31.07.2016

uzun lafın kısası

epikuros: ölümsüz iyilikler arasında yaşayan bir insanın ölümlü bir canlıya benzer bir yanı yoktur.

anatole france: anavatan için öldüğünüze inanıyorsunuz; oysa bazı sanayiciler için ölüyorsunuz.

g.b. shaw: sanatçıların sezgileriyle buldukları tüm gerçekleri, bilgin denilenler budalaca bir didinmeyle laboratuvarlarında yeniden ortaya çıkarırlar, uzun süre sonra.

charlotte bronte: dünya tarihinin en iyi insanlarından birçoğu parasız, evsiz yaşamışlardır.

wilhelm reich: asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.

gustave flaubert: insan, yeteneğinin doruğuna ancak kendinden soyunarak erişebilir.

wittgenstein: ölüm korkusu yanlış, yani kötü yaşamın en belirgin işaretidir.

max horkheimer: zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için direnirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir.

alexandre dumas: büyük bir umutsuzlukla dolu yüreklerde artık başka heyecana yer yoktur.

orhan pamuk: içinizde kalbinize nakşettiğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hala sizin evinizdir.

william faulkner: zeki insanlar her türlü insan adaletsizliğine, budalalığına ya da acısına karamsar ve alaycı bir akli acıma duyarlar.

rollo may: sizi kabul edecek bir baba olmadan yaşayabilirsiniz; ama sizce anlam taşıyan bir dünya olmadan yaşayamazsınız.

morgue sokağı cinayeti

edgar allan poe

uykuların en derininden bile kalkarken, bir düşün ince ağlarını yırtarız. ama bir saniye sonra -o ağ öylesine çelimsizdir ki- gördüğümüz düşü hatırlamaz oluruz.

eğer hiç denizde fırtınaya tutulmadıysanız, rüzgârlarla savrulan suların insanın kafasını nasıl karmakarışık ettiğini bilemezsiniz. gözleriniz görmez, kulaklarınız duymaz olur; nefes alamazsınız, hareket edecek ya da düşünecek gücünüz kalmaz.

deli de olsa her insan bir ulusun özelliklerini taşır. sonra, konuşmaları da, gerçi saçma sapandır ama heceleri, kelimeleri pekâlâ anlaşılır.

insanoğlunun en parlak buluşlarına dahi yol göstermiş olan bir olasılıklar kuramı vardır. işte bu gibi rastlantılar o kuram üzerine hiçbir şey bilmeyen düşünürler için, kolay kolay aşılamayacak engellerdir.

bir yanlışın düzeltilmiş sayılması için onu düzeltene bir kötülük gelmemiş olması gerekir. sonra bir de yanlışı yapan, yanlışı düzeltmekte olanın kendinden intikam aldığını anlamazsa, o yanlış düzeltilmiş sayılmaz.

intihar

emil cioran

bir otel odasında yirmi beş yıl yaşadım. bunun bir faydası var: hiçbir yere ve hiçbir şeye bağlı değilsin, gelip geçici bir yaşamın öncülüğünü yapıyorsun. her zaman ayrılık noktasındaymış gibi hissedip geçici bir gerçeklik algısıyla yaşıyorsun. beni kurtaran şey intihar fikriydi. intihar fikri olmasaydı kendimi çoktan öldürmüş olurdum. yaşamaya devam etmemi sağlayan şey, her zaman önümde böyle bir seçeneğin olduğunu bilmekti. sahiden de bu düşünce olmasaydı bu hayata, bir yere veya bir şeye saplanmış olma duygusuna asla katlanamazdım. benim için intihar fikri, her zaman özgürlük fikrine dayalıydı. bir gorilin gözündeki perişanlık. bir cenaze hayvanı. işte o bakışın soyundan geliyorum ben.

30.07.2016

bulaşıkçı

george orwell

bulaşıkçı, modern dünyanın kölelerinden biridir. elbette bulaşıkçı için yanıp yakılmak gerekmez; çünkü birçok el işçisinden daha iyi durumdadır. fakat yine de alınıp satılan bir insandan daha özgür değildir. yaptığı iş köle işidir ve o işte herhangi bir hüner yoktur. ancak ölmeyecek kadar ücret alır. tek tatilini kovulduğunda yaşar. yaşamında evlilik diye bir şey yoktur ya da evlense bile karısı da çalışmak zorundadır. bu yaşamdan kurtulup kaçacağı tek yer hapishane olabilir.

şu anda paris'te günde on saat, on beş saat tabak ovan üniversite mezunu erkekler bulunduğundan eminim. bunun sadece bu adamların aylaklığından, işe yaramazlıklarından kaynaklandığını söyleyemeyiz; çünkü aylak adam, avare adam bulaşıkçı olmaz. bu insanlar düşünceyi olanaksız kılan bir çarkın tuzağına kapılmış kimselerdir. şayet bulaşıkçılar düşünmüş olsalardı, çoktan bir sendika kurar, ücretlerini artırmak için greve giderlerdi. ama düşünmezler, çünkü düşünecek vakitleri yoktur. yaşamları onları köle yapmıştır.

sorun şu: neden bu kölelik sürüp gidiyor? insanlar her çalışmanın doğru dürüst bir amaç için olduğunu peşinen akıllarına koymuşlar bir kez. birinin hoş olmayan bir iş yaptığını görüyorlar. "o iş gereklidir." deyip kendilerini sorunu çözdüklerine inandırıyorlar. örneğin, madenden kömür çıkarmak çetin iştir ama zorunludur. çünkü kömür bizim için gerekli bir şeydir. lağımcılık hoş iş değildir ama birinin lağımda çalışması gerekir. bulaşıkçının işi için de aynı şekilde düşünülür. bazı kimseler restoranda karınlarını doyurmak zorunda, bazı kimseler de haftanın seksen saatini onların tabaklarını temizleyerek geçirecek. bu, uygarlık gereğidir; o halde sorgulanamaz bir durumdur. işte dikkate alınması gereken şey, bu nokta.

yoksulluk

george orwell

insanın yoksullukla ilk karşılaşması tümden acayip bir şeydir. yoksulluk konusunda o kadar düşünmüşsünüzdür. yoksulluk, yaşamınız boyunca korktuğunuz, er ya da geç başınıza geleceğini bildiğiniz bir şey iken yine de apayrı, tümden değişik bir şeyle karşılaşmışsınızdır. pek basit olacağını sanmaktayken olağandışı karmaşık bir şeyin içine düşmüşsünüzdür. çok korkunç olacağını sanmışsınızdır ama, bir de bakarsınız ki, meğer sadece tiksindirici ve sıkıcıymış. önce fark edilen, yoksulluğun kendine özgü çapsızlığı olur, sonra sıra karmaşık pintiliklere, kırıntıları silip süpürmeye gelir.

insan, yolunu bilirse, günde bir şiline yaşayabilirse de, bu hiç kolay bir iş değildir.

