29.11.2010

uzun lafın kısası

muriel barbery: genç bir kadın evini ateşe verdi. neden yaptığı sorulduğunda, "bir duygu hissetmek istemiştim." cevabını verdi.

howard fast: hiç kimseye güvenme, asla hayal kırıklığına düşmezsin.

jostein gaarder: demokrasi, cahil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim biçimine dönüşebilme tehlikesini barındırır.

dragan babic: kızlara ne kadar haşin davranır, onlardan ne kadar çok isterseniz, onlar size o kadar çok verirler.

ece temelkuran: yeryüzündeki her anlaşmazlık kendi endüstrisini yaratır.

maksim gorki: hep yararı dokunsa bile, kendi başına yanılmak başkalarının yanlışlarını yinelemekten daha iyidir.

edip cansever: insanın insana verebileceği en değerli şey yalnızlıktır.

philip roth: dünyanın koşuşturması içinde en az acıyla yaşamanın sırrı, olabildiğince çok insanın sizin aldanışlarınıza katılmasını sağlamaktır.

turgenyev: sövüp saymak için bile olsa, insanın başkalarına ihtiyacı vardır.

adam fawer: tipik bilim adamları içine kapanık insanlardır. gerçek dünyada başarılı olmak için gerekli olan iletişim becerilerinden yoksun olurlar.

edith wharton: birey, hemen her zaman ortak çıkar olarak kabul edilen şeye kurban edilir.

david dickson: bilim ve teknoloji tarafsız değildir, büyük ölçüde iktidara ve sermayeye eklemlenmiştir ve egemen sınıfı güçlendirme işlevi görmektedir.

27.11.2010

öğretmen

rıfat ılgaz

acıçeşme'ye doğru yaklaştıkça düdük sesleri sıklaşmıştı. öyle ya; istanbul'a girmesi düşünülen kötü niyetli kişiler, hep surların dışından gelecek değiller miydi? paraşütlerle, insandan arınmış yerlere atlayacaklar, sonra paraşütlerini toplayıp sur kapılarından dalacaklardı içeri. hemen dönmesi, edirnekapı'ya kadar yolunu uzatmaması gerekirdi bu yüzden.

tam acıçeşme durağında yüzgeri edeceği sırada kulağının dibinde acı bir düdük sesi duydu. kaçıp kaçmamayı düşünürken gözünün bebeğinde bir el fenerinin gece mavisi ışığı parladı. peşinden bomba gibi patlayan bir ses:

"dur!"

bu ses, kaçmayı düşündüğünü sezmişti sanki! ama, artık bir yere kıpırdayamazdı, düşmüştü ağlarına. durduğunu gören kişi, yalın bir soru patlattı:

"kimsin sen?"

"ben.. bir öğretmenim.."

üç çift ayakkabı yerinde sayar gibi, sokuldu kauçuk pabuçlarının burnuna kadar. ilikli polis kaputunun düğmeleriyle, paltosunun eksiksiz düğmeleri yapıştı birbirine. bu yaklaşmada polisçe bir ustalık da yok değildi. burnu ile bir iki kez soluk alıp verişinden içkili olup olmadığını anlamaya çalışıyordu karşısındaki. eh, öğleden beri gırtlağından hiçbir lokma geçmediği halde polise mahçup olmayacak kadar bir anason kokusundan da yoksun değildi. vereceği cevap için çok yararlı olabilirdi bu koku.. sorduğu soruyu biraz daha açmak istiyordu, çenesinin dibindeki yetkili kişi:

"adın?" dedi.

az bulunur bir ad söylemeliydi:

"behzat!" dedi, "behzat altıntaş!"

"nerde öğretmensin?"

"karagümrük ortaokulu'nda!"

behzat altıntaş'ı kolay kolay tanıyamazdı, yoktu böyle bir öğretmen. ondan gayrı ne kadar öğretmen varsa belki tanıyabilirdi, eğer bir ilişkisi varsa okulla. bütün tanıdıkları öğretmenler için çatır çatır yanıtlar yetiştirebilecek bir öğretmen oluvermişti bu anda. dört yılı bu okulda geçmişti çünkü.

"ne öğretmeni?"

ders saati en çok olan türkçe olduğu için, en kalabalık öğretmenler de türkçecilerdi.

"türkçe öğretmeni!" dedi.

ortaokulda polislerin çocuğu bile olsa adı, behzat bey olamazdı. üç türkçe öğretmeni vardı, geride daha.

komiser olduğunu anladığı adam, döndü arkadaşlarına:

"siz tanır mısınız?" diye sordu.

"hayır!" dedi birisi, "ben hilmi bey'i tanırım!"

"haa! hilmi yelkenci. bir de hilmi çağan vardır."

"bizim çocuğun öğretmeni.. hilmi çağan!"

"tanırım, arkadaşımdır. o da benim gibi bu sene geldi."

"evet, izmir'den."

polis yumuşamıştı ama, komiser barut gibiydi:

"peki!" dedi. "ver kimliğini!"

tehlike şimdi başlıyordu işte! sıkıyönetim bölgesinde, gündüzleri bile kimlik taşımak, sorunca da göstermek zorunluluğu vardı. hele öğretmen olduğuna da inandırdıktan sonra.. bir aydın olarak herkesten önce yerine getirmesi gerekirdi bu sıkıyönetim buyrultusunu.

"yok!" dedi, "yok üzerimde!"

"nerde?"

"ceketimin cebinde!"

"ceketin nerde?"

paltosunun düğmelerini çözdü birden:

"bakın!" dedi. "ceketim yok!"

büsbütün merakı artmıştı komiserin:

"bu soğukta, böyle ceketsiz.." diye geveledi.

"söylemeye utanırım efendim!" dedi. "ceketsiz çıkmak zorunda kaldım, bulunduğum evden.."

"hangi evmiş bu?"

"hoşgörünüze sığınarak söylüyorum komiser bey! konuğu olduğum kadının evinde kaldı."

bir an düşündü komiser:

"ama bir öğretmen.."

hemen sözünü kesti mustafa.

