29.04.2017

uzun lafın kısası

alper canıgüz: kimse bir yalan olduğu fikrine inanmak istemez. ama öyledirler. herkes koca bir yalandır.

charles bukowski: her kılı özenle kesilmiş bıyığı olan birine asla güvenme.

jane austen: insanların karşısındakinden en çok şey bekledikleri ve kendi kendilerine karşı en az dürüst oldukları alışveriş evliliktir.

sylvia plath: bir milyon yıllık evrim; ve hâlâ hayvandan farkımız yok.

walter benjamin: her medeniyet belgesi, aynı zamanda bir barbarlık belgesidir.

louis lavelle: en güzel şeyler hava, gök, ışık ve yaşam gibi en yaygın şeylerdir. ve ruhun içinde de en saf sevinçleri bize verenler en yaygın şeylerdir.

oğuz atay: sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor.

mary wollstonecraft: bilgi olmadan ahlak da olamaz. cehalet, erdemi içine koyamayacağınız kadar dayanıksız bir kaptır.

robert musil: aşk yoktur artık; yalnızca cinsellik ve arkadaşlık vardır.

walker percy: bu yeryüzünde aynı kadının başka bir erkeğe bir zamanlar sana baktığı gibi baktığını görmek kadar büyük bir acı yok.

aleksandr herzen: gericiler tarafından kutsanmaktansa devrimle yok olmak çok daha iyidir.

voltaire: bu dünyayı, tıpkı dünyaya geldiğimizde onu bulduğumuz gibi, aptal ve kötü bir biçimde terk edeceğiz.

28.04.2017

eve dönüş şarkısı

jodi picoult

mükemmel şeyler uzun sürmez.

zekanın en büyük göstergesi, etrafınızı sizden daha bilgili insanlarla doldurabilmektir.

geçmiş sadece geleceğin sıçrama tahtasıdır.

bazen bir yabancıyla konuşmak daha kolay olur. sorun şu ki, kalbinizi açıp birisinin görmesini sağladığınızda, o kişi sizin için artık isimsiz biri değildir.

müzeye soktuğunuz takdirde her şey -pisuvar veya karton kutu bile- sanat olabilir.

her hayatın bir albümü vardır. müzik belleğin dilidir. dinlediğimiz müzik kim olduğumuzu tanımlamayabilir. ama başlamak için iyi bir yerdir. metal grupların slow parçalarını dinleyen bir adama güven olmaz.

birini sevdiğin zaman hoşuna gitmeyen yanlarını görmüyorsun.

insanları asla sandığımız kadar iyi tanımayız ve buna kendimiz de dahildir. bir sabah eşcinsel olarak uyanabileceğinize inanmıyorum. ama bir sabah uyanıp hayatınızı içinde belirli bir kişi olmadan sürdüremeyeceğinizi anlayabileceğinizden artık eminim.

söz

füruğ ferruhzad


söz iki cismin cılız birleşmesinden değildir
ve kucaklaşmasından eski bir defterin yapraklarında
söz benim mutlu saçlarımdadır
senin öpüşünün yanık gelincikleriyle
ve çalmadaki tenlerimizin içtenliğinden
ve çıplaklığımızın parıltısındandır
sudaki balıkların pullarına benzeyen
söz, bir şarkının gümüşsü yaşamındandır
sabahları küçük fıskiyenin söylediği

27.04.2017

lavinia: aşk şiirleri

özdemir asaf


sana güzel diyorlar
sakın olma

ama ben en çok şeyi
en kısa zamanda sana söyledim
yalnız sana

beni öyle bir yalana inandır ki
ömrümce sürsün doğruluğu

her seven
sevilenin boy aynasıdır
sevmek
sevilenin o aynaya bakmasıdır

kim o, deme boşuna
benim, ben
öyle bir ben ki gelen kapına
baştan başa sen

ölünceye kadar seni bekleyecekmiş
sersem
ben seni beklerken ölmem ki
beklersem

gelmem dediğime bakma
eğer geliyorsam
eğer gideceksem
bırakma

bir seviyi anlamak
bir yaşam harcamaktır

sen bana bakma
ben senin baktığın yönde olurum

benim söylemek için çırpındığım gecelerde
siz yoktunuz

ben kendimi
sensizliğe alıştırıyorum
sen de kendini
bensizliğe alıştır diye

26.04.2017

aşk: karanlık kıtası dünyanın

ingeborg bachmann


kara hükümdar gösteriyor yırtıcı hayvan tırnaklarını
on solgun mehtabı yörüngeye kovalıyor
ve buyruklar yağdırıyor büyük tropik yağmurlara
dünya, sana öteki kutbundan bakıyor

denizleri aşıp, altın ve fildişi sahillerine
varıyorsun, kara hükümdarın ağzına kadar
ama orada, hep diz çökmüş kalıyorsun
bir nedeni yok seni bırakmasının da, seçmesinin de

ve buyruklar yağdırıyor büyük öğlen dönencesine
hava, yeşilin rengi ve mavi camlar parçalanıyor
güneş haşlıyor balığı sığ sularda
ve manda sürüsünün etrafında otlar tutuşuyor

