31.10.2015

uzun lafın kısası

jean baudrillard: anısı yüreğinizi daraltınca hoş olanın yüceliği anlaşılır.

andre gorz: hiçbir iş adanmayı hak etmez.

erik orsenna: bütün yabani hayvanlardan kaçabilirsin; kaderini taşıyanın dışında.

walter benjamin: bir aşkta çoğu insan ebedi yurdunu arar. ama başkaları, çok azı, ebedi yolculuğu. bu sonuncular aşkta toprak anayla temasa gelmekten korkan melankoliklerdir. sıla hasretini onlardan uzak tutacak kişiyi ararlar. o kişiye sadık kalırlar.

klaus schröter: her yerde yararlı olmaya çalışın, siz her yerde evinizdesiniz.

william blake: eğer algının kapıları temizlenseydi her şey insana olduğu gibi görünürdü: sonsuz. çünkü insan kendisini kapattı; ta ki tüm şeyleri mağarasındaki dar çatlaklardan görene dek.

alexandre dumas: kendini savunmayı bilmeyenlerin intikamını almak, adaletin görevidir.

hakan günday: medeniyetten daha kötü bir şey varsa o da medeni olmaya çalışan bir medeniyetsizliktir.

mehmed uzun: her zaman böyledir; karanlık, çaresiz ve dar günlerde dostlar azalır.

choderlos de laclos: her anlamlı kişide en azından üç temel nitelik vardır: önce insanda bir amaç kavramı, sonra buna ulaşma istenci, daha sonra da bu istencin dizgeleştirilmesi.

oscar lewis: bir erkekle yatan orospu için en keyifli an, parayı avucunda hissettiği andır.

william james: çoğu insan fiziksel, entelektüel veya ahlaki açıdan olsun kendi potansiyel varlıklarının çok azını kapsayan dar bir çemberde yaşar. hepimiz içinden hayal bile etmediğimiz şeyleri çekip çıkarabileceğimiz yaşam sarnıçlarına sahibiz.

27.10.2015

canım sıkıntı sınırı

nilgün marmara

aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben oyum. öylesine bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin şiddetinin bedelini bir gün öderim diye düşünüyorum. sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor. ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok. hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben. yere göğe zamana denize kayalara ve kuşlara da dokunan aynı tanrı değil mi? bu kutla tanrının yönetkenliğinde, olmayan ellerimle bir yok-tanrı'yı tutuyor ve ölçüyorum yokluğun ağırlığını. kefe'lerinden birine onun oylumu pekala sığıyor, diğerine duygular, duyumlar ve düşünceler yığılıyor, işte yetkin eşitlik. her gün her gece bu eşitliğin bilgisiyle geçiyor. bir eskiciden satın alınmış bu teraziyi bir gün başka bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yana dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim.

26.10.2015

dora

lidia yuknavitch

her şey rüyalarında başlar.

sevginin götünüzden sinsice yaklaşıp bir yumruk atabileceğini söylemiyorlar insana.

hayat adil değil. ama hayatın "aile" diye bir arabada kısılıp kaldığınız ve her dönemeçte seksomanyak sapık yetişkinlerin üstünüze atladığı, disney'in kötü versiyonu bir korku tüneli olması da gerekmiyor, değil mi? çocuklarınız için nasıl bir dünya tüneli yarattığınıza bakın. uyuşturucularınızı istememize şaşmamalı. en azından bunu borçlusunuz.

otobüslerdeki insanlar neden yorgun bok çuvallarına benzer acaba?

doğru ayakkabıyı giyerseniz insanlar her şeye inanır. söylediğiniz kişi olmanız gerekmez. insanların televizyonda görüp inandığı şey olun yeter. çünkü artık hepimizin kafası televizyon gibi çalışıyor.

tam işlerin toptan sıçmış olduğunu düşündüğünüz anda, son bir kez osurup yörüngeden çıkıveriyorlar.

insanlar kitaplara ve filmlere benzer. on yüz bin milyon tane farklı yorumları vardır.

belki de neyin gerçek neyin hayal olduğu fark etmiyordur. belki de bizi hayatta tutan şey hayal ettiklerimizdir.

24.10.2015

perspektif

vladimir makanin

"ruh, istediği yerde soluk alır." (incil)

insanın içindeki ruhsal yaşantı her yerde ve her koşulda sürer -ya da hiçbir yerde. tartışabilir ve hatta kabul edebiliriz onu; ama onunla yaşayamayız. heyhat. heyhat, perspektife ihtiyaç duyarız biz: bir yem, bir ödül, bir amaç, tünelin ucunda bir ışık ve olabildiğince çabuk. yaşamımız bununla açıklanır, başka bir şeyle değil. bizim doğulu olmayan özümüzdür bu: geleceği versinler bize! bu yüzden de maleviç'in siyah karesi dahiyanedir, bir stop'tur o; tam da biz ve bizim aceleci ruhlarımız içindir, bir darbe ve muazzam bir frenlemedir.

grubuna bağımlı. bu insanı istediğin kadar çöllere sür ve yer değiştiren kum tepeleri üzerinde uzun uzun oturup sıkılmasını emret, tanrı'dan söz etmez artık. bir din yaratmaz. ağzını kumla doldurur ve onlar için, "kendi için bağırırmış gibi" bağırır, kendi için tersyüz olurmuş gibi tersyüz olur onlar için. ve ne kadar safça, ne kadar iliklerine işlercesine bağırırsa o kadar çabuk duyarlar onu, inanır, bağışlarlar. onlar için yaşıyordur artık ve uzun zaman yaşayacaktır daha, kendi için yaşar gibi, gökyüzü için yaşar gibi değil. nörolepsi ilaçları vardır -peygamberler yoktur. bunun için uydurulmuştur zaten. insan ne kadar gerekirse acı çeker; ama içinden taşırıp da bir söz çıkarmaz artık.