"bekar bir öğretmen.. gündüzden çağrılmıştım. kötü bir sürprizle karşılaşacağımı hiç kestirememiştim. kimbilir belki de oyuna getirdiler beni!"

durdu, düşündü komiser:

"olur böyle şeyler.." dedi. "nelerle karşılaşıyoruz bütün gün. peki, basri bey, al götür bunu karakola! hüviyetini ispat edince salıverirsiniz!"

kurtuldum derken, tam tehlikenin göbeğine düşüyordu. karakola bir girdim mi çıkamam bir daha diye düşünüyordu. komiser:

"haydi!" dedi. "güle güle!"

"sağ olun! iyi geceler!"

orta yaşlı bir polisti onu götüren.

komiser gerilerde kalınca:

"ikinci yılı benim oğlanın!" dedi. "ne yapacağım bu haylazla bilmem! okusun, adam olsun diyorum, kulak astığı yok. bu yıl da kalacağa benziyor haylaz!"

karakola ayak basmadan ne yapılacaksa yapmalıydı:

"türkçesi nasıl?" dedi. "iki ders yerine geçer türkçe sınıf geçerken."

"o da kırık!" dedi. "üç üç!"

"hımmm!" dedi sevinerek. "sekiz numaraya bakar en azdan."

"bütün yıl üçten fazlasını alamayan, nasıl alacak bu sekiz numarayı?"

"çalışırsa neden almasın? şurda daha iki ay var, nisan mayıs.."

"kurtarır mı dersiniz?"

"neden kurtarmasın.. daha çok dilbilgisine önem verir, bizim hilmi çağan.. dilbilgisi, okuma yazma gibi değildir, sıkarsa kendini bir ayda toplarlar. hele biraz da gösteren olursa.."

hemen bu işi, mustafa üzerine alabilirdi ama, bu öneriyi yaparsa, ne pahasına olursa olsun, kendisini kurtarmak isteyen bir suçlu durumuna düşerdi. böyle bir suçluyu, çocuğunu geçirme pahasına da olsa salıvermezdi bir memurcuk.

tam şemsi'nin fırınının önünden geçiyorlardı.

"bir dakika!" dedi mustafa. "benim kim olduğumu ispat için bir tanık mı gerekiyor? şurda bir fırıncı var!"

"şemsi efendi, şemsi yıldırım! bizde oğlu da var!"

koskoca bir fırın sahibi bu saatte fırında kalıp da hamur yoğuracak değildi ya! polisi çekip götürdü fırına doğru. kepenkleri indirmişler, içerde çalışıyorlardı. sıcak bir somun kokusu sızıyordu dışarı. kapısını yumruklamaya başlamıştı mustafa. çok geçmeden de çuvallara sarınmış bir işçi kapıyı açtı. saçı başı un içindeydi.

"içerde mi şemsi efendi?" diye sordu mustafa.

ekmekçi polisi görünce ürkmüştü. içerde bile olsa "evet!" diyeceğe benzemiyordu:

"yok!" dedi. "akşamdan bir uğradı gitti!"

döndü polise mustafa:

"isterseniz gidip uyandırabiliriz, evi nah şurda!" dedi.

söylediğine de pişman olmamış değildi. mustafa için her şeyi yapardı ama adını sordukları zaman durup dururken "behzat altıntaş" da diyemezdi ya! nerden bilecekti onun kendisine yeni bir ad taktığını?

polis, dostça elinden tutup çekti:

"istemez behzat bey!" dedi. "anlaşıldı!" yan yana yürüyorlardı:

"bütün mesele, sizin buralı oluşunuz.. dışarıdan gelmemiş oluşunuz yani.. kimliğiniz yanınızda olsaydı, hiç gerek kalmayacaktı bunlara; ama olmuş bir kere.. bundan sonra hiç ayırmazsınız yanınızdan kimliğinizi!"

"önce ceketimi yanımdan ayırmamaya çalışacağın!" dedi gülerek. "kimliğimi taşımam için böyle yapmam gerekiyor, ilk önce!"

o da gülüyordu:

"öyle!" dedi.

sıcağı sıcağına almalıydı işi üzerine:

"siz çocuğun türkçesini hiç merak etmeyin! verin bana adını numarasını!"

kağıda kaleme sarılmak için elini paltosunun iç cebine atmıştı, dalgınlığa getirerek. toparlandı birden, ceketinin cebinde olması gerekirdi elbet:

"siz yazın da verin!" dedi. "adını, numarasını, bir de sınıfını!"

şak diye dolmakalemini çekti, küçük bir defter çıkardı iç cebinden. elindeki fenerini alıp çevirdi üzerine:

"yazın!" dedi mustafa. "ben feneri tutayım da."

işini bitirip de kağıdı ona uzatırken:

"ben hilmi bey'le görüşürüm ayrıca!" dedi.

birden toparlandı:

"hayır!" dedi. "hiç gereği yok, gelip görmenin.. hilmi bey'i darıltırız sonra!"

"haklısınız!"

"ben konuşurum hilmi bey'le" dedi mustafa.

polis, karakola sapan yolun başında durdu birden:

"gidebilirsiniz behzat bey!" eğer sizi kıracak bir durum olduysa özür dileriz!"

"rica ederim!"

"emir var komutanlıktan.. geç vakit kimi görürsek, kimlik gösterse bile tutup karakola götürüyoruz, kusura bakmayın!"

"teşekkürler!"

"iyi geceler!"