öteki aleme gidiyor körleşmiş kervanlar
ve hükümdar, çölde kamçısıyla kum fırtınaları estiriyor
istediği, seni görmek, ayaklarında yalazlarla
tenindeki kırbaç izlerinden kırmızı kum akıyor

o ise postuyla ve alacasıyla, senin yanında
yakalayıp, ağını üzerine atıyor
beline sarmaşıklar dolanıyor
yağlı eğreltiotları ise boynunun çevresinde

inlemeler ve haykırışlar yükseliyor ormanın her yanından
hükümdar fetişi kaldırıyor. sözü yitiriyorsun
kapkara davullara vuruyor yumuşak tahtalar
sen, büyülenmişçesine kendi ölüm yerine bakıyorsun

bak, ceylanlar uçmakta havalarda
hurma sürüsü yarı yolda kalıyor
her şey tabu: topraklar, yemişler, akarsular
krom kaplı bir yılan dolanmış koluna

hükümdar bırakıyor elinden alametlerini
takın mercanları, bırak kendini ışıklı bir çılgınlığa
sen alabilirsin krallığın elinden kralını
sen, kendin de bir esrar, bak onun esrarına

bütün sınırlar çöküyor ekvator boyunca
panter, aşk odasında yalnız başına kalıyor
ölümün vadisini aşarak geliyor bu yana
ve pençesi, göğün eteklerine değiyor

24.04.2017

sefiller

victor hugo

akıllı insan azla yetinerek yaşar. şatafatlı hayattan hoşlanmam. sırmalı, işlemeli elbiseler giymedim hiçbir zaman. kötü şekillenmiş ruhlara bıraktım bu sahte parıltıları.

en önde gelen adalet vicdandır.

bilgisizlere elinizden geldiği kadar çok şey öğretiniz. parasız öğrenim vermediği için toplum suçludur; yarattığı karanlığın sorumlusu odur. bir ruh eğer karanlıkla doluysa, günah orada işini görür. suçlu, günah işleyen değil, karanlığı yaratandır.

insan kalbinde boşluğa yer yoktur.

sizden kendisini barındırmanızı isteyen kişiye adını sormayınız. asıl adından sıkılan kişidir sığınağa muhtaç olan.

tahliye, kurtuluş değildir. hapishaneden çıkılır ama mahkumiyetten çıkılmaz.

masumiyet kendi kendisinin tacıdır. masumiyetin soyluluk unvanına ihtiyacı yoktur. paçavralar içindeyken de ipek şallar içindeyken olduğu kadar vakurdur.

gülmek güneştir, insanın yüzünden kışı kovar.

ilerlemenin haşinliklerine devrim denir. devrimler sona erdiği zaman farkına varılır ki, insanlık tartaklanmış ama yol almıştır.

kaderin tüketilebileceğini, herhangi bir şeyin dibine dokunulabileceğini sanmak hatadır.

hayatımızın esrarlı mermer kitlesini biz istediğimiz kadar en güzel şekli vererek yontmaya çalışalım, kaderin siyah damarı mutlaka bir yerden kendini gösterir.

rota

francis bacon

övgü erdemin yansımasıdır.

insani kaygıların bir sınırı olmalıdır.

insanların adetleri dış kıyafetlerine benzemelidir; aşırı muntazam veya vücudunu sıkan bir biçimde değil, aksine onu rahatlatan ve serbestçe hareket edebilmesini sağlayan bir ölçüde olmalıdır.

şüpheler kralları tiranlığa, kocaları kıskançlığa, bilgeleri de ruhsal bocalamalara ve melankoliye sürükler. 

bağışlamak asillere özgüdür.

mutluluğun getirdiği başlıca değer ılımlılıkken, mutsuzluğunki ahlakta erdemden daha kahramansı görünen yiğitliktir.

erdem değerli bir taş gibidir, en iyisi de süssüz halidir.

bulacağın doktorun, işinde ün yapmış biri olmasından ziyade, senin vücudunu iyi tanıyan biri olması gerektiğini unutma.

yeni doğmuş yavruların görünüşleri nasıl biçimsizse, zamanın doğurduğu yenilikler de öyledir.

zaman her bir şeyi geride hiçbir iz bırakmadan, hissettirmeden, sessizce yeniler.

hedefin kendisi doğru ayarlanmamışsa, rota doğru bir şekilde izlenemez.

her şey başladığı gibi devam etmek zorundadır.

23.04.2017

kelimeler.. kelimeler

özdemir asaf


yarıda kalmış aşkların hesapları içinde
denizlere açıldı içimizden biri
niçin gittiğini söylemeden
doyulmamış arzularla doluydu yelkenleri
yıpranmış kelimelerin verdiği güvenden
bulacak sanıyordu yenilikleri
her an bir yeni su vardı
her yeni suda bir yeni an
deniz, dalgalarıyla gösteriyordu dışından
yaşananla düşünülenler arasındaki farkı
bitmiyordu köpüklerle renkler
bir başka damlada, bir başka ışıkta başlamadan
gözlerin önünde bir oyun, ardında bir oyun
dışında ne varsa yeni, ne varsa gerçek
yeni manzaralarla gelen yeni duygular
hani, eski kelimelerle olmasa
insanın ömrünce devam edecek
gözlerin önünde bir oyun, ardında bir oyun
anladı, ölmekle yaşamanın birleştiği noktada
yeni rüzgarlarla esen yeni korkulara
yeniliklerini bağışlamayan kelimelerin
nasıl düşman sığınaklar halinde direndiğini
anladı, bütün olmuşlarla olanların
ve bütün olacakların
o kelimelerin içinde
kendisine varmadan eskidiğini

22.04.2017

downton abbey

kaybedecek bir şeyin olmayınca cömert olmak kolaydır.

seni sevmeyen birini sevmek her zaman üzücüdür.

hayat sürprizlerle doludur. 

hepimizin oynayacak farklı kısımları var ve bunları oynamamıza izin verilmeli. 

boş beklentiyle yaşamaktan kötüsü yoktur.

sadece bir aptal yenildiğini anlamaz.

politikacılar, kaçınılmaz değişimleri çoğu kez tanımazlar.

