31.07.2019

iktidar

jack london

"ben din konusunda tartışmaya girecek kadar güzel konuşmasını bilmiyorum," diye söze başladı dr. hammerfield ve sonra, alçak gönüllü ve kararsız bir tavırla duraksadı. "devam et" diye üstelediler. dr. hammerfield, "bizler gerçeğin herhangi bir insanda da olabileceğine inanırız; yeter ki düşünceleri içten olsun." dedi.

"öyleyse içtenliği gerçekten ayırt edebiliyorsunuz?" dedi ernest gülerek.

dr. hammerfield ne diyeceğini şaşırdı bir an, cevap vermeye çabaladı: "en iyilerimiz bile yanılabilir genç adam, en iyilerimiz bile."

"pekâlâ, öyleyse." diye cevap verdi ernest, "hepinizin yanıldığını söyleyerek söze başlamama izin verin. işçi sınıfı hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz, hatta bu konuda en ufak bir bilginiz bile yok. sizin sosyolojiniz, düşünme yönteminiz gibi hatalı ve değersiz."

"sizler metafizikçisiniz. metafiziği kullanarak her şeyi kanıtlayabilirsiniz. bu böyle olunca, her metafizikçi başka metafizikçilerin düşüncelerinin yanlış olduğunu kanıtlayabilir, huzur içinde bağdaş kurup oturabilir. sizler düşünce dünyasının anarşistlerisiniz. ve sizler dünyaya çılgınca yön veriyorsunuz. her biriniz kendi yarattığınız dünyada, kendi hayal ve isteklerinizin yarattığı bir dünyada yaşıyor, içinde yaşadığınız gerçek dünyayı bilmiyorsunuz. sizin düşüncenizin gerçek dünyadaki yeri, zihinsel sapıklıktan başka bir şey değil.

bu masada oturmuş sizin konuşmalarınızı dinlerken bana neyi hatırlattınız, biliyor musunuz? bir iğnenin ucunda kaç tane meleğin dans edebileceği biçimindeki alabildiğine heyecan verici bir konuyu, büyük bir ciddiyetle ve bilgelikle tartışan orta çağ skolastiklerini. işte, sayın baylarım, sizler yirminci yüzyılın düşünce hayatından on bin yıl önce ilkel bir ormanda büyü yaparak insanları tedavi eden kızılderili sihirbaz doktorlar kadar uzaksınız."

ernest konuşurken gerçekten öfkeli bir hali vardı. yüzü ışıl ışıl, gözleri çakmak çakmaktı, öfke parıltısı bir yanıp bir sönüyor, çenesi ve ağzı öfkeyle geriliyordu. ama bu, onun sonradan alışacağım kendine özgü davranışlarından sadece biriydi. her zaman insanları heyecanlandırırdı. öfkesinin mükemmel, balyoz gibi inen tavrı her zaman dinleyenlerin kendilerini unutmasını sağlardı. bu masadakiler de şimdi kendilerini unutuyorlardı. piskopos morehouse öne doğru eğilmiş, dikkatle dinliyordu. dr. hammerfield'ın yüzü, sıkıntı ve öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. diğerleri de öfkelenmişti; ama birkaçı sözümona bıyık altından, üstünlük taslayan bir şekilde gülüyordu. bana gelince, bu durumu çok eğlenceli buluyordum. babama baktım, içimize sokmaktan suçlu olduğu bu insandan yapılma bombanın yaptığı etkiden keyiflenmişti, kahkahalarla gülecek diye korkuyordum. 

"kullandığınız terimler oldukça belirsiz." diye sözünü kesti ernest'in dr. hammerfield. "bize metafizikçiler diyerek tam olarak neyi anlatmak istediğinizi açıklayabilir misiniz?"