25.11.2010

oz

basit bir öpücük bir silahtan daha öldürücü olabilir.

kim olduğum veya ne yaptığım için özür dileyecek değilim. işlerin daha iyi olmasını ister miydim? tabii. görkemli bir malikanede doğmuş olmayı ister miydim? tabii. ama umut etmiyorum ve hayal kurmuyorum. bu dünyanın bokluğuna giriyorum, gerçekleri görüyorum ve en iyisini yapıyorum. bana gerçekleri anlatmana gerek yok.

vince lombardi demiş ki, galibiyet her şey değildir, tek şeydir. ama lombardi'nin galibiyetten daha yüksek tuttuğu tek şey karakterdi. esasında karakter olmadan galibiyet olmaz.

hayat  güllük gülistanlık değildir. ama yine de, hangimiz güllük gülistanlık bir yerde yatmak ister ki? asla dinlenemezsiniz. uykunuzda her döndüğünüzde başka bir diken batar.

kendinizi tek başınıza bulduğunuzda, günün sonunda yatak sizin en iyi arkadaşınız olur. şilte yamru yumru olabilir, yayları bozulmuş olabilir, yatağın kendisi döküntü bir otelde ya da oz'da olabilir. ama yatak sizi çağırır. sizi rahatlatır, siz uyuyana  kadar size beşik olur. ve yanınızda doğru kişiyle yatacak kadar şanslıysanız, ertesi sabah yataktan çıkmanız için hiçbir neden yoktur.

herkes oz'dan kaçmak ister. tabii gerçek şu ki, kaçış yoktur. sıvıştığınızı varsayalım, sonra sürekli ve sürekli kaçmanız gerekir. kaçarak geçen bir yaşam, yaşam değildir. en iyisi kıpırdamadan dur, gerçekle yüzleş, elinde olanlarla uğraş ve en iyisini yap. bir adamın değeri nerede yaşadığı değildir; ama nasıl yaşadığıdır, ne kadar iyi yaptığıdır. elinden gelenin en iyisini yap.

sadizm ve mazoşizm

erich fromm

sembiyotik birliğin pasif türü boyun eğmedir, klinik adıyla mazoşizm. mazoşist kişi, kendini, onu yönlendiren, yöneten, koruyan, sanki onun yaşamı ve oksijeni olan bir insanın parçası yaparak, dayanılmaz olan yalıtım ve ayrılık duygularından kaçar. kişinin boyun eğdiği, gözünde büyüttüğü güç tanrı da olabilir, başka bir insan da; o her şeydir, bense onun parçası olmak dışında hiçbir şeyim. bir parça olarak büyüklüğün, gücün, güvenliğin bir parçasıyım.

mazoşist kişi kararlar almak, riske atılmak zorunda değildir, asla yalnız kalmaz; ama bağımsız da değildir, bütünlüğü yoktur, tam doğmuş bir insan değildir. dini bağlamda tapınma nesnesine put denir; mazoşistçe bir sevgi ilişkisinin dünyevi bağlamında temel mekanizma, yani puta tapınma mekanizması aynıdır. mazoşistçe ilişki fiziksel, cinsel arzuyla sulanmış olabilir; bu durumda bu, kişinin sadece ruhuyla değil, bedeniyle de katıldığı bir boyun eğme olur. kadere, hastalığa, ritmik müziğe, uyuşturucuların yarattığı veya hipnotik trans altında yaşanan esrikçe duruma mazoşistçe boyun eğilebilir; bütün bu olaylarda kişi kendi bütünlüğünden vazgeçer, kendini kendi dışındaki birisinin veya bir şeyin aracına dönüştürür; üretken etkinlik yoluyla yaşama sorununu çözmek zorunda kalmaz.

sembiyotik ilişkinin aktif biçimi egemen olmadır, klinik adıyla sadizm. sadist kişi, başka bir insanı kendisinin bir parçasına dönüştürerek kendi tutsaklık duygusundan ve yalnızlığından kaçmak ister. ona tapan başka bir insanı kendine katarak kendini büyütür ve zenginleştirir.

mazoşist kişinin sadiste bağımlılığı ve boyun eğmesi kadar, sadist kişi de bağımlıdır ve boyun eğer; ikisi de bir diğeri olmadan yaşayamaz. tek fark, sadist kişinin emir vermesi, sömürmesi, yaralaması, küçük düşürmesi; buna karşılık mazoşist kişinin emir alması, sömürülmesi, yaralanması, küçük düşürülmesidir. gerçekçi bir anlamda bu önemli bir farktır; daha derin coşkusal anlamda ise aradaki fark, ortak yanları kadar büyük değildir: ikisinin de ortak yanı, bütünlük olmaksızın kaynaşmadır. bu anlaşılırsa, genellikle kişinin, yine genellikle farklı nesnelere karşı aynı anda hem sadistçe hem de mazoşistçe bir tarzda tepki verdiğini gözlemek şaşırtıcı olmaz. hitler, insanlara karşı temelde sadistçe tepkiler vermiştir; ancak kadere, tarihe, doğanın üstün gücüne yönelik tepkisi mazoşistçedir. sonu da -genel yıkım ve intihar- başarı rüyası kadar tipiktir: tam tahakküm.

bir şeftali bin şeftali

samed behrengi

fırsatını bulan her şeftali gelişir, büyür ve olgunlaşır, bol sulu olur. ama tembellik edip de kurtlara aldanan, onlara derilerine, etlerine, hatta çekirdeklerine kadar girme izni veren şeftaliler gelişemez.

artık yorgun değildim. önceleri kendi içimde gelişmiştim. kendimi yok edip yeni bir şey olmuştum. tabii çekirdek olduğum zamanlar her şeyi tam olan bir çekirdektim; serpilip hareket edemiyordum. ama ağaç olmak istiyordum artık. çok eksiği olan bir ağaçtım ve gelişip serpilecek çok yerim vardı. düşünüyordum kendime kendime: tam bir çekirdekle eksik bir ağaç arasındaki fark, tam çekirdeğin çıkmaza girdiği ve değişmediği takdirde çürüyeceği, eksik ağacın ise önünde çok parlak bir geleceği olduğuydu. her şey saniye saniye değişiyordu. bu değişimler üst üste gelince ve belirli bir aşamaya varınca artık bunun o eski şey olmadığını, bambaşka bir şey olduğunu hissederiz. örneğin ben artık bir çekirdek değil, bir ağaç şeklini almıştım. minik köklerim ve gövdem vardı; filizlerim, sarı sarı yaprakçıklarım vardı. iki çeneğim arasına, başımın üstüne toplamıştım bunları ve sürekli boy atıyordum. topraktan çıktığım vakit yaprakçıklarımı güneşe tutmak istiyordum. böylece güneş yapraklarıma yeşil renkler verecekti. bol tomurcuklu, sulu şeftalileri olan, çiçekli dalları olan bir şeftali ağacı düşü kuruyordum. küçücük bir ağaçtım; yine de önümde ne parlak bir gelecek vardı!