öyle ya da böyle, herkes dünyaevine hikayenin yarısı gizli olarak girer. 

her şeyi yapmanın birden fazla yolu vardır. 

bir aylık bir skandalı önlemek için hayat boyu sürecek bir ıstıraba katlanılmaz.

herkes ikinci bir şansı hak eder.

mutsuzsan ve elinde mutlu olmak için bir şansın varken bunu kullanmıyorsan savaş sana hiçbir şey öğretmemiş demektir.

21.04.2017

din

yuval noah harari

hristiyanlık ve müslümanlık yenilerek unutulmuş olsaydı bugün belki de hepimiz daha iyi bir dünyada yaşıyor olacaktık.

voltaire tanrı hakkında, "tanrı yoktur ama bunu sakın hizmetkârıma söylemeyin, yoksa geceleyin beni boğazlar." demiştir. hammurabi aynısını hiyerarşi ilkesi hakkında, thomas jefferson da insan hakları için söylerdi. homo sapiens'in doğal hakları yoktur. tıpkı örümcekler, sırtlanlar ve şempanzelerin doğal hakları olmadığı gibi. ama bunu hizmetkârlarımıza söylememeliyiz; yoksa geceleyin bizi öldürürler.

bugün çoğunlukla ayrımcılık, anlaşmazlık ve nifak kaynağı olarak görülen din, insanlığı para ve imparatorluklarla birlikte en iyi birleştiren üçüncü şey olarak sayılabilir. tüm toplumsal düzenler ve hiyerarşiler hayali olduğundan kırılgandır ve toplum büyüdükçe kırılganlık artar. dinin kritik önemdeki tarihsel rolü, bu kırılgan yapılara adeta insanüstü bir meşruiyet vermesidir. dinler, yasalarımızın insanların kaprisi değil, mutlak ve üstün bir otorite tarafından buyurulmuş emirler olduğunu söylerler. bu da en azından bazı temel yasaların eleştiriden muaf olmasını sağlayarak toplumsal istikrarı sağlar.

romalıların uzun süre boyunca hoşgörü göstermeyi reddettiği tek tanrı hristiyanların tanrısıydı. roma imparatorluğu hristiyanlardan inançlarını ve ritüellerini bırakmalarını istemedi ama imparatorluğun koruyucu tanrılarına ve imparatorun ilahiliğine saygı duymalarını bekledi. bu bir siyasi sadakat meselesi olarak görülüyordu. hristiyanlar bunu şiddetle reddederek tüm uzlaşma çabalarını sonuçsuz bıraktıklarında, romalılar da siyasi olarak huzur bozucu gördükleri bu gruba zulmettiler. gene de bunu bile tüm güçlerini kullanarak yapmadılar. 

isa'nın çarmıha gerilmesinden konstantin'in hristiyan olmasına kadar geçen üç yüzyılda roma imparatorları hristiyanlara sadece dört kez saldırı düzenledi. hatta bazı yerel yöneticilerin kışkırtmasıyla meydana gelen hristiyanlık karşıtı şiddet olaylarının kurbanlarının sayısının birkaç binden fazla olmadığını görürüz. buna karşın, daha sonraki 1500 yılda hristiyanlar bu sevgi ve şefkat dininin farklı yorumları yüzünden milyonlarca başka hristiyanı öldürmüştü.

katolikler ve protestanlar arasındaki din savaşları avrupa'yı özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda kasıp kavurmuştu. bu savaşlara katılanların hepsi isa'nın ilahi özelliğini, sevgi ve şefkat hakikatini kabul ediyor ama bunları yaşama biçiminde anlaşamıyorlardı.

protestanlar, tanrının oğlunun insan bedeninde dünya geldiğini, insanlık için çarmıhta canını feda ettiğini, böylece kurtuluşun ve ölümsüzlüğün yolunu açarak kendisine inanan ve bu inancı yaşayan herkese de cennetin kapılarını açtığına inanırlar. katolikler bu inancı yeterli bulmazlar; cennete girmek için inananların kiliseye gitmeleri ve sevap işlemeleri de gerektiğini düşünürler. protestanlar reddettikleri bu inancın tanrı'nın büyüklüğünü ve sevgisini aşağıladığını ileri sürerler.

bu ilahiyat tartışmaları 16. ve 17. yüzyıllarda o kadar şiddetlendi ki katolikler ve protestanlar birbirlerini kitleler halinde yok ettiler. ağustos 1572'de fransız katolikleri, fransız protestanlarına saldırdı. st. bartholomew günü katliamı olarak bilinen bu saldırıda yirmi dört saatten az bir sürede yaklaşık 10 bin protestan katledildi. papa fransa'da olup bitenin haberini aldığında o kadar mutlu olmuştu ki, bu durumu kutlamak için özel ayinler düzenledi. hatta giorgio vasari'yi vatikan'ın odalarından birini katliamı betimleyen fresklerle donatması için görevlendirdi. bu yirmi dört saat içinde, koca roma imparatorluğu tarihinde öldürülenden çok daha fazla sayıda hristiyan, yine hristiyanlar tarafından öldürüldü.

