31.07.2022

uzun lafın kısası

alain:
kişinin etrafındakilere ve kendisine karşı iyi olması, yaşamaları için onlara ve kendisine yardım etmesi, işte gerçek iyilik budur. iyilik neşedir. aşk neşedir.

andre malraux: bir dava ne kadar büyükse ikiyüzlülüğe ve yalana o kadar çok barınak olur.

hakan günday: bazı insanlar diğerlerine göre çok daha kırılgan olurlar. ölümü sırtlarında bir çanta gibi taşıyıp yorulduklarında önce onu açarlar.

jeannette walls: şunu iyi hatırla, hayvanlar kapatılmaktan nefret ediyor gibi davranıyorlar; ama aslında özgürlükle ne yapacaklarını bilmiyorlar. ve bu çoğu zaman onları öldürüyor.

joyce carol oates: öfkelenmek, depresyona girmekten iyidir.

mario puzo: beş tane yüzlüğe, istediğin kız nikahında bile emrine amadedir.

marquis de sade: tabulardan kurtulmuş bir ruh vücudun en güzel bölgeleri ile birleştiğinde, doğa ilahi zevklerin tadına varmamızı sağlar.

nilgün marmara: bu ülkede gerçek deli bile yoktur, hepsi sahtekârdır.

charles baudelaire: bu pis dünyada yolunu yitirmiş, kalabalıklarca itilip kakılmış yorgun bir adamım ben. gözümün geride, geçmiş derin yıllara baktığında gördüğü yalnızca yanılsama ve üzüntü; ilerde gördüğüyse bir fırtına yalnız, içinde hiçbir şey bulunmayan, ne ders ne acı.

cenap şahabettin: köpeğe gem vurma, kendisini at sanır.

goethe: herkes en iyisini bildiğine inanıyor, böyle olunca da bazıları unutulup gidiyor; bazıları da uzun zaman yollarını bulmakta güçlük çekiyor.

halil cibran: kederin veya sevincin büyüdüğünde, dünya gözünde küçülür.

29.07.2022

dexter

insanlar mantıklı olduğu için evlenmezler.

bu kaldırımlardan kaç kez geçtim? güneş yüzüme, serin okyanus esintisi vücuduma çarparken. rahatlamak için havuza girip, o iki kelimenin hikmetini takdir ettim: çocuklar giremez.

"hayır" ilişkilerde işe yaramaz. "bunun hakkında biraz konuşabilir miyiz?" biraz daha yapıcıdır.

insanlarda yalnızca iki şey görürüz. görmek istediklerimiz ve onların bize göstermek istedikleri.

nasıl bir şey olduğunu bile bilmeden birisine gerçek aşkı nasıl gösterirsiniz?

ah erkekler! bebek gibiler. bağıra çağıra babalığa taşınmaları gerekir. sanırım sadece özgürlüklerini kaybetmekten korkuyorlar.

acı bazılarını daha derinden etkiler.

acaba bir rolü yeterince uzun süre oynayıp kendini adarsan gerçeğe dönüşür mü?

çoğu oyuncu hiç tanınmaz bile. spot ışıklarının altına geçmez. ama sanatınızı geliştirip özenle çalışırsanız kendinizi hayatınızın rolünde oynarken bulabilirsiniz.

bir kelebeğin brezilya'daki bir kanat çırpışı florida'da bir fırtınaya neden olabilir.

felemenk bir çiftçinin mahsulü ziyan olur. birikmiş hiç parası olmadığından, bir gemide çalışmaya başlar. beklenmedik çok güçlü bir rüzgar onu endonezya'ya götürür. toprağa bir tohum düşürür. ve 400 yıl sonra sonuç: koyu kahve. her şey birbirine bağlıdır.

27.07.2022

karar başkenti

erik orsenna

bu gezegende yaşayanların çoğu için en ağır sonuçları doğuracak kararların alındığı yer neresidir?

new york veya pekin bu role daha uygun olurdu. washington doğru şehir gibi görünmüyor: her şeye tepeden bakan bir gökdelen yok, yeşil alan çok, yeterince gizemli değil. çok geniş caddelerinde gözle görülür bir koşturmaca yok. aile konutlarıyla dolu ucu bucağı olmayan bir banliyö. her bahçede kırmızı plastik bir kaydırak, yeşil plastik bir kulübe ve minyatür basket potaları; burada çocukların her şeyin üstünde oldukları ve her şeyden önce geldiklerinin kanıtı.

ağaçların arasına serpiştirilmiş sayısız kilise veya mabet, araştırmacıyı pirelendiren ilk şey oluyor. tanrısal konuşmaya bu kadar çok ihtiyaç duyan insanlar ya kaderin ya da sorumluluklarının ağırlığı altında eziliyorlardır. sorumlu bir karar verici nasihat alır. her şeyi gören kişiden daha iyi bir nasihatçi var mı?

washington'ın öneminin ikinci göstergesi, ilkinden daha da çürütülmez: avukatlar. sürüsüne bereket. her binanın alt katında, üstünde avukat resimleri yazılı bakır levhalar, güneş ışınlarını sertçe yansıtıyor. yoldan geçenlerin çoğunun gözlerini kara gözlüklerle korumasının nedeni bu olmalı. hukukçuların hipnotize edici manevralarından kendi yöntemleriyle kaçmaya çalışıyorlar. ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, yürüyüşlerini bile hızlandırsalar, kaçmayı başaramayacakları seziliyor. günün birinde onların ağına düşecekler.

örnek mi? massachussetts avenue, no. 2000. son derece ağırbaşlı birkaç binanın arasında, kırmızı bir şato. çıkma kuleler, çatılar, gözcü kuleleri. yarı peri, yarı cadı, bir melez yaratık ini. addams ailesi'nin konutu. bakır rengi avukat isimleri cephesini öyle örtmüş ki, bu kırmızı şato zırhla kaplanmış adeta.

sırf washington şehrinde bütün japonya'dakinden daha çok avukat olduğunu biliyor muydunuz?

avukatlar neyle geçinir peki? karar almaya yardımla, kararların mermere kazınmasıyla (kontratlar) ve bu mermerlerin kırılmasıyla (davalar).

bunca tanrısal mevcudiyet ve böyle bir avukat bolluğu. sinirlerine en hakim araştırmacı bile yüzünde bir tebessümün belirmesine engel olamaz. doğru yere gelmiştir. washington gerçekten de bir karar başkentidir.

25.07.2022

house m.d.

hastaların neden yalan söylediğini sormam. hepsinin yalancı olduğunu varsayarım.

"bizi öldürmeyen bizi güçlü kılar." değil mi? nietzsche de melarsoprol alsaydı, öyle ukalalıklar yapmazdı.

analık içgüdüsü her zaman mantıksızdır. bu yanlış olduğu anlamına gelmez. içgüdünün tanımı bu.

bu yüzden büyük insanlarız. en iyileriyiz. hayatta başka her şeyden geri kalıyoruz. evde bir bardak içki ve bir öpücükle bizi bekleyen bir kadın yok. bu bize ters. bu yüzden tanrı mikrodalgaları yarattı. ama bittiyse, bitmiştir.

inanç, cehaletin diğer adıdır. insanların kanıt olmadan bir şeylere nasıl inanabildiklerini asla anlayamamışımdır. sanki bir başarıymış gibi.

hediyeler suçluluk ifadesidir. pahalı hediye, derin bir suça karşılık gelir.

eğer aptal gibi görünmeye hazır değilsen başına asla muhteşem bir şey gelmez.

genç yaşta ilişkiye girmenin kötü yanlarından biri de bu: aptal oluyorsunuz.

tanrıyla konuşunca dindar oluyorsun; tanrı seninle konuşunca ise deli oluyorsun.

öldürmek, yanlış teşhis koymaktan iyidir.

öğretmen-öğrenci ilişkilerinin en güzel yanı, öğretmenin öğrenciden bir sürü şey öğrenebilecek olmasıdır.