örneğin, yoksulluğa bağlı gizliliği keşfedersiniz. birdenbire günde altı franklık bir gelire düşüvermişsinizdir. bir anda günde altı frank gelirli biri oluvermişsinizdir. elbette bunu kabul edemezsiniz. yaşamınızda hiç değişiklik olmamış gibi davranmak zorundasınızdır.

yoksulluk, daha işin başında sizi bir yalan ağının içine alır. yine de, o yalanlara karşın, yoksullukla zor baş edersiniz. yıkanacak çamaşırlarınızı çamaşırhaneye gönderemezsiniz. çamaşırcı kadın yolunuzu kesip ne oldu, diye sorar. ağzınızın içinde bir şeyler gevelersiniz. kadın, başka bir çamaşırhane bulduğunuzu sanarak can düşmanınız kesilir. tütüncü neden sigarayı bıraktığınızı sorup durur. yanıtlamak istediğiniz mektuplar vardır, yapamazsınız; çünkü posta pulunun parasını denkleştiremezsiniz.

bir de yemek sorunu vardır. yemekler, zorlukların en sunturlusudur. her gün yemek saatlerinde sokağa çıkacaksınız. görünüşe göre lokantaya gidiyorsunuz, gerçekteyse lüksemburg bahçesi'nde güvercinlere baka baka bir saat geçirecek, sonra gerçek yemeğinizi cebinize tıkıp gizlice odanıza döneceksiniz. yemeğiniz de ya ekmekle margarindir ya da şarapla ekmek. yiyeceğin çeşidini bile yalan belirler. alelade ekmek yerine çavdar ekmeği almak gerekir. çünkü çavdar ekmeği yuvarlak olduğundan cepte daha iyi gizlenir. bu da insana bir frank zarar ettirir.

bazen görünüşü kurtarmak için bir bardak içkiye altmış santim verirsiniz. bunun sonucu olarak da yiyeceksiz kalırsınız. çamaşırlar elek gibi olur, sabun biter, jiletiniz kalmaz. saçınız kesilmek ister, kendiniz kesmeye kalkarsınız ama, öyle bir sonuç alırsınız ki, sonunda berbere gitmek zorunda kalırsınız ve bir günlük yiyeceğinizin karşılığını harcarsınız. bütün gün yalan söyleyip durursunuz. hepsi de pahalı yalanlardır.

günlük altı frankınızın son derecede dayanıksız, güvenilemez bir şey olduğunu görürsünüz. önemsiz ufak tefek aksilikler çıkıp elinizden yiyeceğinizi çalar. cebinizdeki son seksen santimle yarım litre süt almışsınızdır. ispirto ocağının üzerinde kaynatırken kolunuzdan aşağı bir tahtakurusunun indiğini görüp tırnağınızla bir fiske vurursunuz. cup! hayvan doğru sütün içine! sütü döküp aç oturmaktan başka bir şey yapılamaz artık.

yarım kilo ekmek almaya fırına girip tezgahtar kız başka bir müşteriye yarım kilo keserken beklersiniz. kız beceriksizdir, kestiği parça yarım kilodan fazla gelir. o müşteriye "pardon, mösyö" der, "iki lesou fazla olsa olur, değil mi?" ekmeğin yarım kilosu bir franktır, sizin cebinizde de tam bir frank vardır. sizden de iki lesou fazla isterlerse veremeyeceğinizi söylemek zorunda kalacaksınız diye yüreğinizi sıkan bir korkuya kapılırsınız. başka bir fırına girme yürekliliğini gösterinceye kadar saatler geçer. zerzevatçıya girersiniz, bir kilo patates alıp bir frank vereceksiniz; meğer elinizdeki maden paralardan biri belçika frankı imiş. zerzevatçı kabul etmez. o dükkandan sıvışır, bir daha da semtine uğramazsınız.

nasıl olmuşsa yolunuz temiz pak bir mahalleye düşmüştür. varlıklı bir tanıdığınızın size doğru geldiğini görünce karşılaşmamak için en yakındaki kahveye kapağı atarsınız. kahveye girdiniz mi elbette bir şey ısmarlayacaksınız. son elli santiminiz de içinde bir tatarcık ölüsü yüzen bir fincan kahveye gitti işte. böyle yüzlerce örnek verilebilir. bu olaylar fakirlik sürecinin birer halkasıdır.

açlığın nasıl bir şey olduğunu ilk kez keşfedersiniz. midenizde ekmek ve margarinle sokağa çıkar, vitrinlere bakarsınız. her yerde savurganca yığılmış besin tepecikleri sizi aşağılar. parçalanmış ya da bütün domuzlar, sepetler dolusu sıcak somunlar, koca kalıplarla sarı sarı tereyağları, kangal kangal sucuklar, patates dağları, değirmen taşları gibi gravyerler.. bu kadar çok yiyeceği bir arada görünce insan kendini ağlamaklı bir sızıldanmaya kapıp koyuverir. bir somun alıp kaçmayı, adamlar sizi enselemeden tümünü gövdeye indirmeyi tasarlarsınız. yine de kendinizi tutarsınız; korkudan ha, başka bir şeyden değil. yoksulluğun ayrılmaz bir parçası olan iç sıkıntısıyla tanışırsınız.

nasıl para insanları çalışmaktan bağışık kılarsa, yoksulluk da bunları olağan davranış biçimlerinden bağışık kılmıştır.

yapacak bir işi olmayan, midesi boş insan hiçbir şeyle ilgilenemez. yarı gün boyunca yatakta yatar, kendinizi baudelaire'in şiirindeki genç iskelet gibi hissedersiniz. sizi yattığınız yerden kaldırabilecek tek şey yiyecektir. bir hafta gibi kısa bir sürede de olsa, yalnız ekmek ve margarinle beslenmiş bir insanın artık insanlıktan çıktığını, birkaç yardımcı organı da bulunan bir mideden başka bir şey olmadığını anlarsınız.

günde altı franklık yaşam için daha pek çok şey söylenebilir ama, hepsi aşağı yukarı birbirine benzer. paris'te binlerce kişi bu yaşamı sürer. zar zor tutunmaya çalışan sanatçılar ve öğrenciler, işleri kesat giden sokak kadınları, her çeşit işsiz bunlardandır. burası kenar mahallesi, yoksulluk mahallesidir.