tektanrıcılığın yükselişi düalizmi tam olarak ortadan kaldırmadı. yahudi, hristiyan ve müslüman tektanrıcılar pek çok düalist inanç ve pratiği benimsedi, ayrıca bugün "tektanrıcılık" olarak adlandırdığımız sistemin bazı en temel fikirleri aslında köken ve anlayış olarak düalisttir. sayısız hristiyan, müslüman ve yahudi kuvvetli bir kötü güce inanır. bu kötü güç bağımsız hareket eder, iyi tanrı'ya karşı mücadele eder ve tanrı'nın izni olmadan ortalığı karıştırarak her şeyi altüst eder.

bir kadının portresi

henry james

başkalarının öldüğünü görmek kadar bize yaşadığımızı duyumsatan bir şey yoktur.

kızların çoğu korkunç cahildir.

hepimiz birbirimizin kuzeniyiz; bu bizi durdursaydı insan ırkının sonu gelirdi.

bir ingilizin en doğal hali dilini tuttuğu zamandır.

insanı saflaştırmak için büyük bir tutku gibisi yoktur.

altı ay sonra iyi bir yanıt almak bugün kötü bir yanıt almaktan iyidir.

birleşmek için en olağan temel yanlış anlamadır.

horatius: en iyiler bile yanlış yapar.

en güzel yaratılışlı insanlar hep zor zamanlarda parlar.

aşık olduğun bir genç hanımla evlenmek, yanlış ilkelere göre bekar kalmaktan daha doğaldır.

düşlediklerini yapabilenlere zengin derim ben.

herkes bir iz taşır; en sağlam demir kaplarda bile bir yerde küçük bir bere, küçük bir delik bulunur.

başarı, insanın gençlik düşlerinin gerçekleşmesidir.

ne kadar çok bilirseniz o kadar mutsuz olursunuz.

bir kız için, beğendiği bir kişiyle evlenmekten daha yüksek bir şey yoktur.

kadınlar bizi kurtaracak, içlerinden en iyileri. iyi bir kadının gözüne girip evlenin. yaşamınız çok daha ilginçleşir.

20.04.2017

din

h.l. mencken: tanrı yeteneksizlerin, çaresizlerin ve perişanların ezeli sığınağıdır. onun kollarında sadece bir sığınak değil, yumuşamış egolarını okşayan bir üstünlük duygusu da bulurlar; o kendilerini diğerlerinden üstün kılacaktır.

george orwell: kişinin tanrı ve insan arasında bir seçim yapması gerekir ve tüm radikaller ve ilericiler, en yumuşak liberalden en aşırı anarşiste varıncaya dek, seçimlerini insandan yana kullanmışlardır.

seneca: halk, dinin gerçekleri yansıttığını düşünürken, bilgeler bunun bir yalan, yöneticiler ise yararlı bir araç olduğunu söylerler.

william w. reade: eğer gerçekten bir yargı günü olsaydı, parmaklıkların önünde duran insan bir suçlu değil, davacı konumunda olurdu.

george bernard shaw: şehit düşmek, hiçbir yeteneği olmayan insanların ünlü olmalarının tek yoludur.

george h. smith: tanrı madde değildir, yokluk da öyledir. tanrı sınırsızdır, yokluk da öyledir. tanrı görünmezdir, yokluk da öyledir. tanrı tanımlanamaz, yokluk da öyledir.

19.04.2017

üç buçuk öykü

patrick süskind

küçük insanlar yangından kaçar gibi kaçabilirler sözlerimden, onların hoşuna gidecek şeyler söylemek zorunda değilim.

genç ve yetenekli bir insanın sanat sahnesinde kendine yer edinebilmek için mücadele edecek gücü bulamadığına tanık olmak, geride kalanlar için her seferinde sarsıcı bir izlenimdir.

dünya, acımasızca kapanan bir midye kabuğudur.

arkadaşları onun için kaygılanıyordu. "onunla ilgilenmeliyiz," diyorlardı, "bir bunalım geçiriyor. ya insani bir bunalım bu, ya sanatsal ya da parasal. eğer birinci seçenek doğruysa hiçbir şey yapılamaz. ikincisi doğruysa bunu kendisi aşacak. üçüncüsü doğruysa onun adına para toplayabiliriz; ama bu da herhalde onun için onur kırıcı olur."

bilmemek bir ayıp değildir, çoğu kimse mutluluk olarak görür onu. gerçekten de, bu dünyadaki tek olası mutluluk bilmezliktir.

insanın umut olmazsa yaşayamayacağı söylenir. ama yaşamıyor zaten, ölüyor insan.

