30.09.2022

uzun lafın kısası

murathan mungan:
herkesin namusu yakalanana kadardır.

cesare pavese: bir şiirin herhangi bir şeyi değiştirdiği görülmemiştir.

fernando pessoa: en yücelerimizin tek üstünlüğü, her şeyin boş ve kaypak olduğunu daha iyi biliyor olmalarıdır.

jean jaures: kapitalist toplumda işçiler ister devlet için isterse özel kurumlar için çalışsınlar, hepsi aynı kapıya çıkar. patron devlet adını alır ve aynı sömürü, aynı kulluk, aynı yoksulluk sürüp gider.

paul auster: insanın sonsuzluk duygusuna en yaklaştığı an bugünü yaşamaktır.

sigmund freud: birçok kadındaki tartışmasız entelektüel gerilik, cinsel baskının gerektirdiği düşünce ketlemesine bağlanabilir.

vasili grossman: iyi insanlara bu dünyada rahat, huzur yoktur.

vladimir makanin: hepimiz toprakta olacağız. tabut ya da kutularda. ölüler susar. çürüme ve küldür payımıza düşen.

pascal bruckner: eğer kendisine partner bolluğu ve aşk malzemesi yenileme konusunda güvence verilmiş olsa tek eşliliğin yavan çorbasından anında vazgeçmeyecek sevecen bir koca, iffetli bir hanım yoktur.

shakespeare: unutma; gençlik, dayanıksız bir kumaştır. 

iris murdoch: bir yazarın öğrenmesi gereken en önemli şey, yazmış olduğu bir şeyi yırtabilmektir.

septimus severus: her şey idim, hiçbir şeye değmezmiş.

29.09.2022

bir mayıs

sevan nişanyan

1 mayıs 1977'yi izleyen ilk dönemde, hatırladığım kadarıyla, olayın niteliği konusunda bir tartışma yoktu. komplo teorileri ilk kez ertesi senenin 1 mayıs'ında, ecevit'e düzenlendiği rivayet edilen suikast nedeniyle gündeme geldi. sular idaresi üstünden ve intercontinental otelden ateş açan keskin nişancılar efsanesi 1980'lerin sonuna doğru itibar kazandı.

son günlerde tazelenen bilgiler ışığında olayın gelişimi son derece basit görünüyor. bir kere keskin nişancı filan yok. kalabalığın üstüne ateş etmek için keskin nişancı gerekmez. ayrıca, linç edilen polis memuru ile kurşun yiyen iki üç kişi dışında ölenlerin hepsi izdihamda ezilerek ölmüşler. sular idaresi gibi mükemmel bir platformdan kalabalığa ateş edip üç tane bile tutturamamak için olağanüstü bir beceri gerekir. meşhur fotoğrafta görünen tomsonlu kişilerin, olay olup bittikten sonra oraya çıkıp iş yapar gözükmeye çalışan -ya da çatışmadan kaçıp arazi olan- polisler olduğu, mükerrer tanık ifadeleriyle sabit. kazancı yokuşunun ağzına park edilip çok sayıda insanın sıkışarak ölümüne neden olan kamyonetin disk'li bir sendikaya ait olduğu o zaman da ortaya çıkmıştı, otuz sene aradan sonra gene hatırlandı. muhtemelen rakip sol grupların meydana girmesine karşı tedbiren oraya park edilmiş.

kalabalığın üzerine beyaz renault süren polislerin şeytani bir planın parçası olmadığı, arkadaşları linç edildikten sonra panik ve/veya öfke içinde öyle davrandığı, her iki taraftan çok sayıda tanık ifadesiyle doğrulandı. kalabalığın üstüne sürülen panzerlerin ardında da yine polis beceriksizliği/işgüzarlığı/ aptallığı hikâyesi var. kontrolden çıkmış bir durum karşısında polis "bir şey" yapmak zorunda. aptal komiserin biri, panik ve öfkeyle bir emir veriyor. memur sürüsü, amirinden fırça yememek için emri yerine getirir gibi görünmeye çalışıyor.

olayların, meydana girmeye çalışan halkın kurtuluşu grubundan bir veya birkaç kişinin havaya ateş etmesiyle başladığı konusunda herkes hemfikir. ilk bir veya birkaç el silah sesinin duyulmasından sonra meydanı ölüm sessizliği kaplıyor. meydandaki sol grupların hepsi silahlı ve çatışmaya hazır bir ruh halinde. kısa bir kararsızlıktan sonra herkes deli gibi havaya ateş etmeye başlıyor. panik çıkıyor. bir sürü insan ezilip ölüyor. bir alaturka klasiği. 

bu olaydan beş yıl önce, aynı meydanda, kültür sarayı yangını hadisesine birinci elden tanık olmuştum. hiç şüphem yok ki o seferinde de baş aktörler tedbirsizlik, cehalet ve suçu başkasına atıp kendini aklama güdüsü idi. o sefer devlet önce davranmış, suçu hayali bir sol komploya yüklemişti. insanlar tutuklandı, soytarı mahkemeleri kuruldu, sonunda bir şey çıkmadı. 

mitinge gelen silahlı grupların bir kısmı provokatör müydü? oradaki o akıl dışı çatışma ortamı tc veya diğer aktörler tarafından haince tasarlanıp uygulanmış bir planın ürünü müydü? mümkündür. hatta bence muhtemeldir. ama solun masumiyetini savunanlar bu argümanı sonuna kadar götürmeyi gerçekten ister mi, ondan emin değilim. solcuları provoke ettiler, kullandılar diyelim. kaç kişiydi acaba provokatör ajanlar? yüz? bin? on bin? diyelim ki çok değildiler. etkin önder kadrosundaki oranları neydi peki? o gün o grupları çatışma hırsıyla taksim'e gitmeye azmettirenlerin kaçta kaçı ajandı? yarısı? hepsi?

28.09.2022

bakara

cemil meriç

max nordau'yu dinleyelim:

"bir akşam tesadüfen zengin bir hanımefendinin yanına oturmuştum. salon adabı konuşmamız gerekiyordu. elbette onu ilgilendirecek konulardan söz açmalıydım. kaplıcalara yaptığı son seyahati anlattı.

'trouville'de bilseniz ne kadar eğlendim!' diyordu. 'gündüzleri şahane elbiselerle dolaşıyordum, parmağı ağzında kalıyordu herkesin, akşamları casino'da gelsin bakara.'

hanım ipe sapa gelmez dedikodularıyla kafamı adamakıllı ütülemişti. hanımefendi, dedim, günlerinizi daha faydalı meşgalelere hasredemez miydiniz?

'hayır' diye kestirip attı, 'en faydalı meşgale en çok hoşuma giden.'

hoşunuza gidecek başka şey bulamaz mıydınız? sinirlendi.

'herkesin kitap yazması mı lazım?'

doğru, dedim ama kitap yazmak tuvalet teşhir etmekten, bakara oynamaktan daha asil, daha insanca bir meşgale olsa gerek.

'katiyen' dedi, 'katiyen, hiçbir fark yok arada. bazısı kitap yazarak eğlenir, bazısı kumar oynamakla, sadece zevk meselesi.'

ama insanların çoğu zatıaliniz gibi düşünmüyor, belki de, diyecek oldum.

'ne biliyorsunuz?' dedi, 'etrafımdakiler hep benim gibi düşünür, başkalarının hükümleri ise beni zerre kadar ilgilendirmez.'

ama efendim, en mükemmel, en hürmete layık insanlar entelektüel meşgaleleri, kumardan, süslenip püslenmekten daha üstün bulurlar. edebiyatçı gerek devlet nezdinde, gerekse cemiyette bakara oyuncusundan veya göz boyayıcı tuvaletler teşhircisinden daha çok sayılır. 

'ne diyorsunuz?' diye gülümsedi, 'hiç farkına varmamıştım. dolaştığım bütün muhitlerde o bakara oyuncusu veya göz boyayıcı tuvaletler teşhircisi dediğiniz insanlar, kitap yazanlardan çok daha fazla ilgi, çok daha fazla hürmet görmekteydiler.'

bozguna uğramıştım."