yoksulluğa karşı büyük bir avunma olan başka bir duygu daha vardır, sanırım bir gün on parasız kalmış herkes bu duyguyu tatmıştır. bu, insanın yolun sonuna gelip hiçbir şeysiz kaldığını bilmesinden kaynaklanan bir rahatlama, neredeyse bir keyiftir. sokakta kalma deyimini her zaman duymuşsunuzdur. işte kaldınız. o noktaya vardınız, yine de dayanabiliyorsunuz. bu duygu, o sıkıntılı korkuyu önemli ölçüde hafifletir.

insanlar aç birini görünce onu tekmeleme isteğine kapılıyorlar.

meteliksiz kalmanın bana kesinlikle öğrettiği bir iki şeyi gösterebilirim. bir daha hiçbir zaman berduşların sarhoş birer ahlaksız oluğunu düşünmeyeceğim. bir peni verdim diye bir dilencinin bana minnet duymasını beklemeyeceğim. işsizler uyuşuksa buna şaşmayacağım. selamet ordusuna para vermeyeceğim. giysilerimi rehine koymayacağım. sokakta birisinin uzattığı el ilanını geri çevirmeyeceğim. şık bir restoranda yediğim yemekten tat almayacağım. bu, bir başlangıç.

26.07.2016

kusursuz

paul eluard

sana tapıyorum. sen benim küçük, güzel, ince, arzulu ve şahane gala'msın. 

seni o kadar arzuluyorum ki. deli olacağım. seninle yeniden buluşma, seni görme, seni kucaklama düşüncesi aklımı başımdan alıyor. elin, ağzın, organın benim organımı hiç bırakmasın istiyorum. sokakta, sinemalarda, pencere açıkken kendimizi tatmin edeceğiz. bu sabah seni düşünerek muhteşem bir mastürbasyon yaptım. düş gücüm hâlâ bıkmış değil senden. her yerde, her şeyde, her şeyin üzerinde seni görüyorum. seni ölesiye seviyorum. organın yüzümü örtüyor, benimkini yiyor, beni güzelliğinle kaplıyor, her şeyi güzelliğinle, dehanla örtüyor. her şey güzel sende: gözlerin, ağzın, saçların, memelerin, tüylerin, kalçaların, organın, bacakların, zevk verdiği şeyleri bir türlü bırakmayan ellerin, kalçalarının arasında, organının hemen yanındaki yer, omuzların. bedeninin her yanını düşünerek sarhoş oluyorum adeta. ve yaptığın her şey beni kendimden geçiriyor, beni korkutuyor, bana acı veriyor, beni büyülüyor; yaptığın her şey kusursuz.

24.07.2016

tehlikeli oyunlar

oğuz atay

karınca gibi, insan da öteberi taşıması seviyor yuvasına.

insanlardaki zavallılığı, önce çocuklar seziyor galiba. delileri de önce onlar kovalar. çocuklardan kendini koruyamazsın, görünüşe aldanmaz onlar.

deliler uzun yaşar, budalalar uzun ömürlü olur, aptallar rahat eder.

nerede olursa olsun, bir insanın üstüne bu kadar yaşantı yığılsın da, bir başkası onlardan bir şey çıkarmasın, mümkün mü?

tiyatroda olaylar hep sahnenin dışında olurmuş. bunlar sahnede anlatılırmış sadece.

bir yaşantıyı tam bitirmeli. hiçbir iz kalmamalı ondan. yeni yaşantılar için. yeni yaşantılar için. bunu önceden bilseydim, yaşantı milyoneri olmuştum.

kişiliği korumak için, bazen yaşamamak gerekiyor.

"dur hikmet, dinle bak." "dinlemem albayım. sonra beni de dinlerler diye çok dinledim.

insan bazı güçlüklerden, ancak onları unutmak suretiyle kurtulabiliyor albayım.

gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.

nedir o dergi? hayvanlar dünyası. demek onlar, başka bir dünyada yaşıyorlar.

ben, gecekonduda yaşayan ve insanlıktan emekliye ayrılmış bir adamım. bakkal defterim var, kira kontratım var. ev sahibine, hepiniz gibi -burasına dikkatinizi çekerim: hepiniz gibi- kiramı ödüyorum. o halde ben varım. cogitosuz ergo sum albayım, cogitosuz ergo sum.

hürmet, kendinden saymamaktır. gene de iyidir.

kadınlarla oynanmaz, hemen canları sıkılır. bir kere, rolleriniz ezberlemezler, sonra "sen gerçekten oynamak istiyor musun canım?" diyerek insanın aklını karıştırırlar. her oyunu bir tartışma konusu yaparlar. akılları yatmadan rollerini katiyen oynamazlar. biz onları kafamızdaki oyunlara uydurmaya çalışırken onlar -kafaları olmadığı için- bizi hayata uydurmaya çalışırlar.

çok güzel insanlar da, çok çirkin insanlar gibi, fotoğraflardan anlaşılmazdı.

hikmet'i çok seviyorlardı gerçekten: her zaman bekleriz diyorlardı ona. ne var ki kimse onun evine gelmekten söz etmiyordu; böyle bir yer yok sayılıyordu. hikmet de bu yüzden, odasına bir somya atmıştı o kadar; pencerelere perde bile koymamıştı.

başkaları gibi yaşamasını bilmeyenler, başkalarını taklit etmeliydi.

ikimiz de bu dünyanın insanı değildik. iyi kötü bir şeyler yapmaya çalıştık.

ne yazık ki, başka insanlara duydukları tepkiden yararlanarak başarıya ulaşmayı yalnız sanatçılar becerebilmiştir.

kadınlar aptaldır albayım. sadece sezmesini ve beklemesini bilirler.

yazarların kahramanlarını neden baştan öldürmediğini şimdi anlıyorum albayım. oyunun devamı güçleşti, değil mi hikmet?

bugünün doktorları, insanın delirdiğini çok kolay kabul ediyorlar da, iyileştiğine inanmakta biraz nazlanıyorlar. bu akıl hastanesi, turnikeye benziyor albayım; hani tren istasyonlarında var ya.

bizim bir arkadaş vardı, kadınlara kendini acındıracaksın diye öğüt veriyordu bana, çok üzülüyorum -ne yapacağımı bilmiyorum- yalnız kaldığım için intihar etmeyi düşünüyorum diye dert yandı mı bütün kadınlar ağına düşüyormuş, sonra bir yanlışlık oldu: bu arkadaş -başımız sağ olsun- intihar etti.