18.04.2017

emil cioran

sarp erk ulaş

cioran, felsefece düşünmenin tarihinde "doğmuş olmanın sakıncası"nı en iyi dillendiren, varoluşçu nihilizmin rakipsiz ve bir o kadar da acımasız savunucusu rumen düşünür ve ahlakçıdır.

fransızca kaleme aldığı ilk yapıtı olan çürümenin kitabı'nda cioran, pek çoğumuzun yaşamlarımızı sorunsuz kılacağını öngördüğümüz her şeyin üstünde bulunan bir kesinlik arayışıyla bu yaşamları boş yere geçirdiğimizi belirterek, yaşamın hiçbir anlamı olmadığını, dolayısıyla da bu tür bir kesinlik alanına ulaşmanın söz konusu olmadığını üstüne basa basa haykırmaktadır.

cioran'a göre yaşamın herhangi bir anlamı olmadığını, hiçbir şeyin de ona anlam katamayacağını bilmek ya da bu farkındalığa ulaşmak bir insanın yaşamı boyunca başına gelebilecek en anlamlı şeydir. cioran uygarlıkların, felsefelerin, dinlerin, kültürlerin tarihinde doğruluk adına ortaya çıkmış ne varsa, hepsinin de bu kaçınılmaz gerçeğin üstünü örtmekten, dikkatimizi bu gerçekten başka yönlere çekmekten başka bir amaç gütmediklerine parmak basmaktadır.

schopenhauer'a atfen cioran, varoluşumuzun hasta, utanç verici ve lanetlenmiş olduğunun farkındalığından hiçbir zaman kurtulamayacağımızı, bunun bize verdiği azap duygusundan kaçamayacağımızı vurgular: "hiçbir koşulda nirvana yoktur." bizim o araştırma delisi, sorgulayıcı zihinlerimiz bize ne rahat verir ne de huzur; bu yaşamın bize sunup sunabileceği tek şey, kokuşmuş bir yüzeysellik ile yanılsamalarla dolu, elimize yüzümüze bulaştırmaya yazgılı olduğumuz bir kaçış olanağıdır.

camus'ya atfen cioran, kendimize boş yere işkence etmemizin anlamsızlığını dile getirerek, hepimizin zaman yitirmeksizin yaşamın saçmalığıyla en tutarlı ilişkiye geçme biçimi olan intiharla yüzleşmemiz gerektiğini savunmaktadır. yaşamlarımızın saçmalığıyla başa çıkmanın biricik tutarlı yolu olarak intihar etmemiz aslında kaçınılmazdır. oysaki biz aptalca bir biçimde bu saçmalığın üstünü örtmeyi yeğleriz: yadsıyarak, unutarak, kaçarak, görmezden gelerek.

sartre'a atfen cioran, özgürlüğün bizi zehirlemesini, bizde yarattığı esrimeyi ya da sarhoşluğu yalnızca uğursuz yazgımızın bir ürpertisi olarak değerlendirir. her yaşamın doğum ile ölüm arasında vuku bulan yararsız bir uyarıcı olduğunu dillendirerek yaşamın anlamsızlığını ve boşluğunu bize tanıtlamaya çalışır. cioran sorgulayıcı bir zihnin er ya da geç, öyle ya da böyle insanı huzura çıkaracağı beklentisinin hiçbir temeli olmadığını kesinleyip altını oyduktan sonra, ancak sığ dünyalarda yanılsamalar içinde yaşayanların kendilerine acı vermeden yaşayabilir olduklarının altını koyultarak çizmektedir.

cioran tam bir dizge düşmanıdır; dizgecilik karşıtlığının en uç adlarından biridir. aristoteles, thomas aquinas ve hegel'i düşünce tarihinin gelmiş geçmiş en büyük zorbaları olarak ilan eder. öte yandan tıpkı kendi gibi özdeyişlerle, kesik kesik "çekiçle felsefe yapan" lichtenberg, schopenhauer, kierkegaard ve nietzsche adlarını ve tüm "lanetlenmiş" yazarları saygıyla anar. çağımızın bu 'uyumaz' adamı, 'uykusuzluğun tanrısı' umutsuzluk ile intihar düşüncesinden beslenen özgün bir metafizik kurmuştur kendisine.

cioran'ın düşüncesinde "hınç" kavramının ayrı bir yeri ve önemi vardır. gerek felsefenin gerekse sanatın güdüleyicisinin, itici gücünün hınç olduğunu vurgular; bunların üstesinden hınçsız gelinemeyeceğini savunur. cioran'ın kendi hıncından en büyük payı ise tanrı alır. koyu dindar bir aileden gelen cioran'ın tanrı'yla hesaplaşması yaşamının sonuna dek sürmüştür. elindeki tüm olanaklara karşın bizi böylesine yetersiz, eksik ve anlamsız yaratmasından ötürü tanrı'ya olan kızgınlığı hiç dinmeyecektir. üstelik tanrı tüm bunlar yetmiyormuş gibi başımıza bir de hiçbir insanın kaçamayacağı saltıklık arayışını musallat etmiştir.

cioran işte tam da bu noktada sesini yükselterek insanın, özellikle de uygar insanın yazgısının düğümlenişinden söz açar; insan yaşamının trajik boyutu da burada aralanır ve bir daha asla kapanmaz. insan yetersiz, eksik ve anlamdan yoksun olduğunu bilmesine karşın kendisine anlam katmak adına tam ve yetkin olmaya çalışan bir ahmak; alttan alta kötülük için yanıp tutuştuğunu duyumsamasına karşın kendisinin "iyilik" için yaratıldığını, en azından iyiye doğru yol alması gerektiğini düşünen bir ikiyüzlü; hiçbir koşulda özgürlüğe ulaşamayacağını bile bile -hemen her zaman altında ezildiği ve ezilmeye yazgılı olduğu- bir "saltık özgürlük"tür tutturmuş giden bir şaşkın; olmaktalığının ya da yaşamaktalığının biricik ereğinin güçsüzlük istenci olduğunu göremeyip kendisini ayakta tutacağını sandığı güç istencine sarılan bir çaresizdir. nitekim filozofun yaşam karşısındaki umarsızlığını dillendirdiği bir özdeyişinde de şöyle der: "dünyayla tutuştuğu kavgada filozof hemen her zaman bir sıska, bir raşitiktir; biyolojik bakımdan düşüklüğünü duyumsadığı ve bunun acısını çektiği ölçüde sertleşir."