27.09.2022

yoksul

balzac

madam, iki çeşit yoksulluk vardır:

kimileri kimseye aldırmadan caddelerde paçavralar içinde gezer ve yeterince beslenmeyerek, hayatı hafife alarak, yoksulluk içinde zenginlerden daha mutlu yaşayarak, dünyayı güçlülerden daha farklı yorumlayarak, farkında olmadan yeni diyojenler yaratırlar.

kimileri ise dilenciliği bir unvanın arkasına gizleyerek gururlu, soylu, ihtişama özenen bir yoksulluk yaşarlar, beyaz yelekli, sarı eldivenli, arabalı bu sefalet içinde bir metelikleri olmadığından bir serveti yitirirler. biri halkın, diğeri ise dolandırıcıların, kralların, yetenekli insanların yoksulluğudur.

26.09.2022

cemiyet

ahmet hamdi tanpınar

politika adamı nerde ve hangi şartlarla yetişir? ne bazı ihtiyaçlara geçici cevaplar vermek ne de telifçi bir iyi niyetle türkiye kurtulamaz. biz masallara yapışmış yaşıyoruz. meselelere ancak etinde ve kemiğinde yaşayanlar cevap verebilirler. fakat bu cins insanlar da bizden olamaz. hakikatte iki ayrı milletiz.

1. henüz idare başında bulunanlar ve onların seçildikleri muhitler, bu muhiti besleyen zümreler.

2. ancak günlük ihtiyaçlarını bilen ve onu günü gününe yaşayan kalabalık. bugün şartlar asıl kuvvetin oraya geçmesini istemiş gibi. onun mevcudiyetini duyuyoruz, o bizi şaşırtıyor ve eziyor.

bu kuvvetin kendinin bir şey yapacağı yok. kendiliğinden hiçbir şey yapamaz; çünkü hakikatlerini görmemiştir. halk henüz köylüdür ve köylü muasır insan değildir. (bizim şartlarımız içinde) kendiliğinden hiçbir şey yapamaz ama onun namına duyanlar ve görenler yapabilirler ve yapmak isterler. fakat onların da bir eksikliği var. onlar bizden değiller. acaba mahkûm muyuz?

onlar niçin bizden değil? onlar tarihi kaybetmişler. bir aksülamelde yaşıyorlar. hakikatte namına konuştukları kitleden de değiller. sefaletlerini almışlar, insanı unutmuşlar. türkülerini almışlar, inançlarını bırakmışlar. hayatlarından iğreniyorlar. zihinden seviyorlar.

biz de bu kitleye karşı böyle değil miyiz? biz de onlara karşıyız. sevmek istiyoruz, sevecek noktayı bulamıyoruz. dışardan sevmek. mühendis gibi, cerrah gibi sevmek. ne ahlak fikri, ne taassup düşmanlığı bizim onlarla böyle karşı karşıya bulunmamızın mazereti olamaz. biz hayatımızı sevmiyoruz. bir cemiyette sınıflar birbirlerine karşı bu vaziyette olursa..

25.09.2022

feminizm

sevan nişanyan

"şahit olduğunuz ve verdiğiniz onca savaş ve mücadelenin en hunharca olanı hangisiydi?"

feministlerle savaşım. onlardaki hunharlık ne kemalistlerde var, ne islamistlerde; ne sırplarda, ne azerilerde. ha, belki de zaafım var kadınlara, ondan o kadar acıtıyordur, kim bilir?

feminizmin çirkin bir nefret ideolojisi olduğunu düşünüyorum. çirkin bir ırkçılıktır feminizm, başka bir şey değildir.

belirli sınırlar içinde kalmak şartıyla şiddet, doğal ve bazen ahlaken zorunlu bir davranış biçimidir.

bir kadınla erkek arasında geçen her kavgada kadını otomatikman mağdur, erkeği otomatikman zorba veya haksız gören bakış açısını aptalca ve ahlaksızca buluyorum.

küçük burjuva vizyonunun dar sınırları dışında kalan gerçek dünyada, cinsler arası ilişkide şiddet de vardır ve hiçbir zaman tek taraflı değildir.

toplumun herhangi bir zümresini ötekileştirme, şeytanlaştırma, peşin hükümle reddetme üzerine kurulu her ideolojinin çirkin ve tehlikeli olduğunu düşünüyorum.

erkeklerin her kavgada haksız ve saldırgan olduğunu varsayan düşünce tarzıyla, mesela yahudilerin her kavgada haksız ve zorba olduğunu kabul eden düşünce tarzı arasında bir fark göremiyorum.

türk toplumunda kadınların aşağılanmasına ve ezilmesine yol açan iki önemli faktör görüyorum. birincisi geleneksel islami dünya görüşü ve söylemlerdir. bunlarla mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorum. ikincisi köyden kente göçün doğurduğu, kırsal alanda geçerli cinsler arası dengelerin kent yaşamına uyum sağlayamamasından doğan ciddi problemlerdir. bu ikincisinin, sosyolojik süreçte zaman içinde aşılacak bir hadise olduğuna inanıyorum.

24.09.2022

cimri

balzac

cimriler öbür dünya hayatına inanmazlar, önemli olan şimdiki hayattır onlar için. bu düşünce, içinde yaşadığımız dinsiz zamanlara acımasızca ışık tutar; çünkü günümüzde para, eski çağlardan çok topluma, geleneklere ve yasalara egemendir. kitaplar ve kurumlar, insanların eylemleri ve doktrinleri, hepsi birden, toplum yapısının bin sekiz yüz yıldan beri oluşturduğu gelecekteki yaşama karşı inancını ortadan kaldırmak üzere birleşmişlerdir. artık mezar fazla korkulmayan bir geçiş yoludur. bir zamanlar bizi ölü duasının ardında bekleyen gelecek, şimdiki zamana taşınmıştır.

haklı ya da haksız yollarla lüks, gösteriş ve zevkten oluşan bir dünya cennetine ulaşmak, dünya keyiflerinin hatırı için eti çürütmek, yüreği taşlaştırmak; bir zamanlar azizlerin sonsuza kadar mutluluk umuduyla şehitliğe katlanmaları gibi yaygın bir tutku haline gelmiştir şimdi! bu, çağımıza damgasını vuran ve her şeyde görülen bir tutkudur. yasalar bile, yasa koyucunun eleştirel yeteneğini değil, para kazanma gücünü araştırıyor; yasa koyucuya "ne düşünüyorsunuz?" diye değil, "ne kadar ödeyebilirsiniz?" diye soruyor şimdi. bu doktrin burjuvadan halka geçtiği zaman ülkemizin durumu ne olacak?

bir cimrinin ömrü sürekli olarak, bütün insan yeteneklerini kendi kişisel çıkarları için kullanmaya çalışmakla geçer. cimri, yalnızca iki duyguya önem verir: gururu ve kendi çıkarı. ama çıkarı gururuna somut, elle tutulur bir destek, gerçek üstünlüğünün sürekli kanıtı olduğundan; gururu ve çıkarı için uğraşması bir bütünün, bencilliğin iki yüzüdür. cimrilerin ustalıkla gösterdikleri aşırı merakın nedeni belki de budur. bütün insanca duygulara saldıran, onları özetleyen bu insanlara herkes pamuk ipliğiyle bağlıdır. tutkusuz insan nerede; toplumumuzda hangi tutkuya parasız ulaşılabilir?

cimri, kuzuyu şişmanlatır, sonra kapatır, öldürür, pişirir, yer ve aşağılar. cimriler para ve nefretle gelişirler.

başat tutkular zamanla güçlenir. gözlemcilere göre yaşamlarını egemenlik kurma düşüncesine adayan bütün insanlar, bir cimri ya da yalnızca tutkulu bir kişi olsunlar fark etmez; düş kurma yeteneklerinin bütün gücünü tutkularının bir simgesine bağlarlar.

