29.09.2016

uzun lafın kısası

amin maalouf: yalnızsın, yoksulsun, seninkiler tarafından yadsındın ve evreni fethe gidiyorsun. gerçek başlangıçlar böyle belli olur.

sylvia plath: basılmamış bir yazı yığını kadar kokuşmuş bir şey olamaz.

charles chaplin: kötü günleri görmezseniz mutlu günlerin değerini anlayamazsınız.

benjamin franklin: ufak bir ihmal büyük zararlar doğurabilir. çividen yoksunsa nal elden gider, naldan yoksunsa at elden gider, attan yoksunsa binici elden gider.

epikuros: mutlu ve ölümsüz yaratığın hiçbir işi yoktur, hiç kimseye de bir iş çıkarmaz.

gustave flaubert: her şeyi tanrıya bırakmak faziletlerin en kötüsüdür.

jane austen: akıl soranlar ancak yanlış karar verecekleri zaman, vicdanlarının sesini susturmakta yardımcı aradıkları için sorarlar.

kierkegaard: bir kız ilk bakışta ideali uyandıracak kadar derin bir izlenim bırakmıyorsa onun gerçeği de pek arzulanacak bir şey değil demektir.

alexandre dumas: bir babanın ya da bir annenin yüreğinin hiçbir zaman anlayamayacağı şeyler vardır.

maurice duverger: ezilen sınıflara, ölümden sonraki sonsuz yaşamda, hak edenlerin eşit olacağını vaat ederek, bu dünyadaki kaderlerine razı olmalarını telkin eden din, aslında egemen sınıfın hizmetindedir.

orhan pamuk: bütün katiller, sanıldığının aksine, inançsızlardan değil, fazla inananlardan çıkar.

rollo may: insan, en büyük iflası içinde tekrar bir şey yapabilecek duruma gelene kadar kişiliğini koruyan bir mucizedir.

28.09.2016

senden

özdemir asaf


seni, senden de yakın, yalnız ben tanıyorum
sana, seni en sıcak bir ben anlatıyorum
kimse varamaz senin ben kadar yakınına
çok zamanlar kendimi sanki sen sanıyorum
sana seni anlatsam, anlatırım kendimi
sende seni ararken kendimi arıyorum

26.09.2016

şarkıcı ve filozof

halil cibran

dün bugünün anısı, yarın ise bugünün rüyasıdır.

hayat, kalbini övecek bir şarkıcı bulamadığında, aklından söz edecek bir filozof doğurur.

öğrenimsiz akıl sürülmemiş tarlaya benzer.

açık olan, basit bir dille anlatılıncaya kadar hiç kimsenin fark etmediği şeydir.

doğadaki savaş, düzeni arzulayan düzensizlikten başka bir şey değildir.

tek bir damla su, okyanusların tüm sırrını içinde barındırır.

bir elmanın yüreğinde gizlenen tohum görülmez bir elma bahçesidir. ama bu tohum bir kayaya rastgelirse ondan hiçbir şey çıkmaz.

arzu hayatın yarısıdır, kayıtsızlıksa ölümün.

meşe ile çınar birbirlerinin gölgesinde büyümezler.

kaplumbağalar yollar hakkında tavşanlardan çok daha fazla şey anlatabilirler.

arzulayanın kalbinde güzellik, onu görenin gözlerinkinden daha fazla parıldar.

kardeşimiz isa'nın kitapta yazılmamış üç mucizesi vardır. ilki, o, senin ve benim gibi bir insandı. ikincisi, kıvrak zeka ve espri gücüne sahipti; üçüncüsü, yenildiği halde bir galip olduğunu biliyordu. içinde saklı olanı bilseydi isa'nın dedesi, kendi kendisinden dehşete kapılmaz mıydı?

25.09.2016

ahret

ziya osman saba

bu garip dünyada ben yadırgadım yerimi
yıllardan sonra bir gün, görüp çektiklerimi
tanrım bir meleğine emredecek: "yetişir!"

gözlerimi o saat sessiz kapayacağım
beni bekleyedursun bir kenarda yatağım
bütün yorgunluğumu alacak bir teneşir

bir yükü atmış gibi içimde bir hafiflik
oraya geçmek için aşacağım bir eşik
bir lâhza tutacağım bana uzanan eli

bir el gözlerimdeki perdeyi sıyıracak
onları bulacağım ve annem şaşıracak:
"oğlum! ne kadar da büyümüş ben görmeyeli."

24.09.2016

mantık

ludwig wittgenstein

mantıkta hiçbir şey rastlantısal değildir.

mantıkta olanaklı olan her şey, aynı zamanda geçerlidir.

mantık dünyayı doldurur; dünyanın sınırları onun da sınırlarıdır.

mantıkta hiçbir zaman beklenmedik şeyler olamaz.

mantık bir öğreti değil, dünyanın bir ayna tasarımıdır.

mantık aşkındır.