cioran'a göre bir insanın başına gelebilecek en kötü şey doğmuş olmaktır; gerisiyse boştur. bir kez doğduktan sonra ölüme doğru yol alıyor olmamızın hiçbir önemi yoktur. insan, doğduğu andan itibaren her şeyini yitirmiştir. yaşamaksa sonucu belli olan bir savaşı sürdürmekten, yenilgiye yazgılı olduğumuz bir karmaşanın içinde bulunmaktan ibarettir.

tanrı'ya karşı tüm serzenişlerine karşın tanrı yine de onu ödüllendirdi: cioran yaşamının sonlarına doğru "hastalıkların en güzeli" alzheimer'a yakalandı ve içini kemiren her şeyi unuttu. yaşamı boyunca peşinden koştuğu güçsüzlük istencine artık kavuşmuş gibiydi.

insanlığın çürüyüşünün ve dünyanın kokuşmuşluğunun tarihçisi; yaşamda tutunacak dalı olmayanların, yersiz yurtsuzların sözcüsü, 20. yüzyılın önde gelen "insandankaçan"ı, "insansevmez"i, "tanrıkovucu"su cioran'ın başlıca yapıtları şunlardır: çürümenin kitabı, umutsuzluğun doruklarında, aldanışlar kitabı, gözyaşları ve azizler, düşüncelerin alaca karanlığı, mağlupların kitabı, hüzün kıyasları/burukluk, var olma eğilimi, tarih ve ütopya, zamanda düşüş, kötü tanrı, doğmuş olmanın sakıncası, gerici düşünce üzerine bir deneme, işkence, hayranlık duyma alıştırmaları, itiraflar ve aforozlar..

16.04.2017

küçük yerlerin ruhu

george sand

küçük yerlerin ruhunu bilirsiniz şüphesiz, dünyanın en kötücül topluluklarıdır bunlar. buralarda iyi insanların değeri hiçbir zaman bilinmez, zeki insanlar doğuştan halk düşmanıdır. budala ya da görgüsüz bir adama ilgi gösterirseniz herkes onun başına üşüşür. biriyle kavga etseniz, bir gösteri izler gibi izlemeye gelir, bahse girer, görme ve duyma konusunda açgözlülüklerinden dibinize kadar sokulurlar. düşeni çamura bulayacak, lanetleyeceklerdir. her zaman, hata yapan zayıf kabul edilir. ön yargılar, eziklikler, hatalarla savaşırsanız, onlara kişisel olarak hakaret etmiş, en değerli varlıklarına saldırmış sayılır, ondan sonra kalleş ve tehlikeli kabul edilirsiniz. adını bile bilmediğiniz insanlar tarafından mahkemelerde tazminat ödemeye çağrılacak, karşınızdakileri dürüst olmayan insanları kastetmiş olduğunuza ikna etmek zorunda bırakılacaksınızdır. ne diyeyim? bu insanlardan biriyle karşılaştığınızda, gün batımı vakti, insanın gölgesi otuz ayak öteye uzandığında bile gölgesine basmaktan kaçının. bütün bu alan o küçük adama aittir ve ayağınızın ucuyla dokunmaya bile hakkınız yoktur. onun soluduğu havayı soluyarak bile hata eder, sağlığınızdan olursunuz. onun çeşmesinden su içerseniz, kurutursunuz. onun köyünde ticaret yaparsanız, satın aldığı mallarla sizi şereflendirmiş sayılır. ona tütün ikram ederseniz, zehirlemişsinizdir. kızını güzel bulursanız, baştan çıkarmak istiyorsunuz demektir. karısının aslında sahip olmadığı erdemleri överseniz, bu durum yüreğinizin derinliklerinde cehaletini aşağıladığınız, soğuk bir ironi yaptığınız anlamına gelir. onun evindeyken iltifatta bulunma gafletine düşerseniz, sözünüzü anlamayacak ve her yerde ona hakaret ettiğinizden söz edecektir. evlerinizi alın ve koruların derinliklerine, ıssız diyarların ortalarına taşıyın. bu küçük yer insanları yalnızca orada rahat bırakacaktır sizi.

merdiven

ahmet haşim


ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak

sular sarardı.. yüzün perde perde solmakta
kızıl havaları seyret ki akşam olmakta

eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller
durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
sular mı yandı? neden tunca benziyor mermer

bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta
kızıl havaları seyret ki akşam olmakta

15.04.2017

hüzün ve serseri

charles baudelaire


agathe, uçtuğu var mı ruhunun ara sıra
büyülü, mavi, derin ve ışıl ışıl yanan
bambaşka denizlere, bambaşka semalara
şu kahrolası şehrin simsiyah havasından
agathe, uçtuğu var mı ruhunun ara sıra

deniz, tek tesellisi günlük ıstırapların
acaba hangi şeytan veya hangi mucize
her ulvi çalkanışta muazzam bir rüzgarın
arzuyla uğuldayan denizi verdi bize
deniz, tek tesellisi günlük ıstırapların

hey trenler, vapurlar beni buradan götürün
ne var gözyaşlarından çamurlar yoğuracak
ara sıra der mi ki agathe'nin ruhu, üzgün
"nedametten, azaptan ve ıstıraptan uzak
hey trenler, vapurlar beni buradan götürün"

ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet
ey, sadece sevincin, aşkın ürperdiği yer
ey her ruhun içinde boğulduğu saf şehvet
ey bir ömür boyunca gönül verilen şeyler
ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet

ah o yeşil cenneti, çocuksu sevdaların
o koşuşlar, demetler, o şarkılar, buseler
inildeyen kemanlar üzerinde dağların
akşam, korkuluklarda şarap dolu kaseler
ah o yeşil cenneti, çocuksu sevdaların

o bilinmez zevklerin yüzdüğü masum belde
çok daha uzakta mı yoksa çin'den, maçin'den
beyhude bir arzu mu inildeyen dillerde
canlanan bir hayal mi billur sesler içinden
o bilinmez zevklerin yüzdüğü masum belde

sen ne zaman büyüdün

hasan hüseyin korkmazgil


eski duvar diplerinde karanlık sular
ay vurmuş gölgelenmiş kuytular
canım oğul, güzel yiğit
al gel kanlı gömleğini
sana nasıl kıydılar!

ben bu yürek yarasını bir gece elbistan'da duymuştum
bir külüstür mapusane zindanların en kötüsü
gözlerinin moru vurmuş ak mendillere
bir kelepçe sabahı ki türkülerin en acısı
ben bu yürek yarasını bir gece elbistan'da duymuştum

akşamlar bir karakuş gibi sağılıp inerdi tenha yollara
yıldızlar dut kokardı, iğdeler ay kokardı
öflez ışıkları yol boylarında osmanlı karakolların
tilkiler üşüşünce akşam yıldızıyla bağlara
kelepçemin karasına bir ak güvercin
nazlı nazlı, canım yiğit, süzüm süzüm, canım oğul gelip konardı
ben bu yürek yarasını bir gece elbistan'da duymuştum

ekmek yedim su içtim, ben nasıl yadsıyayım
nurhak dağlarının hemencecik eteğinde o yerde
toprak kına gibidir, etlidir, damarlıdır
sanırsın balla yoğrulmuştur kehribar üzümleri
kütükleri hititlerden, kan gütmesi osmanlıdan
ekmek yedim su içtim, ben nasıl yadsıyayım
taze peynir gibi taze, sarı yabangülü selam
ya nasıl yadsıyayım o ishaklı selvilerde ayışığını
ya bu kanlı gömleği ben kime giydireyim
ben bu yürek yarasını bir gece elbistan'da duymuştum

sen ne zaman büyüdün de ne zaman kaptırdın gönlünü o nurhaklara
sen daha bebek bebek, sen daha baba baba
canım oğul, o kıraç topraklarımın yabangülü yiğidim
sen ne zaman büyüdün de düştün yollara
yolunu mavi kargalardan toylardan sorar oldun
hala duruyor mu telefon tellerinde o mavi kargaları maraş topraklarının
o karamuk çalıları, o çobandöşekleri, o müslüman kayalar
beni sordun mu gözüm, o kanlı toprakların menekşeli sabahlarından
çıkınımda kara zeytin bile yok
kara alman kelepçesi bileklerimde
ben bu yürek yarasını bir gece elbistan'da duymuştum

bileklerim, canım oğul, yeni yeni başladı sızlamaya
sen büyüdün de demek, düştün demek o damar damar kınalı topraklara
tüketmişim yirmi yılı, canım yiğit, bir salkım üzüm gibi
ay vurmuş gölgelenmiş kuytular
canım oğul, güzel yiğit
al gel kanlı gömleğini
sana nasıl kıydılar!

ben bu yürek yarasını bir gece elbistan'da duymuştum

tribnia krallığı

jonathan swift

tribnia krallığı'nda, yerlilerin deyimiyle langden'de yaşayanların çoğu, bakanların ve yardımcılarının emir ve yönetimi altında çalışan birçok uşak ve astlarıyla beraber, kaşif, tanık, jurnalci, suçlayıcı, davacı, itirafçı ve yalan yere yemin edenlerden oluşan bir sürü insandan oluşuyordu. bu krallıkta entrikalar genellikle derin politik güçleri ortaya çıkarmak, hasta düşmüş yönetime yeni bir can kazandırmak, genel memnuniyetsizlikleri bastırmak ya da insanları oyalamak, para cezalarıyla keselerini doldurmak, kendi özel çıkarlarına en uygun düşecek şekilde halktaki genel güven duygusunu yok etmek ya da artırmak isteyen kişilerin işidir. öncelikle kendi aralarında, kimleri bir entrika çevirmekle suçlayacaklarına oturup karar verirler. sonra, bu kişilerin bütün mektup ve diğer yazılarını ele geçirerek, seçtikleri bu kişileri zincire götürmek için en etkili düzenlemelere başvururlar. bu yazılar sözcüklerin, hecelerin ve harflerin neyi simgelediklerini deşifre etmekte çok usta olan bir grup sanatçıya iletilir. bunlar da, örneğin koltuğun özel meclisi temsil ettiğini, kaz sürüsünün senatoyu, topal itin işgalcileri, vebanın daimi paralı orduyu, şahinin başbakanı, gut hastalığının başrahibi, darağacının devlet bakanını, oturağın asilzadeler meclisini, kalburun saray hanımefendisini, süpürgenin ihtilali, fare kapanının memuriyeti, dipsiz kuyunun hazineyi, batakhanenin sarayı, çıngıraklı soytarı kukuletası ve zillerin gözdeyi, kefesi bozuk terazinin mahkemeyi, boş bir fıçının generali, kapanmaz bir yaranın yönetimi simgelediğini bulup ortaya çıkarmaya çalışırlar. bu yöntem işe yaramadığı takdirde, bilginler kendi aralarında akrostiş ve anagram dedikleri daha etkili iki farklı yönteme başvururlar. ilkinde, tüm baş harflerin bir siyasi anlamı olduğunu ortaya koymaya çalışırlar. böylece n suikastı, b süvari alayını, l de denizde donanmayı simgeleyecektir. ikincisinde ise, şüpheli bir yazıdaki harflerin yerleri değiştirilerek, memnuniyetsiz bir grubun en derin planlarını dahi su yüzüne çıkarabilirler. örneğin, bir arkadaşıma yazdığım mektupta, "our brother tom has just got the piles" desem, bu sanatta ustalaşmış biri, bu cümleyi oluşturan harflerin, şu sözcüklere nasıl dönüştüğünü de ortaya çıkarabilir: "resist, -a plot is brought home- the tour." işte buna da anagramatik yöntem denilmektedir.