23.09.2022

günah

carlos fuentes

bilge kişi cennetini, arafını ve cehennemini içinde taşır. ruhu özgür olan insan günahı bilmez. her şeyi alın, siz günah saymazsanız hiçbir şey günah değildir. benimle ve kör babamla birlikte masumiyet mevkisine dönün. çıkaralım elbiselerimizi, hepimiz el ele tutuşalım, diz çökelim, sadece özgür ruha bağlı kalacağımıza yemin edelim. tüm diğer yeminleri bozun, evlilik, bekâret, rahiplik.. tanrı özgürdür, bu yüzden yaratılan her şey paylaşılmalıdır. özgürce, herkesçe, gözün görebildiği ya da arzuladığı her şey. elinizi uzatın ve alın, hanlara gidin, para vermeyi reddedin, sizden ücret isteyeni dövün, hayırsever olun ama size hayırseverlik gösterilmezse zorla alın, kadın, yemek, para..

22.09.2022

korku

ahmet hamdi tanpınar

ümitsizlik, ölümün şuuru, yahut bizdeki terbiyesi.. onun hayatımızdaki bir yığın kıskacı.. dört tarafımızı saran mengene dişleri, ne bileyim. her hareket, cinsi ne olursa olsun, onun neticesidir. hatta şu devrimizde olduğu yerde kabuklaşmadan korku var ya.. sevilen şeylerin birbiri peşinden inkârı. babam gibi olacağım korkusu. nihayet, ne yapsam bir türlü ölümden kurtulamayacağım. hiç olmazsa beni bir uçta, bir kutup yolculuğunda bulsun. yahut toplu bir halde enternasyonal söylerken, yahut, kaz ayağı adım atarken..

sonu ne olacak bu işin? en iyisi, unutmak, bir şey düşünmemekti. yaşadığı ana kendisini bırakmanın sükunetini tadıyordu. fakat iclal düşünüyordu. iclal akşamın iradesine tabi değildi. o ölümün terbiyesini bir kere bile aklına getirmemişti. küçük, temiz, etrafındaki her şeyde vefalı genç kız hayatını yaşıyordu. önünde sayısız günler vardı ve onları küçük kuklalar gibi ümitleriyle giydiriyordu. aşkın, arzunun, sakin evin, çalışma saatlerinin, beklemenin hatta icap ederse çalışmanın, dostlukların kumaşlarıyla, süsleriyle hepsini giydiriyordu. üstlerinde olan her şeyi biliyordu; fakat yüzlerini göremiyordu. yüzleri gelecek dediğimiz duvara dönüktü. saati gelince bu yüzler geriye dönüyor, iclal'le karşılaşıyor, önünde bir reverans yapıyorlar, sırtından o süslü elbiseleri, parlak kumaşları yavaşça ve hiçbir şikâyetsiz çıkarıyor, ben değilmişim, muhakkak öbürüdür, diye uzaktakilerden birini işaret ediyorlar, sonra arkasına geçiyorlar, orada kendinden evvelkilerin yanına diziliyorlardı. işte bu bahar da böyleydi. bu bahar, kışın ortasında o kadar beklediği, özlediği bahar..

insanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkansızdır. düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. bilhassa korku vardır. insanoğlu korkan mahluktur. hangi büyük mucize bizi bu korkudan kurtarabilir?

dâhi

balzac

birçok erkeğin sürekli uyumsuzluğa yol açan huysuzlukları vardır; bunlar evliliğin erişilmez güzelliği olan ev uyumunu bozar. erkeklerin çoğunun küçük kusurları vardır ve bunlardan sıkıntılar doğar.

kimi erkek görevlerine bağlı ve etkin ama sert ve geçimsizdir, kimi erkek iyi yürekli ama inatçı olur, kimi karısını sever ama isteklerinde kararsızdır, kimi bir şeylere göz dikip kapılır, duygularından borç öder gibi sıyrılır; kimi zengin eder ama yaşamda tat tuz bırakmaz. kısacası toplumsal ortamda yaşayan insanlar -onlara önemli kusurlar yükleyemesek de- kusursuz olmaktan çok uzaktırlar. düşünce insanları da barometreler kadar değişkendir. yalnızca dâhi, özünde iyidir.

gerçek mutluluk ruhsal basamakların yalnızca iki ucunda bulunabilir. yalnızca safdille dâhi biri zayıflığı, öteki gücüyle yaşamın bütün pürüzlerini yok eden sürekli bir tatlılık, inişsiz çıkışsız bir ruh hali yaratabilirler. birinde kayıtsızlık ve uyuşukluk vardır, ötekinde hoşgörü ve yüce düşüncenin sürekliliği. dâhi yüce düşüncenin yorumlayıcısıdır ve ilkede de uygulamada da kendi kendine benzemek zorundadır.

dâhi de, safdil de sade ve saftır; ne var ki birindeki boşluk, ötekinde bir derinliktir. işte bu yüzden akıllı kadınlar kusursuz bir adam bulamazlarsa safdilin birini seçmeye yatkındırlar.

21.09.2022

mektup

cemil meriç

ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum.

hayatın dört yol ağzındasın delikanlı! ve şehzadelerin karşısında yollar üçe ayrıldı. bu yolların yalnız biri mutluluğa gider. sarp, dikenli, gösterişsiz bir yol. ama uçuruma açılmayan, yalnız o. seninle yeniden dünyaya geldim. sende yaşamak istiyorum. sende veya sizde.

ben ezeli bir mağdurum, coğrafi kader, siyasi kader, biyolojik kader. başka bir ülkede doğmalıydım, başka bir ülkede veya başka bir çağda, en iyisi hiç doğmamalıydım. anlaşılmadım, anlaşılmadım, anlaşılmadım. hayatım bir bozgunlar silsilesi. hiçbir kavgam zaferle taçlanmadı. ben ezeli bir mağlubum. ama tarihi yaratan bu mağluplar, bir ülkeyi onlar ebedileştirir. sen, tek mükafatım benim. bensiz çektiğin her acı ihanetlerin en kepazesidir. sevenler arasında her ketumiyet ihanettir. ruhunu bir dağla çevrelemektir. küfür, hakaret, hezeyan. hepsi güzel, ekmek gibi bölüşülüyorsa. samimiyet bütün buzları eritir, saklanmak artık sevişmemektir.

ve günler uzaktan geçen yelkenliler. onları şiire kalbetmiyorum. ve günler boşuna şarkı söylüyor, boşuna gülümsüyor, boşuna ağlıyor. çığlıkları, adem ummanının dalgaları içinde kaybolan birer martı sesi. yaşamıyorum ve yaratmıyorum. yaşamak yaratmaktır.

benim hiçbir mektubum sahibini bulamamıştır.

okumak istediğim kitaplardan pek azını okuyabildim. tanışmak istediğim kadınlardan hiçbirini tanıyamadım. görmek istediğim şehirlerden yalnız istanbul'u görebildim.

zaafım da, gücüm de şuradan geliyor: gündelik tutkulardan uzağım.

19.09.2022

don juan

ahmet hamdi tanpınar

don juan'ın bütün eksikliği buradadır: hayat ve ihsasların kadehini birbiri ardınca boşaltan ve daha birini bitirmeden öbürüne saldıran bu kahramanın mağrur susuzluğunu, belki de bir keyfiyet yokluğunun bir kemiyetle hiçbir zaman telafi edilmeyeceğini anladığım için olacak, hiç kıskanmadım. o, bütün ömrünce, her boşalttığı kadehin dibinde aynı gül rengi ifritin alaycı gözleriyle karşılaşmaya mahkumdu. hakikaten, bütün kadınları, bütün içkileri ve bütün lezzetleri bir ömür boyunca ve birbiri ardınca tatmaktan ne çıkar? bu olsa olsa, bir ormanın bütün ağaçlarını teker teker tanımaya benzer. bize bu sayışın ilave edeceği hiçbir şey yoktur. böyle bir seyahat hiçbir susuzluğu teskin etmez, sadece hilkatin en cibilli afetini, korkunç ifrit can sıkıntısını her adımda karşımıza çıkarmış olur. her adımda bir mücevher diye koşup elimize aldığımız parıltının, omuzlarımızın üstünde esen bu siyah rüzgârla bir yığın toprak haline geldiğini görürüz ve bu acı tecrübe ile ademin kapısından geçeriz. ölmeyiz, can sıkıntısı bizi yutar. şüphesiz ki ihsaslar ve mukadder akıbetin yanı başımızda her an bulunuşu, bizi zamandan istifadeye davet eder. fakat bu davete bu tarzda icabet, bizzat zamanı muti kılacağı yerde, onun mahkumu olmamız demektir. bir kere bunu anladık mı, o zaman hakiki varlığımıza ereriz.