23.07.2022

üç ülke

zülfü livaneli

ispanya, kanlı bir iç savaşın ardından yıllarca koyu bir faşizm yaşadı. generalissimo franco'nun iktidarı, her özgürlük ve demokrasi talebini doğduğu yerde ezen bir sertlikle 1970'lere kadar geldi.

bu uzun yıllar boyunca ispanyol entelektüelleri çil yavrusu gibi dağıtıldılar. büyük şair ve oyun yazarı federico garcia lorca kurşunlanarak öldürüldü. pablo picasso, luis bunuel, rafael alberti sürgüne gittiler. demokrasiyi savunan ispanyol siyasetçileri ülke dışında örgütlenmeye çalıştılar.

sonra ispanya franco rejiminden kurtuldu. mutlak faşizmin yerini mutlak demokrasi aldı. sürgündekiler geri döndü, ülkelerinde şanla şerefle karşılandılar. franco yılları döneminde ölmüş olanların adına anıtlar dikildi, kültür merkezlerine adları verildi. sosyalistler iktidara geldi. insan hak ve özgürlüklerine saygı duyan ispanya, avrupa birliği'nin saygın bir üyesi olarak iber yarımadası'nda bir yıldız gibi parlamaya başladı.

yabancı orduların işgalini ve kanlı iç savaşı yaşamış olan yunanistan'da 1960'larda albaylar rejimi iktidara geldi. demokrasi talepleri susturuldu. siyasi cinayetler ülkeyi sarıyor, kaçabilen aydınlar kapağı avrupa'ya atıyor, kaçamayanlar ise hapsediliyordu. mikis theodorakis ve maria faranduri'nin sesi yasaktı.

sonra albaylar cuntası yıkıldı. yunanistan demokrasi yolunda ilerlemeye başladı. sürgündeki sanatçılar ve politikacılar geri döndü. darbeci subaylar ömür boyu hapis kararıyla cezaevine kondu. yunanistan da mutlak faşizmden mutlak demokrasiye geçmişti artık. ve bugün avrupa birliği'nin saygın bir üyesi olarak ege güneşinin altında pırıl pırıl parlıyor.

türkiye hiçbir zaman ispanya ve yunanistan kadar kanlı iç savaş ve onlar kadar net ifade edilen faşizm dönemleri yaşamadı. aynen o ülkelerdeki gibi bizde de aydınlar hapsedildi, öldürüldü, siyaset askıya alındı, demokratlar yurt dışında yaşamaya mecbur bırakıldı ama yarı asker yarı sivil görünümlü rejim hep biçimsel demokrasiye bağımlılık yeminleri etti.

ihtilal dönemleri sona erdiğinde de bu ülke bir kurtuluş sevinci ve demokrasiye geçiş şöleni yaşamadı. ihtilal liderleri, devirdikleri siyasilerle kol kola girip resim çektirdiler. halk bu liderlere bağlılığını bildirdi.

yarı karanlık rejim hiçbir zaman çökmedi ki nazım hikmet'ler, sabahattin ali'ler gibi onca şair ve yazar şana şerefe boğulsun ya da halk onlara sahip çıksın.

türkiye zaman tünelindeki bir ülke gibi hala ihtilal yapan paşasına ve onunla işbirliği yapan siyasetçisine aşık, yazarına çizerine düşman ve onları sakıncalı sayan bir ülke.

sonsuz bir alacakaranlık kuşağı. ne tam gece oluyor ne de şafak söküyor!

21.07.2022

manastır

victor hugo

ispanya'da eskiden, tibet'te de bugün mevcut olduğu şekliyle manastırcılık, uygarlık için bir çeşit verem illetidir. hayatı düpedüz durdurur. nüfusu en basit yoldan seyreltir. keşişlik, iğdişlik. avrupa için bu bir afet olmuştur. buna bir de, vicdanlara sık sık yapılan ezayı, zorla rahiplik, rahibelik mesleğine sokuluşları, manastırlara dayanan feodaliteyi, büyük evlatların ailedeki nüfus fazlasını manastırlara kapatmasını, gaddarlıkları, in-paceleri, tıkanan ağızları, duvarla çevrilen beyinleri, ebedi yeminlerle hücrelere tıkılan talihsiz zekaları, ruhban sınıfına girişleri, ruhların diri diri gömülmesini ekleyin. milletçe uğranılan değer kayıplarına bir de ferdi eziyetleri ekleyin; o zaman, kim olursanız olun, rahip cübbesiyle rahibe peçesinin, bu insan icadı iki kefenin karşısında titreme duyarsınız.

ne var ki bazı noktalarda, bazı yerlerde, felsefeye rağmen, ilerlemeye rağmen manastıra kapanma zihniyeti, on dokuzuncu yüzyılın ortasında bile sürüp gitmekte, çileci sofuluğun garip bir şekilde nüksetmesi şu an uygar dünyayı hayrete düşürmektedir.

köhnemiş müesseselerin kendilerini devam ettirmekteki inatları, bozuk bir ıtır yağının saçlarımızdan bir türlü çıkmak istememesine, kokuşmuş balığın yenilebilir olduğunu iddia etmesine, yetişkin bir insana giydirilmek istenen çocuk elbisesinin eziyetine, canlıları kucaklayıp öpmeye gelen kadavraların şefkatine benzer. nankörler! der elbise. sizi kötü havalarda ben korumuştum. beni niçin istemiyorsunuz artık? açık denizlerden geliyorum, der balık. ben evvelce güldüm, der koku. sizleri sevmiştim, der kadavra. manastır da, sizlere medeniyet verdim, diyor. bütün bunlara verilecek tek bir cevap var: o eskidendi.

ölmüş şeylerin sonsuza dek sürüp gidebileceğini ve insanların mumyalama yoluyla yönetilebileceklerini hayal etmek, yıkık dökük dogmaları onarmak, kutsal emanet sandıklarının yaldızını tazelemek, manastır duvarlarının sıvasını yenilemek, yadigâr kutularını yeniden takdis etmek, batıl inançları donatmak, bağnazları beslemek, kutsal su serpicilerine yeni bir sap takmak, manastır zihniyetini ve militarizmi diriltmek, toplumun selametini parazitlerin çoğalmasında görmek, geçmişi şimdiye zorla kabul ettirmek, bütün bunlar garip geliyor insana. ama bu teorileri savunan teorisyenler de yok değil. akıllı kişiler olan bu teorisyenlerin pek basit bir usulleri var; geçmişin üzerine, sosyal düzen, ilahi hukuk, ahlak, aile, atalara saygı, eskinin otoritesi, kutsal gelenek, meşruiyet, din adını verdikleri bir sıva çekiyor, sonra bağıra çağıra dolaşıyorlar: bakın! ey namuslu insanlar, bunu alın işte!

eskilerce de bilinen bir mantıktır bu: eski romalı kurban falı bakıcıları da aynı mantığı kullanırlardı. siyah bir düveyi tebeşirle boyar, sonra bu düve beyaz, derlerdi. bos cretatus. size gelince, biz geçmişin şurasına burasına saygı duyarız ve onu her yerde esirgeriz; yeter ki ölmüşlüğünü kabul etsin. ama hâlâ canlı kalmayı isterse ona saldırırız ve öldürmeye çalışırız onu.

hiçbir şey manastır kadar bir genç kızı ihtiraslara hazırlamaz. manastır düşünceyi bilinmeyene doğru çevirir. kendi üzerine kapanan kalp, samimiyetle içini dökemediği için oyulur, açılamadığı için derinleşir. işte o hayaller, faraziyeler, tahminler, tasarlanan romanlar, özenilen maceralar, akıl almaz kurgular, ruhun iç karanlığında kurulan koca koca yapılar -demir parmaklıklı kapı aşılır aşılmaz, ihtirasların hemen içinde kendilerine bir barınak buldukları karanlık ve gizli meskenler- hep buradan kaynaklanır. manastır insan kalbi üzerinde öyle bir baskıdır ki, üstün gelebilmesi için bütün ömür boyunca sürmesi gerekir.

hurafeler, ham sofuluklar, yobazlıklar, peşin hükümler yaşayanlara eziyet etmek için ortalıkta dolaşan ölü hayaletleridir; ama ölü hayaletler olmalarına rağmen hayata yapışmaktan bir türlü vazgeçmezler; dumandan varlıkları içinde dişleri, tırnakları vardır, onlarla göğüs göğüse çarpışmak, savaşmak gerekir, hem de hiç aralıksız. çünkü insanlık, hayaletlerle ezeli ve ebedi bir cebelleşmeye mahkumdur; onun alınyazılarından biri de budur. gölgeyi gırtlağından yakalayıp yere sermek güç bir iştir.

19. yüzyılın tam ortasında fransa'da bir manastır demek, gün ışığına karşı koymaya çalışan bir baykuşlar yuvası demektir. 89'un, 1830'un, 1848'in sitesi paris'in orta göbeğinde açıktan açığa yobazlık ve çilecilik suçu işleyen bir manastır, paris'te açılıp gelişen roma, bir anakronizmadır. normal zamanda bir anakronizmayı dağıtmak, yok etmek için ona yıl rakamını heceletmek yeter. ama biz hiç de normal zamanda değiliz. savaşalım. savaşalım; ama ayırt ederek.

gerçekliğin başlıca özelliği hiçbir zaman aşırı olmamaktır. ne ihtiyacı var onun abartılmaya! yıkılması gereken şey var, sadece aydınlatılması ve bakılması gereken şey var. iyi niyetli ve ciddi inceleme ne büyük güçtür! ışığın yeterli olduğu yere alevi götürmeyelim.

genel bir tez olarak bütün ülkelerde, avrupa'da olduğu gibi asya'da da, türkiye'de olduğu gibi hindistan'da da manastırlara kapanmaya karşıyız. manastır demek bataklık demektir. kokuşmuşlukları apaçıktır, durgunlukları sağlığa zararlıdır, ekşimeleri milletleri hummaya verir, sarartıp soldurur, çoğalmaları bir afet olur. fakirlerin, budist rahiplerinin, rum papazlarının, afrika muratıplarının tayland, birmanya budist rahiplerinin, dervişlerin kıvıl kıvıl kaynaşan kurtlar gibi üreyip çoğaldıkları memleketleri dehşete kapılmadan düşünemeyiz.

