29.11.2018

uzun lafın kısası

charles bukowski: sığınak çukurlarında melek bulunmaz.

albert caraco: evreni yok eden şey zina değil doğurganlıktır, haz değil görevdir.

bertrand russell: milliyetçilik, insanoğlunun şimdiye dek karşılaştığı tehlikelerin en büyüğüdür.

robert musil: diplomasi, güvenilir bir düzenin ancak yalanla, korkaklıkla, yamyamca davranmakla, kısacası, insanların o sarsılmaz aşağılık yanlarıyla kurulabileceğini savunur. diplomasi, küçültücü bir idealizmdir.

zygmunt bauman: aşk bulunabilen bir şey değildir, buluntu nesne ya da hazır bir şey de değildir. her gün, her saat sürekli olarak yeniden yapılması gereken, daima diriltilmesi, teyit edilmesi, özen gösterilip ilgilenilmesi gereken bir şeydir.

immanuel kant: insanlık denen çarpık çurpuk malzemeden dümdüz bir şey yapılamaz.

yuval noah harari: para şu ana kadar yaratılmış en evrensel ve en etkili karşılıklı güven sistemidir.

carl sagan: hiçbir devletin, hiçbir dinin, hiçbir ekonomik sistemin, hiçbir bilgi birikiminin hayatta kalmamıza yetecek tüm yanıtları vermeye yeterli olabileceği sanılmamalıdır.

comte de volney: insanlar aydın ve bilge olmadıkça, aralarındaki ilişkilerin, örgütlerindeki yasaların bilgisine dayanan adalet sanatını uygulamadıkça acı çekmekten kurtulamayacaklardır.

inci aral: yazmak, bugün her zamankinden daha fazla yaşamsal bir tepki, ifşa etme gereksinimi, cehennemin içinden gelen bir çığlık ve kesinlikle ucuzluktan kaçış olmalı. günümüzün yazara yüklediği sorumluluk budur.

27.11.2018

çador

murathan mungan

firar ruhlu erkeklerin bağımsızlık arzularındaki gurur, çoğu kez güçsüzlüklerini saklamak içindir.

insan yüzleri benim için yazı gibidir.

yalan, herkesin gerçeğe bir şey eklemesiyle ortaya çıkar.

bazı insanların gülümseyişi hayatı kolaylaştırır.

burkaya giden yolu çador açar. çador, annelerimizin, ninelerimizin geleneksel ve masum başörtüsü değildir yalnızca, kafalarımızdaki köprüdür. örtünmek bir ahlak haline getirildiğinde, arkası mutlaka gelir; karara karara gelir. örtünmenin sonu yoktur. kadınlar kefene kadar örtünmek zorunda kalırlar.

bazı insanların yüzüne baktığında insan elde olmadan şöyle düşünür: bu insanın dünyada hiç kimsesi yok.

varoluşun kendisi başlı başına bir sihirdir.

en kötü yabancı çeşidi, bir zamanlar tanıdıklarının arasından çıkar.

yaban ellerde gurbette olmanın sızısı kendince inceden bir keyif taşır, gurbette olmak sahibinin gururunu okşar, onu kendi yalnızlığının kahramanı yapar. yaban ellerdeki bu kimsesizlikte her şeye karşın insanı ayakta tutan tuhaf bir güç vardır, kişinin kendisini de aşan bir güç.

dünyada çok az şey, birlikte aynı şeye gülen baba ile oğulun kahkahalarının aydınlığındaki mutluluğun yerini tutar.

sonuçta öyle ya da böyle yasalar bellidir, ama keyfi uygulamalarda bulunabilmek olanağı, elinizdeki gücü sürekli kılar. neyi, ne zaman yapacağınız belli olmaz.

babasız büyümüş erkek çocukları mahalle kahvelerinde baba şefkatine benzeyen bir şey bulurlar.

insan, annesini bir başka anneyle hatırlar. yüzler, anısını başka yüzlerle tazeler. bir erkeğe kimi zaman sevgilisini düşündüren şey, yolda yürürken gördüğü bir başkasıdır. bizi âşık eden çok eski çağrışımlarımızdır, çocukluk kadar uzakta kalmış çağrışımlarımız; şimdiki zaman içinde yaşadığımız aşkı bize hatırlatan, onu güçlendiren, yaşatan şeylerse yeni çağrışımlardır. bu çağrışımlara neden olan başkalarıdır, başkalarının varlığıdır. sevdiğimiz kişiyi, onu bize hatırlatan bir dünyayla birlikte severiz.

25.11.2018

sakalsız bir oğlanın tragedyası

arkadaş z. özger



yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece
öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde

akşam
hüznümün soluk aynası
vurdukça yüreğime kanım oynaşır
derinleşir acısı parmakuçlarımın
kırmızı bir ölümü görmüş gibi
kanarım

ben işte eksik bir birikimin tortusuyum
geçmişlerde yoğrularak çocukluğum
bana hep acıyı ve hüznü öğretti

hüznüm ki
hüzünlerin çiçek açmış biçimidir

sabah
taşıyarak bir celladı odama
aşkımın ve bırakılmışlığımın celladını
hüznümle ve çirkinliğimle yargılamadan beni
tanıdığım bir ölümle tehdit ediyor
yalnızlık her sabah öldürüyor beni

yalnızlık yenilmeyen gladyatör
bana eski bir ölümü anımsatıyor

çalınmamış kapıları biz çaldık korkusuzca
hep kötü bakışlı insanlardı karşımıza çıkan

yoruldum
değiştirmekten kanını yüreğimin
her gün yeniden başlayan
çığırtkan bir şarkıyı söylemekten
her gün
yeni bir şarkı bestelemekten

kalbim
bu acıya dayan
varsın işkenceler dağlasın seni
duru bir gök için vahşete katlananlar
acıyı bir silah gibi göğsünde saklamalı

kalbim
bir gün elbette sana hükmedeceğim

21.11.2018

arapların gözünden haçlı seferleri

amin maalouf

kılıçlar savaş ateşini canlandırdığında, insanın en kötü silahı gözyaşı dökmektir.

ebu'l ala el-maarri: dünyada yaşayanlar ikiye ayrılır: beyni olup dini olmayanlar ve dini olup beyni olmayanlar.

ateş, yakılacak odun miktarından korkmaz.

frenkler, 12. yüzyılda bütün bilim ve teknik alanlarında araplardan çok geridirler. fakat gelişmiş doğu ile ilkel batı arasındaki açıklık tıp alanında daha da büyüktür. 

usama farkı gözlemektedir: lübnan dağındaki murnietra'nın frenk valisi, bir gün şeyzer emiri amcam sultan'a, bazı acil durumluları tedavi etmek üzere bir hekim yollamasını rica eden bir mektup yazdı. amcam bizim oralardan thabet adında hristiyan bir hekimi seçti. bu hekim ancak birkaç gün kaldıktan sonra bize döndü. hastaları bu kadar çabuk nasıl iyileştirdiğini öğrenmek için hepimiz meraktan çatlıyorduk; bu yüzden onu soru yağmuruna tuttuk. thabet şöyle cevapladı: "önüme, bacağında cerahat olan bir şövalye ile vereme yakalanmış bir kadın getirdiler. şövalyenin bacağına bir yakı koydum, çıban açıldı ve küçüldü. kadına da, ateşini düşürmek için perhiz verdim. fakat bir frenk hekimi geldi ve "bu adam bunları tedavi etmeyi bilmiyor." dedi. şövalyeye dönerek ona, "tek bacağınla yaşamayı mı, yoksa ikisiyle birlikte ölmeyi mi tercih edersin?" diye sordu. hasta, tek bacakla yaşamayı tercih ettiğini söyleyince, "bana iyi bilenmiş bir baltayla güçlü bir şövalye getirin." diye emretti. biraz sonra şövalyeyle balta geldi. hekim bacağı bir kütüğün üzerine koyarak, yeni gelene "tek bir kerede kesmek üzere baltanla iyi bir vuruş yap." dedi. adam gözlerimin önünde bacağa ilk darbeyi indirdi; ama kopmadığı için bir daha vurdu. bacağın iliği saçıldı ve yaralı hemen o anda öldü. kadına gelince, frenk hekim onu muayene ettikten sonra, "kafasının içinde ona aşık bir iblis var. saçlarını kesin." dedi. saçlarını kestiler. kadın onların gıdalarını sarımsak ve hardalla birlikte yemeye başladı, bu da veremini ağırlaştırdı. onların hekimi, "demek ki iblis başın içine girdi." diye iddia etti. ve bir ustura alarak kadının başına haç biçiminde çentik attı, kafa kemiğini açığa çıkardı ve onu tuzla ovdu. kadın hemen oracıkta öldü. bunun üzerine şöyle sordum: "bana başka ihtiyacınız var mı?" hayır, dediler ve frenklerin hekiminden bilmediğim birçok şey öğrenerek geri geldim.