23.11.2010

kadın ve deniz

iain banks

en büyük düşmanlarım kadınlar ve deniz. bunlardan nefret ediyorum. zayıf ve aptal oldukları ve erkeklerin gölgesinde yaşadıkları ve onların yanında solda sıfır kaldıkları için kadınlardan; inşa ettiklerimi yerle bir ettiği, bıraktıklarımı alıp götürdüğü, yaptığım izleri sildiği, beni hep hayal kırıklığına uğrattığı için de denizden. rüzgar da sütten çıkmış ak kaşık sayılmaz gerçi.

kadınlar erkeklerin çaresiz hale düştüğünü görmekten zevk alırlar.

kadınlar.. bana göre kadınlar rahatımı kaçıracak kadar yakınımdalar. onların adaya çıkmasını bile istemiyorum, her cumartesi evi temizlemek ve erzak getirmek için gelen bayan clamp'in bile. nuh nebiden kalma bir kadın ve ancak çok genç ve çok yaşlı insanlarda görülen bir cinsiyetsizlik var onda; ama yine de eskiden kadınmış ve bu da canımı sıkmaya yetiyor.

21.11.2010

ferdinand

mina urgan

walt disney'in eskiden çevirdiği kısa çizgi filmlerinden birinin başkişisi olan ferdinand saldırganlıktan tümüyle arınmış, çok akıllı uslu, çok barışsever bir boğadır. günün birinde, madrid'deki boğa güreşlerini organize eden bir grup adam, ferdinand'ın huzur içinde yaşadığı çiftliğe gelir. gerçekten vahşi bir boğa seçmektir amaçları. öteki boğalar, bu adamlar tarafından beğenilip madrid'e götürülmek umuduyla gösteriye geçerler. ne denli belalı, ne denli saldırgan olduklarını kanıtlamak için ellerinden geleni yaparlar.

barışsever ferdinand ise, arkadaşlarının bu çabalarını çocukça bulup hoşgörüyle gülümseyerek bir ağacın altına oturmuş, onları uzaktan seyretmekte ve bir çiçek koklamaktadır. derken, çiçekten çıkan bir arı ferdinand'ın burun deliğine girer, onu sokmaya başlar. zavallı ferdinand acıdan çıldırır. öteki boğaların üstüne saldırıp onları darmadağın eder; boynuzlarıyla ağaçları kökünden söker; çevresinde tam bir dehşet yaratır. bunu gören organizatörler, "işte aradığımız gerçekten belalı boğa" derler; ferdinand'ı madrid'e götürürler. ferdinand'ın ne denli vahşi olduğu konusunda müthiş bir reklam kampanyası yapılır. o kadar ki, ferdinand arenaya girince boğa güreşçileri korkudan zangır zangır titremektedirler.

gelgelelim boğa güreşlerinde şimdiye dek hiçbir zaman görülmemiş bir durum olur: ferdinand dövüşmeyi kesinlikle reddeder. onu kışkırtmak için boynuna şişler sokarlar, kılıçlarının uçlarıyla bedenini yaralarlar, her türlü eziyeti ederler. barışsever ferdinand, kocaman gözleriyle, onlara tatlı tatlı bakar, "hayır, beni kızdıramazsınız" dercesine başını iki tarafa sallar. yerinden kımıldamaya, saldırıya geçmeye yanaşmaz. bunun üzerine seyirciler, rezil olan boğa güreşçilerini yuhalarlar. sinir krizleri geçiren başmatador, ferdinand'ın önünde diz çöker, gözyaşları dökerek, saldırması için yalvarır. ama bu da nafiledir. ferdinand'ı kuyruğundan tutup çeke çeke arenadan çıkarmak zorunda kalırlar.

çizgi filmin sonunda, onu gene çiftlikte görürüz: aynı ağacın altında oturmuş, batan güneşi seyrederken bir çiçek koklamaktadır.

ayrılık sevdaya dahil

attila ilhan


açılmış sarmaşık gülleri
kokularıyla baygın
en görkemli saatinde yıldız alacasının
gizli bir yılan gibi yuvalanmış
içimde keder
uzak bir telefonda ağlayan
yağmurlu genç kadın

2
rüzgar
uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
mor kıvılcımlar geçiyor
dağınık yalnızlığımdan
onu çok arıyorum onu çok arıyorum
her yerinde vücudumun
ağır yanık sızıları
bir yerlere yıldırım düşüyorum
ayrılığımızı hissettiğim an
demirler eriyor hırsımdan

3
ay ışığına batmış
karabiber ağaçları
gümüş tozu
gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar
yaseminler unutulmuş
tedirgin gülümser
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
çünkü ayrılık da sevdaya dahil
çünkü ayrılanlar hala sevgili
hiçbir anı tek başına yaşayamazlar
her an ötekisiyle birlikte
her şey onunla ilgili

telaşlı karanlıkta yumuşak yarasalar
gittikçe genişleyen
yakılmış ot kokusu
yıldızlar inanılmayacak bir irilikte
yansımalar tutmuş bütün sahili

çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
öyle vahşi bir tat ki dayanılır gibi değil
çünkü ayrılık da sevdaya dahil
çünkü ayrılanlar hala sevgili

4
yalnızlık
hızla alçalan bulutlar
karanlık bir ağırlık
hava ağır toprak ağır yaprak ağır
su tozları yağıyor üstümüze
özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır
eflatuna çalar puslu lacivert
bir sis kuşattı ormanı
karanlık çöktü denize

yalnızlık
çakmak taşı gibi sert
elmas gibi keskin
ne yanına dönsen bir yerin kesilir
fena kan kaybedersin
kapını bir çalan olmadı mı hele
elini bir tutan
bilekleri bembeyaz kuğu boynu
parmakları uzun ve ince
sımsıcak bakışları suç ortağı
kaçamak gülüşleri gizlice
yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle

5
sanmıştık ki ikimiz
yeryüzünde ancak
birbirimiz için varız
ikimiz sanmıştık ki
tek kişilik bir yalnızlığa bile
rahatça sığarız
hiç yanılmamışız
her an düşüp düşüp
kristal bir bardak gibi
tuz parça kırılsak da
hala içimizde o yanardağ ağzı
hala kıpkızıl gülümseyen
-sanki ateşten bir tebessüm-
zehir zemberek aşkımız

20.11.2010

türkiye cumhuriyeti'nde yahudiler

avner levi

kültüre dayanan milliyetçilik anlayışında ırka yer yoktur. ırk yalnızca hayvanlarda bulunur.