22.09.2016

koleksiyoncu

carlos maria dominguez

iki çeşit insan vardır. biri, koleksiyoncular. kendilerini nadir bulunan baskıları, horado quiroga'nın salto'dan çıkardığı dergiyi, borges'in sadece tüm kitaplarını değil, dergilerdeki makalelerini ve güiraldes'in editörü colombo'nun yayımladıklarını veya bonet imzalı seçkin ciltleri toplamaya adayanlar. hem de bu sayfaları sadece güzel bir nesneye, pahalı bir parçaya bakmak için açacaklardır, başka bir şey için değil. diğerleri ise okurlar. hayatları boyunca kütüphanelerine sadece önemli eserleri koyarlar. brauer'i bu gruba dahil ediyorum. bu tür insanlar tutkuludur, okumak ve anlamak dışında bir kaygı gütmeden saatlerini geçirecekleri bir kitap için oldukça mühim paralar ödemeye hazırlardır.

20.09.2016

yasak sevişmek

attila ilhan


"bir şû'lesi var ki şem'-i cânın
fânûsuna sığmaz âşinânın"
(şeyh galip)

iki sonbahar kaçakçısı
dün izmir'de yakalandı

ilk yudumda ağlamaya başlamıştı
şakakları ter içinde gece saat on
kibrit aranıyor göğüs geçirerek
bütün sevgilerinde yanılmıştı

bir omzuna almış sanki gökyüzünü
dudakları masmavi alsace lorrain
yüzü cermenlerin en eski hüznü
hölderlin bakıyor sisli gözlerinden
ellerini şöyle okşayacak oldum
duydum nabzının gök gürültüsünü

gizlice diş biler içinden herkese
yaşamaktan çok ölmeye yakın
öldürmeye değil sakın aldanmayın
aklınca aldatıyor böyle sağı solu

izmir'deysem eğer ya bürümcük bir karabiber
ya dikenli bir palmiye ağustos delisi
ayışığında ya da bir turunç ağacı
yıldız serpintileriyle sırılsıklam

şarkılar söyleyeni azaldıkça güzelleşir
en güzel şarkı eylül'ün getirdiğidir
alacakaranlıktaki yalnızlık sesleri
içimize uçuşan çınar yapraklarından

istanbul'dan dört beş yılı silip atacaksın
yaşantın küçüldü mü yaşadım saymayacaksın
bitti sandıkları an yeniden başlayacaksın
hatta gülümseyerek belli belirsiz dargın
göğsünde yalap yalap yanardağ şarkıları

ölümün gerçekliğini etinde duyanların
hayattaki her şeye karşı onarılmaz bir kırıklıkları vardır

elimden gelen bu ben iki kişiyim
ikisi birbirinden çıkmaya uğraşıyor
bilmem ki hangisinden nasıl vazgeçeyim
birisi yeni baştan serüvene başlamış
öbürü silahında son mermiyi yakıyor
çoğalmak neyse ne azalmak zor

nasıl da sevdim ne iştir bilmeden sevmeyi
bir parça son yalnızlığa öncekiler hazırlıktır
insan bırakmaz sevdiğini sevmek insanı bırakır
kalırsa gözlerinin elinde yaldızı belki kalır

dünyayı tumturaklı bir yalan sayanlar
yalanın dehşetini yaşlandıkça anlar

boğucu bir sessizlikte ateşten goncalardır
o demirden şiirler ki sanki tabancalardır
umutsuz hangi gününde el atsan ateşe hazır
nâzım onları yazarken duvarlar çatırdardı

olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması

lila

robert m. pirsig

birisi nesnelse onun insanlara yaklaşımı uzaktır. soğuk ve mesafeli bir bakışla bakar. nesnel bir gözlemcinin göreli düşüncesi yoktur; çünkü o, gözlemlediği dünyanın hiçbir yerinde değildir.

bir hırsız yakalandı mı daha bir yığın suç aydınlatılır genellikle.

evlenen insanlar en sahtekar insan cinsidir. bütün özgürlüğünden ve her şeyden, güya her gece seks için vazgeçiyorsun. ama bu onları mutlu etmiyor. hep bir kaçış yolu arayıp duruyorlar sonra.

güzellik, başka bir şey gibi görünmeye çalışan şeyler değildir. güzellik, neyse o olan şeylerdir.

ahlakta nesnel gerçek yoktur. yaşamınız boyunca ister mikroskopla, ister teleskopla, ister osiloskopla bakın, tek bir ahlak bulamazsınız. onların hiçbiri orada değildir. hepsi sizin kafanızdadır. yalnızca sizin imgeleminizdedir.

siyasi kararların gerçeklere bağlı kalınarak verildiği enderdir.

gerçeğin yapısı hakkında bir şey söylemek için ağzını açtığın anda, gerçeğin başka türlü olduğunu söylemiş bir sürü düşmanın olacak.