23.10.2015

dört kişilik bahçe

murathan mungan

kolay olanı herkes sever. iş, ısırgan otunu sevmekte, sevebilmekte.

biliyor musun, geceleri niçin geç geliyorum eve? otobüse biniyorum da ondan. evet, yalnızca bunun için. otobüse binmek için insanlar birbirlerini nasıl itip kakıyorlar, nasıl dirsekliyorlar bir görsen! o ne korkunç manzara! insanlıktan çıkıyor herkes! ve kimse bu dehşetin farkında değil. bunlara dayanamıyorum ben! insanları böyle görmeye dayanamıyorum. utanıyorum, anlıyor musun, çok utanıyorum. herkes adına utanıyorum. bir köşeye çekilip bekliyorum. duraklar tenhalaşıncaya kadar bekliyorum. kimse tarafından itilmemek için, kimsenin beni sürüklememesi için. bazen saatlerce sürüyor bu bekleyiş. ama insanlara da bir koşu hayvanı olmadığımı gösteriyorum.

camların saydam sessizliği ölümün tercümanıdır.

acılar çirkin değildir ki, ağlamak onursuzluk değil.

fatma aliye'nin gözünden hiç gitmiyor. içi sızlıyor. oysa az önce ne kadar acımasızdı. talia'nın o acıklı halini hemen kullanıverdi. çünkü acizdi. bütün aciz insanlar gibiydi. talia yaşamıştı ve bir bedel ödemişti. onu yaralamak istedi. bu bedelin ne denli yüksek olduğunu göstermek istedi ona. şimdi pişmandı. mutsuzdu. mutsuzlar da kötü insan oluyorlardı zamanla.

22.10.2015

apocalypse now

douglas kellner / michael ryan

apocalypse now filminde anlatının odak noktası, willard'ın, kurtz'ün kudreti ve merhametsizliğiyle aşama aşama özdeşleşmesi ve buna koşut olarak gerçek bir savaşçıya dönüşmesi üzerindedir. willard'ın lidersiz orduya duyduğu giderek artan öfke ve kurtz'e beslediği hayranlık aracılığıyla, savaşın düzensizliği üzerinde denetim kurabilecek kurtz gibi otoriter savaşçı liderlerin gerekliliği vurgulanır. belirsizliğin yerini kesinliğin, kuşkunun yerini otoritenin alması sağlanır. bu anlatının çözülüm süreci, willard'ın kurtz ile bütünleşmesine ve kurtz'ün yaptığı gibi yerlilier üzerinde liderlik taslamasına karşılık düşer. başlangıçta willard'ın kendisi de amerikan ordusunun vietnam'daki düzensizliğine ilişkin bir metafordur. willard içki içer, ağlar ve sakat eliyle sembolik olarak iğdiş edilmişliği akla getirir.

film bireyciliği yüceltir ve filmdeki bireyci tema, "gerçek" liderlerin var olduğu düşüncesiyle ayrılmaz bir bütün oluşturur. willard ve kurtz, kifayetsiz, bürokratik  bir "korporasyon" olarak betimlenen generallerle karşılaştırılırlar. kurtz, korporatif saflara katılmak yerine "kendi doğrusunu izler" ve lider olur. hain olduklarından kuşkulanılan askerlerin yargı sürecini atlayarak hemen oracıkta öldürülmesine karar vererek doğal sezgisel dehasını sergiler. böylece, zararlı bilgi sızmalarıyla bir daha karşılaşılmaz. willard, liberal yordam ve kurumlara da benzer bir kayıtsızlıkla yaklaşır, bir benzin deposunda bürokratik uygulamaları hiçe sayarak kalkıştığı bireyci şiddet gösterisiyle durumu anında kontrol altına alır. operasyona engel olmaya çalışan yaralı bir köylü kadını öldürdüğünde ise kendisini kurtz'e çok daha yakın hisseder. böylece film, liberalizme, bürokrasiye ve büyük korporatif örgütlere karşı, güçlü bireylerin aynı zamanda doğal birer lider oldukları varsayımıyla desteklenen bireyci bir başkaldırıyı imtiyazlandırır. filmin bir noktasında kurtz, pilotların uçaklarına küfür sözcükleri yazmalarının bile generaller tarafından yasaklanmasından yakınır. brando'nun sızıldanan ses tonu bu düşünceyi yansıtmak için uygun bir seçimdir; çünkü erkek çocuğun disiplinci babanın gücüne duyduğu öfkeyi akla getirir. bundan kaçıp kurtulmanın yolu ise kişinin kendisini aynı güçle donatmasından, babaya ilişkin (aynı zamanda, korporatif ya da liberal bürokratik) sınırlamaları reddetmeye ve kendi başına buyruk kesilmeye dönük bir benlik modeli benimsemesinden geçer. aslında willard, kurtz'ün tacını kuşanmak için onu öldüren oğludur.

20.10.2015

geçmişi yeniden yaşamak

pascal mercier

dersin başladığını duyuran ve rahipleri ibadete çağırırcasına çıngırdayan çanın sesini günde altı kez duyardım. tam 11.532 kez, beni avlunun kapısından çıkartıp limana, daha sonra dudaklarımdaki tuzu yalayacağım bir geminin küpeştesine gönderen hayal gücümün peşine takılacağıma, dişlerimi sıkarak avludan döndüm, o kasvetli binaya girdim.

şimdi, otuz yıl sonra, durmadan aynı yere geri dönüyorum. dönmem için en küçük geçerli bir neden yok. öyleyse niye? girişin önündeki yosun tutmuş, ufalanan basamaklarda otururken, kalbimin neden yerinden çıkacakmış gibi çarptığını bilmiyorum. güneş yanığı bacaklarıyla, pırıl pırıl saçlarıyla evlerindeymiş gibi rahatça binaya girip çıkan öğrencileri görünce neden imreniyorum onlara? nelerine imreniyorum?

geçenlerde, sıcak bir günde, pencereler açıkken bazı öğretmenlere kulak verdim ve ürkmüş öğrencilerin beni de daha önce titretmiş olan sorulara kekeleyerek verdikleri yanıtları duydum. bir kere daha orada oturmak -hayır, arzuladığım şey kesinlikle bu değildi. uzun koridorların serin loşluğunda bina amirine rastladım, kuşa benzeyen kafasını öne uzatarak yürüyen bir adamdı, kuşkulu bakışlarla üzerime geldi. "ne işiniz var burada?" diye sordu, ben yanından geçmişken. astımlı gibi, dik bir sesi vardı, sanki öbür dünyadaki bir mahkemedeydik. durdum ama dönüp bakmadım. "ben bu okulun öğrencisiydim." dedim, sesimin ne kadar boğuk çıktığını duyunca kendime kızdım. birkaç saniye mutlak, tekinsiz bir sessizlik oldu koridorda. sonra arkamdaki adam ayaklarını sürüyerek yürüdü. kendimi suçüstü yakalanmış gibi hissetmiştim. ama ne yaparken?