"size 'metafizikçiler' diyorum; çünkü metafizik bir yolla akıl yürütüyorsunuz." diye devam etti ernest. "akıl yürütme yönteminiz bilimin tam karşıtı. vardığınız sonuçların hiçbir geçerliliği yok. soyutta her şeyi kanıtlayabilirsiniz, ama yine de hiçbir şeyi kanıtlamış olmazsınız. aynı düşünceye varan iki kişi çıkmaz aranızdan. her biriniz evreni ve kendinizi açıklamak için kendi bilinç sınırlarınızın içine kapanıp kalıyorsunuz. insanın, bilinci bilinçle açıklamaya çalışması, çizmesinin konçlarından kendini çekerek havalandırmaya çalışmasına benzer."

"anlamıyorum." dedi piskopos morehouse. "bana öyle geliyor ki, aklın yarattığı her şey metafizikseldir. bütün bilimlerin en doğrusu ve en inandırıcısı olan matematik bile tamamen metafizikseldir. bilimsel bir akıl yürütmenin her bir düşüncesi metafiziktir. kuşkusuz bu konuda bana katılıyorsunuzdur, öyle değil mi?"

"söylediğiniz gibi, anlamıyorsunuz," diye karşılık verdi ernest. "metafizikçi, kalkış noktası olarak kendi öznelliğini temel alıp tümdengelim yoluyla akıl yürütür. bilim adamı ise deneylerin sonuçlarını kendine temel alarak, tümevarım yoluyla akıl yürütür. metafizikçi kuramdan gerçeklere ulaşır, bilim adamı gerçeklerden kurama ulaşır. metafizikçi evreni kendine göre açıklar, bilim adamı evrene göre kendini açıklar."

"tanrı'ya şükür ki bilim adamı değiliz." diye mırıldandı, kendini beğenmiş bir şekilde dr. hammerfield.

"nesiniz öyleyse?" diye sordu ernest.

"filozofuz."

"işte şimdi yaş tahtaya bastınız." diye güldü ernest. "siz gerçek ve sağlam topraktan ayrılıp uçan makine yerine bir sözcükle gökyüzüne yükseliyorsunuz. lütfen yeryüzüne inin ve bana felsefe sözcüğüyle tam olarak neyi anlatmak istediğinizi söyleyin bakalım."

"felsefe, (dr. hammerfield lafın burasında durup gırtlağını temizledi) öyle bir şeydir ki, yalnızca ruh ve yaratılış yönünden filozof olanların anlayabileceği bir tanımı vardır. deney tüplerine burunlarını sokmuş, dar kafalı bilim adamları felsefeyi anlayamaz." 

ernest, bu saldırıyı duymazdan geldi; ama rakibine karşı hemen saldırıya geçmek onun âdetiydi. bu defa, saf yürekli bir kardeşlik taşıyan yüzü ve ses tonuyla yine konuşmaya başladı:

"öyleyse size yapacağım felsefe tanımını mutlaka anlayacaksınız. ama başlamadan önce, sözlerimde yanlış bir şey bulduğunuzda müdahale etmenizi ya da bir metafizikçi gibi suskun dinlemenizi rica edeceğim. felsefe, bütün bilimler içinde kapsamı en geniş olanıdır. felsefenin akıl yürütme yöntemi de herhangi bir bilimin yöntemi gibidir; yani bütün bilimlerin yararlandığı akıl yürütme yöntemi. aynı akıl yürütme yöntemiyle felsefe, bütün bilim dallarını büyük bir bilim olarak bir araya toplar. spencer'in dediği gibi, herhangi bir bilim dalının verileri, parçaları birleştirilmiş bilgilerdir. felsefe, bütün bu bilim dallarından elde edilen bilgileri birleştirir. felsefe, bilimlerin bilimidir, ana bilimdir de diyebiliriz, isterseniz. nasıl buluyorsunuz bu tanımımı?"