20. yüzyılın başında türkiye'de 200.000 yahudi vardı. bu sayı 1950'lerde 40.000'e düştü. bugün 70 milyonluk türkiye'de 25.000 kadar yahudi vardır.

varlık vergisi: 1943 ocak ayında, vergi borcunu ödeyemeyenlerin ev eşyaları dahil her şeylerine el koymalar başladı. kendileri ise tutuklanarak aşkale'ye iki metre kar içinde taş kırmaya gönderildiler. ilk tutuklanan 18 kişinin 12'si yahudi, kalanları rum ve ermeni idi. çoğu istanbul ve izmir'den, 2000 metre yüksekliğe gönderilen bu zavallılar sıkı jandarma nezaretinde kar, tipi içinde yol yapacaklardı. 1500 kadar kişi bu kaderle karşılaştı, 800'ü yahudiydi. diğerleri rum ve ermeni'ydiler. bir tek müslümanın dahi malına el konulmadı veya bir tek müslüman tutuklanmadı. gidenlerden hastalananlar, ölenler oldu. hayatta kalanlar da ömürlerinin sonuna kadar manen yaralı kaldılar. çalışma ücreti olarak günde 2.5 lira alıyorlardı. yarısı yemek ve bakım parası olarak alınıyor, gerisi borca mahsuben maliyeye gönderiliyordu. çoğunun borcu yüzbinlerle ölçüldüğüne göre, günde 1 lirayla bu borcun ödenebilmesi tabii ki imkansızdı. amaç cezalandırmak ve korkutmaktı. saraçoğlu hükümeti, isteyerek ve açıkça yasaların öngördüğü eşitliği ihlal etmişti.

o zamanlar sanayi bakanlığı'nda önemli bir görevi olan şevket süreyya aydemir sonradan yazdığı bir kitapta, o günlerde izmir yahudi toplumunun önde gelenlerinden behor gomel ile profesör avram galanti'nin kendisini ziyaret ederek varlık vergisi'ne karşı müdahalede bulunmasını rica ettiklerini yazar. aydemir, ricalarını reddederek, "türkler yüzyıllardır savaştılar, kan döktüler; yahudiler ise çoğaldılar, ticaret yaptılar ve zenginleştiler; ne çıkar biraz para verseler?" şeklinde konuştu.

necip fazıl kısakürek de, cevat rıfat atilhan gibi bayağı bir antisemitizmin sözcüsü oldu. necip fazıl'ın büyük doğu'su ayrıca milliyetçiliğe ve atatürkçülüğe de karşıydı. sonunda hükümet tarafından kapatıldı.

19.11.2010

köylüler

fakir baykurt

hey benim tanrım, dünyayı yarattın, iyi güzel, çok teşekkür ederiz, binlerce şükür sana, ya bu akılsız kulları neye yarattın?

köy yerinde yalnız adamın işi küldür. arkan olacak. arkan olmadı mı adamım diye gezme dünyada. dört olsun, beş olsun, olsunlar.

köylük yerde, bir kapıda korunabilmek için dilini tutacaksın. bir kısım davanı öbür dünyaya saklayacaksın.

orası karanlık bilmece! iki köpek için, iki çocuk için, birbirleriyle kanlı bıçaklı olurlar da, kardaşın kardaşa vermeye kıyamayacağı topraklar için seslerini çıkarmazlar! anlaşılmaz bilmecedir burası!

zordur bu, dedim. soracağınız soruya doğru cevap alamazsınız köylüden. kimse alamamıştır.

ben bizim köylülerin uyanacağını sanmıyorum. dünyaya buzağı gelmiş, öküz gider bunlar. oylarını götürüp yalancı dürzülere kakarlar. ulan insan yalana bir kanar, iki kanar, sürekli kanmaz ki!

aile

anthony giddens

16. yüzyılda ve önceki yıllarda, egemen aile tipi lawrence stone'un "açık soy ailesi" olarak adlandırdığı aile tipiydi. çekirdek aileyi merkez almış olmasına rağmen hane birimi, başka akrabalarla olan ilişkiler de dahil daha geniş toplulukları içeriyordu. aile ilişkileri, ailenin içinde bulunduğu topluluktakiler gibi, daha sonraki dönemlerde egemen olan ilişkilerden radikal bir biçimde farklıydı. evlilik hiçbir sınıf sistemi düzeyinde duygusal bağlılık veya güvenin odak noktası değildi. stone'a göre, "doğruluğuna genel olarak inanılan şey, mutluluğun bu dünyada değil, yalnızca öbür dünyada beklenebileceği ve cinselliğin bir zevk değil, yalnızca soyu devam ettirme ihtiyacıyla mazur görülen bir gereklilik olduğuydu. bireysel tercih özgürlüğü tüm zamanlarda ve tüm açılardan diğerlerinin, ister sülale olsun, ister ebeveynler, komşular, kilise veya devlet, çıkarlarına tabi olmak zorundaydı. hayat ucuzdu, ölüm kolaylıkla ve sık sık gelirdi. insan ömrü o kadar kısaydı ki başka bir insana duygusal olarak aşırı bağlanmak akılsızcaydı."

ay ışığı

guy de maupassant

barışçı bir komşuya saldırıldığı zaman savaş bir barbarlık, yurt savunulduğu zaman kutsal bir görevdir.

gidilen yolun doğruluğu amaçtan belli olur.

bir yalan yüzünden karalanmak kadar kötü bir şey yoktur.

mutluluğumuzu cesaret kırıklığına, güvenimizi umutsuzluğa dönüştüren bu gizemli etkiler nereden geliyor?

hiç kuşkusuz, yalnızlık çalışan insanlar için tehlikelidir. çevremizde düşünen ve konuşan insanlar bulunması gerekir. uzun zaman yalnız kalınca boşluğu hayaletlerle doldururuz.

kafamız ne kadar zayıftır, ufacık bir anlaşılmaz olay bizi sarsınca nasıl şaşırır, ne çabuk yolundan sapar!

insan kimi hastalıklara yakalandığı zaman, bedensel varlığın tüm yayları kırılmış, tüm güçleri yok olmuş, tüm kaslar gevşemiş, kemikler et gibi yumuşamış, et su gibi sıvılaşmış görünür.

zengin kadınlar arasında yoksul görünmek kadar alçaltıcı bir şey yoktur.