bitirme sınavlarının son gününde hepimiz, okul kasketleri başımızda, sıralarımızın arkasında ayakta durmuştuk, gören bizi hazır ola geçtik sanırdı. senyor cortes uygun adımlarla yürüyüp sırayla önümüzde durmuş, her zamanki ciddi yüz ifadesiyle not toplamımızı bildirmiş, gözlerini yüzümüze dikip karnemizi vermişti. çalışkan sıra arkadaşım karnesini sevinçsiz ve bembeyaz bir suratla almış, kavuşturduğu ellerinin arasında incil tutar gibi tutmuştu onu. sınıfın sonuncusu, kızların gözdesi olan, güneş yanığı tenli çocuk, çöpmüş gibi yere atmıştı karnesini. sonra temmuz gününün öğle sıcağına çıkmıştık. önümüzde açık ve biçimlendirilmemiş olarak uzanan, özgürlüğü açısından tüy gibi hafif, belirsizliği açısındansa kurşun gibi ağır onca zamanı nasıl kullanabilirdik, nasıl kullanmalıydık?

insanların birbirinden ne kadar farklı olduğunu şimdi anlatacağım sahne kadar çarpıcı ve sert biçimde gözüme sokabilecek bir şeyi ne daha önce yaşadım ne de sonra. kasketini ilk çıkaran sınıfın sonuncusu oldu; topuklarının üzerinde hızla döndü, avlunun çitinin üstünden aşırtıp yakındaki göle fırlattı. kasket orada suyu emdi, sonunda nilüferlerin altında gözden kayboldu. üç dört kasket daha onu izledi, içlerinden biri çite takılıp kaldı. bunun üzerine sıra arkadaşım kasketini düzeltti, ürkek ve huzursuz görünüyordu, içinde kabaran duyguyu anlamak mümkün değildi. yarın sabah, artık kasketi giymesi için bir neden olmayınca ne yapacaktı?

ama beni en çok etkileyen, avlunun gölgeli bir köşesinde gördüğüm şey oldu. tozlu bir çalılığın arkasına gizlenen biri, kasketini okul çantasına sokmaya çalışıyordu. öylece tıkıştırmak istemediği, tereddütlü hareketlerinden açıkça anlaşılıyordu. kaskete zarar vermeden çantaya sokabilmek için her yolu denedi; sonunda birkaç kitabı çıkararak çantada yer açtı. kitapları, ne yapacağını bilemeden, çaresizlik içinde koltuğunun altına sıkıştırdı. dönüp çevresine baktığında, utanç verici hareketi sırasında kendisini kimsenin görmemiş olması umudu gözlerinde okunabiliyordu, bir de gözlerini başka yere çevirirse görünmez olacağı gibi çocuksu bir düşüncenin, deneyimlere dayanarak silinmiş son kırıntısı.

kendi terli kasketimi ellerimde bir o yana bir bu yana nasıl çevirdiğimi bugün bile hissedebiliyorum. giriş merdiveninin ılık yosunlarının üzerine oturup babamın buyurgan arzusunu düşündüm, doktor olmalıydım -yani babam gibi insanları acılarından kurtarmayı beceren biri. gösterdiği güven için babamı seviyor, dokunaklı arzusuyla üzerime yüklediği ağır yük yüzünden lanet ediyordum. o arada kız okulunun öğrencileri bizim tarafa gelmişlerdi. "bittiğine seviniyor musun?" diye sordu maria joao ve yanıma oturdu. beni inceledi. "yoksa sonunda üzülüyor musun?"

beni durmadan okula gitmeye zorlayan şeyin ne olduğunu artık biliyor gibiyim: okulun avlusundaki o dakikalara geri dönmek istiyorum, gelecek henüz başlamadan geçmişin üzerimizden akıp gittiği o dakikalara. daha sonra hiç olmadığı gibi, zaman durmuş, soluğunu tutmuştu. maria joao'nun kahverengi dizlerine ve açık renkli giysisinin sabun kokusuna mı geri dönmek istiyorum? yoksa hayatımın o noktasında bir kez daha durmak ve beni şimdi olduğum kişi yapan yöne değil de bambaşka bir yöne sapabilmek arzusu mu -düşsel, dramatik arzu mu- içimdeki?

bu arzuda bir gariplik var; hem çelişki tadı veriyor hem de mantıklı bir tuhaflık. çünkü böyle bir şey arzulayan kişi, henüz geleceğine adım atmadan bir yol ayrımında duran kişi değil. çünkü iptal edilemeyecek olanı iptal etmek üzere geri dönmek isteyen kişi, daha ziyade geride bırakılmış, artık geçmiş olmuş bir gelecek tarafından damgalanan kişidir. acısını çekmemiş olsaydı iptal etmek ister miydi? bir kez daha ılık yosunların üzerinde oturmak, elimde kasketimi tutmak -zamanın içinde kendimin gerisine yolculuk edebilmek ve kendimi, yani yaşananların damgasını taşıyan kişiyi de bu yolculuğa götürmek gibi mantığa aykırı bir arzu bu.

o yaştaki oğlanın, babasının arzusuna karşı çıkarak tıp fakültesinin amfisine adım atmamış olması akla getirilebilir mi? -bugün zaman zaman benim dilediğim gibi? bunu yapıp 'ben' olabilir miydi? o günlerde, kendime dayanak noktası yapabileceğim acılı deneyimlerim yoktu ki onlardan yararlanarak yol ayrımında başka bir yöne sapmayı dileyebileyim. öyleyse zamanı geri döndürmenin ve yaşadıklarımı birer birer silerek beni maria joao'nun elbisesinin kokusuna ve kahverengi dizlerinin görünüşüne hayran çocuğa dönüştürmenin bana ne yararı olacaktı?

benim bugün arzuladığım tarzda başka bir yöne sapabilmesi için kasketli çocuğun benden çok farklı olması gerekirdi. ama böylece bir başkası olsaydı, sonradan o eski yol ayrımına dönmeyi isteyen kişi olamazdı zaten. o çocuk olmayı dileyebilir miyim? öyle sanıyorum ki onun yerinde olmaktan hoşnut olurdum. ama bu hoşnutluk, sadece o olmayan ben için geçerli olabilir, ona ait olmayan dileklerin yerine getirilmesi açısından. eğer gerçekten o olsaydım, gerçekleşmeleri halinde o olmaktan mutlu olacağım dileklerim olamazdı, tıpkı, asla sahip olmadığımı unuttuğum sürece kendi dileklerimin, gerçekleştiklerinde, beni mutlu edeceği gibi.

ama çok yakında yine okula gitme ve böylece, hiç akla getirilemediği için nesnesi asla olmayacak bir özleme kapılma arzusuyla uyanacağıma eminim. olası bir nesnesi bulunmayan bir arzuyla harekete geçirilmekten daha çılgınca bir şey olabilir mi?