şiirin ve sanatın en büyük sırrı da burada, alakadar olduğu her şeyi bizim için şahsi bir sergüzeşt yapabilmesindedir. yıkmak, yapmak için olsa dahi daima zararlıdır ve hakiki yapıcılık ilave etmektir.

18.09.2022

havva

mark twain

yaşamanın tadı tuzu kalmadı artık.

yalnızlık, istenmeyen kişi olmaktan yeğdir.

hayvanlar çok sevimli şeyler. en bulunmaz nitelikler onlarda; inceliklerine ise diyecek yok. hiçbir zaman somurtmuyorlar, insanı istenmeyen biri durumuna sokmuyorlar. gülümsüyorlar hep, kuyruğu olanlar kuyruk sallıyor. her an için oynamaya, bir gezintiye çıkmaya ya da buna benzer herhangi bir isteğinize uymaya hazır durumdalar. eksiksiz birer 'centilmen' hepsi.

karnı aç olana bütün kurallar vız gelir.

mutluluğu hak ettiğimize inanmışsak küçücük bir şey bile bizi mutlu kılmaya yeter.

bir tüyü havaya attığınız zaman uzaklaşıyor, gözden yitiyor; ama bir toprak keseğini havaya attığınızda iş değişiyor. atıyorsunuz atıyorsunuz geri düşüyor. kaç kez denedimse hep böyle oldu bu. neden, diyorum kendi kendime. gerçekte düşmüyordur; ama neden düşer gibi gözüküyor? bir göz yanılması bence. ya tüyde ya da toprak keseğinde gözümüz yanılıyor. ama hangisinde bilemiyorum. kesinlikle bildiğim tek şey, ikisinden birinin gözü aldattığıdır. hangisinin aldattığına herkes kendince karar versin.

havva: bu dünyadan birlikte göçmemiz benim en büyük yakarım, en büyük özlemimdir. bu özlem yeryüzünden hiç silinmeyecek, zamanın tükendiği noktaya dek her seven kadının yüreğinde sürüp gidecektir. benim adımı taşır bu özlem.

cennet, onun olduğu yerdir.

bizim dünyamızın -bizim belirli dünyamızın- dışında olan, yapımız ile yeteneklerimiz yüzünden göremediğimiz ya da duyamadığımız ya da başka bir deyişle yaşayamayacağımız şeyler bize sözlerle anlatılamaz.

havva: ilk kadınım ben, son kadında da var olacağım.

bir kimse başka birine dar gününde yardım ederse, sövmezse, kötü söylemezse, her işe burnunu sokmazsa, tanrı'nın adını da küçük "t" ile yazmazsa işini sağlama bağlamıştır. bir kiliseye bağlanmış kadar sağlamdır durumu.

dikenden canı yanan çalıya yaklaşmaz.

çoğunlukla, hiç yalan söyleyemeyen bir kişi, yalanı en iyi yargılayabilecek kişi sanır kendini.

17.09.2022

kadın

balzac

kadınlar ergin değildir.

kırbaçlamak, kadınları ve atları yönetmenin tek yoludur. bir erkek karşısındakini böyle korkutur, kendini böyle sevdirir ve saydırır.

kadınlar yaramaz çocuklar gibidirler, erkeklerden aşağı yaratıklardır ve onlardan çekinmemiz gerekir; çünkü bizim için en kötü durum, bu kaba yaratıklar tarafından yönetilmektir.

eh, korkunç değişik biçimlerde yüz kez yinelenmiş olan bu sahne de, kabalığı ve iğrenç gerçekliğiyle, hangi toplumsal sınıfa ait olurlarsa olsun, herhangi bir çıkar onları boyun eğme çizgisinden uzaklaştırıp da iktidarı ele geçirdiklerinde, bütün kadınların oynadıkları sahnelerin bir örneğidir. büyük politikacıların gözünde olduğu gibi, onların gözünde de amaca ulaşmak için her yol mübahtır.

kadınları dikkatle gözledim ve bilirim: çoğu, bir sürü kanıtlardan, sevgi mucizelerinden sonra âşık olur ve ancak yenildikten sonra dilleri çözülüp aşklarını itiraf ederler; ama kimileri de, bugün manyetizma akımlarıyla açıklanabilen bir yakınlaşmanın etkisi altında bir anda kapılıverirler.

16.09.2022

yardım

david foster wallace

alaska'nın ücra bir köşesinde bir barda iki adam kafaları çekiyormuş. adamlardan biri dindar, diğeri ise ateistmiş. dördüncü biradan sonra alevlenen o tipik heyecanla tanrının varlığı hakkında tartışıyorlarmış. ateist şöyle demiş: "bak, tanrıya inanmamak için geçerli nedenlerim var benim. duaydı, ibadetti.. bunları denememiş değilim. daha geçen ay, kamptan çok uzaklardayken korkunç bir tipiye yakalandım. göz gözü görmüyordu. tamamen kaybolmuştum, en az eksi elli dereceydi. işte o zaman yaptım, denedim. karda dizlerimin üzerine çöktüm ve yakardım: "tanrım, eğer varsan yardım et, bu tipide kayboldum ben.. yoksa öleceğim!" dindar adam bunları duyunca ateiste şaşkınlıkla bakmış: "e, o halde, artık inanıyor olman lazım." demiş. "neticede buradasın, yaşıyorsun." ateist: "ne kadar ahmaksın!" dercesine gözlerini devirmiş: "hayır dostum, altı üstü çevrede dolaşan eskimolarla karşılaştım, bana kampın yönünü onlar gösterdi."

15.09.2022

söz

carlos fuentes

fikirler hiçbir zaman tam olarak gerçekleşemez. zaman zaman geri çekilirler, bazı hayvanların yaptığı gibi kış uykusuna yatarlar, tekrar ortaya çıkmak için uygun anı kollarlar. düşünce uygun zamanı bekler bir zaman ölü görünen bir fikir başka bir zaman yeniden doğar. ruh taşınır, çoğalır, bazen yerini başkası alır; kaybolur, kişi onun öldüğünü sanır, yeniden ortaya çıkar. aslında, söylediğimiz her kelimede kendisini belli eder. unutuluşla ve hatıralarla örülmemiş tek bir kelime bile yoktur, her kelime hayallerle ve başarısızlıklarla renklenmiştir. yine de, yakındaki bir yeniliğin taşıyıcısı olmayan tek bir kelime yoktur. söylediğimiz her söz aynı anda bilmediğimiz bir kelimeyi bildirir; çünkü biz onu unutmuşuzdur. çünkü onu arzulamışızdır. aynısı bedenler için de geçerlidir, yani madde için. her madde daha önceki varlık biçiminin ve yok olduğu zaman alacağı sonraki varlık biçiminin ruhunu taşır içinde.

13.09.2022

zafer

ahmet hamdi tanpınar

bir gün ankara palas'ta, benden yaşlı ve çok zeki tanınmış bir münevverimizle konuşuyordum. elimde bir kafka vardı. kitabı aldı, elinde evirip çevirdikten sonra yüzünü buruşturdu. benim gibi zeki bir gencin -zekâmı bilmem ama, o zaman hakikaten bana genç denebilirdi- böyle mülevves şeyleri, bu cinsten dejenere muharrirleri okumasını hiç doğru bulmadığını, fakat kabahatin bizde olmadığını, asıl kabahatin bu gibi kitapları memlekete serbestçe sokan hükümette olduğunu söyledi. hayretimden donup kalmıştım. bir lahzada 1923 inkılabından seksen sene evveline, abdülmecit han'ın kitaba ve gazeteye sansür koyduğu devre dönüvermiştik. kendisine düşüncemi söyleyince masasını bana bırakıp gitti. 

hayatta övünebileceğim tek zaferim belki budur. yani kitaptan korkan, düşünceye hat çekmek isteyen bu adamı yanımdan kaçırtmamdır.