17.11.2010

evrim

peter medawar: evrim karşıtlığının, dünyanın düz olduğunu iddia etmekten farkı yoktur.

garry wills: bakire doğum'a evrimden daha coşkulu bir biçimde inanan bir halk, hala aydınlanmış bir toplum olarak kabul edilebilir mi?

edward o. wilson: darwin, insanların mantıklı olarak varsayabileceği gibi, semavi dinlerin ve diğerlerinin dini dogmalarını, evrimin doğal seçilim yoluyla gerçekleştiğini keşfettiği için terk etmemiştir. bunun tam tersi gerçekleşmiştir. kör inançları bir yana bırakması, onun mantık ve kanıtlar kendisini nereye götürürse o yönde ilerleyerek insan evrimini keşfetme entelektüel cesaretine sahip olmasını sağlamıştır.

g. richard bozarth: hristiyanlık evrim teorisinin sonunu getirmek için umutsuzca savaşmıştır, savaşmaktadır ve savaşacaktır; çünkü evrim teorisi isa'nın fani yaşamının sözümona gerekli olduğu görüşünü tamamen ve sonsuza dek yıkacaktır. adem ve havva'ya ve ilk günaha olan inancı yok edecektir ve tanrı'nın oğlunun acınası kalıntılarını tozların arasına gömecektir.

henry m. morris: evrim ateizmin, komünizmin, naziliğin, davranışçılığın, ırkçılığın, ekonomik emperyalizmin, militarizmin, sefahatin, anarşizmin ve hristiyan karşıtı tüm inanç sistemleri ve uygulamaların kökenidir.

luther burbank: evrim öğretisini yasa dışı hale getirmeye çalışanlar yer çekimini, elektriği ve ışığın akıl almaz hızını da yasa dışı ilan edip teleskop, mikroskop ve skeptroskopun kullanımını engelleyen bir kanun maddesini kabul etmeliler.

16.11.2010

ve çeliğe su verildi

nikolay ostrovski

felsefe; fıçılar, fenerler, mağaralar ve gölgeler üzerine sıkılmış siyahlı beyazlı bir palavradan ibarettir.

insan boşu boşuna ölmüyorsa o zaman ölmeye değer. çünkü o zaman acayip bir kuvvet sarar insanın benliğini ve sürükleyip götürür, ölümü düşünmezsin. hatta ölmek zorunlu olur artık. bir an gelir ki, bile bile ve sabırla yürümek gerekir ölümün üzerine. ama gerçeğin senin ardında olduğunu bilmek koşuluyla. asıl kahramanlık da budur bence.

vaaz vermek kolaydır, zor olan aziz olmaktır.

küçük bir oğlan tanımıştım. poraykoy'du adı. beyazlar, odessa'da kıstırdılar oğlanı ve ne yaptı bilir misiniz? daha ötekiler kendisini süngüyle şişlemeye zaman kalmadan ayaklarının altına bir el bombası atıp çiğnedi. paramparça havaya uçtu tabii; ama onunla birlikte polonyalılar da uçtu. adam diye işte ben buna derim! hiçbir kitap yazmaz onun kahramanlığını; oysa asıl yazılmaya değer şey budur.

lenin: sayısız emekçi kitlelerini ardımızda mücadeleye sürükleyemediğimiz takdirde asla galip gelemeyiz.

beş yıllık bir sürekli çürümeye bir yıl doğru dürüst yaşamayı yeğlerim.

insanların acısı dünyanın güzelliğini bozabilir mi? bu hesaba göre, gülmeyi yasaklamak gerekir. yaşam sevincini dile getiren her türlü gösteriyi de sürüp çıkarmak gerekir yaşamımızdan; gene bu hesaba göre cephede facia vardır. ve gene cephede ölümün kendini her an hissettirmesiyle ortadan kalkmaktadır yaşamın anlamı. gelin görün ki, cephedekiler bile fırsatını bulur bulmaz basıyorlar kahkahayı. gerideyse her şey her zamanki akışına devam ediyor. sevinçler ve gözyaşları, davetler, seyirler, endişeler, aşklar..

gözyaşlarıyla sulanmakta yeryüzü
acılı bir sıkıntıdan ibaret yaşam
ama bir gün gelecek, kaçınılmaz bir gün

en değerli şey yaşamdır insan için. bir kez verilir insana yaşam. ve insan, hiçbir utanç ve üzünce yer bırakmayacak, sinsilik ve pislik dolu bir geçmişten kızarmayacak ve ölürken de olanca gücünü dünyanın en asil amacına, insanlığın kurtuluş mücadelesine hasrettiğini söyleyebilecek şekilde yaşamak zorundadır.

yaşamak gerekir evet, beklemeden, bir an önce yaşamak. saçma sapan bir hastalık ya da densiz bir feci rastlantı bir anda kırıp söndürmeden yaşamı.

sabır ve sonsuz bir dayanma gücü, insanoğlunun en temel erdemleridir. katlanmayı bilmek.. sokaklara çıkıp bağırmaksızın katlanmak acıya.. kişisel trajedileri tanımayan, yadsıyan bir devrimci olmak..