işte insanlar böyle albayım: kimi metafizik der, kimi de ne haber? sonra gidip aynı bakkaldan alışveriş ederler. bazı şeyleri hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağım.

insan yorgunluğunu oturunca anlarmış.

kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun? bütün hayatımca bu cam kırıklarını beyin zarımın üzerinde taşımak ve onları oynatmadan son derece hesaplı düşünmek zorundayım.

genel af, aslında değişik bir işkence yoludur. yoksa affederler miydi? dünyada bedava hiçbir şey yoktur albayım.

iyi romanların okuyucusu olmaktansa, kötü romanların kahramanı olmak istiyordu.

yaşamak, yaşlanmak demektir, ölmek demektir.

bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. bu bir çeşit alın yazısıdır.

yalnız yaşayanlar her şeyi hesaba katmak zorundadır. başka türlü korunamazlar. başka türlü yaşayamazlar.

batılılar, kendilerini tutmayı bildikleri için büyük başarılara ulaştılar, değil mi? ölsen bir yudum su vermezler.

başkalarına acımakla başlayan bu tehlikeli duygu, her zaman kendimize acımakla son buluyor. kendimize acımaktan, başka işlere zaman kalmıyor.

herkese o kadar acıdığı halde kendine acımazdı. büyük adamlar hep böyle değil midir?

hava kararıyordu. köşeden bir genç kızla bir genç adam göründü kol kola. delikanlı bir şeyler anlatıyordu, genç kız da başını sallıyordu. "bana kalırsa film biraz karışıktı." dedi genç adam. "bazı yerlerini anlamadım." "canım" dedi kız, "sonunda çocuk ölüyor işte." "aptal" dedi delikanlı, "o kadarını biz de anladık."

cevat çapan: oğuz atay'ın "düşünen insan"ı ne tam anlamıyla organik bir parçası olabildiği, ne de büsbütün kopabildiği bir toplumda yaşamaktadır.

23.07.2016

demir ökçe

jack london

gerçek er ya da geç ortaya çıkar.

bizler gerçeğin herhangi bir insanda da olabileceğine inanırız; yeter ki düşünceleri içten olsun.

en iyilerimiz bile yanılabilir genç adam, en iyilerimiz bile.

ortalama insan bencildir. elinin erdiği her şeyi ister?" "mümkün olan her şeye sahip olmak ister. bencil olmaması gerek; ama böyle domuzca bir ahlak üstüne kurulmuş sosyal düzende yaşadığı sürece bencil olmaya devam edecektir. bugün kimse davranışlarında özgür değildir. hepimiz sanayi makinesinin çarklarında tutsağız.

john stuart mill "özgürlük üzerine" denemesinde şöyle yazmıştı: "yükselen bir sınıfın olduğu her yerde, ahlak kavramının büyük kısmı sınıf çıkarlarından ve sınıfın üstünlük duygularından doğar."

sanayi makinelerinin çarklarında, büyük kapitalistlerin dışında kimse; hatta büyük kapitalistler bile davranışlarında özgür değildir.

patentli ilaçlar patentli yalanlardı, ama ortaçağın muska ve büyüleri gibi insanları aldattı. bu ilaçların muska ve büyülerden tek farkı, daha zararlı ve daha pahalı olmasıdır.

günahtan ve ölümden güçlü olan tek şey sevgidir.

uyuşamadığımız bir insanın düşüncesi bize hep yanlış görünür.

yırtıcı hayvanlarda yalnızca rekabet duygusu; oysa insanoğlunda iş birliği yapma güdüsü vardır. bu nedenledir ki, bütün hayvanlara üstünlük sağlamışlardır.

evrim süreci hiçbir zaman geriye işletilemez. bu süreç hiç aksamadan akar, akar ve rekabetten birleşmeye doğru akar. büyük birleşmeden daha büyük birleşmelere ve hepsinden daha büyük bir birleşme olan sosyalizme doğru akar.

her şeye rağmen servet, kendi başına gerçek iktidar değildir, güç kaynağıdır. ve güç, hükümeti meydana getirir.

yürekli bir insanın ölümüne tanık olmak, bir korkağın, hayatının bağışlanması için dilenişini dinlemekten daha az acı vericidir.

cennet ve cehennem, bir yobazın dini inancının temel ögelerini oluşturabilir. ama bunlar, genellikle iyi ve kötü kavramlarının birer yansımasıdır.

iyiye duyulan sevgi, iyilik yapma arzusu, iyi olmayana karşı hoşnutsuzluk, kısacası ahlak anlayışı dinin temel unsurudur.

aynı şey oligarşi için de söylenebilir; tutuklamalar, sürgüne göndermeler, bir yanda aşağılamalar, öte yanda onurlandırmalar, saraylar, büyük refah kentlerinin varlığı olağandır. oligarşinin en büyük gücü, yaptıklarının doğru olduğuna inanmasıdır.

demiryolu serserileri

jack london

"nerede ya da nasıl öldüğümüz ne fark eder, ölüme yürüyecek kadar güçlü olduktan sonra?"

insan asla bilemez ve insan her an her şeye hazırlıklı olmalıdır.

insanın birçok ısırık alabilecekken bir ısırık almak için her lokmada bir başka dilime uzanmak zorunda olması ne kadar usandırıcı!

kadına hem hoş kokulu, dar odalarda yaşamak hem de tüm dünyanın küçük kız kardeşi olmak şansı bahşedilmemiştir.

sofraya oturmak için bir treni kaçırmayacak hiçbir serseri yoktur.

ey siz hayırseverlik tüccarları! yoksullara gidin ve öğrenin, çünkü sadece yoksullar hayırseverdir. onlar kendilerine gereksiz olanı vermezler; çünkü fazlası ellerinde yoktur. kendilerinde fazla olan şeyleri verirler ve asla saklamazlar; hatta çoğunlukla kendilerine bile gerekli olan şeyleri insafsızca verirler. köpeğe atılan bir kemik hayırseverlik değildir. hayırseverlik, siz de en az köpek kadar açken onunla paylaştığınız kemiktir.