"çok saygıdeğer bir tanım, fena sayılmaz." diye mırıldandı dr. hammerfield. ama ernest acımasızdı. "unutmayın ki" diye uyardı, "benim bu tanımım metafiziği inkâr eden bir tanımlamadır. şimdi benim tanımımda bir boşluk bulmazsanız, bundan böyle metafizik tartışmalarına girme hakkınızı kaybediyorsunuz demektir. ömür boyu bu boşluğu aramakla geçirmek ve onu bulacağınız ana kadar da metafiziksel bir suskunluk içinde beklemek zorundasınız."

ernest bekledi. sessizlik uzadı, dayanılmaz bir hal aldı. dr. hammerfield bozulmuş, aynı zamanda da şaşırmış, ernest'in balyoz gibi inen saldırısı onu afallatmıştı. böyle sade ve doğrudan tartışma yöntemlerine alışkın değildi. masada oturanlara yalvaran gözlerle baktı, ama kimse onun yerine cevap vermeye yanaşmıyordu. bu sırada babamın, peçetesini yüzüne bastırıp gülmemek için kendini tuttuğunu gördüm.

"metafizikçileri saf dışı etmenin başka bir yolu daha vardır." dedi ernest, dr. hammerfield'ın tamamen yenik düştüğünü gördükten sonra. "bu da onları kendi eserleriyle yargılamaktır. onlar, şu insanlık için havada hayaller yaratmaktan, kendi gölgelerini tanrı sanmaktan başka ne yapmışlardır? insanları güldürüp eğlendirme konusunda epey katkıları olmuştur, kabul ediyorum; ama insanlık için yararlı sayılabilecek ne yapmışlardır? yüreğin duyguların merkezi olduğuna dair felsefe yaparlarken, bu sözcüğü yanlış kullandıysam beni hoşgörün, bilim adamları yüreğin kan dolaşımının merkezi olduğunu keşfetmişlerdi. onlar açlık ve vebayı tanrı'nın afetleri olarak ilan ederken bilim adamları tahıl ambarlan kuruyor ve şehirlerde lağım kanalları açıyorlardı. onlar kafalarında keyiflerine göre tanrılar yaratırken bilim adamları yollar ve köprüler yapıyorlardı. onlar dünyayı evrenin merkezi olarak tanımlıyorlardı; öte yandan bilim adamları amerika'yı keşfediyor, yıldızları ve bu yıldızlan yöneten yasaları bulabilmek için uzay araştırmaları yapıyorlardı.

kısacası, metafizikçiler insanlık için hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şey yapmamışlar; bilimin ilerleyişi karşısında, adım adım geri çekilmek zorunda kalmışlardır. bilimsel açıdan kanıtlanan olaylar, onların öznel açıklamalarını yıkar yıkmaz, bu kanıtlanmış olayların tanımını da içine alan ve daha geniş bir alana yayılan, yeni öznel açıklamalar yumurtlamaya başlamışlardır. işte, yüzyıllar da geçse bütün bu işleri sürdürmekten hiç vazgeçmeyeceklerini düşünüyorum.

baylar, bir metafizikçi sihirbaz bir büyücüdür. sizin, balina yağı ile beslediği kürkten bir tanrı yapan eskimoyla aranızdaki fark, yalnızca aynı düşünceye birkaç bin yıl arayla sahip olmaktan ibarettir. bu kadar."

"yine de aristo mantığı avrupa'yı on iki yüzyıl boyu yönetmiştir." dedi dr. ballingford böbürlenerek. "ve aristo bir metafizikçiydi."

dr. ballingford masadakilere şöyle bir göz gezdirdi, söylediklerini onaylayan baş eğmeler ve gülümsemelerle karşılaştı.

"çok zavallı bir örnek seçtiniz." diye karşılık verdi ernest. "insanlık tarihinin en karanlık dönemine değiniyorsunuz. gerçekten de bu dönemi karanlık çağlar diye adlandırıyoruz. bilimin metafizikçiler tarafından ezildiği, fiziğin sadece felsefe taşını aramaya indirgendiği, kimyanın simyaya dönüştüğü, astronominin astroloji olduğu bir dönemdir bu dönem. ne yazık ki, aristo'nun düşüncelerinin egemenliği etkisini böyle göstermiştir."

dr. ballingford'un yüzü bir an sıkkın bir ifade aldı; ama sonra gülümseyerek şöyle dedi: "bu çizdiğiniz korkunç tablonun gerçek olduğunu kabul etsek bile, yine de insanlığı bu karanlık dönemden çıkarıp, daha sonraki yüzyılların aydınlığına götürecek birikimi sağlayanın, metafizik düşüncenin ta kendisi olduğunu itiraf etmeniz gerekir."