20.07.2022

muhammed

pascal

muhammed otoriteden yoksundu. o yüzden gerekçeleri oldukça kuvvetli olmalıydı; çünkü bu güçten başka bir şeye sahip değildiler. sonuçta söylediği nedir? kendisine inanmamız gerektiği. muhammed'e kim şahitlik ediyor? kendisi. isa mesih için kendi şahitliği yok hükmündedir. şahitler vasıfları gereği daima vardırlar, her yerdedirler ve sefil haldedirler. o ise yalnızdır. incil ne kadar aziz matta'nınsa kuran da o kadar muhammed'indir.

muhammed'i kapalı olan ve gizemli bir anlama yorulabilecek sözleri üzerinden değil, cennet ve ahiretle ilgili, anlamı açık olan sözleri üzerinden değerlendirmemiz gerekir. bu bakımdan söyledikleri akla aykırıdır. ve anlamı açık sözleri, akla aykırı olduğundan, kapalı sözlerini gizem saymak da doğru değildir.

kutsal kitap için aynı şey söylenemez. gerçi onda da muhammed'in sözlerindeki kadar tuhaf belirsizlikler vardır; fakat hayranlık verici açıklıkta bölümler ve bariz, gerçekleşmiş kehanetler de vardır. dolayısıyla ikisi denk değildir.

19.07.2022

küçük şeyler

pascal

küçük şeylerin üstesinden geldiğimizden, onları ele almaya daha ehil olduğumuza inanırız; oysa hiçliğe ulaşmak da bütüne ulaşmak kadar zordur. ikisi için de sonsuz kapasite gerekir.

hayali varlığımız olmadan asıl varlığımızla tatmin olmamamız ve biri için diğerinden sürekli feragat etmemiz, öz varlığımızdaki hiçliğin bir büyük göstergesidir.

ne zaman kendisine bağlanıp tutunacak bir dayanak noktası bulduğumuzu düşünsek, onun da sarsıldığını ve bizden uzaklaştığını görürüz. onu takip edecek olursak elimizden kayıp gider, sonsuza kadar bizden kaçar. bizim için sağlam kalan hiçbir şey yoktur. bu, doğal durumumuzdur; ama eğilimlerimize en çok ters düşen durum da budur. çıktığımızda sonsuza erişebileceğimiz bir kule inşa etmek için sağlam bir zemin ve dayanıklı bir temel bulma arzusuyla yanıp tutuşuyoruz. fakat bütün temeller çatırdıyor, altımızdaki toprak yarılıp uçurumlara dönüşüyor.

işte gerçek halimiz budur: kesin bilgiye de mutlak cehalete de sahip olamayışımızın sebebi budur. geniş mi geniş bir alanda, daima kararsız ve başıboş bir halde oradan oraya sürüklenip duruyoruz.

17.07.2022

a'dan z'ye

aslı erdoğan

a. öyle sarsılmaz bir doğrulukla konuşur ki, dinleyicileri ikide bir başlarını sallarlar. en az iki semirmiş kavramı dans ettirmeden tek cümle tamamlamaz. bu parlak sözler değil midir atlarla tek boynuzluları birbirinden ayıran? binlerce alıntıyla konuşur ama alıntıları sıralarken ne denli özgürdür? biraz prometheus, biraz sanço panzo'dur.

b. dehasını konuşturduğu alan alay etmektir. hayatta en keyif aldığı iş, ne rastlantı! oradan oraya dişlerini geçireceği bir şeyler bulma umuduyla seğirtir; en nefret ettiğiyse dişlerini geçiremedikleridir. zaten bunlar onun dişlerini hak etmezler. kendini bir kristal kadeh dolusu baldıran zehrine benzetir.

c. kendisi kadar zeki olmadıkları için gizli gizli acır insanlara. ama ne yapalım, eşitlik diye bir şey yoktur; hem onlar da biraz çabalasa artık!

d. en korktuğu şey görülmemektir. başkalarının bakışı olmadan nasıl kendinin farkında olabilir ki?

e. yaşamı bir teknik mesele, geleceği projeler toplamı olarak görür.

f. denize saygı duyar; çünkü onu şiirlerde okumuştur. hayatı, beceriksiz bir yönetmenin elinden çıkma kötü bir film gibi.

g. kendini haksızlığa uğramış, kadri bilinmemiş görür. bunun acısını da güzel ve güçsüz her şeyden; saflıktan, neşeden, coşkudan çıkarır. başkalarının da haksızlığa uğramış oldukları hiç aklına gelmez; özellikle kendisi tarafından uğratılmışlarsa.. evrensel haksızlığın taşıyıcı kolonlarından olduğunun farkında değildir.

ğ. bir virtüöz, bir peygamber, bir general, bir yıldızdır. iyi ki insanlar onu anlamıyor; yoksa kendinden kuşkuya düşerdi.

h. yalnızca iyi kitaplar okur, iyi müzikler dinler. ama okuduklarının ya da dinlediklerinin "iyiliğinden" başka şey görmez, duymaz.

i. bankada kuyruğa girmeyi bir hakaret gibi görüyor. dünya elbet ona borçlu ama borcunu bu kadar eziyet çektirmeden ödeyemez mi?

k. ustadan ustaya, gurudan guruya koşar. yeterince tapıp yeterince yağmaladıktan sonra, üzerine basıp ötekine geçer. (aslında onun da kendi cemaatini kurma vakti gelmedi mi?)

l. "ekmek" yemez; yalnızca avusturya ekmeği ya da karadeniz mısır ekmeği..

m. çoktandır roman okumuyor; okuyanları saf, yazanları cüretkar buluyor. romanlardan "öğreneceği"  bir şey var mı ki?

n. yalnızca az bulunan kitapları okur; mümkünse başka hiç kimsenin okumadığı, anlamadığı.. yüzyıllardır kıyıda köşede kalmış, unutulmuş bu kadar isimle doluyken, kendi çağdaşlarına gönül indirmez. hem onlar fazla ortalıktalar; el sürülmüş, kirli, murdarlar.

o. insanlığı kurtarmak için ateşe atlamaya hazır ama insanlar da o denli umut kırıcı ki! ne diye uymazlar kendileri için dökülen kalıplara!

p. insanların neden bu kadar ağlayıp sızladığını anlayamaz; bu da bir mazeret olmalı. yetmedi mi güçlülerin güçsüzleri sırtında taşıması? o çok güçlü olduğundan "fedakarlık" yapabilir; elbet yalnızca bunun kıymetini bilenlere.. aslında gerçek bir pazarlık ustasıdır.

r. o kadar çok şey bilir ki, artık yalnızca kendi görüşlerini doğrulamak için okur. kentler, kadınlar, doğan her şey onun görüşlerine uyarlanır. uyarlanamayan bir şey varsa, o zaten yoktur.

t. hayatta değer verdiği tek şey, en çok karşı çıkar gibi göründüğüdür: iktidar. ama araçları öyle incelmiş ki, birazcık saygıyı hak etmiyor mu?

v. şaşmaz, yanılmaz bir yargıçtır. bir yönetmeni ilk filminin ilk dakikasından, bir yazarı ilk kitabının ilk cümlesinden anlar, değerlendirir, yazgısını belirler. (hatta kimi durumlarda daha ilk filmini çekmeden ya da ilk cümlesini yazmadan önce..) ya sarsılmaz yargılarına ters düşen bir şey çıkarsa? onu da görmeyiverir.

y. hayattaki tek amacı, "ben demedim mi?" demektir. her türlü yozlaşmadan, ihanetten, alçaklıktan, tükenişten, yitirilmiş mücadeleden müthiş keyif alır; bir kez daha haklı çıkmıştır.

z. başkalarında saptadıklarının tıpatıp kendinde de olduğunu fark etse!

15.07.2022

der himmel über berlin

wim wenders

bir kez olsun ciddi olmalı. çok yalnızdım. ama hiç tek başıma yaşamadım. biriyle olduğumda genelde memnundum. ama bunu hep bir tesadüf sandım. bu insanlar benim ebeveynlerimdi. ama başkaları da olabilirdi. neden o kahverengi gözleri olan kardeşimdi de şu karşıda öylece duran yeşil gözlü adam değil? taksi şoförünün kızı benim arkadaşımdı. ama yerine kollarımı bir atın boynuna da dolayabilirdim, öyle değil mi?

bir erkekle birlikteydim. hatta âşıktım. ama onu aniden terk edip o anda sokakta karşıdan gelen yabancı bir erkekle de kaçıp gidebilirdim.

bana ister bak ister bakma. ister elini ver ister verme. hayır, bana elini verme. bakışlarını uzaklaştır.

sanırım bugün yeniay var. gece pek sakin değil. ama şehirde hiç kan akmayacak. ben hiç kimseyle oynamadım. buna rağmen hiçbir zaman gözlerimi açıp şöyle demedim: "işte şimdi ciddi. nihayet ciddileşiyor." böylece yaşlandım işte. yalnız ve ciddi değildim hiç. zaten zaman ciddiyetsizdir.

hiç yalnız kalmadım. ne tek başınayken ne de biriyle birlikteyken. aslında artık yalnız olmak isterdim. çünkü yalnızlık şu demektir: "artık bir bütünüm. artık bunu söyleyebilirim. işte bu gece ben de nihayet yalnızım."