ıskalayan bir yumruk, inen bir yumruk kadar kötü değildir.

serseri hayatının belki de en büyük cazibesi tekdüze olmayışıdır. hobo ülkesinde hayatın yüzü çok yönlüdür. imkânsızın olduğu ve yolun her kavşağında çalılıkların arasından umulmayanın fırladığı, sürekli değişen bir dizi tutarsız hayal. hobo bir an sonra ne olacağını asla bilmez; bu yüzden sadece şimdiki zamanda yaşar. o, bir amaca ulaşmak için çabalamanın yararsızlığını öğrenmiştir ve talihin rüzgârına kapılıp sürüklenmenin zevkini bilir.

insan, cehennemin sıcak lavlarının üzerindeyse yolunu kendi seçemez.

hızlı giden bir trenin ilk kör vagonunda kar fırtınası altında yolculuk yapmak yazın yapılan piknik değildir. rüzgâr insanın bir yanından girer, vagonun ön tarafına çarpar ve tekrar geri gelir.

insanın sessizce geçmesi gereken bazı şehirler vardır.

22.07.2016

köylüleri niçin öldürmeliyiz?

şükrü erbaş


köylüleri niçin öldürmeliyiz?

çünkü onlar ağırkanlı adamlardır
değişen bir dünyaya karşı
kerpiç duvarlar gibi katı
çakır dikenleri gibi susuz
kayıtsızca direnerek yaşarlar
aptal, kaba ve kurnazdırlar
inanarak ve kolayca yalan söylerler
paraları olsa da
yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır
her şeyi hafife alır ve herkese söverler
yağmuru, rüzgarı ve güneşi
bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
düşünemezler
ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
topraklarını büyütmeye çalışırlar

köylüleri niçin öldürmeliyiz?

çünkü onlar karılarını döverler
seslerinin tonu yumuşak değildir
dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler
gazete okumaz ve haksızlığa
ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar
adım başı pınar olsa da köylerinde
temiz giyinmez ve her zaman
bir karış sakalla gezerler
çocuklarını iyi yetiştiremezler
evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur
bir gün olsun dişlerini fırçalamaz
ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar

köylüleri niçin öldürmeliyiz?

çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler
birbirlerinin evlerine ancak
ölümlerde ve düğünlerde giderler
şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar
binlerce yılın kalın kabuğu altında
yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır
aldanmak korkusu içinde
sürekli birbirlerini aldatırlar
bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
karılarından en az on adım önde yürürler
ve bir erkeklik işareti olarak
onları herkesin ortasında döverler

köylüleri niçin öldürmeliyiz?

çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
kendilerinden olanlarla alay edip
tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar
devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar
yiğittirler askerde subay dövecek kadar
ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
ezim ezim ezilirler
enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler
cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
on bir ay gökyüzünden bereket beklerler
dindardırlar ahret korkusu içinde
ama bir kadının topuklarından
memelerini görecek kadar bıçkındırlar
harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
şehre giderler

köylüleri niçin öldürmeliyiz?

çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar
ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatırlar
yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
bunun, tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar
ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
zengin bir akrabalarından söz ederler
kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre
yollara tükürürler
ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar

köylüleri niçin öldürmeliyiz?

çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar
yarı gecelerde yıldızlara bakarak
başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur
gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
ve yaz güneşleri ekinlerini yitirirse severler
hayalgüçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
sonuçlarını görmeden inanmazlar
dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur
mülk düşkünüdürler amansız derecede
bir ülkenin geleceği
küçücük topraklarının ipoteği altındadır
ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
zamanın derin ırmakları önünde..

köylüleri, söyleyin nasıl, nasıl kurtaralım?

istanbul hatırası

ahmet ümit

fatih sultan mehmet konstantinopolis'i fethettiğinde, askerlerinin üç gün boyunca şehri yağmalamasına izin vermişti. o üç gün boyunca fatih'in askerleri halka çiçek dağıtmadılar. kan döktüler, güzel kadınları, delikanlıları, çocukları esir aldılar.

iktidar kanla beslenen bir organizmadır. kendisini yöneten insanları güç kadar kötülükle de ödüllendirir. ister romalı olsun, ister osmanlı, birkaç istisna dışında eline kan bulaşmamış hükümdar yok gibidir.

katiller her zaman kötü insanların arasından çıkmaz.

semtlerin eski isimleri unutuluyor, şehir hızla geçmişinden koparılıyor. oysa şehirler de insanlar gibidir, geçmişlerini unuturlarsa, tarihlerinden koparılırlarsa kişiliklerinden de koparılırlar. hiçbir özellikleri kalmaz. birbirine benzeyen, sıradan insanlar gibi olurlar.

üç meslek vardır, birbirine benzer: şoförlük, polislik, orospuluk. ne gecesi vardır bu işlerin, ne gündüzü. ne derdi biter, ne belası. her türlü insanla uğraşırsınız: psikopatı, sarhoşu, esrarkeşi, aşığı, sapığı, çaresizi, hırlısı hırsızı, masumu, katili. bütün milletin kiri pası, teri kokusu siner üzerinize. üstelik parasında da bir bok yoktur, üç kuruş ya geçer, ya geçmez elinize. velhasıl zor iştir bu üç mesleğin erbabı olmak. toplumun tortusuyla uğraşır bu üç mesleğin elemanları. dibe vurmuş insanlarla. sıfırı tüketmiş, üç kuruş için ölmek, öldürmek zorunda kalanlardan söz etmiyorum sadece. karun kadar zengin olmalarına rağmen vicdanlarını, merhametlerini, onurlarını yitirmiş olanlarla da girer başınız belaya. en rezilleri de onlardır zaten.

"bir ateşim yanarım, külüm yok, dumanım yok
sen yoksan mekanım belli değil, zamanım yok"

insanı iyi bir varlık olarak kabul edenler, genellikle cinayet karşısında şaşkınlığa düşerler, "insanlar bitmiş" gibi cümlelerle yazıklanır dururlar. insanı kötü bir varlık olarak görenler içinse durum daha basittir, olanları hiç yadırgamazlar. onlar için yapılacak tek eylem vardır: katili ve suçluları acımasızca cezalandırmak. katillerden daha acımasız, daha gaddar, daha vahşi olunursa suçun azalacağını sanırlar. farkında olmadan, çözüm için katillerin uyguladığı yöntemleri önerirler. benim gibi insanı, merhametle acımasızlığın, şefkatle şiddetin, yaratıcılıkla yıkıcılığın karışımı olarak görenler içinse cinayet, şaşırtıcı bir durum olmasa da, iyiyle kötü arasındaki bu savaşta hep iyiliğin galip geleceğini umduğumuzdan, hayal kırıklığı yaratan bir durumdur. 

polis devletin maşasıdır.

insan ruhunun yarası dikiş tutmaz. aynı zamanda ruhun yarası, bedeninkinden daha etkilidir; daha ıstırap verici. bu acı o kadar güçlüdür ki, insan başka dünyalara dönüp bakamaz bile. istese bile yapamaz bunu.