"metafiziğin bu dediğiniz şeyle uzaktan yakından bir ilgisi yok." diye karşılık verdi ernest

"ne?" diye bağırdı dr. hammerfield. "o çağlara rastlayan keşif yolculuklarına zemin hazırlayan, bu tür düşünce ve varsayımlar değil miydi yani?"

"ah, sevgili bayım" diye gülümsedi ernest, "ben sizin saf dışı kaldığınızı sanıyordum. henüz benim felsefe tanımımda bir boşluk bulamadınız ve şimdi temelden sarsılmış bir durumdasınız. ama bu metafizikçilerde her zaman görülen bir alışkanlıktır; bu yüzden bağışlıyorum sizi. tekrar ediyorum, hayır, metafiziğin bu ilerlemeyle hiçbir ilgisi yoktur. ekmek ve yağ, ipek ve mücevherat, dolar ve sent, ha aklıma gelmişken söyleyeyim, hindistan'a giden karayollarının ticarete kapanması, işte keşif yolculuklarının nedeni bunlardı.

1453'te istanbul alınınca, türkler hindistan'a giden kervan yollarını kapadı. avrupalı tüccarlar kendilerine yeni bir yol aramak zorunda kaldılar. işte bu keşif yolculuklarının asıl nedeni budur. kristof kolomb, hindistan'a giden yeni bir yol bulmak için denize açıldı. bütün tarih kitapları bunun böyle olduğunu yazar. bu arada tesadüfen dünyanın yaratılışı, doğası, büyüklüğü ve biçimi hakkında yeni bulgular elde edildi ve ptoleme sistemi terk edildi."

dr. hammerfield homurdandı.

"benimle aynı düşüncede değil misiniz?" diye sordu ernest. "öyleyse nerede yanılıyorum?"

"şimdilik görüş açımın doğruluğunda ısrar ediyorum." diye buruk bir ses tonuyla karşılık verdi dr. hammerfield. "bu, şimdi burada, giremeyeceğimiz kadar uzun bir hikâye."

"bir bilim adamı için hiçbir hikâye çok uzun değildir." dedi ernest tatlı tatlı. "işte bu nedenle bilim adamı bir yerlere ulaşır. bu yüzden bilim amerika'yı keşfetmiştir."

bütün geceyi olduğu gibi anlatmayacağım. ernest everhard'ı tanıdığım bu ilk saatlerin her dakikasını, her ayrıntısını hatırlamak benim için büyük bir sevinç kaynağı. büyük bir çarpışma oluyordu, papazların yüz ifadeleri, özellikle ernest, onlara romantik filozoflar, hokkabazlar ve benzeri şeyler dedikçe kıpkırmızı kesiliyor ve kalpleri heyecandan küt küt atıyordu. ernest, onları yeniden gerçeğe çekmek için onların sözlerini ağızlarına tıkamak zorunda kalıyordu. her mat edici hamleden sonra, "gerçek dostum, inkâr edilemez bir gerçek!" diyordu zafer kazanmışçasına. kendini hep gerçeklerle savunuyordu. onları sarsmak için gerçeklerle ayaklarına çelme takıyor, gerçeklerle onlara tuzak kuruyor, gerçeklerin bordasından onlara bombardıman yağdırıyordu.

"siz gerçeğin mihrabına tapınıyorsunuz." diye alay etti onunla dr. hammerfield.