tesadüfler artık bitmeli. karar vermenin yeniayı. yazgı diye bir şey var mı bilmiyorum. ama karar vermek diye bir şey var. karar ver. bak, biz zamanız şimdi. sadece bütün şehir değil, bütün dünya bizim bu önemli kararımıza katılıyor. ikimiz, iki kişi olmaktan da öteyiz. bir şeyleri oluşturuyoruz.

seninle, halkın yerinde oturuyoruz. ve bütün meydan bizimle aynı dilekleri paylaşan bir sürü insanla dolu. oyunun kurallarını biz belirliyoruz. ben hazırım. ama şimdi sıra sende. oyun senin elinde. ya şimdi ya da asla. bana ihtiyacın var. bana ihtiyacın olacak. ikimizin hikayesinden daha büyük bir hikaye yok. erkeğin ve kadının hikayesi. bu, devlerin hikayesi olacak. bu, görünmez ama aktarılabilen yeni bir neslin hikayesi. bak, gözlerime bak. onlar zorunluluğun resmidir. buradakilerin geleceğinin resmi. dün gece rüyamda o yabancıyı gördüm. yani kocamı. ben bir tek onunla yalnız olabilirim. ona karşı açık olabilirim. alabildiğine açık. sadece onun için. bütün olarak içime alabiliyordum onu. onu paylaşılan mutluluğun labirentiyle sarmalayabiliyordum. biliyorum, o sensin.

bir şey oldu. olmaya da devam ediyor. bağlayıcı bir şey. aslında önce geceleyin oldu. ve şimdi gündüz de devam ediyor. asıl şimdi. kim, kimdi? ben onun içindeydim, o da benim etrafımda. bu dünyada kim başkasıyla beraber olduğunu iddia edebilir ki? ben onunla birlikteyim. bundan ölümlü bir çocuk yaratılmadı sadece. ölümsüz bir birlikteliğin resmi yaratıldı.

bu gece hayret etmeyi öğrendim. o beni yurduma geri getirdi. ve ben yurdumun yolunu buldum. bir zamanlar, bir zamanlar olduysa demek şimdi de olacak. yarattığımız resim bana ölürken refakat edecek. onun içinde yaşamış olacağım. öncelikle birbirimize hayret etmek, yani kadın ve erkeğe hayret etmek beni insan yaptı. ve şimdi hiçbir meleğin bilmediğini biliyorum diyebilirim.

13.07.2022

fahişe değil

william faulkner

zeki insanların her türlü insan adaletsizliğine, budalalığına ya da acısına duydukları o karamsar ve alaycı akli acımayla: "fahişe değiller. fahişe olmamalarının nedeni biziz, biz bin erkek. biz -bin beyaz erkek- onları biz yaptık, yarattık ve ürettik; belli türden bir kanın sekizde birinin başka türden bir kanın sekizde yedisine sütün geldiğini ilan eden yasaları bile biz yaptık. bunu kabul ediyorum. ama aynı beyaz ırk onları köle, işçi, ahçı, hatta ırgat bile yapabilirdi, bu bin kişi, senin belki de ilkesiz ve şerefsiz diyeceğin benim gibi bu üç beş erkek olmasaydı tabii. hepsini kurtaramayız, belki bunu istemiyoruz da; belki kurtardığımız o bir kadın binde bir bile değil. ama o bir taneyi kurtarıyoruz. tanrı bütün serçeleri görebilir; ama biz tanrı olmaya kalkışmıyoruz. belki tanrı olmayı istemiyoruz da; çünkü hiçbir erkek bu serçelerin birden fazlasını istemez. belki tanrı senin bu gece gördüğün türden bir eve baktığında, artık yaşlandığı için birimizden birini tanrı olarak seçmez. gerçi bir zamanlar genç olmuştu herhalde, genç olmuştur mutlaka, onun kadar uzun süre yaşamış, zarafet, izan ya da edepten nasibini almayan kaba ve rastgele günahları o kadar uzun zaman seyretmek zorunda kalmış birisi, bu vakalara yüz binde bir bile rastlasa, sıradan insan içgüdülerine şeref, edep ve şefkat ilkelerinin uygulandığını fark edecektir muhakkak; o içgüdüler ki siz anglosaksonlar ısrarla şehvet dersiniz ve onun uğruna sebt gününde ilkel mağaralara çekilirsiniz, sizin tanrı'nın inayeti dediğiniz şeyden mahrum kalmanız tanrı'ya meydan okuyan mazeret ve bahane sözleriyle sislenip dumanlanır, inayete tekrar kavuşmanız tanrı'yı teskin eden doygun alçalma ve dövünme çığlıklarıyla müjdelenir, her ikisinde de -ne meydan okumada, ne de teskinde- tanrı bir ilginçlik, hatta ik üç kereden sonra bir eğlence bulamaz. bu yüzden de belki, iyice yaşlanan tanrı, sizin şehvet dediğiniz şeye nasıl hizmet ettiğimizle artık ilgilenmiyordur. belki bizden bu tek serçeyi bile kurtarmamızı talep etmiyordur; zaten biz de o tek serçeyi onun takdirini kazanmak için kurtarmıyoruz. ama biz olmasak bedelini ödeyecek herhangi bir vahşiye satılabilecek, hem de onu bir düveden bir kısraktan, herhangi bir hayvandan daha kötü kullansa bile kimseye hesap vermesi gerekmeyecek birine bir fahişe gibi bir geceliğine değil, bedeni ve ruhuyla bir ömür boyu satılabilecek sonra da gözden düşecek, başkasına satılacak, hatta yıprandığında ya da masrafı satış fiyatını karşılamadığında öldürülebilecek o tek kadını kurtarıyoruz. evet: tanrının kendisinin bile görmezden geldiği bir serçe.

11.07.2022

aşk

paulo coelho

beklemek. aşk konusunda öğrendiğim ilk ders buydu. gün sürüklenip gitmektedir, binlerce plan yaparsınız, olası tüm diyalogları düşlersiniz, davranışınızı değiştirmeye söz verirsiniz kendi kendinize ve orada öylece beklersiniz; kaygılar içinde, sevdiğiniz insan dönünceye kadar. o geldiğindeyse, ne diyeceğinizi bilemezsiniz. beklemekle geçen o saatler gerilime dönüşmüş, gerilim korku halini almıştır; korkuysa, duygularınızı belli etmekten utanç duymanıza yol açar.

sevmek uyuşturucu almak gibidir. başlangıçta kendini iyi hissedersin, bütünüyle verirsin. ertesi gün daha fazlasını istersin. henüz zehirlenmemiş, o duygudan hoşlanmışsındır ve onun üzerindeki egemenliğini sürdürebileceğini sanırsın. sevdiğin kişiyi iki dakika düşünür, sonraki üç saat boyunca unutursun. ama yavaş yavaş onun varlığına alışır, ona bütünüyle bağımlı hale gelirsin. böylece, onu üç saat düşünüp iki dakika unutmaya başlarsın. yakınında değilse, bağımlılarının uyuşturucu bulamadıkları zaman hissettikleri şeyi hissedersin. uyuşturucu bağımlılarının, gerek duydukları şeyi bulamadıkları zaman hırsızlık yaptıkları, kendilerini aşağıladıkları gibi, aşk için her şeyi yapmaya sen de hazırsındır. işte bu yüzden, seveceğimiz kişi, yanımızda tutabileceğimiz kişi olmalı.

barajlar gibidir aşk; bir zerre suyun sızabileceği bir çatlak bırakırsanız, bu su duvarları yavaş yavaş kemirir ve öyle bir an gelir ki, akıntının gücünü artık kimse denetleyemez. duvarlar yıkılacak olursa, aşk efendi olarak her şeye el koyar; neyi yapabilirim, neyi yapamam, sevdiğim kişiyi yanımda tutabilir miyim, tutamaz mıyım gibi sorular artık boşunadır. âşık olmak, denetimi elinden kaçırmak demektir.

aşk her zaman yenidir. yaşamımızda bir kez, iki kez, on kez sevmiş olmamızın önemi yok; kendimizi her zaman bir bilinmezle karşı karşıya buluruz. aşk bizi cennete de, cehenneme de götürebilir ama her zaman bir yere götürür. onu kabullenmemiz gerekir; çünkü varlığımızı besleyen odur. ondan kaçarsak, gözümüzün önünde meyve dolu dallarıyla duran o ağaca baka baka, elimizi uzatıp istediğimiz meyveyi koparmaya cesaret edemeden açlıktan ölürüz. nerede olursa olsun, aşkı arayıp bulmamız gerekir; bu bize saatlerce, günlerce, haftalarca süren düş kırıklıklarına, üzüntülere mal olsa da. çünkü biz aşkın peşine düştüğümüz anda, o da bizi karşılamaya çıkacaktır. ve bizi kurtaracaktır.