selahaddin rahat bir gülümsemeyle şöyle karşılık vermekteydi: "bazı insanlar için para kumdan daha değerli değildir."

her hata ölüme götürür ve yatağında ölen çok az emir vardır.

dünyanın bütün sabahları

pascal quignard

gerçek müzik sessizlikte oluşur.

ben yayımı çekince, hayat dolu yüreğimin küçücük bir parçasıdır kanattığım. benim yapmakta olduğum şey, içinde hiçbir günün boşa geçmediği sıkıdüzen bir yaşamdan başka bir şey değildir. ben yazgımı yerine getiriyorum.

ah! çocuklarım, ben beste yapmıyorum! hiçbir zaman hiçbir şey yazmadım. bunlar çoğunlukla geçmişteki bir adı ve bir zamanlar yaşadığım zevkleri anımsayarak uydurduğum kutsal su kapları, su mercimekleri, yaban karanfilleri ve capcanlı minik tırtıllardan aldığım esinlerdir.

kapının tokmağını çaldı. elle işlenmiş tahtadan dar bir kapıydı bu. saint-germain-l'au-xerrois'nın çanının sesi duyuldu. yaşlı bir kadın başını uzattı. alnının üstünde benekli bir eşarp bağlamıştı. mösyö baugin'in atölyesinde sobanın yanma geçip oturdular. ressam bir masa resmi yapmaktaydı: yarısına kadar kırmızı şarap dolu bir kadeh, yatık duran bir luth, bir müzik defteri, siyah kadife bir kese, en üstteki sinek vale olan oyun kağıtları, üzerinde, içinde üç karanfil bulunan vazo duran bir satranç tahtası ve atölyenin duvarına asılmış sekizgen bir ayna. "ölümün alıp götürdüğü her şey işte bu karanlıktadır," diye fısıldadı sainte colombe öğrencisinin kulağına. "bize elveda diyerek yok olan dünyanın bütün zevkleri işte bunlardır."

15.11.2018

paranın tarihi

yuval noah harari


para şu ana kadar yaratılmış en evrensel ve en etkili karşılıklı güven sistemidir.

madeni para basımı icat edilmeden çok önceleri de mevcut olan para, çeşitli kültürlerde farklı eşyalar kullanılarak gelişti: deniz kabuğu, hayvan derisi, tuz, tohum, boncuk, kumaş ve taahhütname. deniz kabukları dört bin yıl boyunca tüm afrika, güney asya, doğu asya ve okyanusya'da para olarak kullanıldı. 20. yüzyılın başlarında ingiliz ugandası'nda vergiler hâlâ bu kabuklarla ödenebiliyordu.

paranın ilk türleri icat edildiğinde insanların paraya bu tür bir güveni olmadığından, gerçekten değerli şeyleri "para" olarak tanımlamak gerekmişti. tarihteki bilinen ilk para olan sümer arpası buna iyi bir örnektir. arpa parası sümer topraklarında m.ö. 3000 civarında yazıyla aynı koşullarda, aynı yerde ve zamanda ortaya çıktı ve tıpkı yazının giderek yoğunlaşan idari faaliyetlerin ihtiyacına cevap olması gibi arpa parası da yoğunlaşan ekonomik faaliyetlerin ihtiyacına cevap oldu.

öte yandan arpayı depolamak ve taşımaksa zordu. paranın tarihindeki asıl kırılma noktası, insanlar kendinden bir değeri olmayan ama depolaması ve taşıması kolay olan paraya güven duymaya başladıklarında oldu. bu anlamda ilk para, yaklaşık m.ö. 3000'de mezopotamya'da ortaya çıktı. bu para gümüş şekeldi.

metallerden yapılmış ağırlıklar zamanla madeni paraların doğmasını sağladı. tarihteki ilk madeni para m.ö. 640 yılında lidya kralı alyattes tarafından anadolu'nun batısında basıldı. bu madeni paraların altın veya gümüş cinsinden standart bir ağırlığı vardı ve tanımlanabilmeleri için de işaretler basılıydı. bu işaret iki şeyi gösterirdi: içerdiği değerli metalin miktarını ve parayı basıp içeriğini garanti eden otoriteyi. günümüzde kullanılan neredeyse tüm madeni paralar lidya paralarının soyundan gelir.

1519'da hernan cortes ve yanındaki fatihler o zamana kadar yalıtılmış bir dünya olan meksika'yı işgal etti. kendilerini aztekler olarak adlandıran bu toplum, kısa süre içinde yabancıların belirli bir tür sarı metale olağanüstü ilgi gösterdiğini fark etti. hatta sürekli bundan bahsediyorlardı. yerliler hem görüntüsü güzel hem de kolay işlenebilen altından habersiz değildi. altını zaten mücevher ve heykel yapmak için ve altın tozunu da zaman zaman bir değişim aracı olarak kullanıyorlardı. ancak aztekler bir şey satın almak istediğinde ödemeyi kakao taneleri veya kumaş toplarıyla yapıyordu.

ispanyolların altın takıntısı çok mantıksızdı. yenemeyen, içilemeyen, dikilemeyen, alet ve silah yapımı için fazla yumuşak bir metal neden bu kadar önemliydi ki? yerliler cortes'e neden ispanyolların altına böylesine tutkun olduklarını sorduklarında ünlü fatih şöyle cevap verdi: "çünkü ben ve arkadaşlarım ancak altınla giderilebilen bir kalp hastalığından muzdaribiz."

ispanyolların geldiği afrika-asya dünyasında altın takıntısı gerçekten salgın halindeydi. en azılı düşmanlar bile aynı kullanışsız sarı metalin peşinde koşuyordu. meksika'nın işgalinden üç yüzyıl önce, cortes'in ve savaşçılarının ataları iberya'daki ve kuzey afrika'daki müslüman krallıklara karşı kanlı bir din savaşı sürdürmüştü. isa'nın ve allah'ın takipçileri birbirlerini binlerle öldürdüler, tarlaları ve meyve bahçelerini yıktılar, gelişmiş şehirleri duman tüten enkazlara çevirdiler ve bütün bunları isa veya allah adına daha büyük bir zafer için yaptılar.

hristiyanlar zamanla üstünlüğü ele geçirdiklerinde, zaferlerini sadece camileri yıkıp kiliseler inşa ederek değil, aynı zamanda üzerinde haç işareti olan yeni altın ve gümüş paralar basarak ve tanrı'ya kafirlerle savaşta kendilerine yardım ettiği için teşekkür ederek kutladılar. bu yeni paranın yanı sıra, galipler millares adı verilen, daha farklı bir anlamı olan bir para da bastılar. bu kare biçimli paralar hristiyan fatihler tarafından yapılmıştı ve üstündeki arapça yazılar, "allah'tan başka tanrı yoktur, muhammed allah'ın elçisidir." anlamına gelmekteydi. güney fransa'daki melgueil ve agde'nin katolik piskoposları bile bu müslüman paralarını bastılar ve tanrıya bağlı hristiyanlar da bunları seve seve kullandılar.