"olgulardan öte tanrı yoktur ve bay everhard da onların peygamberidir." diye araya girdi dr. ballingford.

ernest gülümseyerek onaylayıcı bir işaret yaptı. "ben teksaslı insana benzerim." dedi. diğerleri bu sözün anlamını açıklaması için ısrar edince devam etti. "evet, örneğin missourili biri her zaman, 'inanmam için göster.' der. ama teksaslı, 'inanmam için avucuma koy.' der. bu da onun bir metafizikçi olmadığını gösterir."

kısa bir süre sonra, tam ernest metafizikçi filozofların gerçeğin sınamasından hiçbir zaman geçer notu alamadıklarını ileri sürerken, dr. hammerfield aniden ileri atılarak sordu: "neymiş şu gerçeğin denemesi, genç adam? sizden çok daha akıllı insanların kafalarını çağlar boyu uğraştıran bu şeyin ne olduğunu bize açıklamak lütfünde bulunur musunuz?" 

"elbette" diye cevap verdi ernest. kendisine bu kadar çok güvenmesi, onu dinleyenleri öfkeden kudurtuyordu. "akıllı kafalar gerçeği bulmak için uzun, zahmetli ve sonuçsuz uğraşlara girişmişlerdi; çünkü gerçeği aramak için gökyüzüne uçmuşlardı. ayakları yerden kesilmeyip güzelim toprakta kalsalardı, gerçeği kolayca bulabilirlerdi. evet, bu akıllı adamlar her pratik edimiyle, gerçeğin ta kendisini sınadıklarını ve kendi hayatları üzerinde düşündüklerini göreceklerdi."

"sınama! sınama!" diye tekrarladı sabırsızlıkla dr. hammerfield. "sözlerinizi böyle uzun girizgâhlarda dolaştırmayın. uzun zamandır aradığımızı verin bize, gerçeğin, doğrunun sınanmasının sonuçlarını; onu bize verin de birer tanrı olup çıkalım."

sözlerinde ve bu sözleri söyleyiş biçiminde, masadakilerin birçoğunun gizliden gizliye hoşuna giden ama yalnızca piskopos morehouse'u tedirgin etmişe benzeyen saldırgan ve alaycı bir kuşkuculuk vardı.

"dr. jordan bunu çok anlaşılır bir biçimde açıklamıştır." dedi ernest. "onun gerçeğinin, doğrunun sınanması dediği şuydu: 'işe yarar mı? hayatını koyabilir misin bu işe?'"

(dr. jordan, hristiyanlık çağında, on dokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın başlarında yaşamış ünlü bir eğitimci. stanford üniversitesi'nin rektörüydü. zamanında büyük iyilikler yapmıştı.)

"pöh!" diye sırıttı dr. hammerfield. "piskopos berkeley'i hiç hesaba katmıyorsunuz. ona bugüne kadar henüz doyurucu bir cevap veren çıkmadı."

(berkeley, maddenin varlığını reddeden düşüncesiyle zamanının filozoflarını uzun süre şaşkına çeviren tekçi bir idealist düşünürdü. ama sonunda, bilimin yeni ampirik gerçekleri, filozoflar tarafından genel bir kabul görünce onun bu zekice savı, kendiliğinden yok oldu.)

"metafizikçilerin en asili!" diye güldü ernest. "ama talihsiz bir örnek verdiniz. sonunda, berkeley'in kendisinin de kabul ettiği gibi, metafiziği işlemedi."

dr. hammerfield öfkeliydi, haklı olarak öfkeliydi. sanki ernest'i hırsızlık yaparken ya da yalan söylerken yakalamıştı. "genç adam" diye gürledi, "sizin bu söylediklerinizin değeri yok. bu gece söyledikleriniz saçma ve yersiz. bunlar, hiçbir temeli olmayan, alçakça ve haksız tahminler."

"beni yere vurdunuz." diye mırıldandı ernest alçak gönüllü bir tavırla. "yalnız bana ne ile darbe vurduğunuzu anlayamadım. bunu, bana somut bir biçimde açıklamalısınız doktor." 

