, geometridir. 

eco: kadim hikmeti küçümsemiyorum. şimdi söyle bana ey renzo: mademki sen kanun hakkında son derece ciddi ve de fevkalbeşer bir vukufu haizsin ve mademki devlet eliyle gerçekleştirilen öldürme eylemini cinayet değil, adaletin hakça dağıtılması olarak mütalaa ediyorsun, devlet kura veyahut rotasyon usulüyle seni, bir caninin hayatına son vermek üzere seçseydi, bu vazifeyi kabul eder miydin? 

renzo: kabul etmezdim diyemem. ve ruhum da huzur içinde olurdu. ölüm cezasının lüzumlu olduğunu iddia eden her şahıs, cemiyet kendisinden talep ettiği anda, bu vazifeyi ifaya hazır olmalıdır. 

eco: imdi söyle bana, cinayet dışında bir o kadar iğrenç ve dehşet verici suçlar yok mu? oğlunu öldürmek yerine, insafsızca ırzına geçen ve çocuğunun hayatı boyunca bir daha düzelemeyecek bir ruh hastası olmasına yol açan kişinin yaptığına ne ad verirdin? 

renzo: cinayete eş, belki de daha ağır bir suç bu. 

eco: devletin kısas prensibi yürürlükte olduğu sürece, kanunun gereklerine bağlı kalarak bu kişiye hem de aynı insafsızlıkla livata uygulamak gerekmez mi? 

renzo: şimdi sen hadiseyi bu şekilde ortaya koyduğunda, elbette gerekir diye düşünüyorum. 

eco: eğer devlet doğrudan veyahut rotasyon usulüyle seni seçmiş ve bu şahsa zorla livata uygulama vazifesini sana vermiş olsa böyle bir vazifeyi yerine getirir miydin? 

renzo: daha neler! beni seks manyağı sandın galiba? 

eco: yoksa sen bir cinayet manyağı mısın? 

renzo: aklımı karıştırma şimdi. ben sözünü ettiğin bu son eylemin bende sıkıntıya ve tiksintiye yol açacağını söylüyorum. 

eco: halbuki öteki cezayı icra etmek hoşuna gider, sende sadistçe bir zevk uyandırırdı, öyle mi? 

renzo: söylemediğim bir şeyi söyletme bana. ölüm cezasını infaz etmek herhangi bir zarara uğratmıyor beni; oysa tiksindirici bir eylemi yerine getirmek beni rahatsız edecek ve acı çekmeme yol açacaktır. bir mücrimi cezalandırmak için kendime zarar vermemi bekleyemez devlet benden. 

eco: başka bir deyişle, araç olarak kullanılmak istemediğini söylüyorsun bana. 

renzo: haşa istemem! 

eco: mamafih yaşayan bir insanı öldürmek suretiyle onu başkalarına ders vermede bir araç olarak kullanabileceğini söylüyorsun. 

renzo: evet; ama söz konusu şahıs cinayet işlemekle öteki insanlardan daha az insan olduğunu ortaya koymuştur. sence de öyle değil mi? 

eco: hayır. beni rahatsız eden olgu da bu zaten: cinayet işlemiş bir kişiyi öteki insanlardan daha az insan olarak görmeye hazır bazı kimseler, bir yandan da kürtaja karşı çıkıyor ve ekliyorlar: cenin halindeki bir insan da herkes kadar insandır. tezat içinde değil mi bu kimseler? 

renzo: bu söylediklerinden sonra büsbütün karıştı aklım. peki meşru müdafaaya ne diyeceksin? 

eco: burada biri karşısındakini kendi aracı durumuna indirgemeye çalışan, öteki ise bu zorbalığı ortadan kaldırmak zorunda olan iki şahıs söz konusudur. mümkünse mağdur durumdaki kişi, ölüme meydan vermeden sonuca ulaşmalıdır; ama başka çare yoksa şiddete şiddetle karşılık verecektir. ve bu durumda, masumun hakkı suçlunun hakkından üstün tutulmalıdır.

ama devlet suçluyu idam ettiğinde, onu suç işlemekten alıkoymak gibi bir amaçla yapmış değildir bunu; tekrar ediyorum, idam ettiği kişiyi salt bir araç olarak kullanmıştır. ve bir kez bir insan ötekilerden daha az insan olduğu gerekçesiyle araç olarak kullanıldığında, devletin varlığını borçlu olduğu toplum sözleşmesinin temeli çöker.

kürtaj sorununun temelinde ise bir insanın öldürülmesinin caiz olup olmadığı sorusu yatmaz; sorun daha ziyade, ceninin bir insanla eşdeğer görülüp görülemeyeceğini ve rahmin derinliklerindeki henüz biçim kazanmamış bu varlığın şimdiden toplum sözleşmesinin yasalarına mı bağlı olduğunu yoksa onu taşıyan annenin mülkiyetinde mi bulunduğunu saptamaktır. 

ama toplum sözleşmesinin içinde yerini almış bulunan bir cani, her yönüyle, her şeyiyle insandır. bu kişinin bir başkasından daha az insan olduğunu öne sürersen yarın da ölüm cezasını savunma küstahlığında bulunanların daha az insan olduklarını öne sürebilecek ve başkalarını böyle sağlıksız düşüncelerden korumak için onların ölümünü önerebileceksin demektir. 

renzo: peki ne yapmalıyım sence? 

eco: kendine şunu sor renzo: oturduğu yerden kayıkçı mafyasını idare eden, altın sikke kaçakçılığına göz yuman ve griso'yu cinayet işleyerek para sızdırmaya teşvik eden kişi don rodrigo olmasın sakın? 

renzo: diyelim ki öyle, peki buradan çıkarmam gereken sonuç ne? 

eco: böylece şunu anlamış oluyorsun: idam sehpasındaki griso, çocuklarının hayatı için bir güvence oluşturmaz; çünkü onun idam edilmesi don rodrigo üzerinde hiçbir caydırıcı etki yaratmayacaktır. 

renzo: böyle bir etkiyi sağlayacak olan nedir? 

eco: zorbanın öldürülmesi. ama bu başka bir tartışma konusu.