"bir piskoposu hiçbir şey, bölgesinde bir azizin bulunması kadar rahatsız edemez." 

delilik daima başkalarına göre vardır. delilik sosyal ve entelektüel bir sapmadır; biyolojik bir sapma değildir. mahkemede ya da diğer her yerde deliliğin tek sınanma yolu kültürel statükoya uygunluktur.

donan bir teknenin tepesinde çıplak ayakla yürümek kadar uyandırıcı bir şey yoktur.

hüküm

j. r. r. tolkien


üç yüzük göğün altında yaşayan elf krallarına
yedisi taştan saraylarında cüce hükümdarlara
dokuz yüzük ölümlü insanlara, ölecekler ne yazık
bir yüzük gölgeler içindeki mordor diyarında
kara tahtında oturan karanlıklar efendisine
hepsine hükmedecek bir yüzük, hepsini o bulacak
hepsini bir araya getirip karanlıkta birbirine bağlayacak
gölgeler içindeki mordor diyarında

18.09.2016

aylak köpek

sadık hidayet

nedendir bilmem, bazıları daha ilk karşılaşmada, halk tabiriyle, can ciğer kuzu sarması olurlar. birbirlerini hiçbir zaman unutmamak için bir kere tanışmaları yeter. bunun bir de tersi var. bazıları da birkaç defa tanıştırılmalarına, yollarının hayatta birçok kez kesişmesine rağmen daima kaçarlar birbirlerinden. aralarında kaynaşma olmaz. sokakta rastlaşsalar birbirlerini görmezden gelirler. ne dostturlar ne düşman.

şimdiye kadar başımızı kavuran yakıcı güneş ile gözümüze tutya ettiğimiz toz topraktan başka bir şey geçmedi elimize. ölü kemikleri ve eski dünyaya ait çürümüş eşyalar arasında yaşamaktan içimizdeki yaşama duygusu öldü.

kapı aralarından merakla bakıp pencereden kulak kabartan şu bozguncu, kinci ve ağzı bozuk kadınlar yok mu; insanı lekelemek için alesta bekliyorlar. şu dünyadaki soysuz insanlar başkalarının mutluluğunu bozup avare etmekten zevk alıyorlar.

yukarılardan alemi seyrederim, sevgilim
iki yandan düşmana bakarım, sevgilim
bir gece daha tut bizi yanında, sevgilim
yarın seni rahatsız etmeyiz sevgilim, mihribanım
kurbanım sana, sen bilmezsin ama
koşa koşa giderim filanın evine sevgilim
ney sesi gelir, bir genç nalesi gelir, sevgilim, azizim, dilberim
dudaklarının köşesini evim yap benim

17.09.2016

kara aydınlanma

çin


ne büzülmüşse
bir vakitler uzatılmış olsa gerek
ne cılızsa
önceleri güçlüydü mutlak
ne devrilmişse
ilkin dikilmiş olsa gerek
ne verilmişse
eskiden alınmıştı herhalde
kara aydınlanma buna derler:
yumuşak zayıflık yener kaba gücü
derinlerden suyun üstüne sıçramamalı balık
uluslar hiç göstermemeli keskin kılıçlarını

2
boşluğun ta ucuna kadar git
sessizliğe sımsıkı sarıl
her şey kaynaşıyor
dönüp geldikleri yerde gördüm hepsini
bakın, çiçekleniyor her şey
ama her şey kendi köküne dönmektedir
köke dönmek sessizliğin ta kendisi
dönüş, kaderdir
hiç değişmez alınyazımızdaki dönüş
aydınlanmaktır bu değişmezliği bilmek
bilmemek, felakete koşmaktır körü körüne
bunu bilen, her şeyi biliyor demektir
adalet cennetten çıkmadır
iyi yönetim cennetten çıkma
erdem yolu
cennet yoludur, sonsuzluk yoludur
eti kemiği çürüse bile
erdemli insana ölüm yoktur

3
insanları tanımak, akıllılıktır
kendini tanımaktır aydınlanmak
başkalarını fethetmek, kuvvettir
kendini fethetmek, kudret
kanaattir en büyük zenginlik
erdem yolu, bütün emellere kavuşturur
olduğu yerde duran, kalımlı olur
ölmek ama yitip gitmemek
"uzun ömür" budur işte

16.09.2016

at çalmaya gidiyoruz

per petterson

"ateş yanan yerde güven vardır."

gözlerimi açıyorum. başım yastığa gömülmüş. uyumuşum. elimi kaldırıp kol saatime bakıyorum. yalnızca yarım saat uyumuşum ama bu alışılmadık bir şey. daha yeni kalkmıştım; üstelik de geç saatte. o kadar mı yorulmuşum?

pencere pervazı apaydınlık. hızla doğrulup ayaklarımı yatağın kenarından aşağı sarkıtıyorum, birden başım dönüyor, ileri doğru uçuyorum, durmayı başaramıyorum, gözlerimde yıldızlar uçuşuyor, omzumun üzerine düşüyorum. yere çarptığımda tuhaf bir inilti çıkarıyorum. sonra orada yatıp kalıyorum. üstelik de canım acıyor. ne baş belası şey. kendimi germemeye çalışarak yavaşça soluk alıyorum. kolay olmuyor. ölmek için henüz çok erken. daha 67 yaşındayım, çeviğim. günde 3 kez lyra ile dolaşmaya çıkıyorum, sağlıklı besleniyorum, 20 yıldır sigara içmedim. bu kadarı yeterli olmalı. şimdiye kadar hareket etmiş olmalıydım; ama cesaretim yok; belki hareket edemem, o zaman ne yaparım? telefonum bile yok. buna karar vermeyi erteliyordum, ulaşılabilir olmak istemiyordum. ama o zaman başkaları da benim için ulaşılabilir olmuyor elbette, bu ortada. özellikle de şu anda.