9.07.2022

din

john adams: bu dünya, olası dünyaların en iyisi olabilirdi; tabii eğer içinde din olmasaydı.

pascal: insanlar dinsel inanç yoluyla yaptıkları kötülükleri başka bir yolla asla bu kadar eksiksiz ve neşeyle yapmazlar.

robert m. pirsig: yanılgıdan bir kişi acı çekiyorsa buna delilik denir. yanılgıdan birçok insan acı çektiğinde ise buna din denir.

thomas jefferson: farklı dinsel cemaatlerin din adamları, tıpkı cadıların gün ışığından korktukları gibi bilimin ilerlemesinden korkar ve benimsedikleri aldatmacaların yok oluşunu müjdeleyen kaçınılmaz sona nefretle kaş çatarlar.

clarence darrow: tanrıya inanmam, tıpkı anne kaz hikayesine inanmadığım gibi.

mark kohen: zaman, çaba, acı ve gizlilik gerektiren dünyanın dört bir yanını sarmış dinsel ayin saçmalıkları, bir evrim psikoloğu için dinin insanoğluna hiçbir şekilde uyum sağlayamayacağının en belirgin işaretleridir.

christopher hitchens: tanrının varlığını bile cesurca sorgula; çünkü eğer bir tanrı varsa, akla saygıyı gözü kapalı korkudan daha çok takdir edecektir.

george bernard shaw: bir inançlının bir septikten daha mutlu olduğu görüşü, bir sarhoşun bir ayıktan daha mutlu olduğu görüşü kadar isabetli bir saptama değildir.

oscar wilde: dini meselelerdeki gerçeklik, temelsizce süregelmiş bir fikirden başka bir şey değildir.

muhammed

elias canetti

muhammed, bütün peygamberler bağlamında istenilenlerin gerçekleşmesi gibi bir şeydir. o, yasa koyucu ve fiili iktidar sahibi olur, peygamberler ilk kez onunla gerçek iktidara kavuşabilmişlerdir; daha önce hiç kimse tanrıyı böylesine tutarlı ve başarılı bir biçimde kullanmamıştır.

inanç, muhammed için itaat etmektir. öbür dünya için vaat ettikleri, yani "tanrının olanlar" konusunda eli açıktır, bir kral kadar cömert olmaktan hiç kuşkusuz hoşlanırdı. muhammed, kendini "tanrının peygamberi" diye adlandırır: bu ad, aslında veya daha iyisi, "tanrının buyruğu" olabilirdi.

selefleri arasında yalnızca büyük başarıya ulaşmış olanları; ibrahim'i, musa'yı ve isa'yı tanır. babasını hiç tanımamıştır, başkalarının malına ve mülküne duyduğu saygı, uslu bir yetim çocuğun saygısıdır; bu saygıyla zengin bir dulla evlenir ve karısı her bakımdan ona tapar.

kabe'de hacıları karşılar, rehber yerine bir peygamberdir ve kendini oraya konumlandırmayı, kureyşlilerin oligarşilerinin yerine kendi hükümranlığını geçirmeyi giderek daha çekici bulur. medinelilerle yaptığı görüşmelerin daha en baştan itibaren politik bir yanı vardır, ittifaklarla kendini güvence altına alır ve doğduğu kente karşı planlı bir biçimde savaş hazırlığı yapar.

muhammed mezarlara büyük ilgi duyar. kendisini öldürecek olan hastalığı da mezarların arasında kapar. cesetler, onu dirilme nesneleri olarak ilgilendirir. mahşer günü, onun için iktidarın en yoğun özeti ve odaklaşmasıdır. herkes yargılanacak ve herkes hakkında hüküm verilecektir. savaşların asıl amacı olan ölüler yığını, bütün ölüleri kapsayacak kadar büyür. muhammed, savaşları kararlı bir tutumla hastaları iyileştirmeye yeğler. artık ölünmeyecek olan mahşer günü'nden itibaren bütün ölüler yaşayanlara dönüşür ve onların diriltilişinin tek amacı, birlikte doğrudan ve derhal tanrının buyruğu altına girmeleridir.

californication

sevişmek bir dakika, derdi bir ömür boyu.

hepimizin dürtülerini tetikleyen şeyler var ve bunları reddetmeyi bırakıp bunlarla yaşamayı öğrenirsek işte o zaman hayatımıza sorunsuzca devam edebiliriz.

gerçek manada beraber olmamanın en iyi tarafı hiç ayrılmak zorunda olmamaktır.

genelde cenaze törenine tek başına gelen hatun ölü adamla sikişen kadındır. 

romantik görünen şeyler aslında nadiren romantik olur. 

geyler tüm olayı kavramış. özellikle iş sekse geldiğinde. sadece sevişmek istiyorlar ve sevişiyorlar. dürtüleriyle hareket ediyorlar. ne bir suçluluk ne bir utanç duygusu. heteroseksüellik diz çöküp ders almalı.

"hiçbir şey altın sarısı kalamaz." (robert frost)

hepimiz geçmişimizde bir iki eşcinsel deneyimi yaşamışızdır.

asla bir işi yaptırmak için takım elbiseli biri tutulmaz.

herkes kuşkucu olabilir. iyimser olmaya cesaret et.

bazılarımız keith moon ve bazılarımız da keith richards'dır. bir tabuta ya da yaşlı birilerinin evine girmeden hangisi olduğunu bilemezsin.

tanrı'ya soru

rabindranath tagore

çağlar boyunca bu acımasız dünyaya habercilerini gönderdin, tanrım, aynı sözleri bıraktı hepsi: "herkesi bağışla. herkesi sev. yüreğini düşmanlığın kan kırmızı lekesinden temizle."

tapınılacak kimseler onlar; ama bugün, bu korkunç gün, kapımı açmadım onlara, selam bile vermedim.

gizli kötülüğün, ikiyüzlü güç kılığında, çaresizleri ezdiğini görmemiş miydim? güçlülerin çığlıkları, adaletin susturulmuş sesini ağlamaya dönüştürmemiş miydi; duymamış mıydım hıçkırıkları? gözüpek gençlerin canlarını acılar içinde sert kayalara vurarak parçaladıklarını, bütün bunları görmemiş miydim?

sesim kısıldı bugün, şarkılarım dilsiz, karanlık bir düşe kapatılmış dünyam, soruyorum sana, tanrım, gözyaşları içinde: "havana ağu katanları, ışığını söndürenleri, onları bağışladın mı, hiç sevdin mi onları?"

8.07.2022

sevgi

jose ortega y gasset

sevgi, bir bakıma kusursuzluğa ulaşma çabasıdır.

gerçek sevginin en büyük belirtisi şudur: sevgiliye, yer birliğinin sağladığından daha derin bir bağlılık ve içtenlikle yakın olmak. aslında bu, o kişiyle canlı bir birliktelik yaşamak demektir. sevgiliyle birlikte var olma durumu içinde, nasıl olursa olsun, onun alınyazısını paylaşarak birlikte olmak. bir hırsızı seven kadın, kendi bedeni nerede bulunursa bulunsun, duygularıyla hapiste yaşıyor demektir.

sevgi, ruhun en incelikli ve en kapsayıcı edimi olduğundan, ruhun durumunu ve özünü yansıtır; sevgi içindeki insanın nitelikleri ister istemez sevginin kendisine atfedilmelidir. eğer o birey duyarlı değilse, sevgisi nasıl duygu yüklü olabilir? o kişi derinlikten yoksunsa, sevgisi nasıl derin olabilir? insan nasılsa, sevgisi de öyledir.

insan, sevgi denen görüngüyü, ta içinden açık seçik görmek isterse, her şeyden önce, sevginin, hemen herkesin ulaşabileceği, içinde yaşadığımız toplum, ırk, ulus ve dönem söz konusu olmadan her dakika her yerde olan evrensel bir duygu olduğu yolundaki yaygın fikirden kendisini kurtarmak zorundadır. sevgi az rastlanan bir olay; ancak belli ruh yapısındakilerin yaşamayı umabilecekleri bir duygudur: aslında, bazı bireylerde bulunan, normalde başka yeteneklerle birlikte bahşedilen; ama tek başına da görülebilen özgül bir yetenektir.

don juan, kadınları seven erkek değil, kadınların sevdiği erkektir.

tüm sevgilerin özünde, seven kişinin, belli bir eksiksizlik taşıyormuş gibi görünen bir başka varlıkla birleşme arzusu yatar. öyleyse sevgi, ruhlarımızın bir bakıma üstün, ortalamadan daha yüksek, yüce olan bir şeye doğru kayması demektir.

aslında hiç kimse nesneleri çıplak gerçeklikleri içinde görmez. bunun gerçekleştiği gün, dünyanın son günü olacaktır; en büyük aydınlanma günü olacaktır.

sevgiyle nefret; arzunun, iştahın ya da şehvetin iki değişik biçimidir. sevgi, iyi olduğu sürece iyi bir şeye karşı duyulan arzudur. olumsuz bir arzu olan nefretse kötülüğün yadsınmasıdır. kendimizi ruhsal bir devinim içinde, bir nesneye doğru yönelmiş ve hiç durmadan iç benliğimizden başka birine doğru akar durumda bulmamız, sevginin ve nefretin temel özelliğidir. sevdiğimizde, içimizdeki dinginliği ve sürekliliği terk ederek gerçekten o nesneye doğru göç ederiz. sürekli bir göç durumu içinde olmak, sevgi içinde olmak demektir.

bir insanın özünden kaynayıp taşan sevgi hiçbir durumda ölemez. duyarlı ruhun üzerinde sonsuza dek sürecek, aşıya benzer bir iz bırakır.

sevgi üzerinde en iyi düşünebilecek olanlar, sevgi deneyimini en az yaşamış olanlardır; oysa sevgiyi yaşamış olanlar, bu konuda düşünme yetisi olmayanlar, sevgiyi saran o yanar döner, hiçbir zaman yakalanamayacak renkli tüyleri inceden inceye çözümlemeden geçirme yetisi olmayanlardır.

yüce bir ruhun ateşli tutkuya boyun eğmesi güç iştir.

hayata dair

bertrand russell

- mutluluğu yapan ögeler nelerdir sizce?