"açıklayacağım, açıklayacağım." diye geveledi dr. hammerfield. "nereden biliyorsunuz bunları söyleyin bakalım? piskopos berkeley'in kendi metafiziğinin işe yaramadığını kabul ettiğini bilemezsiniz. kanıtınız yok. onun metafiziği her zaman işe yaramıştır, genç adam."

"berkeley'in metafiziğinin işe yaramadığını kanıtlayacak en somut olay," ernest sözün burasında bir an durdu. oldukça sakindi. "berkeley'in evlere duvarlardan değil de her zaman kapılardan girmesidir. karnını ekmekle, yağla, et kızartmasıyla doyurmasıdır. sakalını keskin bir jiletle tıraş etmesidir."

"ama bunlar günlük olaylar!" diye bağırdı dr. hammerfield. "oysa metafizik, düşüncenin eseridir."

"ve bu olaylar düşünce düzleminde etkili olurlar öyle mi?" diye sordu ernest yumuşak bir ses tonuyla. öteki onaylayan bir şekilde başını salladı.

"öyleyse, sayısız melek, bir iğnenin ucunda dans edebilir -düşüncede elbette." diye devam etti ernest dalgın dalgın. "ve balina yağı ile beslenen kürkten bir tanrı var olabilir -düşüncede elbette. öyle sanıyorum ki doktor, siz de düşüncede yaşıyorsunuz, öyle mi?"

"düşüncem benim krallığımdır." oldu cevap.

"bu, havada yaşadığınızı söylemenin bir başka yolu. ama yemek zamanlarında ya da bir deprem olduğunda yeryüzüne geri döndüğünüzden eminim. yoksa, söyleyin bana doktor, bir deprem sırasında, fani vücudunuzun manevi bir tuğla tarafından yaralanacağından hiç korkmuyor musunuz?"

aynı anda, bilinçsiz bir hareketle, dr. hammerfield elini başına, saçlarının altındaki yara izine götürdü. ernest farkında olmadan can alıcı bir benzetme yapmıştı. dr. hammerfield büyük deprem'de (1906 yılında san francisco'yu harabeye çeviren büyük deprem) üstüne devrilen bir bacanın altında kalarak neredeyse ölecekti. herkes kahkahalarla gülmeye başladı.

"evet?" diye sordu ernest, masadaki kahkahalar kesildiğinde. "karşı savlarınızı bekliyorum." ve ortalığa çöken sessizliğin içinde yeniden sordu: "evet, cevabınız?" sonra da ekledi: "iyiydi ama yeterince iyi değildi savınız."

ama dr. hammerfield geçici olarak tartışma dışı kalmıştı. savaş yeni yönlerde gelişiyordu şimdi. ernest, din adamlarını bütün köşelerde sıkıştırıyordu. işçi sınıfını tanıdıklarını ileri sürdükleri zaman, onlara işçi sınıfı hakkında hiç bilmedikleri temel gerçekleri anımsatıyor ve onları, bu konuda söylediklerini çürütmeye zorluyor, gerçekleri veriyordu, her zaman gerçekleri; onları havadaki yolculuklarından gerisin geriye, yere ve onun gerçeklerine indiriyordu.

şimdi, bu sahne nasıl da canlanıyor gözümün önünde! ernest'in o insana meydan okuyan sesi şimdi bile kulaklarımda. olgular aracılığıyla onları berbat haşlayışı. her bir olgu bir kamçı olmuş, vurup duruyordu onları. acımasızdı. rakiplerinin vermeye hazır oldukları ödünlerle yetinmiyor ve hiçbir konuda uzlaşmaya yanaşmıyordu.

onlara indirdiği o son darbeyi asla unutmayacağım.