gözlerimi yumup hiç kımıldamadan yatıyorum. yer yanağıma soğuk geliyor. toz kokuyor. lyra'nın mutfakta, sobanın başında soluk alıp verişini duyuyorum. çoktan gezmeye çıkmış olmamız gerekiyordu ama sabırlı bir köpek; beni sıkıştırmıyor. biraz midemin bulandığını hissediyorum. belki bu bana bir şeyler anlatacak olan bir belirti. ama hiçbir şey anlatmıyor. yalnızca midem bulanıyor. sonra sinirleniyorum, gözlerimi sımsıkı yumuyorum, bakışlarımı içime dikip dizlerim altıma gelene kadar dönüyorum, elimle kapı kolundan destek alarak dikkatle ayağa kalkıyorum. dizlerim titriyor ama yine de başarıyorum. baş dönmesi tamamen geçene kadar gözlerimi sımsıkı kapalı tutuyorum, sonra açık aşağı baktığımda, lyra'nın zeki gözlerinde dikkatli bir ifadeyle mutfakta, tam karşımda bana baktığını görüyorum.

"akıllı köpek" derken kendimi hiç de aptal gibi hissetmiyorum. "şimdi gidiyoruz."

böylece gidiyoruz. bacaklarım biraz titreyerek hole çıkıyorum, ceketimi giyiyorum, çok fazla güçlük çekmeden düğmeleri ilikliyorum, peşimde lyra'yla sahanlığa çıkıp çizmelerimi ayağıma geçiriyorum. kendi bedenimi büyük bir dikkatle dinliyorum, yaşlı da olsa ince ayarları çok iyi yapılmış bu makinede ters giden bir şeyler olup olmadığını anlamaya çalışıyorum; ama emin olmak kolay değil. mide bulantısı ve ağrıyan bir omuz dışında her şey normal gibi. belki biraz sersemlemiş gibiyim; ama o kadar uzun süre yerde yattıktan sonra ayağa kalktığım için bu pek de garip bir şey değil herhalde.

huş ağacına bakmamaya çalışıyorum ama kolay değil; çünkü ne yöne dönersem döneyim bakışlarımı yöneltebileceğim başka bir şey yok; yine de gözlerimi kısıyorum, evin duvarının dibinden yürüyüp en uzun dalların çevresinden dolaşıyorum, bir tanesini kıvırıp uzaklaştırmam gerekiyor, sonra bir tane daha, ardından yola çıkıyorum, sırtımı avluya dönüp ırmağa ve lars'ın evine doğru hızlı adımlarla yürüyorum. lyra dans eden bir altın parçası gibi önümden gidiyor. köprünün yanındaki patikadan dönüyorum, neredeyse ırmağın ağzına kadar suyun kenarından yürüyorum. kasım ayındayız, dün akşam rüzgarlı karanlıkta oturduğum tahta bankı, ırmağın genişlediği yerin gri sularında yüzen iki beyaz kuğuyu, solgun sabah güneşinin önündeki çıplak ağaçları, gölün öteki yanında güneye doğru uzanan süt gibi bir pusun içinde donuk yeşil çam ormanını görebiliyorum. alışılmadık bir sessizlik var, küçüklüğümün pazar sabahlarını ya da paskalya cumalarını andırıyor. parmaklarımı şıklatsam tüfek patlamış gibi ses çıkacak. ama lyra'nın soluk alıp verişini duyuyorum, solgun güneş gözlerimi kamaştırıyor, mide bulantım birden karşı konulmaz hale geliyor, patikada durup öne eğiliyorum, solmuş çimenlerin üzerine kusuyorum. gözlerimi kapatıyorum, başım dönüyor, lanet olsun, hiç iyi değilim. lyra durmuş bana bakıyor, sonra içimden çıkardıklarımın başına gidip kokluyor.

"hayır" diyorum benim için sert bir ses tonuyla, "uzak dur." bunun üzerine olduğu yerde dönüyor, patikada ileriye doğru koşuyor, duruyor, dili hevesle ağzından sarkarak dönüp bana bakıyor.