18.10.2015

kutsal

cesare pavese

en kötüsünü düşün. yanılmazsın.

kaderin amansız oluşu değildir sorun; çünkü insan bir şeyi inatla isterse, onu elde eder. korkunç olan, istediğimiz şeyi elde ettikten sonra, ondan bıkmamızdır. o zaman suçu kaderde değil, kendi isteğimizde bulmalıyız.

bir şeyden, onu görmezlikten gelerek değil, ancak onu yaşayarak kurtulabiliriz.

en güzeli, insanın kendisini parlatması, sessizce ve hiçbir şeye aldırmadan kendisini bir kristale dönüştürmesidir.

yolculuğun çekici yanı, eşsiz güzellikte bir sürü manzara görmek, bunlardan herhangi birini hayatımızın bir parçası yapabileceğimizi bilmek, sonra da büyük bir prens gibi bir ötekine geçmektir.

sigarasız hayat, kızartmasız duman gibidir.

yaşama sanatı, insanların ve eşyanın bize gelmeleri için bizim onları çağırma gereğini duymadığımız bir şekilde davranma sanatıdır. bunu elde etmek için sadece onlardan nefret etmek yetmez; ama nefret etmek de gerekir. tıpkı kadınlar konusunda olduğu gibi, sadece budala olmak yetmez; ama budala olmak da gerekir.

denediğimiz her şey -aşk, serüven, tehlike- nesnelleşir ve bize özgürlük kazandırır.

sabahın gelmesini sağlamanın en kestirme yoludur uyumak.

insan her şeye yaklaşmak için, kendisini her şeyden uzaklaştırmalı, her şeyden kutsal değilmişçesine tat almalı; ama bunu kutsal bir saygıyla uzaklaşarak, temiz bir yürekle yapmalı.

atalardan kalma hazine sadece şudur: bir şeyi öyle yapılması gerektiği için iyi yapmak.

17.10.2015

dünyanın doğum günü

ursula k. le guin

elektrikli testere üç yaşındaki bir bebek için ne kadar gerekliyse, tanrı da insanlar için o kadar gereklidir.

düşünmek, yapmanın bir yoludur; kelimeler de düşünmenin bir yolu.

savaşta herkes tutsaktır.

bir erkek için sikmek, bir kadın için olduğu gibi aşkın ve hayatın sadece bir boyutu değil, en önemli şeyidir.

içe dönük insanlarla ilgili hemen hiç iyi bir şey yazılmaz. baskın karakterler hep dışa dönüktür. insan yirmi yazardan on dokuzunun içe dönük olduğunu fark edince hayli garip geliyor bu. bize "dışa açık" olmamaktan utanmamız öğretildi. ama yazarların işi içe dönmektir.

anlatılmamış hikaye yalan doğurur.

toplumun olumsuz baskısına karşı oluşturulan ilişkiler korkunç bir zorlanma altında olur; zaman geçtikçe de alıngan, haddinden fazla heyecanlı ve huzursuz bir hal alırlar. gelişecek yerleri yoktur. ilk başlarda ödenecek kişisel bedel yüksek olur.

16.10.2015

yol

matsuo basho

anlam uçucudur, yaşam geçicidir, ömür sonludur, ölüm zorunludur. öyleyse kişi yalnızdır.

"yol, doldurulamaz bir boşluktur; dipsiz bir uçurum -dünyadaki her şeyin kaynağıdır o. büyük iyi, su gibidir; çatışmadan, kendini her şeye veren su; insanların içinde olmaktan hoşlanmadıklarıdır o -bu yüzden yolun kıyısında durur. başkalarını bilen, bilgi edinir. kendini bilen, aydınlanır. bilgi edinmek, her gün bir şey eklemektir. yolu yürümek, her gün bir şey eksiltmektir; eksiltmek, eksiltmek -ta ki, edimsizliğe ulaşılsın; o, tam-edimlilik olan edimsizliğe. bilen konuşmaz. konuşan bilmez. doğru, kulağa hoş gelmez. kulağa hoş gelen doğru değildir. iyi insanlar tartışmaz. tartışan insanlar iyi değildir. bilen kişi öğrenmemiştir. öğrenmiş kişi bilmez." (lao tse)

çamı öğrenmek istiyorsan çama git; sazı öğrenmek istiyorsan da saza. şiir ne kadar iyi dile getirilmiş olursa olsun, senin duygun kendilikli değilse -konun ile sen ayrı duruyorsanız- şiirin sahici şiir değil, yalnızca senin öznel yapıntın olur.

bu kentin her yerinde, insanların ödül kazanmak için şiir yazdığını görüyorum; böylece yarışma yargıçlarına bol bol iş düşüyor. ne tür şiirler yazdıklarını tahmin edebilirsin. bunlar konusunda ne desem sert sözlere varacağından, söylediklerini işitmezlikten, yazdıklarını görmezlikten geliyorum.

sessizlikten ses gelir; karanlıktan ışık gelir. sessizlik sesi canlandırır; karanlık ışığı canlandırır. buddha doğası, kendilik doğası, gerçeklik, adına ne dersek diyelim, şimdi karanlık, şimdi parlak, şimdi sessiz, şimdi sesle çatırdayandır. o, karanlık içindeki ışık, ışık içindeki karanlıktır; o, tam o karanlık, tam o ışıktır; o, ışık olarak karanlıktır.

kadın

balzac

kadınların mucize derecesinde doğru sezgileri vardır.

gördükleri eğitim sayesinde her şeyi kavrayabilen erkekler, bir kadın için sevdiği adamın düşüncelerini anlayamamaktan daha korkunç bir şey olmadığını bilemezler.

bizden daha bağışlayıcı olan bu tanrısal yaratıklar ruhlarının dilini anlamadığımız zaman seslerini çıkarmazlar; duygularının üstünlüğünü göstermekten çekinirler, acılarını da, anlaşılmamış zevklerini de büyük bir sevinçle gizlemeyi bilirler. ama sevda işinde bizden daha tutkulu oldukları için erkeğin yalnızca yüreğine sahip olmakla yetinmezler; onun tüm düşüncesini de ele geçirmek isterler.

bolluk içinde yetişen kadınlar maddesel hazların örttüğü boşluğu çabucak hissederler ve yıpranmaktan çok yorulan yürekleri onlara gerçek bir duygu alışverişinden doğan mutluluğu buldurduğunda -sevgisinden emin oldukları erkeğe de uygun gelmesi koşuluyla- orta halli bir yaşama seve seve katlanırlar. düşünceleriyle, zevkleriyle kendi yaşamlarının dışındaki bu yaşamın cilvelerine boyun eğerler; onlar için tek korkulacak gelecek onu yitirmektir.

bir kadın için en büyük çekicilik, sürekli olarak erkeğin yüce gönüllüğüne sığınması ve zayıflığını ona gurur verecek, onun en yüce duygularını ayaklandıracak biçimde zarif bir edayla belli etmesidir.