12.09.2022

umutsuz karar

safveti ziya

bazı umutsuz kararlar vardır ki uygulanamaz olduğunu yakinen bildiğimiz halde geçici de olsa bir rahatlık duyarız. bilmem bu hal hayat kanununun o insafsız, o beklenmedik hükümlerine karşı bütün bir gençliğin, bütün insanlığın elem dolu merhamet dileyen çırpıntılarının kırılmış gönüllerin, gözyaşları döken ruhların yakarışlarının daima tesirsiz, daima beyhude kalacağını bildiğimizden dolayı mıdır? meçhul bir ses hayat mücadelesinde yaralanan, sevdadan gönlü kırık zavallılara hayatın çizdiği yolu ister istemez kaderin namert elinin sert parmaklarıyla itile itile takibe mecbur olacaklarını mütemadiyen haykırıyor mu ki insan yerine getirilemez, ulaşılamaz olduğunu pek iyi bildiği halde yine birtakım kararların arkasından koşuyor, yine birtakım emellere kapılarak, onları geçici de olsa ulaşılır sanarak güya emin bir vicdan rahatlığı kazandım hülyasıyla bir aralık dert ve elem içinde çırpınmaktan vazgeçiyor, yeniden umut buluyor, hülyaya, her zaman hülyaya, daima hülyaya, daima hülyalarına aldanıyor.

11.09.2022

karantina

dan brown

langdon salgın görüntülerini zihninden uzaklaştırmaya çalıştı ama başarılı olamadı. bu muhteşem şehrin altın çağında, salgın zayıflayıp osmanlılar, sonra da napolyon tarafından fethedilmeden önce nasıl olduğunu, venedik'in avrupa'nın ticaret merkezi olarak saltanat sürdüğü o dönemleri çok sık düşünürdü. söylenenlere göre zamanında, nüfusunun zenginliği ve kültürü eşsiz olan venedik'ten daha güzel bir şehir yoktu. ne tuhaftır ki, ticaret gemilerinin ambarlarındaki sıçanların sırtlarında çin'den venedik'e ölümcül salgını getiren, nüfusun yabancı lüks eşyalara tutkusu olmuştu. çin'in nüfusunun üçte ikisini yok eden salgın, avrupa'ya gelmiş ve hızla nüfusun üçte birini öldürmüştü. langdon salgın sırasında venedik'teki hayatla ilgili tasvirler okumuştu. ölüleri gömecek toprak kalmadığı için şişmiş cesetler kanallarda yüzüyordu. bazı bölgelerdeki ceset yoğunluğu yüzünden işçiler kütük yuvarlar gibi cesetleri denize doğru itiyorlardı. dualar, salgının gazabını azaltmaya yetmiyordu. devlet memurları hastalığa sıçanların neden olduğunu anladıklarında artık çok geçti; ama venedik yine de gelen tüm gemilerin yüklerini boşaltmadan önce kırk gün açığa demirleyip beklemelerini gerektiren bir kanun çıkarmıştı. günümüzde, italyancası quarantina olan kırk rakamı, karantina kelimesinin nereden geldiğini hatırlatan tatsız bir kelimedir.

10.09.2022

öykü

j. m. coetzee

sizin öykünüzü yalnız sizin kılan gerçeklik, bugün hiçbir önemi yokmuş gibi görünen binlerce ayrıntının içinde barınıyor. sizi ocak başında deniz kızları ve canavarlarıyla ilgili masallar anlatan yaşlı denizcilerden ayıran şey, örneğin iğnenizi yaptığınızda -hani o kemerinizde sakladığınız iğne- iğnenin gözünü nasıl delmiş olduğunuz, başlığınızı dikerken iplik yerine ne kullandığınız. bu tür ayrıntılar ve üslubunuzdaki farklılık, anlattığınız her şeyin kelimesi kelimesine doğru olduğu konusunda yurttaşlarınızı bir gün ikna edecektir. bir zamanlar okyanusun ortasında rüzgârın sürekli ıslık çaldığı, kayalıklarında martıların çığlık çığlığa dönüp durduğu bir adanın ve crusoe adında hayvan postu giyinmiş, bir yelkenli görebilmek umuduyla ufku sürekli tarayan bir adamın gerçekten var olduğuna inanacaklardır.

9.09.2022

hakikat

sevan nişanyan

hakikat, kalabalığın kanaatinden bağımsız bir veridir. hakikat aşkı başlı başına hayattaki en büyük değerdir. hakikat yolu zahmetli bir yoldur. neyin ahlaken doğru olduğundan hiçbir zaman emin olamazsın. haklı insan, tek kişi de olsa, bütün dünyadan daha güçlüdür.

hakikati her koşulda ve her zaman ifade etmek gerekir. hakikati alçak sesle değil yüksek sesle söylemek gerekir. hakikati bağırmak gerekir. bu entelektüel ahlakın temek ilkesidir. diğeri korkaklıktır, diğeri eyyamcılıktır, putperestliktir.

bu memlekette öyle "güvercin tedirginliğiyle" yaşamaya gelmez. köpek gördün mü değneği kapıp üstüne yürüyeceksin. korkarsan ezerler. korkmazsan geri çekilirler.

8.09.2022

çıngırak

metin eloğlu



çıngıraklı saati kurdum geceden
göreyim seni beni şafakla uyandır dedim
rüya dolu bir uykunun ardından
çıngırak çalınca dupduru geldim
kendimi dar attım karşı dağın yamacına
o alacakaranlıkta olup biteni
elbet bir kenara yazdım

saat altı sularında yaz sabahında
toprağın bir toprak oluşu var
börtü böceğin hepten uyanışı
denizin bir deniz oluşu var ki deme gitsin
ekin tarlasının kıyıcığında
ağacın uzlayışı var

sonra ortalık ışıdı bu ne güzel iş
kuş ötmeye başladı sevincinden
anladım ki işi oydu
gökyüzüne baktım rengince
çiçeği kokladım
cinsince kokuyordu

baktım ki tabiatta yalan yok
çiçek açarsa meyve veriyor
ırmak gibiyse denizlere akacak
dağsa ovaların çok yükseğinde
kuzuysa kurttan iyi
taşsa havadan ağır
balıksa suda soluyacak
domuz bile yavrusunu emzirecek
saçılan her tohum filizleniyor
yonca oluyor, keten oluyor, buğday oluyor zamanla
baktım ki tabiatta yalan yok

ellerimiz el olmadıktan sonra
vazgeçelim be kardeşler
aklımız akıl değilse
gönlümüz gönül değilse
gücümüz boşunaysa
vazgeçelim olsun bitsin
böyle yarı yalan yarı yanlış
yaşamaktan fayda yok

7.09.2022

adem'in hazzı

carlos fuentes

dünyamızdan daha kötü bir yer olamayacağına göre araf ve cehennem gerçek değildir. insan doğuştan günahkâr olduğu ve bu lekeyi dünyada edindiği için günahlar burada temizlenmelidir. insan şehvet yüzünden kovuldu cennetten, onun için cinsel aşırılıklar içinde cehennem hızıyla kendini tüketmeli ve bu hayvani eğilimin bıraktığı her türlü izden arınmalıdır. böylece temizlenmiş olacaktır ve öldüğü zaman yaradan'la bir olacaktır. işte bu yüzden isa mesih'in ve havarilerinin kıyamet zamanı gelip iyilerin ruhunu kurtaracağını reddediyoruz; çünkü ıstırap çekmek hayatın ta kendisidir ve hiçbir ruh en ağır ıstırapları çekmeden bu dünyayı terk etmez. bizim inancımıza göre, hiçbir ruh hayattayken sevdiği şeylerin bilincini ya da anısını dünyada çekilen ıstırapları telafi etmek için yanında götürmez.

dünyanın ilk hükümdarı adem'di. krallığına ilk geldiğinde kaderi kulağına fısıldandı. adem dininin birinci buyruğu budur: bedenin bugün günah işlesin ki yarın ruhun arınsın ve ölümü yenebilesin. bedenin yeniden diriltilmeyecek ama zevk yoluyla bedenini temizlersen, arınmış ruhun tanrı'nın ruhuyla bir olacak, sen tanrı olacaksın, tıpkı tanrı gibi senin ruhun da dünyada yaşadığın döneme ait tüm hatıraları unutacak. ama eğer zina etmezsen kendi cehennemini boylayacaksın, bir hayvan olarak dirilecek ve insan aklına sahipken yenemediğin şeyi hayvani içgüdülerle tüketene kadar da öyle kalacaksın.