hiç romantik biri değilimdir. öyle romantik adamlardan da hoşlanmam. ama şükür, vicdanlı biriyimdir. vicdanım ne derse benim için doğru odur. işte bu yüzden, ne insanların kafataslarıyla krallık kuranları, ne de onları takdir edenleri severim.

değişimin en büyük düşmanı ön yargıdır.

osmanlı istanbul'unda süslenmiş sokaklar, tiyatroları olan meydanlar, heykellerle bezenmiş alanlar yoktu. halkın toplandığı yerler süleymaniye gibi büyük camilerdi. içe kapalı toplum, içe kapalı alanlarda toplanıyordu.

cinayetler belirliyor yolumuzu, aklı karışmış katiller, öldürmekten medet uman çaresizler, vahşetin gizemine kapılmış ruhlar. onların peşinden koşuyorduk kurbanlarının kan izlerini takip ederek. nasıl ve neden öldürdüklerini anlamaya çalışarak. ulaştığımız yerde adalet değil, hayal kırıklığı vardı. huzur değil, acı. katilleri yakaladığımızda bile, başka katillerin başka canlara kıydığını biliyorduk. katillerin, kurbanların yüzü her gün, her an değişiyordu, değişmeyen tek şey, insanın insanı öldürmeye devam etmesiydi. o zaman neye yarıyordu katilleri yakalamak, canileri cezalandırmak?

21.07.2016

nazi deneyimi

emre kongar

ünlü öyküdür: bir kurbağayı kaynar su dolu bir kaba atarsanız sıçrar ve kendini dışarı atar. ama bir tencere soğuk suyun içine koyar ve suyu yavaş yavaş ısıtarak kaynatırsanız kurbağacık da haşlanarak ölür.

1. tedrici olarak, yavaş yavaş iktidarı ele geçirme politikası.

naziler, toplumda henüz yerleşmekte olan demokratik sistemin boşluklarından yararlanarak örgütlenmişler, iktidar yürüyüşlerini her fırsattan yararlanarak bir adım daha ileri götürmüşlerdir. her adım bir sonraki adımın hazırlayıcısı olmuştur. yavaş yavaş, tedricen güç kazanmışlar ve iktidarı böylece ele geçirmişlerdir.

2. demokrasi; temel hak ve özgürlüklere dayalı bir rejim olarak değil, faşizmi davet eden biçimde, sadece "çoğunluğun yönetimi" olarak yorumlanmış ve çarpıtılmıştır.

yalnızca oy mekanizmasının işlemesi, seçimlerin yapılması, nazilerin yükselişinin demokratik sayılması için yeterli görülmüştür. naziler demokratik sistemin sadece oy mekanizması olarak çarpıtılmasını kendi amaçları için çok güzel kullanmışlardır.

3. eğitim ve örgütlenme etkinlikleri naziler tarafından son derece etkin bir biçimde kullanılmıştır.

özellikle çocuklar ve gençler arasındaki örgütlenmeye önem verilmiş, tüm toplum, milli eğitim olanakları kullanılarak gençler ve çocuklar aracılığıyla etkilenmiştir. son kertede, beyinleri nazi ideolojisiyle yıkanmış olan çocuklar ve gençler, kendi ailelerini ihbar etmek için bile kullanılmıştır.

4. nazilere karşı çıkanlar yavaş yavaş temizlenmiştir.

hitler karşıtları, komünistler dışında, hiçbir zaman örgütlenme ve güçlenme şansı bulamamışlar, teker teker tasfiye edilmişlerdir. naziler, örgütsüz grupların, bireylerin ilgisizliğinden, demokratik bilincin yetersiz oluşundan çok büyük ölçüde yararlanmışlardır.

başta hitler'e destek vermiş olan ama sonradan onun zulmüne karşı çıktığı için toplama kamplarına yollanan alman protestan rahip martin niemöller'e atfedilen şu sözler süreci çok iyi özetlemektedir:

"önce komünistler için geldiler.
sesimi çıkarmadım.
çünkü ben komünist değildim.
sonra sendikacılar için geldiler.
sesimi çıkarmadım.
çünkü ben sendikacı değildim.
sonra yahudiler için geldiler.
sesimi çıkarmadım.
çünkü ben yahudi değildim.
sonra çingeneler için geldiler.
sesimi çıkarmadım.
çünkü ben çingene değildim.
sonra benim için geldiler.
kimse sesini çıkarmadı.
çünkü ses çıkaracak kimse kalmamıştı."

5. zulmün yahudi soykırımıyla doruk noktasına çıkmasında, ikinci dünya savaşı çok önemli bir rol oynamıştır.

ülkenin bir "savaş durumu" içinde bulunması, her türlü millliyetçi duyguların aşırı biçimde kullanılmasına, "ihanet" kavramı üzerine dayalı propagandanın muhalefeti bütünüyle susturmasına yardımcı olmuştur. naziler savaş koşullarını, tüm toplumu boyundurukları altına almakta tam bir araç olarak kullanmışlardır.

orduyu, kendi polis örgütleri olan ss'ler aracılığıyla tam bir siyasal denetime almış ve doğrudan doğruya sadece savaşa odaklanmasını sağlamışlardır.

6. siyasal ve toplumsal propaganda en ileri tekniklerle, en yaygın ve en şiddetli biçimiyle, toplumun beyninin yıkanması için kullanılmıştır.

bu çerçevede radyo, önemli bir iletişim kanalı olarak naziler tarafından çok iyi kullanılan bir araç olmuştur. başında goebbels'in olduğu bir propaganda bakanlığı kurulmuş ve bu bakanlık bütün iletişim kanallarını denetleyerek tüm toplumu boyunduruğu altına almıştır. 

7. toplu cinayetler, toplama kampları, gaz odaları, fırınlar, toplumda açık ve şeffaf biçimde, meşru ortamlarda tartışmaya konu edilmemiştir.

bu konudaki çabalar derhal engellenmiş, cinayetlerin üstü örtülmeye çalışılmıştır. böylece pek çok kişinin "görmedim", "duymadım", "bilmiyorum" gibi bahanelere sığınarak ilgisiz kalması sağlanmıştır.

8. dönem, avrupa'da ve özellikle de almanya'da ırkçılık felsefelerinin yükseliş dönemidir.

hitler tüm ideolojisini alman ırkının üstünlüğüne dayamıştır. soykırım, temel olarak asil ve yüce bir değer biçiminde takdim edilen "germen ırkçılığından" kaynaklanan bir uygulama olarak sunulmuştur. yahudi soykırımının arkasında "üstün ırk" ideolojisi, germen ırkçılığı vardır. 