öteki yakada da hoşgörü doruklardaydı. kuzey afrika'nın müslüman tüccarları floransa florini, venedik dukası ve napoli gigliatosu gibi hristiyan paralarını kullanarak ticaret yapıyorlardı. kafir hristiyanlara karşı cihat çağrısı yapan müslüman yöneticiler bile üzerinde isa ve bakire meryem'in olduğu paraları içeren vergiler toplamaktan hoşnutlardı.

dini inançlar konusunda anlaşamayan hristiyanlar ve müslümanlar paraya inançta anlaşıyordu; çünkü din bir şeye inanmamızı isterken, para
başkalarının da bir şeye inandığına inanmamızı ister.

roma parasına güven o kadar yüksekti ki, imparatorluk sınırları dışında dahi insanlar denarius olarak ödeme almaktan memnunlardı. 1. yüzyılda roma paraları, en yakın roma lejyonunun binlerce kilometre uzak olduğu hindistan pazarlarında bile değişim aracı olarak kabul ediliyordu. hintlilerin denarius'a ve üzerindeki imparator resmine o kadar büyük bir güveni vardı ki, yerel hükümdarlar kendi paralarını bastıklarında denarius'u üzerindeki roma imparatorunun portresine kadar taklit ettiler. "denarius" tüm madeni paralar için kullanılan bir isme dönüştü ve halifeler de bunu arapçaya çevirerek "dinar"ı bastılar. dinar hâlâ ürdün, ırak, sırbistan, makedonya, tunus ve pek çok başka ülkenin resmi para birimidir.

modern hapishanelerde ve esir kamplarında, sigara çoğu zaman para yerine geçer. sigara içilmeyen hapishanelerde bile mahpuslar sigarayı para olarak kabul etmeye isteklidir ve diğer tüm mal ve hizmetlerin fiyatını sigarayla ölçerler. auschwitz'den kurtulabilen biri, kampta para olarak kullanılan sigarayı şöyle anlatıyor:

"kimsenin değerini sorgulamadığı kendi para birimimiz vardı: sigara. her ürünün fiyatı sigara bazındaydı. 'normal' zamanlarda, yani gaz odalarına gönderilecekler düzenli olarak gelmeye devam ettiğinde, bir somun ekmek on iki sigaraydı, üç yüz gramlık bir margarin otuz, kol saati seksenle iki yüz, bir litre alkolse dört yüz sigaraydı."

binlerce yıl boyunca filozoflar, düşünürler ve peygamberler parayı lanetleyerek onu tüm kötülüklerin kökeni olarak gösterdi. öyle olduğunu kabul etsek bile para aynı zamanda insan hoşgörüsünün doruk noktasıdır. para dilden, devlet yasalarından, kültürel yasalardan, dini inançlardan ve toplumsal alışkanlıklardan daha açık fikirlidir. para insanlar tarafından yaratılmış ve neredeyse tüm kültürel farkları aşabilen tek güven sistemidir. ayrıca din, cinsiyet, ırk, yaş ve cinsel yönelim üzerinden ayrımcılık da yapmaz. para sayesinde birbirini hiç tanımayan ve birbirine güvenmeyen insanlar etkin bir şekilde iş birliği yapabilirler.

14.11.2018

zen yolu tasavvuf yolu

osho

sıradan zihinler sıradışı olmayı ister; sıradışı zihinlerse sıradanlığın içinde rahat eder.

bir gülün, bir lotusun, bir tutam çimenin özel olma çabası yoktur. bir tutam çimenden büyük bir yıldıza kadar her şey olduğu gibidir -neyse odur. herhangi bir çaba, mücadele ya da arzu yoktur. bir şey olmaya çalışma yoktur.

zen ustaları çok sıradan yaşarlar. herkes gibi. fakat sıradışı bir yoldadırlar. tamamen yeni bir bakışla büyük bir zariflikle, muazzam bir hassaslıkla, uyanıklıkla, gözlem dolu olarak, aşkın ve saf bir bilinçlilik halinde ve o anda yaşarlar.

nietzsche, "tanrı öldü" dedi. o ölmedi, öldürüldü. rahipler tarafından öldürüldü, ilahiyatçılar tarafından, politikacılar tarafından, aziz ve kutsal insan diye çağrılanlar tarafından öldürüldü.

hiçbir şekilde sıradışı olmaya çalışmayın- herkes aksini yapmaya çalışsa bile.

hepimiz çıldırdık. çıldırmamak çok zor bir şey. bu yüzden hz.isa, sokrates ve buddha acı çektiler. çünkü onlar normaldi. gerçek gelişme, evrim buradan başlar: bir insanın kendini keşfi dünyadaki en büyük keşfe çıkmaktır. aya gitmek, everest'e tırmanmak bile daha kolaydır. sebebi basittir; bu yolda yalnız seyahat etmek zorunda kalacaksınız. tamamıyla yalnız. ünlü yunanlı düşünürlerden platon şöyle demiş" bu, yalnızın yalnıza uçuşudur."

nietzsche şöyle der: "papazlar insanların seksten özgürleşmesine yardım edemediler. fakat onların seksten aldıkları hazzı zehirlediler."

bir insan suçluluk hissederse zayıf düşer. bölünür ve aptallaşır. böylece daha kolay yönetilir ve tüketilir. özgürlüğünü kaybeder. böylece kiliselerin, devletlerin, felsefelerin, teolojilerin kölesi haline gelir.

eğer doğru düzgün bir hayat yaşamak istiyorsanız önce ebeveynleriniz ile psikolojik bağınızı kesin.

tüm kutsal kitaplar kadınları yargılayan, ayıplayan erkekler tarafından yazıldı. bu sebepten ötürü bir erkek şovenizmi içerirler.

erkeklerin  çoğu hayatta kalabilmek için kılıbık olmayı seçer.

sıkıntı hissetmek için zeka gerekir. sıkılan insanlar hayatın sıradan anlamlarının tatmin etmediği insanlardır. sıkıntı hissetmeden devamlı para biriktiren insanlar bayağı insanlardır. onların zekası henüz tam çiçek açmamıştır. belki kurnaz olabilirler ancak gerçekten zeki değillerdir. hayatlarında yaratıcılık ve zeka göremezsiniz. güzel bir koku algılayamazsınız.

dostoyevski şöyle demiştir "eğer tanrıyı görebilirsem ona söyleyeceğim tek şey şudur: bana sormadan beni neden yarattın? bu adil mi? bu anlamsız ve saçma varoluşun parçası olmak istemediğim için onu görünce yapacağım tek şey bileti geri vermek olacak."

aydınlanmış insan neye dokunursa altına dönüştürür.

inanç, güvenmenin kötü bir kopyasıdır. bir inanç sisteminin parçası olduğunuzda köleleşirsiniz.

derinlemesine ve berrak olarak incelerseniz eğer, bu dünyanın dindar diye bilinen insanlar yüzünden acı çektiğini göreceksiniz.

insan acının ve mutluluğun, cennet ve cehennemin tohumlarını içerisinde taşır.

doğuda, gerçeği arayanlar evlenmezler. eğer gerçek bir arayan iseniz yalnız kalmanız daha iyidir.

gerçek bir dindar her zaman yanlış anlaşılacaktır.

bu dünya büyük bir tımarhanedir. arada bir akıllı birileri çıkar: bir buddha, bir zerdüşt, bir lao tzu, bir isa. işin garibi gerçekte deli olmayan bu insanlara deli denmesidir. akıl hastanesine kapatılan insanlara bakarsanız eğer, çoğunluğunun aslında oldukça duyarlı, hassas, ince ve dışarıdaki diğerleri kadar kaba olmayan insanlar olduklarını görürsünüz. derileri kalın olmadığı için incinirler, kırılırlar. derileri kalın olanlar ise her türlü deliliğin içinde uyum sağlarlar ve yaşamaya devam ederler.