"tamam" diye mırıldanıyorum, "tamam. yolumuza devam edeceğiz."

yeniden yürümeye başlıyorum. bulantım biraz geçmiş, ağırdan alırsam sanırım gölün çevresini dolaşmayı da başarabileceğim. gerçekten başarabilir miyim? emin olamıyorum. bir mendille ağzımın kenarlarını ve alnımdaki teri siliyorum, suyun kenarına kadar gidip tahta banka çöküyorum. işte yine burada oturuyorum. bir kuğu uçarak gelip alçalıyor. yakında gölün üstü buz tutacak.

gözlerimi yumuyorum. birden aklıma bu gece gördüğüm bir rüya geliyor. tuhaf, uyandığımda aklımda yoktu; ama şimdi çok net. ilk karımla birlikte yatak odasındaydım; ama bizim yatak odamız değildi, kırkımıza daha çok vardı, bundan eminim, vücudum öyle görünüyordu. biraz önce sevişmiştik, ben elimden gelenin en iyisini yapmıştım ki bu da genellikle yeterince iyi olurdu, en azından ben öyle düşünüyordum. karım yatakta yatıyordu, ben komodinin yanında dikiliyordum, aynada başım dışında bütün vücudumu görebiliyordum ve rüyamda hiç de fena görünmüyordum, gerçekte olduğumdan daha iyiydim. karım yorganı yana attı, yorganın altında çıplaktı, o da iyi görünüyordu, gerçekten harikaydı; aslında neredeyse yabancı biriydi, az önce birlikte olduğum kadın gibi değildi. daima beni ürküten bakışlarla "sen diğerlerinden farklı değilsin elbette" dedi. doğrulup oturdu, çıplaktı, tavırlarında tanıdığım bir ağırlık vardı, midemi ağzıma getiren bir iğrenme duygusuyla dolduruyordu beni; aynı zamanda korkutuyordu da.

"benim hayatımda değil" diye bağırdım, ağlamaya başladım; çünkü bir gün bu anın geleceğini biliyordum ve dünyada en çok korktuğum şeyin magritte'in tablosunda aynaya bakarken sadece kendi kafasının arkasını gören adam olmak olduğunu anlamıştım.

14.09.2016

a dangerous method

david cronenberg

insan ırkının sapkınlığının en büyük kanıtı, hayatta en çok zevk aldığı aktivite olan seksi yaşama konusunda kendi kendini baskı altına almasıdır.

tek tanrıya inanma isteği, kişinin babasını öldürme arzusundan ileri gelir. akhenaton, bildiğimiz kadarıyla yalnızca bir tanrının var olduğunu söyleyen ilk kişi. kendisi aynı zamanda babasının ismini bütün anıtlardan sildirmişti.

kahramanca ve saf bir eylem günahtan ve hatta belki de sadece günahtan doğabilir. hatta ensest kadar karanlık bir günahtan.

tesadüflere inanmam. hiçbir şey kazara meydana gelmez. her şeyin bir anlamı vardır.

akıl sağlığı yerinde olan doktorların yapabilecekleri sınırlıdır.

şu kısa hayatımda öğrendiğim bir şey varsa o da şu: asla bir şeyi dizginleme.

mükemmeliyete ancak toplum tarafından günah olarak addedilen bir eylemin sonucunda ulaşılabilir.

sadece yıkıcı bir şeylerin çarpışmasından yeni bir şey yaratılabilir.

zevk basit bir şeydir. en azından biz onu karmaşıklaştırana kadar. kimileri buna olgunluk der. ben ise teslim olmak derim. bana kalırsa teslim olmak kişinin bu dürtülere kendini bırakmasıdır. o halde teslim olun. bu tecrübeyi yaşama fırsatını geri çevirmeyin de adına ne derseniz deyin. ne yaparsanız yapın, sudan bir yudum almadan vahanın yanından geçip gitmeyin. benim reçetem bu.

niye içimizdeki onca arzuyu bastırmak için bu kadar mücadele veriyoruz ki?

birisiyle aynı çatı altında yaşadığında sevişmek artık bir alışkanlığa dönüşüyor.

niye kendimize bir sınır çizip diğer her şeye sırt çevirelim ki?

ne yaparsan yap, bir hastayı iyileştirmeye çalışma.

bazı tecrübeler acı verici olsalar da gereklidirler. onlar olmadan hayatı nasıl öğrenebiliriz ki?

cinselliğin tam olarak yaşanabilmesi, egonun yok edilmesine bağlıdır.

cinsellik, şeytanca ve yok edici bir güçtür; aynı zamanda da yaratıcı bir güç. iki bireyin bilinçlerini yok edip ortaya yeni bir benlik çıkaracağı manada. ama kişi her zaman cinsel eylemin doğası gereği kendisini imha eden bu güce kendisini bırakmayı bilmeli. cinsellikle ölüm arasında hakikaten de bir bağlantı var gibi.

içgüdülerimin beynime doğru olduğunu söyledikleri yoldan ilerlemeliyim.

anlayabildiğimiz şeylerin bizi bir yere götürmediklerini kabullenemiyoruz. bilinmeyen yerlere gitmeliyiz. inandığımız her şeyin köküne inmeliyiz.

sadece yaralı bir doktor iyileşmeyi umut eder.

bazen sadece hayatınıza devam edebilmek için affedilemez bir şey yapmanız gerekir.