9. almanlara yeni bir "dünya devleti" ve "dünya düzeni" vaadi, hitler'in en etkili ideolojik silahı olmuştur.

toplumsal çapta uygulanan soykırım, ülke sınırlarını da aşan daha büyük ve daha yüce bir "evrensel dünya düzeni" çerçevesinde ele alınmıştır. insanların tarih ve "insanlık" bilinci, "germen ırkçılığı" çerçevesinde yeni bir tarih ve yeni bir insanlık ideali adına saptırılmış ve zulüm için kullanılmıştır.

10. adalet sistemi "germen ırkçılığı" çerçevesinde yeniden düzenlenmiştir.

yargı sistemi ve yargıçlar, "nasyonal sosyalizmin" birer uygulayıcısı, birer ajanı haline getirilmiştir. yargıçların, kendilerini "führer'in yerine koyarak karar vermeleri" istenmiştir.

11. bilimin, sanat ve kültürün her alanı, adaleti de kapsayacak bir biçimde bu "yeni ideoloji", "yeni dünya düzeni" çerçevesinde yönlendirilmiş; toplum bu kanallar aracılığıyla da manipüle edilmiştir. sinema, mimari gibi alanlar bile yeni nazi imparatorluğu'nun birer simgesi, birer "ideoloji taşıyıcısı" haline getirilmiştir.

12. yahudi "tehlikesi", evrensel bir "dünya tehdidi" olarak ele alınmıştır.

bu "tehlike" (!) sadece dinsel ve tarihsel olarak değil, güncel ve siyasal olarak da, gerektiğinde yapay düzenlemeler ve sahte eylemlerle de desteklenerek büyütülmüştür.

iktidar, üzerinde anayasal, demokratik, kurumsal denetimlerin olmadığı bir toplumda, yalnız ve korumasız kalan halkın bir bölümünü korkutarak, bir bölümünü satın alarak, bir bölümünü de ikna ederek, gayrimeşru iktidarını demokratikmiş gibi yutturabilir.

üstelik naziler, ünlü reichstag komplosuyla iktidarlarını perçinleyen seçimlere de muhalefeti tasfiye ederek gitmişlerdir.

zaten bir kez iktidara geldikten sonra çeşitli komplolar, baskılar ve propagandalarla toplumu yönlendirmişler, bu arada sıkı bir örgütlenmeyle eğitimi ve orduyu denetime almışlardır. bütün bu yaptıklarını da, "seçilmişlerin" meşruiyeti adına ve siyasal iktidar-devlet özdeşliği içinde "devlet olarak" halka zorla da olsa benimsetmişlerdir.

nitekim, batı demokrasileri, nazilerin demokrasiyi bu biçimde yozlaştırmasından ve zulüm aracı yapmasından ders almış, bir daha böyle bir saptırmanın ve zulmün yaşanmaması için anayasa mahkemeleri başta olmak üzere pek çok anayasal denetim mekanizması getirmiştir. tabii bunların başında da yargı bağımsızlığı gelir.

unutulmamalıdır ki hitler ve humeyni de yargıyı ele geçirdikten sonra iktidarlarını iyice pekiştirmiş ve demokrasiyi rafa kaldırarak kendi rejimlerini kurmuşlardır.

günümüz demokrasilerinde, kazanılan hiçbir seçim veya hiçbir referandum, iktidarların bağımsız yargı üzerinde egemenlik kurmalarını meşru kılamaz! hiçbir seçim, hiçbir referandum, muhalefet hakkını yok edemez! hiçbir seçim, hiçbir referandum, bu iktidarın zulmünü meşru kılamaz!

zalim iktidarlar, seçimlerin ya da referandumların arkasına saklanamaz; sadece seçime ya da referanduma dayalı demokrasi olamaz!

20.07.2016

teşekkür

osho

almanlara göre, berlin prusyalı kabalığının ve etkisinin somut örneğiyken, viyana avusturyalı cazibesinin ve dikkatsizliğinin özüdür.

viyana'yı gezerken kaybolan ve yönünü bulmaya çalışan bir berlinlinin öyküsü var. bu durumdaki bir berlinli ne yapmış? yanından geçen ilk viyanalının yakasına yapışmış ve "postane nerede?" demiş bağırarak. şaşıran viyanalı dikkatli bir şekilde diğerinin yumruğunu çözmüş, yakasını düzeltmiş ve kibarca, "beyefendi, bana nazik bir şekilde yaklaşıp 'beyefendi, bir dakikanız varsa ve eğer biliyorsanız, lütfen bana postanenin yerini gösterebilir misiniz?' deseydiniz daha güzel olmaz mıydı?" demiş. berlinli bir an şaşkınlık için baktıktan sonra, "kaybolurum daha iyi!" demiş homurdanarak ve ağır ağır uzaklaşmış.

aynı viyanalı o sene daha sonraki bir tarihte berlin'i geziyormuş ve işe bak ki şimdi postaneyi arama sırası ondaymış. bir berlinliye yaklaşarak kibar bir şekilde, "beyefendi, eğer bir dakikanız varsa ve biliyorsanız, lütfen bana postaneyi gösterebilir misiniz?" demiş. berlinli makine gibi hızlı hızlı, "geriye dön, iki blok ilerle, tam sağ yap, bir blok ilerle, bir sokak geç, tren raylarının üzerinden sola yürü, gazeteciden sonra postane." diye cevap vermiş. viyanalı aydınlatılmış olmaktan ziyade sersemlemiş olmasına rağmen, "binlerce teşekkür ederim iyiliksever beyefendi." diye mırıldanınca, berlinli ötekinin yakasını öfkeyle yakalamış ve "teşekkürü boşver, açıklamaları tekrarla!" diye bağırmış.

19.07.2016

pervaneyle yaren

onur caymaz


ateşe bir kez değmiş olan
yarenidir pervanenin

"pervaneler yarenimiz
gelsin bir hoşça yanalım."
(kul nesimi)

"ve sen daha demincek
yıllar da geçse demincek"
(ahmed arif)

biz yapsak şiddet, devlet yapınca bayrak denir
dağ çıplaktır ama rozetleri, kravatları vardır vekillerin

"askerim, benim ağzım kuşlardan."
(edip cansever)

"hamravat suyu dondu
dicle'de dört parmak buz
biz kuyudan işliyoruz kaba - kacağa
çayı kardan demliyoruz
anam sır gibi saklar siyatiğini
'yel' der, 'baharın geçer'
bacım, iki canlı, ağır
güzel kızdır, bilirsin
ilki bu, bir yandan saklı utanır
ve bir yandan korkar
ölürüm deyi
bir can daha çoğalacağız bu kış
bebeğim, neremde saklayım seni
hoş gelir
safa gelir
ahmed arif'in yeğeni"
(ahmed arif)

"annemden mektup aldım
memlekette gibiyim."
(cahit sıtkı tarancı)

"umutsuz kaldıkça seni düşündüm."
(cahit külebi)

beni, çok sevdiğim için seviyorsan
seni daha çok sevmemi ister misin?