lyon'dan provence'a, provence'tan flandre'a kadar insan gövdeleri hakikatle tutuştu. ne ordun ne de zaferlerin onların üstesinden gelebilir. biz vaizlerin nesli sizin prensler soyunuzdan daha eskidir. bizans'tan geldik biz, trakya'da ve bulgaristan'da oradan oraya sürüldük, bilinmeyen yollarla ispanya'ya, akitanya ve toulouse'a ulaştık; senin atan katolik pedro evlerimizi yaktırdı ve halk dilinde yazılmış dua kitaplarımızı yok etti, bizim yoksulluk seferimize katılan zenginlerin şatolarına el koydu. senin atan fatih don jaime bizi katalan ve aragonlu engizisyoncuların işkencelerine ve zulümlerine terk etti, harap edilen provence'ımızda ozanların söyleyebileceği tek bir şarkı kaldı:

"seni şimdi gören daha önce de bir kez görmüştü!" 

bugün son kez yendiğini sanıyorsun bizi. ama senin ölümünden sonra da yaşayacağımızı bil. senin gücünün erişemeyeceği orman kuytularında, buz gibi ay ışığının altında bedenler çiftleşiyor, göksel âleme günahsız varmak için zevk duygusundan arınıyor. ne zindan ne işkence, ne savaşlar ne kazığa oturtma iki bedenin doğal birleşimini önleyebilir. sunağın önüne bak ve ordularının kaderini gör: bok. gözlerimin içine bak ve benim kaderimi gör: cennet. bedenin zevklerini ve mistik yücelişi birleştiren dünyevi bir cennetin sevincini silemezsin. ebeveynimiz âdem ile havva'nın yaptığı gibi cinsel birleşmenin hazzını yaşarken hissettiğimiz vecdi yenemezsin. sevişmek günahtan önceydi; bizim sırımız budur.

insani kaderimizi sonuna dek yaşıyoruz ki sorumluluklarımızdan sonsuza dek kurtulalım, böylece yeryüzünü umursamayan bir göğün ruhları olacağız. bunu yaparken aynı zamanda ilahi alın yazımıza uyuyoruz. senin paralı orduların bizi yenemez. sen ölümü temsil ediyorsun, biz üreyip çoğalmayı. sen cesetleri üst üste yığıyorsun, biz ruhları. görelim bakalım bugünden sonra hangisi daha hızlı çoğalacak: senin ölülerin mi yoksa bizim canlarımız mı? hiçbir şey yapamazsın. bizim özgür ruhlarımız gecenin diğer kıyısında yaşayacak ve orada günah denilenin aslında aciz bir fikrin unutulmuş ismi olduğunu, masumiyetin de ölümlü olduğunu fark ettiği andan beri dünyadaki alın yazısını izlerken âdem'in hissettiği haz olduğunu haykıracak.

6.09.2022

toplum

jiddu krishnamurti

büyüklerimiz muhteşem bir toplum kurmadılar; anne babalar, bakanlar, öğretmenler, idareciler, din adamları güzel bir dünya yaratmadılar. aksine, herkesin herkesle kavga ettiği, her grubun diğer gruplara, her sınıfın diğer sınıflara, her ulusun diğer uluslara, her ideolojinin veya inanç silsilesinin diğer ideolojilere veya inanç silsilelerine karşı çıktığı ürkütücü ve vahşi bir dünya kurdular. içinde yetişip büyüdüğünüz dünya yetişkinlerin kendi fikirleri, inançları ve çirkinliğiyle sizi baskı altına aldıkları ıstırap dolu çirkin bir dünyadır. ve eğer siz bu canavarca toplumu kurmuş yetişkinlerin çirkin modelini takip etmekten öteye geçemezseniz eğitimli olmanın, daha da önemlisi yaşamanın ne anlamı olabilir ki?

eğer dönüp çevrenize şöyle bir bakarsanız, dünyanın her yerinde dehşet verici bir yıkımın ve insani sefaletin yaşandığını görebilirsiniz. tarihteki savaşları okuyabilirsiniz ama işin aslını, şehirlerin tamamen harabeye çevrilişini, bir adaya atılan hidrojen bombasının tüm adayı yok edişini bilmezsiniz. bombalanan gemiler toz duman olup havaya karışır. sözde ilerlemenin yol açtığı korkunç bir yıkım var ve siz işte böyle bir dünyada büyüyorsunuz. gençken iyi zaman geçirip mutlu olabilirsiniz; ama yaşınız ilerlediğinde düşüncelerinizin ve hislerinizin bilincinde olmadığınız sürece savaşların, acımasız hırsların dünyasını, herkesin birbiriyle rekabet ettiği, sefalet, açlık, kalabalık ve hastalıkların kol gezdiği bir dünyayı ayakta tutmaya devam edersiniz.

hiç kuşkusuz yeni bir toplum yaratmak zorundasınız; bir birey olarak sahiplenmecilikten, kıskançlıktan, açgözlülükten kurtulmak zorundasınız; milliyetçilikten, vatanseverlikten ve dinsel düşüncenin tüm dar kalıplarından kurtulmak zorundasınız. ancak o zaman yeni bir şey, tamamen yeni bir toplum yaratmak mümkün olabilir. öte yandan eğer mevcut topluma kendinizi uydurmak için düşüncesizce didinip durursanız yıkıcı olan inançların, güç ve itibar arayışının, kıskançlığın eski yolunu takip etmekten öteye geçemezsiniz.

5.09.2022

hakim bey

ahmet hamdi tanpınar

1923 yılında erzurum lisesi'nde hoca idim. mektebimizde fransızca ders veren abdülhakim bey adında mısırlı bir hoca vardı. çok çabuk dost olmuştuk. fransızcayı, ingilizceyi iyi biliyor, biraz yağlı, fazla tecvidli olmasına rağmen türkçeyi de mükemmel şekilde konuşuyordu. fransız gramerini iki ayda öğretmek için hususi bir metot bile icat etmişti. bu cinsten icat sahiplerinin çoğu gibi o da garip bir adamdı. sene sonunda imtihanlarda çocukların hakikaten fransız gramerini çok iyi bildiklerini gördük. yalnız bir şey eksikti. fransızca bilmiyorlardı. tek başına metodun kâfi olmadığını ve her icadın icat sayılamayacağını ilk önce o imtihanda öğrendim.

hakim bey, ilk cihan harbinden evvel, mısır'da başlayan milliyetçi talebe hareketlerine iştirak ettiği için memleketini terk etmeye mecbur kalmış ve türkiye'ye gelmişti. harp esnasında hükümet bir müddet kendisinden şüphelenmiş, hatta izmir civarında bir yerde hapis bile edilmişti. sonra serbest bırakılmış, daha sonra da iş vermişlerdi. hapishane hayatını anlatmaktan çok hoşlanıyordu. insanlara ve eşyaya, muayyen ve dar zaviyelerden olsa bile, bakmayı bilenlerdendi. oldukça kuvvetli bir musiki hafızası vardı. hapishane türkülerimizin çoğunu öğrenmişti. fakat çok hususi bir musiki zevkiyle yetiştiği için, arap lahni, söylediği türkülerin çeşnisini hemen bozar, büsbütün başka bir şey yapardı. hakim bey'in bu hususi musiki çeşnisi arapçaya tercüme edilen garp operalarında da kendini aynen gösterirdi. romeo'nun (başa) juliet'in (hanum) olabileceğini onun tegannilerinde, bir evde oturduğumuz zamanlar öğrendim.