13.09.2016

yürekle

aslı erdoğan

bazı şeyler kendilerinden başka bir şeyle anlatılamazlar. sözcüklere teslim edildiklerinde zaman dışılıklarını yitirir, tarihin bir parçası olurlar. bazı şeyler ancak yürekle kavranır, içi kan dolu bir yürekle.

göz alıcı çiçekler çoğu kez zehirlidir.

neden yazıyoruz? kaybolduğumuz için, sözcüklere güvenmek bir alışkanlığa dönüştüğü için, kendimize ve geçmişe doğrudan bakamayacağımız için, bir zamanlar içimizde olan ama çoktan çekip gitmiş o insanın anısına ağlayabilmek için. hızla uzaklaşan dünyanın peşinden koşmak, bize bıraktığı boşluğu geri vermek için.

dünyayla savaşa kalkışacaksan onun tarafını tutmalısın, kendini değil.

insan, mutlak sessizliğin içinde, yalnızca sözcüklerin tınısını duymak için konuşuyor.

kendini anlatmak için bütün dünyayı anlatman gerekir. anlattıkça seni silen dünyayı. yani kendini anlatmak için bütün dünyayı yitirmen gerekir. 'aşk' bu yitirişin adlarından biri.

nedir ki insan bir aynadan ve yankıdan başka?

12.09.2016

coleridge

theodule-armand ribot

filozofun akıl yürütme gücünü ve şairin hayal gücünü o dönemde coleridge'den daha fazla bir araya getirebilmiş hiç kimse yoktu.

bununla birlikte, bu kadar kayda değer yeteneklerle donanmış olmasına karşın bu kadar az şey yaratmış başka kimse de yoktur.

karakterinin en büyük eksikliği doğal yeteneklerinden yararlanacak irade eksikliğiydi; öyle ki zihninde her zaman dev tasarılar dolanırken bunlardan birini bile ciddi olarak gerçekleştirmeyi asla denemedi.

böylece, mesleğinin başlangıcından itibaren, öylesine ortaya okuyuverdiği bazı şiirleri yayımlamak için kendisine otuz gine veren cömert bir yayıncı bulmuştu.

yazdığı takdirde kendini özgür kılacak bu şiirlerin tek satırını bile yazmadan her hafta parasını dilenmeye gelmeyi tercih etti.

neşe

gabriel garcia marquez

şiir, insanın varoluşunun biricik somut kanıtıdır.

yazar olacaksan en büyüklerinden biri olman gerekir.

eduardo carranza: şiir kanını kaynatmıyorsa, aniden sırlara pencereler açmıyorsa, dünyayı keşfetmene yardım etmiyorsa, umutsuz yüreğinin yalnızlıkta ve aşkta, şenlikte ve sevgisizlikte eşlikçisi değilse ne işe yarar?

hepiniz aynı babanız gibi olacaksınız.

tabutunda, yaşamındaki kadar ölü durmuyordu.

insanın kendini sanata adaması, tüm adanmışlıkların en gizemlisidir; insanın tüm hayatını vermesi ve karşılığında hiçbir şey beklememesi gerekir.

edebiyat kötü olunca gerçek bile yanılıyor.

neşeni kaybedersen boku yemişsin demektir.

bir yazarın ilk yapması gereken, her şeyi hatırlıyorken anılarını yazmaktır.

psikiyatrinin ölümü

edwin fuller torrey

öğrenim ve eğitim üzerindeki tartışmaların bugüne kadar kanıtladığı tek şey, bunlarla uğraşanların bilgisizlikleridir.

zihnimizin bize oynadığı en etkin hilelerden biri, anlamak istemediğimiz şeyleri anlamamaktır.

davranış bozukluklarını psikoloji terimleriyle anlamakta insan derin bir isteksizlik göstermektedir. böyle bir anlamadan kaynaklanan sorumluluktan kaçınır ve bu sorumluluğun, kendi duyguları, çelişkileri ve iç uyuşmazlıklarından kaynaklandığını kabul etmektense anormal davranışları için ruhları, şeytanı, hatta içindeki mistik sıvıları suçlamaya hazırdır.

ilk psikiyatristlerin hepsi, insandaki ters etkileri nedeniyle mastürbasyonun deliliğin başlıca nedeni olduğu görüşü üzerinde birleşiyorlardı.

sarhoş bir şoför başkaları için sürekli olarak bir paranoid şizofrenik hastadan çok daha tehlikelidir; oysa biz paranoid şizofrenik hastaların çoğunu hapsettiğimiz halde sarhoş şoförlerin çoğunun serbestçe dolaşmasına izin veriyoruz. öyle görünüyor ki, daha iyi bilmesi gereken biz psikiyatristler, kendi mantıksız  dürtülerimizi, anlayamadığımız, zihinsel hasta olarak damgaladığımız, hapse yolladığımız başkalarının üstüne yansıtıyoruz ve kendimizi daha iyi hissediyoruz.

kendi özgürlüklerinden vazgeçmeye istekli insanların bulunmadığı yerde faşizm de olmayacaktır.