12.11.2018

din

sigmund freud

inanma beklentilerinin neye dayandığını sorduğumuz zaman birbirine pek de iyi uymayan üç cevapla karşılaşırız: birincisi, bu öğretilere inanmaya değer; çünkü ilk atalarımız bunlara inanmıştır. ikincisi, aynı ilkel çağlardan bize aktarılan kanıtlara sahibiz ve üçüncüsü, bunların doğruluğunu sorgulamak yasaktır.

bu üçüncü nokta bizde mutlaka kuşkuların en derinini yaratacaktır. toplum, dini doktrinleri konusundaki iddiasının güvensizliğinin çok iyi farkındadır. aksi olsaydı gerekli verileri bir sonuca varmak isteyen herkesin önüne koymaya elbette hazır olacaktı. durum bu olunca da diğer iki kanıt temelinin incelenmesine geçmemiz, dindirilmesi zor bir kuşku yaratır.

inanmamız gerekir; çünkü atalarımız inanmıştır. ama atalarımız bizden çok daha cahildir. bugün belki de inanamayacağımız şeylere inanmışlardır. atalarımızdan bize kalan kanıtlar, kendi içinde her türlü güvenilmezlik işaretini içeren yazılardır. çelişkilerle, değiştirmelerle, çarpıtmalarla doludur ve sözünü ettikleri olgusal doğrulamaların kendileri doğrulanmamıştır. sözlerinin, hatta sadece içeriklerinin ilahi vahiyden geldiğini iddia etmenin pek yararı olmaz; çünkü doğruluğu sorgulanma konusu olan doktrinlerden birisi de zaten bu savdır ve hiçbir önerme kendinin kanıtı olamaz.

dolayısıyla kültürel varlıklarımızın bize verdiği bilgilerin tümü içinde, tam da bizim için en büyük öneme sahip ve evrenin bilmecelerini çözüp yaşamdaki acılara katlanmamızı sağlaması beklenen ögelerin doğrulamaya hemen hiç açık olmayan ögeler olduğu gibi basit bir sonuca varırız.

imparatorluğun sonu

comte de volney

hükümdar olsun, vezir olsun, ey halkın canı ve malıyla oynayan haydutlar! insana can veren siz misiniz ki ondan bu canı alıyorsunuz? toprak ürünlerini siz mi yetiştiriyorsunuz da saçıp savuruyorsunuz? tarla sürerek yoruluyor musunuz? ekin biçip, harman dövüp, güneşin sıcağına, susuzluğun acısına katlandığınız var mı? gecenin çiği altında çoban gibi bekliyor musunuz? tüccar gibi çöller mi aşıyorsunuz? ah! güçlülerin acımasızlığını, gururunu gördüğüm zaman iğrendim de, kızarak, "yeryüzünde halkların öcünü alacak, kıyıcıları cezalandıracak insanların çıkacağı yok." dedim.

bir avuç haydut yığınları ellerinde tutuyor. yığınlar da kendilerini yutulmaya bırakıyor. ey düşkün halklar, haklarınızı bilin! her yetki sizden geliyor, her güç sizin gücünüzdür. krallar tanrı'yla, mızraklarıyla size boşuna egemenler! askerler! yerinizden kımıldamayın! tanrı sultanı kayırdığına göre sizin yardımınız yararsızdır. kendi kılıcı ona yettiğine göre sizinkine gereksinmesi yok. bakalım yalnız başına ne yapabilir? askerler silahlarını indirdi. işte dünyanın efendileri de uyruklarının en küçüğü kadar zayıf.

ara sıra paşalar birbirleriyle savaşa girişirler. kişisel sürtüşmeleri yüzünden aynı devletin illeri yanıp yıkılır. ara sıra efendilerinden korkarak bağımsızlık edinmeye kalkarlar. başkaldırılarının cezasını da uyruklarına çektirirler. ara sıra uyruklarından korkarak yabancıları parayla yardıma çağırırlar. bunların kendilerine bağlı kalması için de her türlü yağmacılığa izin verirler. bir yerde zengin bir adama dava açarlar. onu uydurma bir nedenle soyarlar. başka bir yerde yalancı tanıkları pusuda bekletirler. uydurma bir suç için zorla haraç alırlar. her yerde mezhepler arasına kin sokarlar, aşağılansınlar diye onları birbirine karşı kullanırlar. malları zorla alırlar, insanları yok ederler. paşaların önlemsiz açgözlülüğü bir ülkenin bütün servetini bir araya toplayınca da hükümet, iğrenç bir hainlikle, ezilen halkın sözde öcünü alıyorum diye, suçlunun mallarıyla birlikte halkınkini de kendisine çeker. ortaklık ettiği bir suç için boş yere kan akıtır.

halklar! şunu bilin ki sizi yönetenler sizin önderlerinizdir, efendileriniz değil. sizin memurlarınızdır, sahipleriniz değil. sizin üzerinizde kullandıkları yetkiyi sizin yararınız için yine sizden alırlar. servetleriniz sizindir. onlar bu servetlerin sizin için çalışan saymanlarıdır.

kral olsun, uyruklar olsun, tanrı bütün insanları eşit yaratmıştır. hiçbir ölümlünün de türdeşini ezmeye hakkı yoktur.

ama bu ulus ve önderleri, bu kutlu gerçekleri anlayamadılar. öyleyse düşüncesizliklerinin sonuçlarına da katlanırlar.

karar verilmiştir; bu koca devletin parçalanıp bütün gövdesiyle birlikte yıkılacağı gün yaklaşıyor. evet, ortadan kalkmış bunca imparatorluğun yıkıntıları üstüne ant içerim ki, hilalin imparatorluğu, yönetimlerine öykündüğü devletlerin uğradığı sona uğrayacaktır. yabancı bir halk, sultanları başkentlerinden kovacak; orhan'ın tahtı devrilecek; soyunun son türedisi parçalanacak; başsız kalacak oğuzlar da nogaylar gibi dağılacaklar. bu çözülmede, imparatorluğun içindeki halklar, kendilerini birleştiren boyunduruktan kurtularak eski ayrıcalıklarını elde edecekler. arap'ın ve yunan'ın içinden yasa koyucular yetişip yeni devletler ortaya çıkarıncaya değin de, safevilerin imparatorluğunda olduğu gibi, genel bir kargaşa çıkacak.

yaşam ve ölüm

cenap şahabettin

kimi yaşamlar kırık doğarlar, onları hiçbir şey onaramaz.

güç olan, kahramanca ölmek değil, kahramanca yaşamaktır.

yaşam pek garip bir sofradır: anlayanlar tadamaz.

içten olarak karamsar olmak koşulu ile yaşamakta devam ancak güçlü ruhların işidir.

okulda okuduğumuzu yaşamda öğreniriz.

çok okumuş ama hiç yaşamamış adam da hiç okumaksızın çok yaşamış adam kadar cahil sayılır. beyin çifte mumla aydınlanır ve yaşam ile kitaplar birbirinin karşılıklı yorumcusudurlar.

yaşam hiç kuşku yok ki bir komedyadır; ama içinde çoğumuz ağlarız.

akarsu, ne güzel yaşam dersidir. küçük engellerin üzerinde köpürür, büyüklerin yanından sessizce geçiverir.

eceli gelmiş, deriz. hayır, ecele kendisi gitmiştir. ölüm yürümez, dirilerdir ki sürekli ona yaklaşırlar.

yaşamak çok kişi için yiyip içerek ölümü beklemektir.

yaşamda başarılı olmak için göze çarpan maskaralık, kendini gösteremeyen yeterlikten kuşkusuz daha değerlidir.

gerçek şan ve şeref, yosun gibi mezar taşı üstünde yetişir.

her cenaze alayına rastlayışımda düşünürüm: "şimdi omuzlarında taşıyorlar, bir saat sonra ayakları altında çiğneyecekler."

11.11.2018

yazma büyüsü

inci aral

yazmak çıplak kalmaktır.

kendi dünyandan başka insanların dünyasına geçmek ve gerçek hayatı bir yana bırakıp yazılmakta olan kitabın içinde yaşamaya koyulmak kolay değildir.

aşıklar er geç bir yolunu bulup kendilerini ifade ederler.

her yazma deneyimi öncelikle kendi karanlığını keşfetme yolculuğuyla başlar.

yazmak kendinde olmayana ya da başkalarının ihtiyacına yönelmiş bir heves değil, duygu ve düşünceleri sanatsal bir dille ve hayatın devingenliği içinde yeniden biçimleme içgüdüsüdür.

bazı yalnızlıklar üretkendir, insanı besler. bazıları da öldürür.

yazmak, bugün her zamankinden daha fazla yaşamsal bir tepki, ifşa etme gereksinimi, cehennemin içinden gelen bir çığlık ve kesinlikle ucuzluktan kaçış olmalı. günümüzün yazara yüklediği sorumluluk budur.

dostlarınız, sizi anlayan yakınlarınız, sohbetini sevdiğiniz, saygı duyduğunuz ya da yaşam serüvenlerini bilmek istediğiniz insanlar her zaman olacaktır. ama bunun dışındaki gereksiz ilişkiler ve kalabalıklar zaman alıcı, yorucu ve caydırıcıdır. araya belli bir mesafe koymak gerekir.