hülasa hoşa giden tarafı çok, vefalı bir arkadaştı. yalnız bir kötü huyu vardı. kitabı sevmez ve okumazdı. gramer kitaplarından başka kitabı yoktu. halbuki o yıllar benim okuma hızımın arttığı yıllardı. konforsuz hayatımız, -her şeyimiz ya karyolalarımızın altında ya başlarımızın üstündeki raflarda idi- yalnızlık beni kitaba atmıştı. mektepten çıkar çıkmaz yatağıma uzanır, yeni tanıdığım dostoyevski ile, erzurum'a kadar cebimde getirdiğim baudelaire'i, istanbul'dan bin güçlükle getirttiğim kitapları okurdum. fakat asıl okuduğum bu ikisi idi. fransız şairinin darülfünun'da iken cazibesine kapılmıştım. dostoyevski'yi ise yeni yeni tadıyordum. muazzam bir şeydi bu. her an dünyam değişiyordu. insan ıstırabıyla temasın sıcaklığı her sahifede sanki kabuğumu çatlatacak şekilde beni genişletiyordu. düşüncem adeta bir kaç gece içinde boy atan o mucizeli nebatlara benziyordu. ciltten cilde atladıkça ufkum başkalaşıyor, insanlığa ve hakikatlerine kavuştuğumu sanıyordum.

hakim bey'le bir evde oturduğumuz için günlerimiz beraber geçiyor gibiydi. beni hakikaten seviyordu. bir eski zaman lalası gibi etrafımda dolaşıyor, bin türlü beceriksizliğimi dostluğunun yardımıyla düzeltiyor, hayatımı kolaylaştırıyordu. fakat adamcağız tam bir ıstırap içindeydi. beni bırakıp yalnızca sokağa çıkmaya razı olmadığı için, ben okurken bir avuç içi kadar odamızda, kendisine yeniden yoklanacak kilometrelerce mesafeler icat ediyordu. yorulduğu zaman yatağına uzanır, öğrenilecek lisanın kendisine hiçbir suretle muhtaç olmayan gramer metotları düşünür, yahut da yukarıda bahsettiğim operalarını söylerdi. fakat vaktini ne ile geçirirse geçirsin bir eli daima bana doğru, elimdeki kitabı alıp atmak için uzanmış dururdu. aylarca bu tehdidin altında yaşadım. hâlâ bile üzerimde izi vardır.

hakim bey'in söylediği opera parçaları, bilmem nedense, bana onun shakespeare'i çok sevdiği fikrini vermişti. hem gönlünü almak hem de belki okumaya tekrar başlar da rahat ederim ümidiyle istanbul'dan kendisine hediye etmek üzere bir ingilizce shakespeare getirtmeyi düşündüm. aylarca bekledikten sonra nihayet kitap geldi. büyük sürprizi yapmak için akşamı zor ettim. eve döndüğümüz zaman evvela kendi okuyacağım kitabı çıkardım. sonra da ona shakespeare'i uzattım. hafızası yerinde, anlatacağı hatırayı, bütün teferruatıyla anlatabilen insanlardan olmadığıma şu anda çok müteessirim. çünkü hakim bey'le o anda aramızda geçen sahne hakikaten emsalsizdi.

dostum kitabı, -incil kâğıdına, bir tek ciltte basılmış nüshalardandı- bir müddet ne yapacağını bilmeden elinde evirdi, çevirdi. sonra yüzüme bakarak, hakikaten sevimli bir hayretle "bunu ben ne yapacağım?" diye sordu. gözlerinde bütün bir çocuk masumiyeti vardı. "ben kitap okumam." diyordu. "hele ecnebi dilinde hiç okumam. bana kur'an yeter. zaten hafızım. sonra hafızamda 'muallakat' var. kelam-ı kibar'ın en faydalılarını, hadislerin en sahihlerini biliyorum. ben bu kitabı ne yapayım?" birdenbire karşımdaki adam benim için hakiki bir uçurum olmuştu. hâlâ bile, hakim bey'i korkunç bir boşluk gibi düşündüğüm, gördüğüm olur. kitabı sevmeyen ve korkan adam... tecessüsünü öldürmüş insan...

o günden sonra kitap meselesi daima aramızda bir münakaşa mevzu oldu. hakim bey'i kitaba alıştırmak için değil, sadece kitap düşmanlığının sırrını öğrenmek için. her defasında, şu cevabı aldım: "kitap, bir hakikat için okunur. hakikat ise allah'ın hakikatidir ve kendi kitabındadır. onun dışında insan benliğinin yalanı ve karanlığı vardır. bu karanlık çeşit çeşit şekillere girer ve aslında bizden çıktığı halde, her an bizi yeniden aldatır; dalalete düşürür. kendi yalanımla bile bile neden uğraşayım?" bazen bu müdafaa başka şekiller de alırdı: "arap dili ve edebiyatı kâfi derecede zengindir. garp medeniyeti son sözünü söylüyor. yapıcı kitap orada bulunmaz."

hakim bey'in fikirlerini bir türlü değiştiremedim, ona hatta hiç bir ezeli hakikatin, insani hakikatle yan yana gelmekten zarar duymayacağını dahi anlatamadım. o zihnini, hayatına istikamet veren muayyen bir sistemden ayrı hisle yormak istemiyordu. bununla beraber mutaassıp bir müslüman, hatta namazında, orucunda bir adam bile değildi. hakim bey, kitap düşmanı idi. düşünceyi insan için lüzumsuz, hatta zararlı bulurdu. kafasının bozulmamasını istiyordu. gençliğinde okuduğu şeyleri de bir cemiyetin kefaleti ve vesayeti altında okuması, öğrenmesi lazım olduğu için okumuştu. o, ortalama müslüman şarkın, dinlenmek için aramıza gelip bizi metheden, methede ede anlatan frenklerin hayran oldukları, şarkın bir numunesiydi. böyle olduğu için de huzur içinde, geniş kahkahalarını savurarak, operalarını, hapishane türkülerini söyleyerek, gramer metotları icat ederek yaşıyordu. ömrü bulutsuz bir gökte, bir ebedilik vehmini peşinden sürükleyerek seyrini yapan bir güneş gibi lekesiz ve arızasız geçiyordu. 

hakim bey'i ilk tanıdığım kitap düşmanı olduğu için daima hatırlarım. ilk tanıdığım ve en az kızdığım... çünkü kitabı toptan reddediyordu. ve reddederken de muayyen bir teklifi vardı. başka bir cins insanın peşinde idi. hatta belki de bu insanın, nesli kurumuş bir hayvan gibi günün birinde öleceğine de inanıyordu. zaten meselesi oldukça karışıktı. kitap düşmanlığı, onda, biraz da garp istilasına karşı duyduğu dargınlıktı. ömrünün tek macerasından bu küskünlükle çıkmıştı. garp sanatına, garp tefekkürüne boykot yapıyor. bir deve kuşu gibi kendi zihniyetinin kısır kumlarına başını gömüyordu. bunu yaparken her muhitte yalnız kalacağını biliyor ve söylüyordu. bununla beraber hakim bey halisti, bütündü, çünkü pazarlık yapmıyordu. kitabı ve hatta insanı toptan reddediyordu.

ondan sonra tanıdığım kitap düşmanlarının hemen hiçbiri halis değildiler. hem insanı kabul ediyorlar, hem de düşüncesine bir hat çekmek istiyorlardı. insanı korumaya hakları olmayan noktalarda korumaya çalışıyorlar, yani içlerinde ve dışlarında küçültüyorlardı.

4.09.2022

modern toplum

jack london

frederic harrison şöyle diyor: "dikkate alacağımız şey sanayinin yerleşik hali ise, en azından bana göre, modern toplumun köleliği ya da sertliği pek aşamadığını söylemek yeterlidir. servetin gerçek üreticilerinin yüzde doksanı, evim diyebilecekleri kalıcı bir konuttan yoksundur. ne bir parça toprakları ne de kendilerine ait bir odaları bulunur. küçük bir at arabasına sığan eski mobilyalardan gayrı hiçbir değerli eşyaları yoktur. alacaklarına emin olamadıkları, hayatta kalmalarına zar zor yeten haftalık ücretleri vardır. çoğu, köpek bağlasan durmayacak evlerde kalır. öylesine yokluğun kıyısında yaşarlar ki bir ay işleri kötü gitse, hastalansalar ya da beklenmedik bir kayba uğrasalar açlık ve muhtaçlıkla yüz yüze gelirler. ama şehir ve kırlardaki ortalama işçilerin bu normal vaziyetinin de altında, yokluk içinde yaşayan bir sürü dışlanmış insan vardır. sanayi ordusunu geriden takip eden, iç kaldırıcı bir perişanlık içindeki bu insanlar, toplam işçi sınıfı nüfusunun en az onda birini oluşturur. modern toplumun yerleşik düzeni böyle olacaksa, medeniyetin insanlığın büyük çoğunluğuna lanet getireceğini söylemeliyiz."