14.10.2015

edebiyat

hilmi yavuz

edebiyat ürünleri, bir bölümünü oluşturdukları sisteme göre değişirler; bu ürünlerin bağlı oldukları sistemden bağımsız olarak anlaşılmaları olanaksızdır. bu yüzden birbirinden farklı iki sisteme ilişkin iki edebiyat ürünü, salt birbirlerine benziyorlar diye karşılaştırılamazlar; bu türlü bir karşılaştırma için edebiyat ürünlerinin değil, sistemlerin birbirine benzemesi gerekir. levi-strauss'un paradoks gibi görünen şu sözünü anımsayalım: "gerçekte benzeşimler değil, farklardır birbirine benzeyen."

nazım'ın şiiri, yazınsallığını ideolojik 'tekrar'dan değil, formel 'aşkınlık'tan alır. şiiri, gelenek'i dönüştürerek modernleşir. ve unutulmamalıdır: "sanatta ideoloji, soyutlanabilir öz'de değil, yapıtın biçiminde aranmalıdır. edebiyat yapıtı, tarihin derin izlerini tastamam edebi yönüyle ortaya koyar, yüksek düzeyde bir toplumsal belge olarak değil." (terry eagleton)

ideolojiler yanlıdırlar; taraf tutarlar ve o nedenle de, değer yargılarıyla inşa edilirler. dünya görüşleriyse, felsefi düşüncelerin, sistemleştirilmiş olmayan ve kuramsal kavramlarla değil, gündelik konuşma diliyle inşa edilen dile getiriliş biçimleridir. şiirsel söylem ise, ne soyut kavramlarla kurulan felsefeden ne de gündelik konuşma diliyle kurulan dünya görüşünden yararlanabilir. şiirin, düşünce düzleminde ilişki kurabileceği alan, ideoloji'dir. entelektüel söylemler arasında imgeselle ilişki kurabilen biricik söylem alanıdır ideoloji.

13.10.2015

büyük türk şiiri antolojisi

ataol behramoğlu


köşe başını tutan leylak kokusu
yakamı bırak da gideyim
(oktay rifat)

zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa
hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır
(tevfik fikret)

geçmişten adam hisse kaparmış.. ne masal şey
beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi
tarihi "tekerrür" diye tarif ediyorlar
hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi
(mehmet akif ersoy)

insan, alemde hayal ettiği müddetçe yaşar
(yahya kemal)

ben büyük rüzgârları severim; büyük olsun
aşkım da, özlemim de hepsi, her şey ve mahzun
insan bir yanınca kerem misali yanmalı
uykudan bile mahşer gününde uyanmalı
(ahmet muhip dıranas)

herifçioğlu sen mişel'de koyuvermiş sakalı
neylesin bizim köy'ü, nitsin mahmut makal'ı
esmeri, sarışını, kumralı, kuzguni karası
cebinde dört dilberin telefon numarası
bir elinde telefon, bir elinde kesesi
uyyy!.. yesun oni nenesi
yesun oni nenesi
(bedri rahmi eyüboğlu)

ben sadece ölen babamdan ileri
doğacak çocuğumdan geriyim
(nazım hikmet)

burası dalyan kahvesi
ortalık süt mavisi
apostol bu ne biçim meyhane
tabağımda bir bulut
kadehimde gökyüzü
(oktay rifat)

şu dünyada insanca yaşamak da yoksa
ne kalıyor geriye yüzyıllardan
(behçet necatigil)

yaşamak
iyileri ve kötüleri
ikiye bölmemektir
ölüme çare buldum
insanları sevmek hiç ölmemektir
(hüseyin avni dede)

12.10.2015

sisler bulvarı

attila ilhan


elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk

sisler bulvarı'na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk

sisler bulvarı'nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarda bulutlar yürüyordu
terk edilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı'da bir tren vardı

sisler bulvarı'nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlayamayacaksın ağlayamayacaksın

sisler bulvarı'ndan geçtim sırılsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarapta kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum
evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı

bir gemi beni afrika'ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
kazablanka'da bir gün kalacağım
sisler bulvarı'nı hatırlayacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodostan bir satır yağmurdan iki
senin kirpiklerinden bir satır
simsiyah bir satır hatırlayacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapurlar uğuldayacak

sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul'du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu

eğer sisler bulvarı olmasa
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlayamazdı
on beş sene hüküm giyerdim
dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı

sisler bulvarı'ndan geçmediğin gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray'da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık kalbimi susturamıyorum

kadının ışığı

romain gary

her şey geçer, her şey kırılır, her şey yorulur.

yaşam oldukça umut vardır.

hangi andan başlayarak mutsuz bir kadın olmaktan çıkıp orospu olur insan?

bugün belki orospuların daha fazla konuşmaya hakları vardır ve onların azizelerden de çok daha fazla söyleyecek şeyleri vardır.

gerçek yetenekler için hiç bu kadar zor bir dönem olmadı. artık ölçüt diye bir şey yok. şimdi hükmünü süren basitlik. ama gelecek o günler. sanat her zaman beklemesini bilmiştir.

yaşamın yakamızı bıraktığı bir gerçektir ve buna da hep "rastlantı" adı verilir. rastlantı kimi zaman gerçek bir boktur.

hayatıma o kadar çok kadın girdi ki neredeyse hep yalnız kaldım. çok, hiç kimse demektir.

sevişmeden sonra kravat bağlamak hep kaba bir davranıştır.

psikoloji her tür olasılık bakımından zengindir. yok edilemez kombinasyonlar. aldatmaya izin vardır. eklemek, çıkarmak ve parçalarla doldurmaya izin vardır. bütün atılımlar kabul edilir ve insan her zaman kendi kendisine karşı oynar. çünkü her ne kadar parçalar ve kombinasyonlar sonsuzsa da tek bir kraliçe vardır: suçluluk. ne var ki psikoloji olmasa hayvanlaşırdık. hayvanlar eğlenmelidir.

yalnızlık çökertmişse, insan sahteyi gerçekten nasıl ayırabilir?

insan her zaman sandığından daha pistir.