"dört ögeyi en önemliler sayarım: bunların birincisi sağlıktır belki, ikincisi yoksulluğa düşmeyecek kadar varlık, üçüncüsü yakınlarımızla iyi geçinme, dördüncüsü de işte başarı."

- insan yaşadığı dönemin yaşanabilir olduğunu nasıl bilir?

"özgür kurumlardan anlarsınız. basın özgürlüğü olur, düşünce özgürlüğü olur, propaganda özgürlüğü olur. dilediğinizi okumakta özgür, dilediğiniz dine girip çıkmakta özgür olursunuz."

- genel olarak, hükümetlerin birazcık daha az etkin olmasından yana mısınız?

"kötü işlerin yapıldığı yerde, bu etkinlik ne kadar az olursa o kadar iyidir. insanoğlunun yaradılışı öyledir ki, öyle büyük kötülükler vardır ki, halk onları işlemekte etkinliğe can atar. denebilir ki, insan soyu dünya yüzünden kalkmadıysa, etkinsizlik yüzünden kalkmamıştır. zeki bir katilseniz, etkinsiniz ve bir hayli insan öldürebilirsiniz demektir. budala bir katilseniz, yakalanırsınız, öldüremez olursunuz. ne yazık ki, katiller gittikçe zeki, daha zeki oluyorlar."

- insanlar savaştan hoşlanıyorlar mı sizce?

"eh, birçokları hoşlanıyorlar. insanların birçoğu, yakınlarında olmayan ve kendilerine büyük kötülüğü dokunmayan bir savaştan hoşlanıyorlar. ama savaş kendi yurdunuza girdi mi, pek o kadar hoş olmuyor."

- insanlara savaş fırsatı verilmediği zaman saldırganlık isteklerini nasıl doyurabilirler?

"onların duyduğu aslında saldırganlık değil, serüven ihtiyacıdır. bence insanların serüven sevenlerinin hepsine imkan ölçüsünde serüven fırsatı sağlamaya çalışmak önemli, çok önemlidir. fazla para harcamadan dağlara tırmanma fırsatını bulabilmelisiniz. canı isterse kuzey kutbu'na, güney kutbu'na gidebilmeli insan. serüven için her çeşit fırsatı bulabilmeli."

- herkesin yazdığı müstehcen her şey yayınlanırsa, halkın ilgisini artırmaz mı bunlar?

"bence azaltır. aşağılık, açık saçık posta kartlarına izin verildiğini düşünelim. bence, ilk bir iki yıl bunlar kapış kapış alınır; sonra, herkes kanıksar ve kimse yüzlerine bakmaz olur."

* woodrow wyatt tarafından sorulan sorulara bertrand russell'ın verdiği yanıtlar.

güzellik

pascal bruckner

güzellik, zamanın eninde sonunda yıkıma uğrattığı sonsuzluk parçasıdır.

güzellik bir mutluluk vaadi değil, kesin bir yıkımdır. kadın olsun, erkek olsun, güzel varlıklar bizlerin arasına inmiş ve güzelliklerinden dolayı bizleri küçümseyen tanrılardır. geçtikleri yere bölücülük, mutsuzluk tohumları ekerler ve herkese kendi vasatlığını hatırlatırlar. güzellik belki bir ışıktır; ama geceyi daha da derinleştirir, bizi çok yükseklere çıkarır ve daha sonra öylesine alaşağı eder ki insan ona yaklaştığına bin pişman olur.

insan güzelliği her şeyden önce bir adaletsizliktir. bazı kişiler yalnızca görünümleriyle bizim değerimizi düşürürler, bizi canlılar dünyasından silerler. neden onlar da biz değil? herkes günün birinde zengin olabilir; ama çekicilik, eğer insan doğuştan ona sahip değilse sonradan asla edinilmiyor.

güzellik her ne kadar ender olsa da fazlasıyla mevcut, fazlasıyla onur kırıcı. onun hilesi, her gün ayrıkotu gibi biterken, bizleri kendisinin kırılgan olduğuna inandırmak. 

güzelliğin hiçbir yararı yok. o sadece bir çoğunluğun belli bir fizyonomi tipi hakkındaki rastlantısal bir düşünce birliğidir. güzelliği insanın onu görmediği yerde, ayrıksıda, anormalde, hatta basitte aramak daha verimli sonuç verir. mükemmel olmayış, iç karartıcı düzenlilikten çok daha çekicidir. heyecan veren bir yüz, uyum içerisinde paylaştırılmış bir kusurlar bütünüdür. 

herkes kendi yüzünden sorumludur. her iki cinsiyete ait göz kamaştırıcı insanlar yüzlerini bir peçeyle gizlemedikleri ya da bir cerrahın neşteri altına yatıp onları yeniden şekillendirmedikleri sürece bizler huzur bulmayacağız.

7.07.2022

sevmek korkusu

sait faik abasıyanık

bir yaylı hatırlıyorum. hayvan, yol ve yulaf kokan keçelerin üzerinde çocukluğumun sevgilisini, yumuşak ve tombul avuçlarıyla, yolun iki tarafında uçan kuşları, alkışlar görüyorum. sonra yine çocukluğumun sevgilisini, bir deniz kenarında lacivert ve sıkı robunun içinde dolaşır seyrediyorum. korku, yol boylarınca etrafımı sarıyor, önümde uzuyor. sevmekten korkuyorum. başka arzular, ihtiraslarla atıldığım yolda beni avare ve çırılçıplak, başı her manada boş bırakacak yalnız bir şey olduğunu biliyorum ve ondan karanlıktan, riyadan, zulümden, hürriyetsizlikten korkar gibi ürküyorum.

her şeyi, herkesi, ilmi, felsefeyi bir ortaoyununa çıkaran, yumuşak ve nefesleri yediklerinin değil güzelliklerinin buharlarını çıkaran insanlar olacağını çocukluktan biliyorum.

yalnız, yüzleri, gözleri, kaşları, kirpikleri, omuzları ve ayakları değil; midesi, kalbi, hançeresi ve hicabı hacizi güzel insanlar var. seven insanda ise fiziki güzelliklerin deruni taraflarını gören gözler olurmuş. varsın olsun, inanmıyorum! inanmadığım halde bu korku niçin? allah'a inanmayanlar içinde pek çokları samimi olmadıklarını, bazen son nefeslerinde, bazen de ani tehlikelerin karşısında "allah" diyerek, ispat ediyorlar. o halde ben de samimi değilim. çünkü korkuyorum. bu muhakemeyi evvelce, "varsın olsun, inanmıyorum!" dediğim zaman yapmadım.

bir kıştı. kar, küçük şehri "kayakçı"larla doldurmuştu. kahveler çivili ayakkabılı, yüzleri pembe, kafaları sarılı, mesut sporcu kadın ve erkeklerle dolmuştu. müzik, her ışıklı çarşıda bir fırtınayı, çamların üzerinde birikmiş kışı, kiliselerin çanları üzerinde serseri karların çıkardığı işitilmez sesleri hikaye ediyordu. bütün önsezilerim beni aldatmıştır. yani her şeyi olmuş gibi hisseder; fakat bunların hiçbiri doğru çıkmadığı zaman bütün önsezilerim beni aldatmıştır, derim. oluşundan önce duyulan şeyler çok defa felaketlerdir. felaketlerin de kendilerine has kokuları olmasa, burnumuzdan gayrı, köpeğinkinden daha hassas bir başka şammemiz olduğunu söyleyemezdim. korku da bir önsezidir. fakat vukudan kilometrelerce uzak değil, hemen hemen bir adım geridedir.

korkudan buz gibi ter dökülmekle beraber o, sıcak, ılık ve karanlık gibi tatlı ve münzevi bir şeydir. korkmak için her an elimizde vasıtalar vardır. eğer o bir zevk olsaydı, kollarımızın arasındaki yumuşak göğüsten ve ağzımızda kırılan hararetle kurumuş dudaktan farkı olmayacaktı. işte ben, bu küçük şehirde oturmayı kararlaştırmadan evvel, korkuyu, isterseniz önseziyi, bir behimi zevk gibi kucaklamış; avuçlarımın hararetini ona vakfetmiştim. yeni bir zevk bulmuş gibi, asfaltları biraz daha mor, ampulleri biraz daha karanlık tenha caddelerde dolaşırdım; kar, paltomun yakasına musallat olur, oraya birikir, gözlerim yakamdan ayrılmazdı. sokağın kenarındaki sinemanın zili çalmaya başlardı. beklediğim çok defa gelmezdi. yanımdan acele acele geçenler, beni gördükleri zaman, bilmem korkarlar mıydı?