3.09.2022

inkâr

dan brown

insan zihninin ilkel ego savunma mekanizması, beynin kaldıramayacağı kadar fazla stres üreten tüm gerçekleri reddeder. buna inkâr denir. inkâr, insanın başa çıkma mekanizmasının önemli bir kısmını oluşturur. o olmasaydı, her sabah hangi şekilde öleceğimizi düşünerek dehşet içinde uyanırdık. bunu yapmak yerine zihinlerimiz, işe vaktinde yetişmek veya vergilerimizi ödemek gibi başa çıkabileceğimiz stresle meşgul olarak, varoluş korkularımızı perdeler. eğer varoluşla ilgili daha büyük korkularımız olursa, basit işler ve günlük meşgalelerle vakit geçirerek onları hemen aklımızdan çıkarırız.

mitolojiye göre, inkâr halindeki bir kahraman, kibir ile gururun varabileceği en üst noktadadır. en kibirli kişi, dünyadaki tehlikelerin kendisine dokunamayacağına inanan kişidir. kibri yedi günah arasında en kötüsü ilan ederek kibirlileri cehennemin en alt çukurunda cezalandıran dante, bu fikre katılıyordu.

2.09.2022

hikâye

walter benjamin

mısır firavunu psammetikhos pers kralı kambyses'e yenilip esir düştüğünde, kambyses onu aşağılamak için pers zafer alayının geçeceği yola götürülmesini emreder. her şey öyle ayarlanmıştır ki, psammetikhos kızını bir hizmetçi olarak, testiyle kuyuya giderken görür. bütün mısırlılar bu görüntü karşısında ağlayıp yakınırken, psammetikhos öylece durur; gözlerini yere diker, kılı kıpırdamaz, ağzından tek bir söz çıkmaz. idam edilmeye götürülen oğlunu gördüğünde, gene tepkisiz kalır. ama esirler arasında yaşlı, yoksul düşmüş hizmetkârını görünce, yüzünde derin acı işaretleri görülür, dövünmeye başlar.

bu hikâye gerçek anlatıcılığın ne olduğu hakkında bir fikir verebilir.

enformasyon yalnızca yeni olduğu an değer taşır, yalnızca o an yaşar. kendini tümüyle o ana teslim etmeli, zaman kaybetmeden kendini ona açıklamalıdır. oysa hikâye farklıdır: kendini tüketmez, gücünü toplar ve korur, yıllarca sonra bile harekete geçirebilir.

örneğin montaigne, mısır firavununun neden yalnızca hizmetkârını görünce ağlayıp dövündüğünü sorar kendine. ve şöyle cevaplar: "o kadar kederliydi ki" der, "kederindeki ufacık bir artış, duygularını zaptedememesine yetmişti."

ama şöyle de söylenebilir: "kendi soyundan olanların yazgısı firavunu etkilemez; çünkü bu onun kendi yazgısıdır." ya da: "gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek etkiler bizi. firavun için hizmetkârı yalnızca bir oyuncudur." ya da: "kederin büyüğü tıkar insanı ve ancak bir gevşemeyle birlikte dışavurulabilir. hizmetkârın görülmesi, bu gevşeme anıdır."

1.09.2022

transhümanizm

dan brown

şunu bir düşünün: bir milyar insana ulaşmak, ilk insandan 1800'lere kadar dünya nüfusunun binlerce yılını aldı. ama 1920'lerde nüfusun iki katına çıkıp iki milyara ulaşması şaşırtıcı bir şekilde sadece yüz yıl aldı. bundan sonra nüfusun yeniden ikiye katlanıp 1970'lerde dört milyara ulaşması ise sadece elli yıl aldı. tahmin edebileceğiniz gibi, pek yakında sekiz milyara ulaşacağız. sadece bugün, insan türü dünya gezegenine çeyrek milyon kişi daha kattı. çeyrek milyon. ve bu her gün oluyor.

kişi başına daha fazla temiz su düşmesini istiyorsanız, yeryüzünde daha az insan olması gerekir. araçların sebep olduğu kirliliği azaltmak istiyorsanız, daha az şoför olması gerekir. okyanusların yeniden balıkla dolmasını istiyorsanız, daha az insanın balık yemesi gerekir.

gözlerinizi açın! insanlık yok olmak üzere. liderlerimizse toplantı odalarında oturmuş güneş enerjisi, geri kazanım ve hibrit otomobil pazarlıkları yapıyor. ozon tabakasının delinmesi, susuzluk ve kirlilik birer hastalık değil, belirti. hastalık ise nüfus artışı. ve biz dünya nüfusuyla baş etmedikçe, hızla büyüyen kanserli bir tümöre yara bandı yapıştırmaktan başka bir şey yapıyor olmayız.

"kanser, kontrol dışı büyümeye başlayan sağlıklı bir hücreden başka bir şey değildir. fikirlerimi nahoş bulduğunuzu anlıyorum; ama sizi temin ederim, vakti geldiğinde diğer seçeneği çok daha nahoş bulacaksınız. cesur bir karar veremezsek..."

"örgütünüz doktorlardan oluşuyor ve bir hastası kangren olduğunda, hayatını kurtarmak için bacağını kesmekte tereddüt etmez. bazen insan kötünün iyisine razı olmak zorundadır."

dante'nin cehennemi kurmaca değil, kehanettir. berbat sefalet. ıstıraplı acı. bu, geleceğin manzarasıdır. insanlık eğer denetlenmezse veba ya da bir kanser gibi işler. bir vakitler faziletimizi ve kardeşliğimizi besleyen yeryüzü refahı tamamen tükeninceye dek, her yeni nesille birlikte artar sayımız. içimizdeki canavarlar ortaya çıkar. çocuklarımızı doyurmak için ölümüne bir savaş veririz. burası dante'nin dokuz daireli cehennemidir. bizi bekleyen budur. malthus'un matematiğiyle alevlenmiş gelecek üzerimize doğru savrulurken, cehennemin ilk dairesinde, tahminimizden çok daha hızlı bir şekilde düşmeye hazırlanarak.. yalpalarız.

transhümanizm bir tür felsefe, bir aydın hareketidir. bilim dünyasında hızla yayılmaya başladı. esasen, insan bedenindeki kalıtımsal zayıflıkları aşmamız gerektiğini ileri sürer. başka bir deyişle, insan evrimindeki bir sonraki aşamada, kendimizi biyolojik olarak düzenlememiz gerektiğini söyler.

transhümanizm, en basit şekliyle, insanların mevcut olan tüm teknolojileri kendi türünü daha güçlü kılmak için kullanması gerektiğini söyleyen, en güçlünün hayatta kalmasına dayanan bir felsefedir.

transhümanizm hareketi, genelde sorumluluk sahibi bireylerden oluşur. etik açıdan güvenilir bilim adamları, vizyon sahibi bireyler, hayalperestler. ama birçok harekette olduğu gibi bunda da hareketin yeteri kadar hızlı ilerlemediğini düşünen militan bir grup var. bunlar dünyanın sonunun yaklaştığına ve birinin türlerin geleceğini kurtarmak için harekete geçmesi gerektiğine inanan apokaliptik düşünürler.

hiçbir şey yapmamak; sıkışıp kalarak, açlık çekerek, günah içinde yuvarlanarak dante'nin cehennemine kucak açmaktır. ve ben de cesaretle eyleme geçtim. kimileri dehşetle bakacaktır; ama kurtuluşun bir bedeli vardır. dünya bir gün fedakârlığımın güzelliğini kavrayacaktır. çünkü ben sizin kurtuluşunuzum. ben gölge'yim. ben insanlık sonrası çağının kapısıyım.

geleceği senin zarif ellerinde terk ettiğimi bilerek huzur bulacağım. aşağıdaki görevim tamamlandı. artık, benim için yukarıdaki dünyaya tırmanma ve yeniden görme vaktim geldi yıldızları.