yaşamın her zaman vereceği bir şeyler vardır. mutsuzluğa saygılı olmak için hiçbir sebep yoktur. hiçbir. belki artık mücadeleye devam etmek için gerekli olan ve körleşme adı verilen bu yüce aydınlığı yakalayamıyorum.

bir dostu bırakıp gitme hakkına sahip değilsek artık dostluktan söz edilemez.

insan nerede yaşıyorsa orada umutlanır.

doğa karşısında öyle zaferler kazandık ki havasızlıktan boğulmanın asıl nefes alma biçimi olduğunu ilan edebiliriz gayet güzel bir biçimde. bağımsızlığın tek insani değeri, bir değişim değeridir. insan bağımsızlığı yalnız kendine saklarsa yalnızlık yıllarında büyük bir hızla çürür.

yaşamda otomatik pilot yoktur. son sözü söyleyen her zaman sürekliliktir. gerisi yalnızca geçip gidiyor.

kimi zaman duyarlılığı öldürmek yaşamsal bir sorundur.

insan bir kez umutsuzluğa düşünce herhangi bir şeye inanmaya hazırdır.

önsezilere inanmam; ama uzun zamandır inançsızlıklarıma olan inancımı da yitirdim. "inanmıyorum artık" gibi kesinlemelerden daha aldatıcı bir şey yoktur.

yaşam her zaman savunur kendisini.

insanın kendisi yardıma muhtaçken bir başkasına yardım edebilmesi olağanüstü bir şey.

insan yaşama sebebini kaybedince; ama gene de yaşamaya çalışırsa, suçlu hisseder kendisini.

genel sözlere sığınmak her zaman daha kolaydır.

ben inançlı bir insan değilim: tanrı-maymunların ön tasarılarda bulunduklarına inanmıyorum. bunun için hayvanat bahçesine gidip onların soyundan gelenleri kafeste görmek ve onların herhangi bir şey olduklarını anlamak yeterlidir. ve sonra zaman zaman muz vardır. bizi devam etmeye cesaretlendirmek için küçük bir şey atarlar.

hepimiz yenilmek için doğduğumuzu biliriz; ama gene biliriz ki hiçbir şey hiçbir zaman bizi yenmeyi başaramamıştır ve başaramayacaktır.

hava karanlık ama kaygısız değil; çünkü aydınlık bu mücevher kutusunda her zaman daha güzeldir.

yaşamdaki bütün başarıların kaçırılan başarısızlıklar olduğunu kim söylemiş, anımsamıyorum.

bir insana bağlanmıyordum, belli bir insan düşüncesine bağlanıyordum ve iş, sonunda artık insanlıkla hiç ilgisi olmayan bir şeye varıyordu. bayrak için hurra, onur için hurra. ama bu artık yaşam değildi. yapay solunum insanı yaşama geri döndürebilir; ama bu bir yaşama biçimi olmaz.

beyaz saçlara, olgunluğa, deneyime, öğrenilen her şeye, yenilmiş tüm şamarlara, sonbahar yapraklarının mırıldandıklarına güvenmemek gerekir; yaşamın bizi gerçekten isteyerek getirdiği bir duruma kanmamak gerekir. dokunulmamıştır, hep oradadır ve inanmaya devam eder.

11.10.2015

kör baykuş

sadık hidayet

yarın ölebilirim, kendimi tanıyamadan.

bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sessiz yavaş, ecelleriyle sönerler.

herkes güçlü bir alışkanlığa, bir tutkuya sığınır: ayyaş içer, edebiyatçı yazar, yontucu taşı yontar, acısını dindirmek için her biri, en kuvvetli içgüdüsünden medet umar ve gerçek sanatçı, kendi bağrından şaheserler yaratır.

hayat baştan başa kıssadır, hikayedir.

dünya dünya olalı, ben var oldum olalı, soğuk hissiz hareketsiz bir ölü, karanlık odada hep yanımdaydı benim.

utanma ve haya duygusunun kökeni sadece şehvettir.

gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benimki çok uzakta; karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. belki de benim hiç yıldızım yok!

dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur.

cinsel ilişki anında, iki kişi yalnızlıklarından kurtulmak için birbirine yapışır, herkeste aynı delice kıpırdanışlara bir kapıdır bu ve yavaş yavaş ölümün derinliklerine yönelmiş bir pişmanlıkla karışıktır. 

bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi sessiz, yavaş, ecelleriyle ölürler. yaşlılar vardır, gülümseyerek ölürler.

yaralar vardır hayatta; ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.

ayyaş içer, edebiyatçı yazar, yontucu taşı yontar, acısını dindirmek için her biri en kuvvetli içgüdüsünden medet umar ve gerçek sanatçı, kendi bağrından şaheserler yaratır.

kent

alessandro baricco

babaların en kötüsünde bile iyi bir şeyler vardır.

gerçek hayat asla konuşmaz. yalnızca bir beceri oyunudur; ya kazanırsın ya da kaybedersin. bu oyunu oyalanman için yaparlar, böylece düşünmezsin.

hiçbir at sonsuza kadar doludizgin gidemez.

insanın kendisinden bir adım uzakta, eşiğin önünde o sonsuza dek oyalanmada son derece onurlu bir şeyler vardı. gerçeğin acımasız rüzgarının başladığı geceler, ertesi sabah yalanlarının çatısını onarmak zorunda kalırsın, tükenmez bir sabırla; ama sevgilim geri döndüğünde her şey yeniden eskisi gibi olacak, renkli su içerek güneşin batışını izleyeceğiz.

yolda kaybolan bir şeyler hep vardır.

daha önce hiç görmediğin biriyle yatmak yolculuk etmek gibidir. ilk önce her şey çok güç, biraz da gülünçtür. düşünecek olursan, sonrası güzeldir. sevişmiş olmak, ertesi gün temiz ve mükemmel dolaşmak güzeldir; ama ne tuhaf, bir gece önce orada o şeyleri yapıyordun ve o şeyleri söylüyordun; özellikle de o şeyleri söylüyordun, hem de bir daha hiç görmeyeceğin birine.

düello yapan iki aydından daha vahşi ve ilkel hiçbir şey bulamazsın.

bazen insan hiç bilmediği şeyler yüzünden kendi kendini cezalandırır.

yolunu bul. kendi yolunda git. belki de bir meydanda ya da bir parkta yaşamak için yaratılmışızdır; orada durup hayatı geçiririz; belki de bir kavşağızdır, dünyanın bizim yerimizde durmamıza ihtiyacı vardır, ansızın çekip kendi yolumuza gitsek çok kötü olur.