çocukluk, dünyaya, yaşama ilişkin ilk izlenimlerimizi belleğin boş, beyaz sayfasına kaydettiğimiz dönemdir.

yazmak, çoktan unuttuğunuzu sandığınız birçok şeyi, yenilgileri, aldanışları, keşkeleri uygun dille kağıda dökmek, insan olmanın acısını derin bir kavrayışla anlatabilmektir.

yazarlık duygusu, sezgisi ve bilgisi insanın içindedir.

sistemli bir okuma, yazma, biriktirme çabası ve disiplinli çalışmayla yol alır ve yazar olma rüyası uzun sürer.

andre gide'in dediği gibi, "önem bakılan şeyde değil, nasıl baktığınızdadır."

yazma büyüsü, yazma eyleminin temelde bir başkaldırı olmasındadır.

yazılış amacı her ne olursa olsun, bir roman öncelikle yazarın varoluş bilinci, aklı, birikimi ve insanlık vicdanının ürünüdür.

dünyada her şey politiktir. politikasızlık bile.

roman bir yaratıcılık ve keşifler sanatıdır.

bütün sanat dalları gibi edebiyat da insanın hiçliğini yeniden var etme ve sürdürme yanılsamasından, kendi kendisiyle olan yokluk ilişkisini ortadan kaldırma arzusundan doğar.

insanın hissettiklerini özgün bir iç görüye dönüştürebilmesi için soyut düşünmesi gerekir.

mallarme: "dünyada her şey sonunda kitap olmak üzere vardır."

beni yazar olarak uçlarda savrulmaya iten, kendime inancımı zorlayan, kırılgan, inatçı, zor beğenir kılan, göz önünde, yani iyilik ve sevgiye olduğu kadar kötü niyet ve yargılara da açık oluşumdur. çünkü yazmak çıplak kalmaktır.

nil admirari

søren kierkegaard

nil admirari (hiçbir şeye şaşma) hakiki hayat bilgeliğidir.

en eksiksiz teori bile, dahi bir adamın "her an ve her yerdeliğiyle" ortaya çıkardıkları yanında fakir kalır.

dünya ve içindeki her şey hiçbir zaman bir kuytudan bakıldığı zamanki kadar yararlı görünmez.

hiçbir delikanlıda genç bir kızdaki hayali idealliğin yarısı bile yoktur; fakat kızın bütün idealliği yanılsamadan ibarettir.

ey ölüm, sen nelere kadirsin! en tesirli kusturucu ilaç, en güçlü müshil bile bu kadar arındırıcı bir etkiye sahip değildir.

bütün sofistlerin içinde en tehlikelisi zamandır ve tehlikeli sofistlerin içinde en düzenbazı da alışkanlık.

insan başka hiçbir şeyi bilmeden önce kendini bilmelidir.

bir yazarın en değerli niteliği daima kişisel bir üsluba, yani kendi kişiliğinin şekillendirdiği bir ifade ya da sunum biçimine sahip olmasıdır.

insan sadece başkaları için değil, kendi için de bir gizem olmalı.

insanlar genellikle dünyayı nehirler, dağlar, yeni yıldızlar, gösterişli kuşlar, tuhaf balıklar ve gülünç insan türleri görmek için dolaşır. varoluşun karşısında ağızları açık kalıp hayvansal bir sersemliğe düşerler ve bir şey gördüklerini sanırlar.

"insanın isteyebileceği en büyük onura ulaşsak da kendimizi gurura ve kibre kaptırmamalıyız."

10.11.2018

cennet ile cehennemin evliliği

william blake

gelişme düz yollar yaratır; oysa gelişmenin uğramadığı dolambaçlı yollar, dehanın yollarıdır.

bir şeyin öyle olduğuna duyulan sarsılmaz inanç, o şeyi öyle yapar mı?

karşıtlıklar yoksa ilerleme olmaz. çekim ve itim, akıl ve enerji, aşk ve nefret, insan varoluşu için gereklidir. bu karşıtlıklardan, dinin iyi ve kötü dediği ortaya çıkar. iyi edilgendir, akla boyun eğer. kötü, enerjiden doğan ve etkin olandır. iyi cennettir, kötü cehennem.

pek çok insan, herhangi bir şeye güçlü bir inanç besleyebilme yeteneğinden mahrumdur.

algının kapıları temizlenirse, her şey insana olduğu gibi, sonsuz biçimiyle görünecektir. çünkü insanoğlu kendisini, her şeyi daracık çatlaklarından gördüğü mağarasına kapatmıştır.

budalayı havanda buğday ile döv, gene de budalalığı bırakmaz yakasını.

izin vermeyin daha fazla, kısık sesli ve ölümcül karalara bürünmüş şafağın kuzguni rahipleri, lanetler yağdırmasın hazzın oğullarına. onun kabul gören tarikat yoldaşları, ki tiran özgür diyor onlara, ne sınır koysun ne de bir çatı çatsın. solgun dinsel şehvet, arzulayıp da eylemeyen bakireliği çağırmasın! kutsaldır yaşayan her şey çünkü.

yabancı

albert camus

umutsuzluk susar. kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa, bir anlam taşır. gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır.

sartré’ın deyimiyle saçmalık, “insanın dünya ile ilişkilerinden başka bir şey değildir.

insan her zaman az buçuk suçludur.

sonra, yitik bir sesle “izmaritimi yerden alabilir miyim?” diye sordu.

insan, hayatını hiç değiştiremez ki. zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır.

yemek saati dediğin insanın acıktığı saattir.

bütün normal insanlar aşağı yukarı, sevdikleri kimselerin ölümünü az çok istemişlerdir.

o zaman sık sık düşünüyor ve içimden: beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum.

insan eninde sonunda her şeye alışır.

bu sıkıntılar dışında pek de mutsuz sayılmazdım. yine bütün sorun vakit öldürmekti. anılarımı gözümün önünde canlandırmayı öğrendim öğreneli artık sıkılmıyordum. kimi zaman odamı düşünmeye koyuluyor, düşümde, bir köşeden kalkıyor, yolum üzerindeki eşyaları bir bir aklımdan geçirip yine o noktaya dönüyordum. ilk zamanlar bu gezi çabucak bitiveriyordu. ama her tekrarlayışımda daha uzun sürüyordu. çünkü, her eşyayı, her birinin üzerindeki nesneleri, sonra bunları, bunların ayrıntılarını, her ayrıntıda örneğin bir çatlağı, kakmayı, onun yenik kenarını, renklerini ya da pürüzlerini bir bir gözümün önüne getiriyordum. aynı zamanda sayılarını unutmamaya, hepsini tam tamına saymaya çalışıyordum. öyle ki, birkaç hafta sonunda, sadece odamdaki eşyaları bir bir saymakla saatlerimi eşeledikçe, iyi tanımadığım, unuttuğum şeyleri de bulup çıkarıyordum. o zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. bir bakıma bu da bir kazançtı.

ot minderimle kerevet tahtası arasında sanki kumaşa yapışmış, sararmış, neredeyse saydamlaşmış bir gazete parçası buldum. geçmiş bir polis olayını anlatıyordu. baş tarafı yoktu. ama, olay herhalde çekoslovakya’da geçmiş olmalıydı. adamın biri para kazanmak için bir çek köyünden ayrılmış. yirmi beş yıl sonra, zengin olarak, karısı ve bir çocuğuyla birlikte köyüne dönmüş. annesi kız kardeşiyle birlikte, doğduğu köyde otel işletiyorlarmış. adam onlara sürpriz yapmak için, karısıyla çocuğunu bir başka otele bırakıp annesinin oteline gitmiş. içeriye girince annesi kendisini tanımamış. o da, şaka olsun diye bir oda tutmuş, paralarını da göstermiş. geceleyin, annesiyle kız kardeşi, paralarını almak için kafasına çekiçle vura vura adamcağızı öldürmüşler, cesedini de nehre atmışlar. sabahleyin, karısı gelip olup bitenden habersiz, yolcunun kim olduğunu söylemiş. ana kendini asmış, kız kardeşi de kendini kuyuya atmış. bu öyküyü binlerce kez okudum sanıyorum. öykü bir yandan gerçeğe uymuyordu, bir yandan da olağan bir şeydi. kısacası, bana kalırsa, yolcu bunu biraz da hak etmişti. insan hiçbir zaman böyle oyun oynamamalı.