15.11.2010

dırdır faktörü

joel bakan

lucy hughes, "dırdır faktörü"nün yaratıcılarından biriydi. yıllardır pazarlamacıların canını sıkan bir sorunun çözümüydü bu. ürün satın almak isteyen, fakat kendilerine ait paraları olmayan küçük çocuklardan nasıl para sızdırılabilir? birkaç yıl önce hughes, reklamların çocuklara bir şeyler satın aldırtmayı değil, bir şeyler satın almaları için ebeveynlerine dırdır etmelerini sağlamayı hedeflemelerinin gerekliliğinin farkına varmış.

lucy hughes: "çocuklar tv seyrederken hayret verici oluyorlar. reklamlara çok dikkat ediyorlar. aslında kaç kişi reklamlara dikkat ediyor ki? ebeveynler arasında muhtemelen bu oran oldukça zayıf, bayağı düşük." çocukları hedef alma, pazarlama açısından bakıldığında çok mantıklı; çünkü bu durum, reklamcıların medya hakkında bilgi sahibi ebeveynleri atlamalarına ve çocukların ebeveynleri üzerinde kullandıkları hatırı sayılır ikna gücüne tutunmalarına izin veriyor. ayrıca yetişkinlere nazaran çocukları manipüle etmek daha kolay.

amerikan pediatri akademisi, 8 yaş altı küçük çocukların gelişimsel açıdan, reklamların niyetini anlayamadıklarını ve aslında reklamların iddia ettiği şeyleri doğru olarak kabul ettiklerini ifade ediyor. işin aslı, 8 yaş altı çocuklar reklamları normal televizyon programlarından ayırt edemezler.

delilik

thomas bernhard

benimkiler çorbalarını ve etlerini onlarda hep itici bulduğum bir iştahla yemişlerdir. kaşığı ağızlarına götürüşlerindeki iştahla, sırf bu bile onlar hakkında her şeyden fazla ipucu verir; tabakta etlerini kesişleri, salatayı kaseden alışları, bardaktan su içişleri, ekmeği koparışları.. konuşmalarını, neleri ciddiye alıp nelerle dalga geçtiklerini söz konusu etmiyorum bile, bana her zaman o kadar itici ve utanç verici gelmiştir ki. onlarla yemek yemekten hep nefret ettim; ama hayatım boyunca da onlarla birlikte olmak, hastalığım yüzünden onlarm eline bakmak zorunda kaldım.

onlarsız hiç şuradan şuraya gidememek canımı yaktı derdim eğer bunu ifade etmek tüylerimi ürpertmese. onlara ilişkin ve onlarla (ve de benimle) olan her şey canımı yaktı denebilirdi, bunu ifade etmek tüylerimi ürpertmese. beni önce bağımlı yapmışlardı, sonra da onlara bağımlı olmakla suçlamışlardı, hayat boyu. onlara bağımlılıktan artık çıkıp kurtulamayacağım, onun benim için doğal, dehşet verici ve doğal bir şey olduğu andan başlayarak. onlarla, demek zorunda kalmıştım kendi kendime belli bir noktadan sonra, tek mümkün olan bu bağımlılık.

her şeyi kilit altına alırlardı, seninkiler, benimkiler de tabii; oysa ben her şeyi açık isterim, kilitli kapılardan nefret ederim, nerede olursam olayım kapımı hiç kilitlemem.

her şeyi de hemen derleyip toplarlardı, bir nesneyi ortada bırakmayagöreyim, hemen toplar kaldırırlardı, böylelikle evimizde tamamen sistemli olarak insani bir gelişimi önlerlerdi. korkarlardı, evimizin ben ve kız kardeşim eliyle birden yaşamaya başlayacak olmasından daima korkarlardı. her türlü kişiselliği önceden değilse de, en kısa zamanda söndürürlerdi. öyle ki anababa evimiz daima ölü bir ev gibi gelirdi bize. bizim evde en çok ağza alınan laf, disiplin, her türlü gelişip serpilmeyi engellerdi.

insan en başında huzurlu, anababası onun huzursuz yapıyor, anababa düzeni yüzünden ki o da dünyanın düzeni zaten, herkesinki öyle. bu yüzden doğal olarak huzurlu insan yok. herkes huzursuz, huzur aramaları da delilik. bu deliliğe kapılıyorlar zaman zaman, huzur arama deliliğine; ama huzur yok. çünkü insan huzursuzluğun ta kendisi, nereye giderse orada huzursuzluk var, gitmediği yerde de bulamaz onu. huzur aramak, en büyük delilik bu.

14.11.2010

yort savul

ece ayhan


atlasları getirin! tarih atlaslarını
en geniş zamanlı bir şiir yazacağız

harbi karşılık verecek ama herkes
göğünde kuş uçurtmayan şu üç soruya

bir, yeryüzüne nasıl dağılmıştır
tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar

iki, daha yavuz bir belge var mıdır ha
gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden

üç, boğaziçi bir istanbul ırmağıdır
nice akar huruc alessultanlarda bayraksız davulsuz

nerede kalmıştık? tarihe ağarken üç ağır yıldız
sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk

çocuklar! ile bile muhbirler! ve bütün ahali
hep birlikte, üç kez, bağırarak, yazınız

kurşun kalemle de olabilir
yort savul!

hidayetname

sadık hidayet

sonunda en şiddetli cezaya çarptırılırız ve boğucu bir gün ortasında kanun adına bizi tutuklayan kişi bıçağını saplar kalbimize; köpek gibi geberir gideriz. cellat da suskundur, kurban da.

hz. ali: midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın.

franz kafka: bir kafes, bir kuşu aramaya çıktı.

firdevsi: sırtında tohum taşıyan karıncaya işkence etme; çünkü o yaratık canlıdır ve hayat onun için tatlıdır.

sapık din, sapık bilim doğurur.

franz kafka: evet umut var, çok umut var; ama bizim için değil.

franz kafka: insan boş yere kafasını yoruyor. kurtuluş yolu diye bir şey yok.

edward taylor: yabani ve göçebe kavimlerin adet ve inançlarını uygar ülkedekilerle karşılaştırdığımızda, alt uygarlık ile üst uygarlık arasında fark olduğunu ama bazen birbirine tıpatıp benzediğini görüp hayretler içinde kalırız.

franz kafka: çoğumuz su üstünde yüzen bir kurşunkaleme tutunmuşuz ve boğulduğumuz halde, tutunduğumuz bir şey olduğunu sanıyor, kurtuluş düşleri görüyoruz.