10.10.2015

edebiyat

jack london

insanları edebiyatın dikenli yollarına adım atmaya yönelten pek çok güdü vardır; bu zorlayıcı sebeplerin başta geleni hırs olsa gerek. peki hırs kimin için önemlidir? iki sınıf için -dünyanın duyması gereken ya da duymaktan hoşlanacağı bir mesajı olan ya da olduğunu düşünenler ile yaşamını zor şartlarda, kıraç yerlerde geçiren, karnını doyurmak için uğraşanlar. ilki daha küçük olan sınıftır. bunlar ilahi, ateş fırlatan, ateş getiren yaratıklardır; yaradılışları gereği, kulaklar sağır olsa, gökler yıkılsa da konuşmak zorundadırlar. tarih onlarla doludur ve sina dağı'ndaki oyma tabletlerde olsun, sonraki bir dönemin savaş broşürlerinde ya da bugünün çığırtkan pazar gazetelerinde olsun, onların hep konuşmuş olduklarını görürüz. hırsları öğretmek, yardım etmek, yükseltmektir. özbenlik belirleyici bir unsur değildir. esas olarak kendileri için değil, dünya için yaratılmışlardır. şeref, şan ve iktidar onlara çekici gelmez. bir ekmeğin kabuğu ve bir dilencinin giysisi bütün maddi arzularını karşılar. varoluş bir dönemdir; bir sonuca götüren araçtır. dünyanın rahatlık ve mutluluğu, onların rahatlık ve mutluluğudur. yardımcılar ve akıl hocaları olarak, ne yardım ne de akıl isterler; önerilse de kabul etmezler; çünkü yolları yıldızlar gibi önceden belirlenmiştir. her şey söylenmiş ve hazırlanmışken, olacakları kim değiştirebilir?

körlük

jorge luis borges



ben körüm, bir şey de bilmiyorum. ama
gidilecek daha çok yol olduğunu görüyorum. sen
müziksin, ırmaklar, gökler, saraylar, meleklersin
ey sınırsız, gizdeş sonsuz gül, sonunda

tanrının benim ölü gözlerime göstereceği

körlük bir çeşit hapistir; 
ama aynı zamanda da bir özgürlüğe kavuşma,
yaratmaya elverişli bir yalnızlık,
bir anahtar ve bir cebirdir.

bütün saadetler mümkündür

ziya osman saba

bütün saadetler mümkündür
şu kapının açılması
içeri girivermen
bahar, kuşlar, gündüz
ve bütün dünya
bir an içinde gürültüsüz

bütün saadetler mümkündür
bahtsızların biraz gülümsemesi
körlerin gün görmesi
mümkündür bütün mucizeler
ana, baba, evlat, bütün kaybolanlar
ebedî bir sabahta buluşmamız bir daha

ölüler! hepimiz için yalvarın allah'a

8.10.2015

sodom'un 120 günü

marquis de sade

çok erken yaşta aştım din safsatasını.

inanç gerçek bir ruh hastalığıdır, ne kadar çabalarsak çabalayalım asla düzelmez; bazılarının kötülüklere sükunetle katlanmalarını sağlayacak safsatalar sunar.

tüm kaltaklar böyle der, onlara kalsa hepsi bakiredir.

bir erkeğin bu dünyada gerçekten mutlu olabilmesi için yalnızca bütün kötülüklere tamamen teslim olması değil, aynı zamanda da asla iyilik yapmaması gerekir.

kötülüğe biraz bulaşıp da cinayetin duygular üzerindeki imparatorluğunu ve boşalmayı nasıl şehvetli hale getirdiğini bilmeyen hovarda yoktur.

sefalete duyulan her türlü merhamet doğanın düzenine karşı işlenmiş hakiki bir suçtur.

güzellik basit bir şeydir; olağandışı olan çirkinliktir ve tüm ateşli hayal güçleri, şehvet oyunlarında, şüphesiz olağandışı olanı seçerler. güzellik, tazelik, basitlik asla çarpıcı olamaz; çirkinlik, çürümüşlük çok daha sert bir darbe yaratır, çok daha güçlü sarsar, buna göre tahrik de çok daha canlı olur.

bir kadının başına gelebilecek en güzel şey, genç ölmektir.

bu, altı yüz değişik lezzetin beğenine sunulduğu muhteşem bir yemeğin öyküsüdür. hepsini yer misin? şüphesiz hayır; ama bu büyüleyici sayı seçim olasılıklarını genişletir ve bu artıştan memnun halde, sana ziyafet çeken ev sahibini çekiştirmeye kalkışmazsın. burada da olay aynı: seç ve gerisini boşver; geri kalanı yalnızca senin hoşuna gitmediği için karalama. başkalarının hoşuna gidebileceğini düşün ve filozof ol.

mutluluk hazda değil istekte, bu isteğe karşı çıkan engelleri aşmaktadır.

bu, hasta olmadan sağlığın kıymetini anlamayan adamın öyküsüdür. benim haz aldıklarımdan haz alamayan ve acı çeken birini görmekten dolayı şunları söyleyebilmenin hazzını alır insan: ben ondan daha mutluyum. insanların eşit olduğu ve bu ayrımların olmadığı yerlerde mutluluk olmayacaktır. 

memelerin gerçekte kıç silmekten başka ne işe yarayabileceğini hiç anlamamışımdır.

hırsızlık yaparken, adam öldürürken, bir yeri kundaklarken organımın sertleştiğini gördüm ve bizi harekete geçirenin şehvet nesnesi değil, kötülük olduğundan eminim; sonuç olarak yalnızca kötülük sayesinde istek duyuyoruz, nesnesi sayesinde değil; eğer bu nesne kötülük yapma olanağımızı yok etseydi onun için istek duymazdık.

birine yapmamız gereken iyiliği yapmadığımızda, kötülük yapmış olmanın haince şehvetini yaşarız.

bayağılaşma, bazı ruhların en yaygın hazzıdır; hiçbir şeye yüzü kızarmayan adamın ne kadar ileri gidebileceğini bilmek olanaksızdır.

ne çocukları ne de hamile kadınları seven bir adam asılması gereken bir canavardır.

tanrının gözdesi yok

erich maria remarque

biz her zaman boğayız. ama kendimizi matador sanıyoruz.

bir kadın bir erkeği terk edebilir; ama giysilerini asla.

insan her zaman doğru olanı yapmaz evlat. hem de yaptığının yanlış olduğunu bile bile. yaşamın çekiciliği de buradadır.