o gün gardiyan gittikten sonra yemek kabımda yüzümü seyrettim. bana öyle geldi ki, gülümsemeye çalıştığım halde, görüntüm ciddi duruyordu. kabı oynattım. yeniden gülümsedim; ama görüntüm hep o aynı ciddi, o aynı üzgün halini bırakmadı. gün sona eriyordu. vakit, cezaevinin bütün katlarından, akşam gürültülerinin büyük bir sessizlik alayı halinde yükseldiği, sözünü etmek istemediğim o adsız saatti. tepe penceresine yaklaştım, günün son ışığında bir kez daha görüntüme baktım. yine ciddiydi. bunda şaşılacak ne vardı? o anda ben de öyleydim. ama, aynı zamanda, aylardır, ilk kez kendi sesimi açık açık duydum. bu ses ne zamandır kulaklarımda çınlayan sese benziyordu. o vakit anladım ki, bütün bu zaman içinde, kendi kendimle konuşmuşum. o vakit, anacığımın cenazesinde hastabakıcı kadının söylediklerini anımsadım. hayır, çıkar yol yoktu ve kimse hapisteki akşamların ne olduğunu aklının köşesinden geçiremezdi.

insan hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olmaz.

değil mi ki insan ölecekti, öyleyse bunun ne zaman ve nasıl olacağı pek önemli değildi.

aslında, insanın eninde sonunda alışmayacağı hiçbir düşünce yoktur.

ama sonra birden başını kaldırdı, dimdik yüzüme baktı: “niçin sizi görmemi istemiyorsunuz?” diye sordu. “tanrıya inanmıyorum da ondan.” diye karşılık verdim. inanmadığıma emin olup olmadığımı öğrenmek istedi. “bunu kendi kendime sormam bile!” diye karşılık verdim; çünkü bu bana önemsiz bir sorun gibi görünüyordu. o zaman kendini arkaya doğru bıraktı, sırtını duvara dayadı. ellerini açarak dizlerinin üzerine koydu. hemen hemen bana söylemiyormuş gibi: “insan bazen kendini bundan emin sanır; ama gerçekte hiç de değildir.” dedi. ben ağzımı açmıyordum. yüzüme baktı ve “ne dersiniz buna?” diye sordu. “olabilir.” diye karşılık verdim. belki beni gerçekten ilgilendiren şeyin ne olduğundan emin değildim; ama ilgilendirmeyenden tamamıyla emindim. aksi gibi, papazın söyledikleri beni ilgilendirmeyen şeylerdendi.
papaz gözlerini benden ayırdı ve duruşunu değiştirmeden, “sakın fazla umutsuzluktan böyle konuşmuş olmayasınız?” diye sordu. ona umutsuz olmadığımı anlattım. “yalnız korkuyorum, bu da doğaldır.” dedim. “öyleyse, tanrı size yardım edecektir, sizin durumunuzda birçok kimseler tanıdım. hepsi de yüzünü ona döndü.” dedi. “olabilir, bu onların hakkıdır.” diye karşılık verdim. “aynı zamanda bu, böyle şeylere vakitleri olduğunu gösterir. bana gelince, bana yardım edilmesini istemiyorum. çünkü beni ilgilendirmeyecek bir şeyle ilgilenecek kadar vaktim yok.”

düşündüm ki bu daracık hücrede kımıldamak istedikçe ya oturacaktı ya da kalkacaktı. ikisinin ortası yoktu.

uzun bir zaman sırtı bana dönük olarak durdu. onun varlığı bana batıyor, canımı sıkıyordu. tam, “artık gidin!” diyecektim, birden döndü ve sanki parlarcasına “hayır, size inanamam. eminim, bir başka dünyaya susadığınız olmuştur.” dedi. “elbette” dedim, “ama bu, zengin olmayı dilemekten, çabuk yüzmeyi, güzel ağızlı olmayı dilemekten daha önemli değildir. hepsi aynı kapıya çıkar.” ama papaz sözümü kesti ve bu başka hayattan ne anladığımı öğrenmek istedi. “bana bugünkünü anımsatacak bir hayat!” diye bağırdım. ve hemen ardından, “artık bu şeylerden bıktım.” dedim. bana hala tanrıdan söz etmek istiyordu. ona doğru ilerledim ve son kez olarak, pek az vaktim kaldığını anlatmaya çalıştım. bunu da tanrı sözüyle harcamak niyetinde değildim. kendisine niçin “pederim” demediğimi, “efendim” diye seslendiğimi sorarak konuyu değiştirmeye çalıştı. bu soru sinirime dokundu: “pederim değilsiniz de ondan. siz de ötekilerden yanasınız.” dedim. “hayır evladım.” dedi, “ben senden yanayım. ama sen bunu anlayamazsın; çünkü yüreğin her şeye kapalı. senin için dua edeceğim.”

o zaman, bilmiyorum niçin, içimde bir şeyler değişiverdi. avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi, yok olmaktansa yanmanın daha iyi olduğunu söyledim. cüppesinin yakasına yapışmıştım. içimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi? oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum; ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan çok daha emindim. yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim. daha önce de, bu anda da haklı olan bendim ve her zaman da haklı olmuştum. şöyle yaşamıştım, böyle yaşayabilirdim. şunu yapmış, bunu yapmamıştım. filan şeyi yapmadımsa, falan şeyi yapmıştım. peki, sonra? sanki bütün yaşamımda, kendimi haklı çıkarmak için bu dakikayı, şu şafak vaktini beklemiştim. hiç, hiçbir şeyin önemi yoktu ve bunun niçin böyle olduğunu da biliyordum. o da biliyordu. geçirdiğim bütün bu anlamsız hayatta, geleceğimin ta derinlerinden, henüz gelmemiş yıllar içinden, karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor ve yaşadığım yıllardan daha gerçek olmayan yıllardan bana sunulan ne varsa, hepsini aynı düzeye getiriyordu. başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi ne umurumdaydı benim? başkasının tanrısından bana neydi? başkalarının seçtiği, kabullendiği hayattan, yazgıdan bana neydi? değil mi ki, bir tek yazgı, beni ve benimle birlikte, onun gibi bana “kardeşim” diyen bir sürü ayrıcalıklıyı seçecekti! anlıyor muydu acaba, anlıyor muydu ki herkes ayrıcalıklıydı. zaten yalnız ayrıcalıklar vardı. ötekileri de bir gün mahkum edeceklerdi. kendisi de yargıyı yiyecekti. adam öldürmekle suçlandırılıp anasının cenazesinde ağlamadı diye idam edilseydi ne önemi olurdu bunun? bence salamano’nun köpeği de karısı kadar değerliydi. o ufak tefek otomat kadın da, masson’un evlendiği parisli kadın kadar ya da benimle evlenmek isteyen marie kadar suçluydu. raymond, céleste kadar dostum olmuş, céleste, raymond’dan daha değerliymiş, değilmiş ne önemi vardı? marie, bugün dudaklarını bir başka meursault’ya verdiyse, bundan ne çıkardı? anlıyor muydu ki, bu hükümlü.. 
geleceğimin ta derinlerinden.. bütün bunları bağıra bağıra söylerken neredeyse tıkanıyordum. ama, papazı elimden kurtarmışlardı çoktan. gardiyanlar bana gözdağı veriyorlardı. ama o, gardiyanları yatıştırdı ve bir an sessiz sessiz yüzüme baktı. gözleri dolu doluydu. sırtını döndü, çıkıp gitti.

emek ve yalnızlık

octavio paz

çağımızın tek tanrısı olan iş-güç (kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını yitirmiştir. iş-güç, başı sonu olmayan uğraşıyı ve çağdaş toplumun amacı belirsiz yaşam felsefesini simgeler. ve de iş hayatının yol açtığı yalnızlık -otellerin, büroların, koca mağazaların ve sinemaların o kalabalıktan taşan yalnızlığı- ruhu güçlendiren, arındıran yerler ya da yaşantılar değildir. çağdaş dünyanın yalnızlığı, dünyanın çıkmazını yansıtan aynadır.