13.11.2010

demokrasi

jacques ranciere

demokrasi cemaatin hesabını bulandırır. demokrasi cemaat fikrini bulandıran şeydir. demokrasi cemaate göre düşünülemez olandır.

demokrasi, yoksulların müsrifçe yatırımlar yapma olanakları bulunduğunu varsayan aldatıcı bir rejimdir. demokratik insan, biçimlerin istismar ettiği insandır; bölünme bu biçimler yoluyla kendini gizler ve daimi kılar.

demokrasi terimini icat eden, demokrasinin karşıtları, yani yönetmek için yaşlılık, soyluluk, zenginlik, fazilet, bilgi gibi bir "sıfat"a sahip olan herkesti. bu alaycı terimle şeylerin düzeninin emsali görülmemiş tersyüz oluşunu dile getirmekteydiler: "demos'un iktidarı", ortak tek özgüllükleri yönetmek için hiçbir sıfata sahip olmamak olanların hükmetmeleri olgusudur. "demos" cemaatin adı olmaktan önce cemaatin bir kesiminin, fakirlerin adıdır. ama "fakirler" nüfusun ekonomik bakımdan zor durumdaki kesimini tarif etmez. sayılmayan insanları, arkhe'nin gücünü uygulamaya sıfatları olmayan, sayılacak, hesaba katılacak sıfatları olmayanları tarif eder.

hasta adam

lucretius

biz insanlar birer hasta adamız, hastalığının kaynağından habersiz.

bedenimizin gereksinimleri aslında o kadar az ki; bedenimizden acıyı uzak tutalım, kendimize yeni zevkler bulalım yeter. doğamız bundan başka bir şey istemez; evimizin önünde, gecenin geç saatlerine kadar toplanmayan zengin sofrayı aydınlatan meşaleleriyle, altından genç adam heykelleri olmasa ne olur? salonumuz gümüşlerle, altınlarla ışıl ışıl parlamasa, ud müziğinin yankılanacağı oymalı tavanlarımız olmasa ne olur? oysa doğa bize ne lüksler sunar! insanlar dostlarıyla birlikte bir dere kenarında, çimenlerin üstünde, koca bir ağacın gölgesi altında oturup neredeyse hiç para harcamadan hoş vakit geçirip rahatlayabilirler. hele de güneş parlıyorsa ve yılın o mevsiminde yeşil çiçekler açmışsa, ne güzel!

epikurosçu değerlerin hüküm sürmediği bir dünyada insanoğlu mal mülk edinme işine nerede dur diyeceğini, gerçek zevklerin nasıl artırılabileceğini bilemediği için boşuna işkence çekip duracak, bir sonuç vermeyen kaygılar duyarak hayatını tüketecektir. hayatı çekip götüren, insanın büyük denizlere açılmasını sağlayan da aslında bu memnuniyetsizliğin ta kendisidir.

12.11.2010

uzun bir adam

ilhan berk

okunmayan kitap var olamaz.

montaigne: her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.

"insanoğlunun gerçek yurdu çocukluğudur."

yazmak mutsuzluktur. kendini mutlu sayan gerçek yazar yazmaz.

her şey yerinde doğrulanır. fırtına fırtına olduğunu bilmez. bilse de değişmez. bilmeye değer şeyin öğretilemeyeceğini de bilelim: us her şey değildir.

şiirde sözcüklerin bir anlamı yoktur, "kullanımları" vardır.

anlam türk şiirinin bir hastalığıdır.

bütün iyi yapılmış yemeklerde yapanın kendisinden bir şey vardır, bir çeşit yaratma. yemek de yaratma gibi bir kişilik işidir. pek öyle reçetesi yoktur, kişinin ekini sorunudur, sorun söz konusuysa.

anlatıya kavuşmuş her şey ölüdür.

cife-i dünya değil, kerkes gibi matlubumuz
bir bölük ankalarız, kaf-ı kanaat bekleriz (fuzuli)

yazdıklarımdan benim boyumu bosumu, sevdiğim yemekleri, kağıtları, kalemleri, harfleri, suları, hayvanları, kadınları, çocukları, bütün insanları, bütün nesneleri öğrensinler isterim. bu dünyada yaşadığımın bilinmesini istemektir bu. yaşama olayına sahip çıkmak.. yazmak, bu anlamda, önce kendimi, sonra da yeryüzünü var etmektir.

pablo neruda: oyuncakla oynamayan bir çocuk, çocuk sayılmaz.

nedir yaşamak? yaşamak benim için dünyayı algılamak, kavramak, bulgulamak, ona bir anlam vermektir. bunun için, yaşamak bu yolculuğa çıkmak, her şeyden önce de bunu göze almak, buna katlanmaktır. yani yaşamın kendisi gibi her gün uyanmak, her gün yenilenmek, büyümek.

şiir, minareden yere düşen bir taşın düşmeyip asılı kalmasıdır.

"sakın geç kalma erken gel"

cevat çapan


usulca gir kapıdan, zile basma
hiç telaşlanma ben daha dönmemişsem
yoldayımdır, nerdeyse yokuşun dibinde
suların kararmasını bekliyorumdur
tuğla harmanlarından gelen yanık havanın
bahçedeki akşamsefalarına sinmesini
güç bela dizginliyorumdur içimde
dörtnala sana koşan küheylanları

bütün gün kağıttan dağlar arasındaydım
nabzım ileri giden bir saat gibi işledi durdu
dilekçeler, kararlar, tozlu makbuzlar
hep adını okudum silinmiş satırlarda
pencerede kuleler, minareler, kirli gök
durmadan kuşlar uçtu bir bacadan
rüzgara karışan saçlarını gördüm
bulutlu aynalarda

balkonun kapısını aç, su ver saksıdaki çiçeğe
geyikli örtüyü ser masaya, dinlen biraz
sessizlik şaşırtmasın seni, ürkütmesin
ben içindeyimdir o alaca sessizliğin
şehrin gürültüsü dolacak az sonra odaya
karanlık bir yankıya dönüşecek karşı dağlarda