beklediğimin gelmediği günlerden bahsedecek değilim. o günler birbirinden, şehre yağan şeyin kar veya yağmur olmasıyla ayrılabilir. sinemanın zili aynı tarzda çalar, sinemanın içinde aynı film oynanır, aynı insanlar önümden geçip giderler; biletlerini alıp sinemaya girerlerdi. beklenilen, gelmek için iyi havaları seçerdi.

rüzgarsız fakat soğuk havayi nesiminin içinde ve yıldızların altında zil daha berrak sesler çıkarır. sinemacı filmi barometreye göre değiştirir; bulutsuz havaların insanları sinemayı doldururlardı. bu sinema, uzak ve sessiz bir amele mahallesinin sinemasıydı. uzun bir koridordan girilirdi. antresinde iki cılız palmiyenin içinde yemyeşil ampuller yanmıştı. kenarcıkta bir havuz vardı. fıskiyesinden rengarenk ışıklı bir ampul zaman zaman fışkırırdı.

sessiz filmler oynanırdı. su sesi gibi bir piyano dar salonun uzak bir köşesinden aksederdi. bir sürü çocuğun arasına otururduk. adeta ıslıkla yaşanırdı. ellerimiz birbirinin içinde yumuşardı. ve perdede de bir haydut.. elinde kama.. haydutlar düşer, hafiyeler vurulur, nihayet genç kız sevgilisine kavuşurdu.

salonun içinde hemen hemen hiç konuşmazdık. ben kafamın içinde biraz sonra çevireceğimiz filmi çevirir; o, masum, habersiz şekillerle güler, hayallerle ağlardı. sonra herkesle beraber sinemadan çıkardık. konuşmazdık. ben kapının kilidine anahtarı sokar; karanlık ve boş odama dolardık.

bir gün bir masa karşısındaydım. üstüne yeşil çuha örtmüşlerdi. üzerinde oyun oynamıştık. parti bittikten sonra masanın örtüsünü kaldırdılar. o zaman ben masanın birdenbire küçüldüğünü hayretle görmüştüm. o da bu masa gibi olurdu. fakat aksine; birdenbire küçükken büyüyüverir, kısa iken uzar; kalkar giderdi.

o yanımda iken korkmazdım. evin dış kapısı kapanır kapanmaz, pencereme vurmuş sokağın ışıkları ve karşı meydanlığın ağaçları yatağımın ayakucundan ışıklı gölgelerle uçuşurlar, yapraklara ve ışıklara karışmış ayak sesleri, yatağımın ayakucunda uçuşan gölgelerle birleşir, kalkar odamın içine bambaşka bir gözle bakardım. ufuksuz, seri ve maddesiz kuşlar her tarafta uçuşurlardı.

bütün bunlar bana bir cennet dekoru içinde irtikap edilmeye müsait bir katil vakası tahayyül ettirirdi.

haftada bir gün gelirdi. saat ikide kalkar giderdi. o gittikten sonra ben onu öldürmüş kadar harap, katil yatağımın üzerinde sabahı, polisi, kanunları beklerdim.

alaca karanlıkta, hele sabahın alaca karanlığında hiçbir cinayet işlenmemiş; hatta sabahın alaca karanlığında, muharebe bile olmamıştır. sabahlara kadar asabiyetsiz bir anı, bir daha yakalayamayacağımı tahmin ettiğim için, bir sabah, bu dağ şehrinden arkama dönüp bakmadan ayrıldım.

özgürlük

sevan nişanyan

bundan yüzlerce yıl önce allah'la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir. "ifade özgürlüğü" denilen şeyin, adeta anaokulu seviyesindeki bir test örneğidir.

kamuya mal olmuş ve uzun zaman önce ölmüş şahısları alay ve aşağılamadan koruyan herhangi bir hukuk ilkesi düşünülemez. jül sezar'a laf sokabiliyorsan muhammed veya isa'ya da sokabilmen gerekir. kişilerin bundan dolayı alınıp gocunmaları sadece kendilerini ilgilendirir. ahmet yahut mehmet gocunacak diye kimse hakikatleri söylemekten alıkonamaz. gocunma olgusundan bir hak doğmaz.

akıl, acımasız bir sürücüdür. aklın egemenliğine boyun eğen kişi, onun kendini sürüklediği yerlere gitmemezlik edemez. hakikatin tek ve alışıldık cephesiyle yetinemez. tutarlılığın, ancak dürüstlükten taviz vererek kazanılan bir erdem olduğunu bilir. "ben hakikati buldum, başka soru sormayacağım" diyen insan, aklıyla birlikte vicdanını uykuya yatırmış olandır.

düşüncesinin değişmeyen ekseni özgürlüktür. gençliğinde, ihtilalin verdiği sarhoşlukla, toplumun ortak iradesine dayalı kolektif bir özgürlüğü hayal eder. 28 yaşına gelmeden o rüyadan uyanır. tek gerçek özgürlüğün, kişinin kendi aklı ve vicdanıyla baş başa kalma özgürlüğü olduğunu anlar. toplumsal örgütlenmenin tek meşru hedefi, siyasi tercihlerin tek geçerli kriteri budur. içinde yaşadığın düzen, hakikati arayan ve bulduğuyla yetinmeyen insanlara kapılar açıyor mu? onlara cesaret ve güven veriyor mu? veriyorsa iyidir, vermiyorsa kötüdür. az veriyorsa az iyidir, çok veriyorsa çok iyidir. bu kadar basit.

sosyalizm ve din

marcel cachin

çağımızda, egemen sınıflar ayrıcalıklarını kaptırmamak amacıyla dinlerin yaşamasını kendileri için yararlı görüyorlar. iktidarda bulunan burjuvazi; kitleleri uyuşturmak, gerçeği görmelerini önlemek üzere dini bir araç olarak kullanıyor. onun gözünde din, ezilenlerin acıları için bir uyuşturucudur, bir teselli kaynağıdır. bu yüzden, halkın bir dini olması egemen sınıfça isteniyor; oldum olası tutucu ve yavaşlatıcı bir büyük kuvvet şeklinde kendini gösteren dinsel geleneklerin sürüp gitmesine çalışılıyor. ama dinler kapitalizm için sonsuz bir korunak ve destek olmayacaktır.

tanrı düşüncesi özneldir, yani insan tarafından yaratılmıştır. insanoğlu tanrı'ya kendi özelliklerini vermiş, onu kendi hayaline göre biçimlendirmiştir. dinler insan zihninin ürünleridir; insan bilincinin dışa vurmuş izdüşümleri, tasarımlarıdır. ilkel toplumlarda, doğa güçlerinin yendiği, ezdiği insan, bu güçleri tanrılaştırmıştır. zihninin bu ürünleri, ona dışarıda özel bir yaşam sürüyormuş gibi görünmüştür. daha sonra, sınıflara ayrılmış toplumlarda, sömürülen sınıf köleleşmesinin nedenlerini bilmediğinden, bu ürünlere anlaşılmaz bir güç yükleyerek tanrı'yı yaratmıştır. 

çökmekte olan kapitalizmin doğurduğu acılarla ezilmiş üzgün insanlık için sosyalizmden başka bir kurtuluş yolu yoktur. sosyalizm, yalnızca insan uygarlıklarındaki ilerlemelerin doğurduğu bir ihtiyaç değil, aynı zamanda modern bilimin aydınlattığı aklın da bir gereğidir. bir zorunluluktur.

ernst neizvestny

john berger

moskova sanatçılar birliği, üyelerinin geçmiş 30 yıl içinde yaptığı çalışmaları sergilemeye kalkışır. serginin belirgin eğilimi 'liberal', amacı da dikkatleri akademi'nin dar görüşlülüğüne çekmek olacaktı. neizvestny'den de sergiye katılması istenir; çünkü neizvestny akademi'ye karşı verdiği savaşın ciddiliği ve yoğunluğuyla tanınmaktadır. bu da, kendi görüşünü kuvvetlendirmesi bakımından o sırada birliğin işine gelmektedir.

neizvestny yeni çalışmalar deneyen öbür genç sanatçıların da çağrılması koşuluyla daveti kabul edebileceğini söyler. birlik bunu reddeder. fakat, ortaya bir kez atılmış bulunan bu yeniyi deneyen ve resmi olmayan sanat gösterisi fikrini, o sırada öğretim atölyesi olan bilyutin adında bir adam ele alır ve her nasılsa bu sergiyi moskova belediye meclisi himayesinde düzenlemeyi becerir. sergide hem bilyutin'in öğrencilerinin hem de neizvestny'nin önerdiği genç sanatçıların eserleri yer alacaktır.