14.04.2017

cezmi or kupası

ülkü tamer

bir ilkbahar günü inönü stadı'ndayız. adı o kadar değişti ki, inönü müydü, dolmabahçe miydi, mithatpaşa mıydı, şimdi hatırlamıyorum. 50'lerin hemen sonunda ya da 60'ların hemen başında bir beşiktaş maçı olduğunu biliyorum. maç beşiktaş maçı olunca mutlaka kemal özer'le gitmişizdir. o gün kemal'le miydik, doğrusu onu da çıkaramıyorum. ama belleğimde pırıl pırıl kalan bir anısı var maçın.

devre arasında eski açık tribünün altındaki dev kapı açıldı. herkes "ne oluyor?" diye birbirine sorarken hoparlörden yanıt geldi:

"sayın seyirciler, bugün ünlü atletimiz cezmi or'un ölüm yıl dönümü. sporcumuzun anısına bir koşu düzenlenmiştir. bebek'te başlayan koşu biraz sonra stadımızda sona erecektir."

aradan iki dakika geçti geçmedi, bir atlet göründü kapıda. alkışlar arasında piste girdi. arkasında 20-25 atlet daha.. koşu bitti. cezmi or kupası'nı kazanan atlete ödülü verildi. ikinci, üçüncü de madalyasını aldı. hepsi yine alkışlar arasında soyunma odasına gitti. takımlar sahaya çıktı. maçın ikinci yarısı başladı.

bitime on dakika kadar kala, stadın kapısında daha öncekilerden yaşlı bir atlet belirdi. piste girdi o da. maç oynanırken koşmayı sürdürdü.

kısa bir sessizlik oldu tribünlerde. şaşkınlık atlatılınca yuhalar yükseldi. millet ağzına geleni söylüyordu bağıra bağıra. burada yazabileceğim en hafif küfür iki sıra önümüzdeki palabıyıklı adamın savurduğu "ulan inek!"ti. bunu izleyen cümleyi hiç unutmadım: "kuruçeşme'de otlamaya mı daldın da geciktin?"

yaşlıca atlet, yuhalar arasında kapalı tribünün, şimdiki yeni açık tribünün önünden geçti; numaralının önüne gelince hoparlörden o tanıdık ses yükseldi yine:

"sayın seyirciler.. biraz önce stadımıza giren atlet, cezmi or'un kardeşidir. bu koşuya ağabeyinin anısına katılmıştır."

yuhalar yerini alkışlara bıraktı bir anda. gökyüzünü "yaşa!" çığlıkları sardı.

palabıyıklı, baba recep'in frikiğini seyretmeyi bırakmış, sesinin olanca gücüyle bağırıyordu şimdi:

"ağır ol.. acele etme.. yavaş yavaş.. yaşşşaaa, aslanım!"

kinyas ve kayra

hakan günday

herkesin kendine göre bir şeyi var.

ne yapmak istediğini bilememek kadar acı verici bir şey daha yoktur.

kadın suratını boyar; çünkü suratı kendisine değil, güzelliğini takdir edecek olan erkeğe aittir. kimse kendi yarattığı bir boku boyamaz.

en kötü kabus bile iyidir hayatın kendisinden.

"kitaplarımı asla okumam. ilgilendirmiyorlar beni. edebiyata büyük bir yeteneğim var ama ona inanmıyorum." (louis-ferdinand celine)

üçüncü dünya ülkelerinde rütbe yoktur. tanrı ve kulları vardır.

resmi kurumlar tanımlayamadıkları her şeyden korkarlar. eğer herhangi bir devlet, karşısına çıkan canlı hakkında bir bilgi kırıntısına sahip değilse deliye döner. kendini tecavüze uğramış gibi hisseder. otorite sadece bilinenler üzerinde kurulduğu için, tanınmayanlar doğal düşmanlardır.

yeterli miktarda komisyonla banka şubelerine yaptırılmayacak iş yoktur dünyada.

hiçbir yere ait olmayanları iyi tanırım. her yere aitmiş gibi davranırlar.

bitkilerin hayatının insanlarınkinden çok daha ilginç olduğuna eminim. en azından onlarda karakter denilen işe yaramaz bölüm yoktur. dolayısıyla birbirlerinden nefret etmek için de bir neden bulamıyorlar.