çağdaş emekçi bireysellikten yoksundur. sınıf olgusu bireyden güçlü olduğu için üretim sırasında emekçi kişiliğini yitirir. endüstri emekçisi olurken bireyselliğini yitirmek insanın başına gelebilecek ilk ve en korkunç parçalanmadır. kapitalizm insanı da üretim sürecinin bir ögesi düzeyine düşürmekle, işçiyi insanca yaşamdan yoksun bırakır. üretim sürecindeki herhangi bir araç gibi, emek, yani emekçi insan da satılabilir ve satın alınabilir. toplumsal durumundan dolayı emekçi insan dünya ile kurduğu insanca ilişkilerini çabucak yitirir. işlettiği makineler onun kendi malı olmadığı gibi, ürettiği mallar da onun değildir. çünkü kişisel şeyler üretmez ve üretimin tek bir yönüyle ilgilendiği için yaratıcı olanların ayrımına varamaz. o bir işçidir.

bütün insanlar yaşamlarının en az bir döneminde kendilerini yapayalnız kalmış duyumsarlar. ve gerçekten de öyledirler. yaşamak, gizemli bir gelecekte varacağımız yere gitmek için geçmişte bulunduğumuz yerden yola koyulmak demektir. yalnızlık, insan duygusunun en derindeki gerçeğidir. yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık insandır. doğası gereği insan, kendi varlığını bir başkasında gerçekleştirme özlemi içinde ve doğaya "hayır" diyerek yaşar. insan özlemdir, kavuşmak için aranıştır. bu yüzden, kendi varlığını tanır tanımaz kişi, bir eş ya da arkadaştan yoksun olduğunu anlar, yalnızlığının bilincine varır.

bizim yalnızlığımız filoktetes'in sürgün adasındaki tutsaklığına benzer. ondan kurtulmak umuduyla değil de kurtulacağız korkusuyla yaşarız. yoldaşlarımızın varlığına dayanamayız, hoşgörüyle karşılamayız onları. kendi içimize gizleniriz. genellikle açığa vurduğumuz coşkularımız dışındaki bu yalnızlık, yaratıcının ya da kurtarıcının yalnızlığına hiç benzemez. yakınlıkla çekingenlik, haykırış ile suskunluk, fiesta ile uyanıklık arasında gider geliriz. gerçekte hiçbirine tümden bırakmayız kendimizi. aldırmazlıklarımız, boşvermişliklerimiz yaşamı gizleyen ölü maskesidir; yabansı çığlığımız bu maskeyi fırlatır atar gökyüzüne doğru. maske orada gürültüyle patlar. sessizce ve yenilgiyle yere iner.

filozof

jonathan swift

nasıl ki pandora'nın kutusu bedenin tüm hastalıklarını dünyanın dört bir yanına saldıysa, filozofların çok çeşitli düşünceleri de ruhun hastalıklarını yaymıştır. bunlar arasındaki tek fark filozofların kendi kutularının dibinde umut bırakmamış olmalarıdır.

ve hakikat astrea ile birlikte kaçmadıysa da, nil'in kaynağı denli derinlerdedir; ancak ütopya'da bulunabilir.

filozoflar kendilerine körce inanmamızı beklerler.

diyojen bir fıçıda da yaşamış olsa, eminim o paçavralarının altında da ilahi platon'un en güzel dokunmuş giysilerinin kıvrımları arasındaki gurur bulunabilirdi. işte bu diyojen'dir ki, iskender onu görmeye gidip kendisinden isteyeceği her şeyi ona verebileceğine söz verdiğinde şöyle demiş: "bana veremeyeceğiniz hiçbir şeyi benden almayın; tek bunu isterim; ışıkla benim aramda durup gölge etmeyin." bu da parasını denize atıp şu tuhaf sözü söyleyen filozofunki denli abartılı bir sözdür.

kritias

platon

insanlara tanrılardan söz ederken onları tatmin etmek, gerçekten biz ölümlülere, ölümlülerden söz etmekten daha kolay gibi görünüyor. çünkü dinleyenlerin, kendilerine bu kadar yabancı olan meseleler üzerinde görgüsüz ve kara cahil olmaları, bu konuda söz söylemek isteyenlerin işini pek kolaylaştırır.

hepimizin, dünyadaki bütün insanların sözleri, bir taklit, bir benzetiş olmaktan çıkamaz.

göklere, tanrılara ait şeylerin sözünü ederken, söylediklerimizin onlarla pek küçük bir benzeyişi de olsa, buna kanarız; ama insana ait, ölümlü şeyleri ince eler, sıkı dokuruz.

unutma ki, kritias, korkaklar hiçbir zaman zafer anıtları dikememişlerdir. sözlerine cesaretle başla.

9.11.2018

iskenderiye kütüphanesi

carl sagan


tarihimizde, bundan önce parlak bir bilimsel uygarlık umudu yalnızca bir kez belirmişti. iyonya'daki uyanışın kıvılcımladığı umudu sürdürenlerin sonraki kalesi iskenderiye kitaplığı'ydı.

bu kitaplıkta iki bin yıl önce antik çağın en parlak zihinleri matematik, fizik, biyoloji, astronomi, edebiyat, coğrafya ve tıbbın sistemli öğrenimine ilişkin temelleri atmışlardı. biz hâlâ o temeller üstüne bina kurmaktayız.

bu kitaplık, büyük iskender'in imparatorluğundaki mısır parselini devralan yunan kralları ptolemy'ler tarafından kurulmuş ve desteklenmişti. m.ö. 3. yüzyılda kuruluşundan yedi yüz yıl sonra yok edilişine dek eski dünyanın beyni ve kalbi iskenderiye kitaplığıydı.

iskenderiye yeryüzündeki kitap yayınının başkentiydi. tabii o zamanlar baskı makineleri yoktu. kitap pahalıydı. her bir kitap el yazmasıydı. kitaplık dünyadaki en iyi kitapların toplandığı merkez durumundaydı.


tevrat bize iskenderiye kitaplığı'nda yapılan yunanca çeviriler kanalıyla gelmiştir. krallardan ptolemy'ler servetlerinin büyük bir bölümünü yunanca yayımlanmış her kitabın satın alınması için harcadıktan başka afrika, iran, hindistan, israil ve dünyanın öteki ülkelerinden kitap almaya harcamışlardır.

iii. ptolemy euergetes sophokles'in, euripides'in ve aiskhylos'un ünlü büyük trajedi yapıtlarının asıllarını atina'dan ödünç almaya uğraşmıştı. atinalılar için bu trajedilerin asılları büyük bir mirastı. tıpkı shakespeare'in oyunlarının yazılı asıllarının ingiltere için büyük bir miras oluşu gibi. bu trajedilerin el yazmalarını atina'dan dışarıya çıkarmak istememişlerdi. fakat ptolemy büyük bir miktar parayı depozito olarak verince atinalılar trajedilerin asıllarını ödünç vermeye razı oldular. ne var ki, ptolemy bu kağıt tomarlarına altın ya da gümüşten daha çok değer veriyordu. depozitonun yanmasına razı oldu ve kitapların orijinallerini kitaplıkta alıkoyarak çerçeveletti. buna içerleyen atinalıların kızgınlığı ancak ptolemy'nin ezile büzüle adı geçen yapıtların yazdırılmış kopyalarını vermesiyle birazcık yatıştı. bir devletin bilgi uğruna böylesine çaba harcadığı çok enderdir.

ptolemy'ler yalnızca bilgi koleksiyoncuları değillerdi. bilimsel araştırmayı da teşvik ve finanse ederek yeni bilgi üretimine olanak sağlarlardı. bu girişimler çok iyi sonuçlar verdi. eratosthenes yerkürenin çevresini doğru olarak hesapladı, haritasını çizdi ve ispanya'dan batıya doğru sefere çıkılırsa hindistan'a varılabileceği görüşünü savundu.

hipparchus yıldızların varlığa kavuştuğu, yüzyıllar boyunca yavaştan devindikleri ve sonunda ölüp gittikleri görüşünü ortaya atan ilk kişiydi. yıldızların konum değiştirmelerini ve büyüklüklerini bir liste olarak çıkaran ve değişiklikleri saptayan da odur.