bir kişinin sorunları olup olmadığına karar veren, o kişinin cinselliğini ifade etmekte yaptığı seçim değil, bu seçim içinde tatmin edici bir ilişki kurmaktaki yeteneğidir.

hepimiz aynı dünyanın parçalarıyız ve hepimizin gariplikleri ya da davranış bozuklukları vardır; ama bunların hepsi birbirleriyle ilişkilidir. ya bu anlamda hepimiz normaliz ya da hepimiz olduğumuz gibi, çılgın bir dünyaya az ya da çok uyum sağlamış birer yarı deli olarak terk ediliriz.

insanın ruhu ve amaçları ne kadar yükseklerde uçarsa uçsun, yine de vücudun tuzağına düşecektir ve statüsü her ne olursa olsun, duygusal hastalığı olacaktır.

11.09.2016

din adamı

voltaire: ilk din adamı, ilk aptalla tanışan ilk dolandırıcıdır.

william blake: tırtılın yumurtlamak için en güzel yaprakları seçmesi gibi, din adamı da lanetlemek için en güzel eğlenceleri seçer.

ayn rand: yüzyıllardır, ruhani mistikler bir koruma sahtekarlığı sayesinde varlıklarını sürdürdüler. dünyadaki yaşamı katlanılmaz hale getirip onlara danışmadan rahatladığınız için sizden para aldılar. üretkenlik ve neşeyi günah ilan edip günahkarlardan para kopardılar.

victor hugo: her köyde yanan bir ateş vardır: öğretmen. ve yine her köyde bu ateşi söndüren biri vardır: din adamı.

liam gallagher: eğer ölürsem ve ahiret gerçekse, cennete değil cehenneme gideceğim. yani, her şeyin en iyisi şeytanın elinde. tanrı'nın elinde ne var? rahip ve rahibeler. siktir et.

benjamin disraeli: insan tapınması ve itaat etmesi için yaratılmıştır. fakat eğer ona emir vermezseniz, ona tapınacak bir şey vermezseniz kendi tanrısallığına bürünecektir.

diderot: sık ağaçlarla kaplı bir ormanın karanlığında, bana sadece ufak, titrek bir ışık rehberlik ediyor. sonra bir din adamı geliyor ve onu da söndürüyor.

tiffany'de kahvaltı

truman capote

vatan dediğin rahat ettiğin yerdir.

kalbini bir yabaniye vermemelisin. onları ne kadar çok seversen onlar da o kadar kuvvetlenirler. en sonunda ormana kaçacak kuvveti kazanırlar. ya da bir ağacın en tepedeki dalına uçarlar. sonra daha yüksek bir ağaca. sonun bu olur. eğer kendini yabanıl bir şeye kaptırırsan sonunda gökyüzüne bakakalırsın.

geçmişte yaşadığım semtler ve evler beni hep kendilerine çeker.

sevdiğin insanları yabancı gibi tutabilirsin hayatında, arkadaşın olan bir yabancı gibi.

pek az yazar, özellikle de yazıları hiç basılmamış olanlar, sesli okuma çağrısına karşı koyabilir.

her şeye burnunu sokanlardan nefret ederim.

ben alışamam. hiçbir şeye alışamam. her şeye alışabilen bir kimse gebersin daha iyi.

bir sinema yıldızı olmanın, aynı zamanda kocaman ve şişman bir benliğe sahip olmak anlamına geldiğini herkes bilir. gerçekte ise hiçbir benliğe sahip olmamak gerekir.

insanlar bir erkek ya da kadınla evlenebilmelidir. aşkta özgürlük olmalıdır.

herkes kendisini birilerinden üstün hissetmelidir. fakat bu ayrıcalığa ulaşabilmek için ortaya küçük bir kanıt koyabilmek gerekir.

"uyumak istemem
ölmek istemem
gezmek isterim yalnızca
gökyüzünün çayırlarında."

10.09.2016

sanat

albert camus

muhteşemliği ile cisimleri ve heykelleri yaratan gerçek evren, aynı zamanda onlardan da göğün ışıklarını yaratan bir ikinci ışık alır. büyük üslup böylelikle, sanatçı ile konunun arasında yarı yolda kalmıştır.

oscar wilde hapishanede "bu sefil yerde benimle birlikte bulunan bahtsızların içinde, hayatın sırrı ile sembolik bağı olmayan tek bir kişi yok." diyordu. evet, ve işte, sanatla bir araya gelen de, hayatın bu sırrıdır.

büyük eser, sonuçta, bütün yargıçları birleştirir. sanatçı, büyük bir eserle, hem insanlığın en büyük çehresi karşısında saygı duyuyor, hem de canilerin en sonuncusu önünde eğiliyor demektir.

güzellik, hiç bir insanın hizmetine girmemiştir. ve binlerce yıldır, her gün, her saniye, insanların kulluğuna ferahlık vermiştir. ve bazen, bir kısmını, o kulluktan büsbütün kurtarmıştır. sonuçta, belki de böylece, güzellikle ıstırap, insan sevgisi ile yaratma çılgınlığı, dayanılmaz yalnızlık ve yorucu kalabalık, red ve rıza arasındaki ezeli gerginlik içinde sanatın büyüklüğüne eriyoruz. sanat, iki uçurum arasında gidip geliyor: propaganda ile havailik. büyük sanatçının yürüdüğü bu tepe yolunda her adım bir macera, sonsuz bir tehlikedir. gene de bu tehlikede ve sadece bu tehlikede, sanatın özgürlüğü vardır.