"bu akşam, birçok kez farkına varmadan yaptığınız itiraflarınızla ve bilinçsiz sözlerinizle işçi sınıfı hakkında hiçbir şey bilmediğinizi kabullenmek zorunda kaldınız. ama bu yüzden suçlanamazsınız. işçi sınıfını nasıl tanıyabilirsiniz ki? onlarla aynı yerlerde yaşamıyorsunuz. sizler kapitalistlerle aynı çayırda otluyorsunuz. bunun olmaması için bir neden yok. sizlerin cebinizi dolduran, karnınızı doyuran, bu akşam giydiğiniz giysilerle sizi giydiren işte bu kapitalist sınıftır. ve siz de bunlara karşılık, patronlarınızın çok hoşlarına giden ve kurulu toplum düzenine zarar vermeyen, onlar tarafından kabul gören metafizik içerikli vaazlar veriyorsunuz."

bu sözler üzerine masadan bir itiraz uğultusu yükseldi. "ah, yanlış anlamayın; sizin içtenliğinizden hiç kuşkum yok." diye devam etti ernest. "içtensiniz. inandığınız vaazları veriyorsunuz. kapitalist sınıfın gözündeki gücünüz ve değeriniz de buradan geliyor. ama inançlarınızı değiştirirseniz, kurulu düzeni değiştiren inançlara sahip olursanız, vaazlarınız patronlarınız tarafından hoş karşılanmayacak ve hemen işinizden olacaksınız. haklı değil miyim?"

(bu dönemde birçok papaz kabul edilemez doktrinleri vaaz ettikleri için kiliseden atılmıştı. özellikle vaazlarında sosyalizm izi görülenler, hemen işten uzaklaştırılırdı.)

bu defa hiç itiraz eden olmadı. hepsi onaylayıcı bir sessizliğe büründü. bir tek dr. hammerfield bunu kabul etmedi ve şöyle dedi: 

"inançlarının yanlış olduğu görülünce istifaya çağırılıyorlar."

"inançlarının kabul edilemez olduğunu söylemenin bir başka yolu bu söylediğiniz." diye cevap verdi ernest, sonra da devam etti. "işte bu yüzden ben de size diyorum ki, gidin güzel güzel vaazınızı verin, paranızı kazanın ama tanrı aşkına, işçi sınıfını rahat bırakın. siz düşmanların safında yer alıyorsunuz. işçi sınıfıyla ortak hiçbir yanınız yok. başkaları sizler için çalıştığından elleriniz pamuk gibi yumuşak. karınlarınız çok yemekten yağ bağlamış, göbek salmışsınız."

sözün burasında dr. ballingford yüzünü hafifçe buruşturdu ve masadaki herkes onun heybetli göbeğine baktı.

"sizin ruhunuz, kurulu düzenin temel direklerini iyice sağlamlaştıracak düşünce ve öğreti harcıyla dolu. isviçreli muhafızlar (halkı tarafından idam edilen fransa kralı xvı. louis'in kiraladığı yabancı uyruklu saray muhafızları) gibi paragözsünüz (kabul ediyorum, içten paragözlersiniz). size ekmeğinizi ve ücretinizi verenlere sadık kalınız. vaazlarınızı vermeye devam ederek işverenlerinizin çıkarlarını koruyun. ama işçi sınıfına sokulup ona sahte önderlik yapmayın. siz, her iki kampta birden, aynı anda dürüstçe yer alamazsınız. işçi sınıfı şimdiye kadar siz olmadan da yürümüştür yolunda. inanın bana, işçi sınıfı siz olmadan da yoluna devam edecektir. dahası, siz olmadan çok daha iyi yürüyecektir işçi sınıfı.

ortalama insan bencildir. elinin erdiği her şeyi ister. mümkün olan her şeye sahip olmak ister. bencil olmaması gerek; ama böyle domuzca bir ahlak üstüne kurulmuş sosyal düzende yaşadığı sürece bencil olmaya devam edecektir.