bu serginin açılmasına nasıl izin verilmiştir, bunu anlamak son derece güç. ya, akademi bu olayı bir provokasyon olarak kullanıp; unutulmuşken yeniden ortaya sürülen ve gelenek dışılığa bir etiket olarak yapıştırılan 'nihilizm'in yayılmasını önlemek zorunda olduğunu hükümete göstermek istemişti ya da, muhtemeldir ki, bürokrasinin yavaş çalışması ve dairelerin birbirlerinden habersizliği yüzünden kimse bu serginin ne anlama geldiğini iş işten geçmeden anlayamamıştı.

sergi açılır ve büyük bir heyecan yaratır; çünkü sergilenen eserler, halkın 20 yıldır görmediği türdendir; daha önemlisi, genç kuşak bu eserleri büyük bir ilgiyle karşılamaktadır. beklenmedik bir kalabalık oluşur ve kuyruklar dolusu insan gelir sergiye. bir iki gün sonra da sergi resmen kapatılır ve sanatçılara eserlerini kremlin'in bitişiğindeki binada toplamaları söylenir. öyle ki, eserlerinin ortaya çıkardığı bütün sorunlar hükümet ve merkez komitesi'nce görüşülsün.

bir yandan tartışma umudu saklayan, öbür yandan da önceden kestirilemeyecek sonuçlarla yüklü bu resmi tepki, sanatçıların gözünde, stalin'in mutlak bağnazlığına oranla küçümsenemeyecek bir ilerleyiştir. bir başka gerçekse, o güne değin sanat politikasında resmen hiçbir değişiklik yapılmadığıdır. işte bundan ötürü kimse, görünüşteki bu yeni hoşgörünün nereye varacağını söyleyememekte, ne derece ciddi yargılara uğratılacağını da kestirememektedir. kendilerini beklenmedik tehlikeler, belki de olmadık fırsatlar beklemekteydi. her şey kruşçev'in şahsen nereye kadar ikna olacağına bağlıdır. kişilik bilmecesi, gene etmenlerin en can alıcısıdır.

bilyutin, sanatçılara çok aşırı sayılabilecek eserleri almamalarını, daha geleneksel olanları götürmelerini önerir. neizvestny buna kimsenin kanmayacağını, ayrıca eserlerinin varlığını resmen kabul ettirmek için ellerine geçen bu fırsatı mutlaka kullanmaları gerektiğini ileri sürerek karşı çıkar.

sanatçılar sonunda, eserlerinin hepsini kremlin'in yanındaki binada sergilerler. aralarından birkaçı bütün gece çalışmıştır. başlarlar beklemeye. bina güvenlik kuvvetleriyle çevrilmiş, galeri aranmış, camlar ve perdeler sıkıca örtülmüştür.

derken içeriye, aşağı yukarı 70 kişilik bir heyet girer. kruşçev'in merdiven başında görünmesiyle bağırması bir olur: "köpek boku! pislik! rezalet! nerede bunun sorumlusu? elebaşı kim?"

bir adam öne çıkar.

"kimsin sen?"

duyulmayacak kadar alçak bir sesle adam, "bilyutin" der.

"kim?" diye haykırır kruşçev.

hükümet üyelerinden biri, "asıl elebaşı o değil, biz onu istemiyoruz, işte asıl elebaşı" der ve neizvestny'yi gösterir.

kruşçev yeniden bağırmaya başlamıştır; ama bu kez neizvestny de bağırmaktadır:

"hükümetin ve parti'nin başı olabilirsiniz; ama burada, benim eserlerimin önünde değil. burada baş benim ve sizinle eşit iki kişi gibi tartışacağız."

neizvestny'nin bu cevabı, oradaki arkadaşlarının çoğunluğuna, kruşçev'in hiddetinden kat kat tehlikeli gelir.

kruşçev'in yanındaki bakanlardan biri, "sen kiminle konuştuğunun farkında mısın? karşında başbakan var. seni uranyum madenlerine yollayalım da gör" der.

güvenlik kuvvetlerinden iki adam bir anda neizvestny'yi kollarından kavrayıverirler. neizvestny, bakana aldırmadan, doğrudan kruşçev'e hitap eder. ikisi de aşağı yukarı eş boyda, tıknaz adamlardır.

"kendisini her an öldürebilecek bir adam var karşınızda. tehditleriniz bana vız gelir."

söylenişteki kesinlik, sözlerin inandırıcı olmasını sağlamıştır. neizvestny'yi yakalamalarını söyleyen bakanın bir işaretiyle, iki adam kollarını çözerler.

kollarının bırakıldığını hissedince neizvestny ağır ağır arkasını döner ve eserlerine doğru yürümeye başlar. bir an için herkes olduğu yerde donakalır. neizvestny, hayatında ikinci kez yok olmakla burun buruna geldiğini hisseder. kulaklarını dikmiş, tetiktedir. en sonunda, arkasında birinin ağır ağır nefes aldığını duyar. kruşçev peşi sıra gelmektedir.

iki adam, önlerindeki eserler hakkında, çoğu kez yüksek perdeden tartışmaya koyulurlar. yeniden başbakanın etrafını saranlar tarafından sözü sık sık kesilir neizvestny'nin.

polis şefi:

"şu üstündeki cekete bak, bitnik kıyafeti bu."

neizvestny:

"bütün gece burada bu sergiyi hazırlamak için çalıştım. adamlarınız bu sabah bana temiz bir gömlek getirmiş olan karımı içeri sokmadılar. emeğe değer veren bir toplumda böyle sözler etmekten utanmalısınız."

neizvestny, sanatçı arkadaşlarının eserlerinden söz edince, homoseksüellikle suçlanır. buna da gene doğrudan kruşçev'e dönerek cevap verir:

"böyle meselelerde, nikita sergeyeviç, insanın kendi lehine tanıklık etmesi pek yakışık almaz. ama gene de, isterseniz bana şu anda şurada bir kız bulun, size göstereyim."

kruşçev güler. neizvestny'nin kendisine bundan sonraki bir karşı çıkışında ansızın sorar:

"bronzu nereden buluyorsun?"

neizvestny:

"çalıyorum."

bir bakan:

"karaborsa falan, bir sürü kanunsuz işlere bulaşmıştır o."

neizvestny:

"bir hükümet yetkilisinden gelen çok ciddi suçlamalar bunlar. hemen etraflı bir soruşturma yapılmasını istiyorum. bu araştırmanın sonuçları bir yana, şimdi şunu söylemek isterim ki, anlatıldığı biçimde çalmıyorum. kullandıklarım hurda malzemelerdir. ama çalışmamı sürdürebilmemin tek yolu, bu malzemeyi yasa dışı yollarla ele geçirmektir."

iki adam arasındaki konuşmanın gerginliği gittikçe azalmaktadır; konu da, oradaki eserlere özgü olmaktan yavaş yavaş uzaklaşır.

kruşçev:

"stalin devrindeki sanat için ne düşünüyorsun?"

neizvestny:

"kokuşmuş bir sanattı. ve o tür sanatçılar sizi aldatmaya devam ediyorlar."

kruşçev:

"stalin'in kullandığı yöntemler yanlıştı, sanatın kendisi değil."

neizvestny:

"birer marksist olarak nasıl böyle düşünebiliriz, anlamıyorum. stalin'in kullandığı yöntemler kişiyi putlaştırmaktan başka bir şeye yaramamıştı; bu da izin verdiği sanatın özü durumuna gelmişti. dolayısıyla, sanatın kendisi de kokuşmuştu."

bu minvalde bir saat sürer konuşmaları. salonun içi son derece sıcaktır. herkes ayakta durmak zorunda kalmıştır. gerilim yüksektir. bir iki kişi bayılmıştır. buna rağmen, kimse kruşçev'in sözünü kesememektedir. bu ikili konuşma ancak neizvestny kanalıyla sona erebilecektir. kulağının dibinde hükümetten birinin, "artık toparlansanız" dediğini duyar. neizvestny kendine söyleneni yaparak kruşçev'e elini uzatır ve artık konuşmaya son vermenin iyi olacağını söyler.

heyet, merdivenlerin üst başındaki kapıya yönelir. kruşçev döner ve şöyle der:

"hoşuma giden adamlardansın. ama senin içinde bir melek var, bir de şeytan. melek kazanırsa seninle anlaşabiliriz; şeytan kazanacak olursa seni yok ederiz."

gorky sokağı'nın köşesine varmadan tutuklanmasını bekleyerek çıkar binadan neizvestny. tutuklanmaz ama.

bu olaydan sonra neizvestny'nin istediği soruşturma açılır. bakan suçlamasını geri alır ve neizvestny'nin namuslu bir adam olmadığına delil sayılabilecek ciddi hiçbir olayın bulunmadığını açıklar. soruşturma, deli olup olmadığını anlamak amacıyla neizvestny'nin muayene edilmesini de kapsar.

bu muayeneden önce, fakat kremlin'in yakınlarındaki karşılaşmadan sonra, aralarında başka konuşmalar da geçer ve bir seferinde kruşçev, neizvestny'e devlet baskısına bu kadar uzun süre nasıl dayanabildiğini sorar.

neizvestny:

"bazı bakteriler vardır, küçücük, yumuşacıktırlar; ama bir su aygırının boynuzlarını eritebilecek yoğunluktaki tuz eriğinde bile yaşayabilirler."

doktorlar, kruşçev'e neizvestny'nin deli olmadığını bildirirler.