hiçbir şeyin yararı yok. insan kısa bir süre için unutabiliyor; ama ondan kaçamıyor.

umutsuzluk bir kadında olabilecek en tehlikeli şeydir; çünkü hiçbir kadın gerçekten umutsuz değildir.

ben saklı bir yaşam sürüyorum. burada, alışılmış yaşam yasalarından başka yasalar geçerli.

insanın tam olarak hakim olmadığı bir şey her zaman tehlikelidir. peki insan hakimse? o zaman daha da tehlikelidir. o zaman insan hafife alır.

aşkta affedilecek bir şey yoktur.

sonsuza kadar yaşayacaklarını sanan insanların arasındayım. en azından öyle davranıyorlar. mallarını mülklerini korumak uğruna bütün yaşamlarını harcıyorlar.  ama hepsi son savaş sırasında, hayatta kalacak olurlarsa, bir daha asla aynı yanlışları yapmayacaklarına yemin etmişlerdi. unutmakta insanoğlunun üstüne yoktur.

en yalın tepkiler her zaman en etkili tepkilerdir.

insan şenlik düzenliyorsa genellikle bir şeyleri unutmaya çalışıyor demektir; ama unutamaz. ötekiler de unutamaz.

insanoğlu hep kendi felaketini ister.

çekip gitmek her zaman o kadar kolay değildir, eğer insan kendisini de birlikte götürüyorsa. sahip olma isteğinin insanı sınırlamaktan başka bir işe yaramadığı bilinirse çekip gitmek çok kolaylaşır. insan hiçbir şeyi elinde tutamaz, kendi kendini bile.

güzel bir kadın beni hüzünlendirir. çünkü insan elinden kaçıp gideceğini bilir; oysa kalmasını ister.

insanlar için önemli olan heyecandı. açıkça olmasa bile gizliden gizliye, ölümün çekiciliğinin tadını çıkaran açgözlülerdi hepsi. sahte bir üzüntü, sahte bir korku içindeydiler. kendi başlarına gelmediği için memnundular. lenfatik bünyeli bir insana dijital iğnesi yapılmışçasına, o ana dek umurlarında bile olmayan yaşama sevinci kısa bir süre için şahlanmıştı.

bir kadın venedik'te yalnız dolaşmamalı. hele genç bir kadın. üstelik bir de güzelse asla yalnız dolaşmamalı.

hiçbir şey sandığımız kadar kötü, hiçbir şey sandığımız kadar iyi değil. hiçbir şey kesin değil.

ölüm korkusu başgösterdiği anda insan yanında birisinin olmasını istiyor. ama o anda artık o kadar yalnız olacaktır ki yatağın çevresinde ordu dolusu arkadaşı duruyor olsa da bir şey değişmeyecektir.

her şeyi seven bir kadından daha tehlikeli bir şey yoktur.

tuhaf, diye mırıldandı lillian, ama insan yuvarlanarak düştüğünü aklından çıkarmayacak olursa hiçbir şey yitirilmiş demek değildir. yaşam çelişkileri seviyor. insan ayaklarının sağlam bastığını sandığı anda uçurumun tam kenarında duruyor demektir. ama insan her şeyi yitirdiğini sandığı anda, yaşam ona karşı eli açık davranıyor. ayrıca bir şey yapmaya gerek yok, yaşam onun peşinden köpek gibi koşuyor.

aşk, gerçeğin tam karşıtıdır.

aşkın karşıtı ölümdür. aşk, ölümü kısa bir süre için bize unutturan acı bir büyü. bu yüzden ölüm hakkında bir şeyler bilen herkes aşk hakkında da fikir sahibidir.

ayrıntılar bütünün aynısıdır; ama bütünün içinde daha fazla bir şeyler vardır.

yaşamın, başka bir dünyada işlemiş olduğumuz bir suça karşılık bize verilmiş bir ceza olmadığını kim söyleyebilir? belki de cehennem, kilisenin ölümden sonra gideceğimizi söylediği yer değil de burasıdır. belki de yeryüzündeki zindanda yıllarca kalmaya mahkum edilmiş düşkün meleklerizdir hepimiz.

aşk söz konusu olunca herkes çocuktur.

mutluluk sözcüğünün anlamı zamanımızda abartılıyor. yüzyıllar boyunca mutluluk nedir kimse bilmiyordu. yaşama ilişkin bir şey değildi. çin edebiyatını ya da hint ve yunan edebiyatını okuyun. mutluluk sözcüğünün köklerini içeren heyecan yerine, durağan ve yüce bir yaşam duygusunun peşinde koşmuşlardı. bu duyguyu yitirdikleri anda da bunalımlar başgöstermiş, aldatmaca heyecanlara kapılmışlar, romantizm ve mutluluğun peşinde aptalca bir arayış başlamıştır.

insan asla erken kutlamamalı. yarışçıların batıl inançları vardır.

bu şarap şişesi bir rafael yapıtı kadar çekici. şuradaki çilli kız öğrencilerin her birinin içinde hiç kuşku yok ki bir parça medea ve aspasia ruhu var. perspektifi olmayan bir yaşam: her şey eşit oranda önemli ve eşit oranda önemsizdir. her şey ön planda gözükendir. her şey tanrıdır.

bizim mutsuzluğumuzun nedeni şu: yaşam üzerinde hak iddia edebileceğimizi sanıyoruz. böyle bir hakkımız yok. insan bunu anladığında, gerçekten anladığında, acılar bile tatlı geliyor.

hiçbir beklentisi olmayan bir insan asla düş kırıklığına uğramaz.

en güzel bilgelikler geceleri ölür. ertesi sabah ne çok cesedin süpürüldüğünü bir bilseniz!

zamanında bitirmek, yaşamın en büyük sanatıdır.

bu aşkın hapishanesine girmek istemiyorum. bu hapishaneye karşı hiçbir başkaldırı işe yaramaz. tek çıkış yolu kaçmaktır.

lillian ona baktı. ne demek istediğini hemen anlamıştı. geri kalan her şey, yaralanmış gurur, hastalıklı bencillik, elde kalan bu son avutucu gerçek karşısında silinip gitmişti: sevdiği insan ölmemişti, yaşıyordu, soluk alıp veriyordu. duyguları ya da olup bitenler hiç önemli değildi. boris zayıflıktan ya da merhametten gelmemişti; şimşek etkisi yapan bu son gerçek nedeniyle gelmişti. elde kalan tek gerçek, her şeyi silip atan ve insanın hemen hemen her zaman çok geç farkına vardığı gerçek.