yönetiminizde başarısızlığa uğradınız. bir mezbahalar uygarlığı getirdiniz. kör ve oburdunuz. kalktınız -bugün kalktığınız gibi- meclis salonlarında, utanmadan çocukların ve bebelerin emeği olmaksızın kâr yapamayacağınızı haykırdınız. güzel amacınız ve sevgili ahlakınız üzerine gevezeliklerle vicdanınızı uyuttunuz. böylece iktidar ve zenginlik içinde yağ bağladınız. kazandığınız başarılarla sarhoş oldunuz. ama bize karşı şansınız, asalak yaşantılarına son vermek üzere işçi arıların saldırdığı eşek arılarınınkinden çok değildir. toplumu yönetmekte başarısız oldunuz. yönetim yetkisi alınacak elinizden. işçi sınıfının bir buçuk milyonu bulan emekçi yığınları, bütün işçilerle birleşecek ve yönetimi alacak elinizden. bu devrimdir beyler. gücünüz varsa durdurun."

tartışmanın sonunda bay wickson söz aldı. soğukkanlılığını kaybetmeyen tek insan o kalmıştı ve ernest diğerlerine göstermediği bir saygıyla onu dinledi.

"bu suçlamaya cevap vermek gerekmez." dedi bay wickson, yavaş yavaş konuşuyordu. "bütün bu tartışmayı büyük bir şaşkınlık ve tiksintiyle izledim. evet, baylar, benim sınıfımın üyeleri, beni iğrendirdiniz. haylaz, küçük okul çocukları gibi davrandınız. sıradan bir politikacı ağzıyla, bir politikacı ahlakıyla konuştunuz. bu yüzden sapır sapır döküldünüz hepiniz. bir yığın gürültü kopardınız, vızıldamaktan başka bir şey çıkmadı ağzınızdan. bir ayının kuyruğunda uçuşan anlar gibi vızıldadınız. baylar, işte ayı karşınızda (sözün burasında eliyle ernest'i gösterdi) ve sizin vızıltılarınız yalnızca onun kulaklarını gıdıkladı."

"inanın bana, durum çok ciddidir. ayı bu akşam, ilk defa bizi parçalamak için pençelerini uzattı. birleşik devletler'de bir buçuk milyon devrimci olduğunu söyledi. bu bir gerçektir. amaçlarının bizim hükümetimizi, saraylarımızı, görkemli yaşantımızı elimizden almak olduğunu söyledi. bu da bir gerçektir. bir değişiklik, büyük bir değişiklik oluyor toplumda, ama bu değişiklik ayının beklediği değişiklik olmayabilir. ayı bizi parçalayacağını söyledi. ya biz ayıyı parçalarsak?"

büyük salon o homurtularla doldu gene, güvenli başlar sallandı bu kez. suratlar sertleşti. hepsi birer savaşçı kesilmişti.

"ama vızıldamakla parçalayanlayız ayıyı." diye devam etti bay wickson. kayıtsız ve umursamazdı sesi. "ayıyı avlayacağız. sözcüklerle cevap vermeyeceğiz ayıya. cevabımız kurşunlarla olacak. biz iktidardayız. bunu kimse inkâr edemez. bu iktidar aracılığıyla iktidarda kalacağız."

birden yüzünü ernest'e çevirdi. çok dramatik bir andı bu.

"işte size cevabımız: boşuna ağzımızı yoracak değiliz. saraylarımızı, görkemli yaşantımızı yakalamak için, o övündüğünüz güçlü ellerinizi uzattığınızda, size gücün ne olduğunu göstereceğiz. size top sesleriyle, şarapnel patlamalarıyla ve makineli tüfek sesleriyle karşılık vereceğiz. devrimcilerinizi ökçelerimiz altında ezecek ve cesetlerinizin üstünde yürüyeceğiz.

dünya bizimdir, biz onun efendileriyiz ve öyle de kalacağız. emekçi ordusuna gelince, onlar tarih başladığından beri pisliğin içindedir ve ben tarihi doğru okurum. ben, biz ve bizden sonra gelenler, iktidarı ellerinde tuttuğu sürece de pisliğin içinde kalmaya mahkumdur. işte temel sözcüklerin kralı: iktidar. tanrı değil, servet değil, iktidar. diliniz uyuşuncaya kadar tekrarlayın bu sözü: iktidar."