"yüz bin aman dedim, bir buse aldım
hasılı ömrümün kan bahasıdır."
(dertli)

"acı çekmek bir yanlış anlamadır."

"dört kitabın manası bellidir bir elifte"
(yunus emre)

pavyonları karart, eski sinemaları, bin yıllık meydanları
durdur yavan şarkıları tekinsiz marşlarda sıra
ey yoksul sözcüğü! öksüz çocuğu türkçenin, siyah ceketli
büyük kulüpleri karart, sömürüyü, iş takipçilerini
de ki yolların çamuru akıyor televizyon dizilerinden
karart parti başkanlarını, sahibinin köpeği haber bültenleri
kimse yaşamıyor, ölmüyor kimse romanlarda, şiirlerde
payımız var diyorlar şimdi ekmeğin beyazında bizim de

18.07.2016

roman sanatı

orhan pamuk

roman sanatı, kendi hikayemizi başkalarının hikayesiymiş gibi anlatabilme hüneridir.

romanlar, okunurken ve daha çok da yazılırken içlerine mutlulukla girdiğimiz yeni dünyalardır.

roman sanatı, sır gibi saklamak istediğimiz utançlarımızı başkalarıyla paylaşabilmenin bizi özgürleştireceğini öğretti bana.

yazarlığın en güzel yanı, eğer yaratıcı yazarsanız bir çocuk gibi dünyayı unutabilmek, gönlünüzce oynayıp eğlenirken kendinizi sorumsuz hissedebilmek, bildik dünyanın kurallarıyla oyuncaklarla oynar gibi oynayabilmek ve bütün bunları yaparken de aklınızın bir köşesiyle bu çocuksu ve özgür şenliğin arkasında daha sonra okuyanları bütünüyle bağlayacak derin bir sorumluluğun varlığını hissetmektir.

romanlar ne bütünüyle hayaldir ne de bütünüyle gerçek. roman okumak hem yazarın hayal gücüyle hem de ait olduğumuz, merakımızla kurcaladığımız bir gerçeklikle yüzleşmek demektir.

romancı, bir cemaate ait olmayan, cemaatin temel içgüdülerini paylaşmayan, tecrübe ettiğinden başka bir kültürle düşünen ve yargıda bulunan kişidir. ait olduğu cemaatten başka bir bilince sahip olduğu anda dışarıdadır, yalnızdır. metninin zenginliği de hem dışarıda hem de içeride olan bir gözlemcinin bakışından gelir.

16.07.2016

karanlık thomas

maurice blanchot


gecenin gecesiyim.

14.07.2016

spartacus

pek çok oğlan savaşa girebilir. fakat savaşın sonunda yalnızca bir erkek meydana çıkar.

bilge bir insan, yalnızca şan ve şeref için savaşmaz.

gerçeğin yalandan daha çok acı verdiği zamanlar vardır.

tamah, yalnızca kıskançların hırslılar için kullandığı bir sözcük.

hiçbir insan başkasının hareketleri için yargılanmamalı.

tüm hayaller mümkündür. insanı ona erişmekten alıkoyan uğraş ve ücrettir. bu dünya acayiplikler ve harikalarla doludur. varlıklarını beraber sürdürürler. paranın iki yüzü gibi. diğeri olmadan öbürünü elde edemezsin. kelimeler bunun doğasını anlatmakta kifayetsiz kalır. tecrübe edilmesi gerekir. hissedilmesi ve asla unutulmaması gerekir.

zaman, yüreğin isteklerine karşı oyun oynuyor.

bir babanın oğlunu bağışlamamasına sebebiyet verecek bir olay yok.

düzgün bütün içkiler insanın boğazını yakar.

er kişi kaderini kabullenmelidir. ya da kaderinin ellerinde can vermeyi.

altımızdaki kişilere en ağır darbeyi indirmeli. onlardan üstün olduğumuzu öğretmek ve bir daha bize ihanet etmemelerini sağlamak için.

düşüş

albert camus

insan acılarının en büyüğü yasasız yargılanmaktır.

einstein'la yapacağım on görüşmeyi güzel bir figüran kızla gerçekleştireceğim bir ilk buluşmaya feda ederdim.

insan üzerinde çok düşündüğümüz zaman, primat maymunlara özlem duyduğumuz olur. art düşünceleri yoktur onların.

dinler, ahlak dersi vermeye kalkıştıkları ve birtakım emirler yağdırdıkları andan itibaren yanılırlar.

belli bir uyanık sarhoşluk derecesinde, gece geç vakit iki kızın arasında yatarken ve her türlü arzudan boşalmışken, umut bir işkence olmaktan çıkar, zihin tüm zamanlar üzerinde hüküm sürer; yaşama acısı ebediyen geçmiştir.

hiç kimse zevklerinde ikiyüzlü olmaz.

doğruluk duygusu, haklı olmanın verdiği doyum, kendini değerlendirmenin sevinci, bizi ayakta tutan ya da ilerleten güçlü zembereklerdir. insanları bundan yoksun ederseniz, onları ağzı köpüren köpeklere çevirirsiniz.

eğer pezevenkler ve hırsızlar her zaman ve her yerde mahkum olsalardı, masum insanlar tümüyle ve hep masum sanacaklardı kendilerini.

inancı, tüm hakaretleri bağışlamak olan insanlar vardır; bu hakaretleri bağışlarlar gerçi; ama hiç unutmazlar.

gerçek aşk pek az rastlanan bir şeydir, aşağı yukarı yüzyılda iki ya da üç kez görülür. bunların dışında boş gurur ve can sıkıntısı vardır.

bazı insanlar için arzu edilmeyeni almamak dünyanın en zor işidir.

kadın dostlarımızın napolyon bonapart'la şu ortak yönleri vardır ki, herkesin başarısızlığa uğradığı yerde başaracaklarını sanırlar hep.

bir nedenden ötürü intihar edilir sanırlar hep; ama iki nedenden ötürü de bal gibi intihar edilebilir.