euclid'in geometri kitabından insanlık yirmi üç yüzyıldır yararlanıyor. bu yapıt kepler'in, newton'un ve einstein'in bilimsel ilgisini uyandırma işlevi de gördü. galenus'un yaraların kapanması ve anatomi üzerine yazdıkları, rönesans dönemine dek tıpta egemen görüşler olarak kabul edildi. daha nice örnekler sayılabilir.

iskenderiye batı dünyasının tanık olduğu en büyük kentti. tüm toplumlardan insanlar buraya yaşamaya, ticaret yapmaya, öğrenmeye gelirlerdi. herhangi bir gün limanına bakılacak olsa, tüccarları, turistleri ve öğrenime gelmiş hocaları görmek mümkündü.

burası yunanlıların, mısırlıların, arapların, suriyelilerin, yahudilerin, perslerin, finikelilerin, nubyalıların, gallerin ve iberyalıların eşya ve fikir değiş tokuş ettikleri bir merkezdi. belki burada kozmopolit sözcüğü gerçek anlamına kavuştu: bir ulustan değil, evrenden, kozmostan gelen herkes, bir başka deyişle, "evren ya da kozmos yurttaşlığı" anlamında kullanılıyordu.

mısır'ın büyük iskender'den sonraki yunan kralları öğrenim sorununu ciddiye alırlardı. yüzyıllar boyu bilimsel araştırmaya destek oldular ve kitaplıkta çağın en büyük beyinleri için çalışma ortamı hazırladılar. iskenderiye kitaplığında her konu için ayrılan on geniş hol bulunuyordu. botanik bahçesi, hayvanat bahçesi, kadavra inceleme odası, rasathanesi vardı. dinlenme saatlerinde açık tartışmaların yapıldığı büyük yemek salonunu suların aktığı çeşmeler süslemekteydi.

kitaplığın kalbi, kitap koleksiyonuna ayrılan bölümüydü. koleksiyon uzmanları dünyanın birçok kültür ve diline ait kitapları tararlardı. yabancı ülkelere adam gönderip kitaplıklardaki kitapları toptan satın alırlardı. iskenderiye'ye demirleyen yabancı gemiler kaçak eşya için değil, acaba kitap mı kaçırıyorlar diye aranıp taranırlardı. her biri elle yazılmış papirüs tomarı olmak üzere kitaplıkta o zamanlar yarım milyon kitap bulunduğu sanılıyor. bazen papirüs tomarlarının kopya edilmek üzere alındığı da olurdu.

bütün bu kitaplara acaba ne oldu? bunları yaratan klasik uygarlık yok oldu ve kitaplık kasten tahrip edildi. bu eserlerden yalnızca küçük bir bölümü kalmıştır. bazılarının da insanın içini burkan bölük pörçük parçaları. günümüze kalan bu bölük pörçük parçalar bile insan zihnini uyarıcı ne denli zengin bilgiler taşıyor, bir bilseniz! örneğin, kitaplığın raflarından birinde bulunduğunu bildiğimiz sisamlı astronomi bilgini aristarchus'un kitabında, yerküremizin gezegenlerden bir tanesi olduğuna ve onlar gibi güneş'in etrafında döndüğüne ve yıldızların çok uzaklarda olduklarına değiniliyordu.

bu ifadelerin hepsi de doğru olduğu halde, sözü edilen gerçeklerin yeniden bulunması için iki bin yıl daha beklemek zorunda kaldık. aristarkus'un bu eserinin kaybına duyduğumuz üzüntüyü, daha başka konulardaki kayıplar için de yüz binler sayısıyla çarparsak, klasik uygarlığın yarattığı görkemi ve mahvının trajedisini algılamaya başlayabiliriz.

çağdaş dünyamızın tohumları burada atılmıştır. bunların kök salıp filizlenmesi neden durdu sonradan acaba? niçin batı bin yıllık bir karanlık döneme girdi ve iskenderiye'deki yapıtların keşfedilip ortaya çıkarılması kristof kolomb ve kopernik dönemine kadar gecikti? bu sorulara yalın bir yanıt veremem. fakat şunu söyleyebilirim:

kitaplığın tarihi boyunca ünlü bilim adamlarıyla öğrencilerden herhangi birinin, toplumlarının siyasi, ekonomik ve dinsel düşüncelerine karşı çıktığına ilişkin tek bir kayda rastlanmıyor. yıldızların varlığı ve bu varlığın sürekliliği tartışılıyordu. oysa köleliğin adalete uygun olup olmadığı tartışılmıyordu. bilim ve öğrenim genellikle çok küçük bir mutlu azınlığın ayrıcalığıydı. kentteki halkın çoğunluğu kitaplıktaki buluşlar hakkında en küçük bir bilgiye sahip değildi. yeni buluşlar açıklanmadığı ve halka mal edilmediği için araştırma ve buluşlardan halk pek az yararlanmış oluyordu.

makineler ve buhar teknolojisindeki buluşlar, çoğunlukla silahların geliştirilmesinde uygulanıyor, batıl inançların dürtüklenmesinde ve kralların eğlendirilmesinde kullanılıyordu. bilginler hiçbir zaman makinelerin gücünü halkı özgürlüğe kavuşturma açısından değerlendirmediler. antik çağın bilimsel çalışmalarından halkın yararlanabileceği pratik buluşlara ender olarak geçilmiştir. bilim halk yığınlarının ilgisine sunulmamıştı. durgunluğa, kötümserliğe ve mistisizmin en süfli biçimlerine karşı terazinin öteki kefesini bastıracak bir çaba harcanmadı. ve sonunda halk güruhu kitaplığı yakmaya geldiğinde onları durdurabilecek kimsecikler yoktu.

iskenderiye kitaplığı'nın kuruluş yıllarında yaşayan theophrastus, "kutsal'ın karşısında batıl inanç korkaklıktır." diye yazmıştı.

atomların yıldızların göbeğinde üretildiği, her saniye binlerce güneşin varlığa kavuştuğu, yaşamın güneş ışığı ve şimşek çakışıyla genç gezegenlerin sularında ve havasında kıvılcımlandığı, biyolojik evrim harcının samanyolu'ndaki bir yıldızın patlamasından üretildiği, bir galaksi kadar güzel bir varlığın yüz milyarlarca kez şekil aldığı bir evrende yaşıyoruz. kuasarların, kuarkların, kar yaprakçıklarının ve ateş böceklerinin bulunduğu ve kara deliklerin, başka evrenlerin, radyo mesajları şu anda yeryüzüne belki de gelmekte olan yerküre dışı uygarlıkların bulunabileceği bir kozmostayız.

batıl inançların ve sahte bilimin insan kişiliğinin ayrılmaz parçası olan bilimin yanında ne denli sönük kaldığı ortadadır.

doğanın her yanı bize büyük bir gizi açığa vuruyor ve hayranlık duygumuzu kamçılıyor. theophrastus haklıymış. gerçek evrenden korkanlar, ne idüğü belirsiz bilgiyi tafrayla satmaya kalkanlar, kolay edinilen batıl inançların konforuna sığınacaklardır. dünyayla göz göze gelmektense ondan gözünü kaçıranlardır bunlar. oysa kozmosun dokusunu ve yapısını keşfetme cesaretini gösterenler, kendi istek ve önyargılarına uygun bulmasalar bile onun en derin gizlerine inebileceklerdir.

yeryüzünde bilimle meşgul olan başka bir tür yoktur. insanın icat ettiği bir yoldur bilim ve doğal ayıklama sonucu insanoğlunun beyin kabuğunda gelişmesinin bir tek basit nedeni vardır: çünkü belli bir işleve sahiptir. mükemmelleşmiş değildir; bir araçtır sonuçta. yanlış kullanılabilir. ama şimdiye dek icat edilmiş en iyi araçtır: kendi kendini düzeltebilen, çalışan ve her konuya yatkın. iki kurala sahiptir. birincisi: kutsal kabul ettiği gerçek yoktur. her öneri eleştirerek incelenmelidir. tepeden inme, otoriter savlar değersizdir. ikincisi: olaylarla bağdaştıramadığı her şeyi gereksiz kılar.

hiçbir devletin, hiçbir dinin, hiçbir ekonomik sistemin, hiçbir bilgi birikiminin hayatta kalmamıza yetecek tüm yanıtları vermeye yeterli olabileceği sanılmamalıdır.