özgür sanatçı, özgür insan gibi, rahatını düşünen adam değildir. özgür sanatçı, güçlükle, kendi düzenini yaratandır.

kitaplar arasında

necla aytür

şiir dili, okuyanın dünyasını reklamların ve sloganların dünyasından ötelere, simgesel anlamların dünyasına ulaştırır. bunu yaparken de okurun üstün tatlar almasını sağlar.

herman melville: savaşmakla ilgisi olmayan bir kişi, üstünden kırk yıl geçmiş bir savaşın nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda kolayca fikir yürütebilir. kendi de ateş altında olan biri için, toz duman içinde bir çatışmayı yönetmekse bambaşka bir şeydir. 

ahlaksal yargılar insanın gerçekliğiyle bağdaşmadığı gibi, insan davranışlarını ahlak kurallarına göre yargılamak da anlamsızdır.

seymour kim: tarih boyunca edebiyatın bir ereği dünyaya ve yaşam koşullarına çok büyük bir şiddetle karşı çıkarak, insanlığın vicdanında onarılamayan bir yara açmak olmuştur.

tüm insanların yaşamı ortaktır. iki kişilik bir dünya kurulup orada mutlu olunamaz.

northrop frye: edebiyat öğreniminin ereği, öğrencinin dildeki yaratma gücünü genişletmektir. bu gücü mutlaka kendisi de edebiyat ürünleri vererek değerlendirmeyebilir; ama bu gücü kazanması için edebiyat öğrenmekten başka yol yoktur.

doğalcı romanın dünyasında iki tür insan vardır: güçlüler ve güçsüzler. her iki tür de koşullar gerektirdiği için güçlü ya da güçsüz olmuşlardır. yaptıkları ya da yapmadıkları şeylerden dolayı suçlanamazlar. darwin'in "güçlü olan yaşar" kuralına göre, güçlünün zayıfı ezip yok ettiği bir savaştır hayat. koşullar bu savaşta yeneni üstün insan, yenileni de kurban olarak hazırlamıştır. onlar yalnızca içgüdülerine uyarlar.

herman melville: gerçek bir subay, bir açıdan gerçek bir keşiş gibidir. keşiş manastıra boyun eğmeye yemin edince nasıl özveri içinde bu yemine bağlı kalırsa, bir subay da bir kez görevini yapacağına yemin edince büyük bir özveri ile bu yemini yerine getirir.

dünyanın hali

shakespeare


hizmetler bir dilenci olarak doğmakta
acınası hiçlikler ise görkeme boğulmakta
ve sanatın ağzı iktidar sahiplerince tıkanmış
düşüncenin hiçbir hakkı hukuku kalmamış
ve yalın dürüstlüğün de adı aptallığa çıkmış

9.09.2016

din

robert sapolsky

sorun 13 yaşında başladı. hamursuz bayramında ilk kez, mısır'dan çıkış öyküsündeki iç çelişkilerin beni çok rahatsız ettiğini fark ettim. "neden atların boğulması gerekiyordu? ilk doğan kişi ölümü hak etmek için ne yapmıştı?" gibi alışılagelmiş sorunlar değildi sorunum. onun yerine ben özgür irade sorunuyla boğuşuyordum. musa firavun'a "izin ver halkım gitsin." diyor. firavun kabul etmiyor. bunun arkasından veba geliyor. firavun "kabul ediyorum, git!" diyor. ve "daha sonra tanrı firavun'un yüreğini katılaştırdı."

demek ki firavun fikrini değiştirmek zorunda kalıyor ve sonuçta yine de cezalandırılıyor. peki, tanrı firavun'un, eğletilemesel anlamda, yüreğinin işlerine karışabiliyorsa, sorumluluk nerede? peki sonra -haydi, mısır'ın ineklerini bir yana bırakalım- firavun niçin tanrı'nın gazabına uğrasın? bu beni rahatsız ediyordu. talmud'da geçen bir yorumla da boğuşup duruyordum, bu yoruma göre insanların başına kötü şeyler gelmişse bunu hak edecek bir şey yaptıkları için gelir deniyordu. -tam da soykırımdan yeni çıkmış insanlara öğretilecek dehşetli bir ders.

ama beni asıl çileden çıkaran şey kudüs'teki tapınak günlerinden kalma bir kuralı keşfedişimdir. hahamın bize öğrettiği o metne göre, cüce ya da sakat bir insan rahip olamazdı. "bu da ne demek oluyor?" diye sordum. (o zamanlar bir kemik hastalığı yüzünden bacaklarımda metal destekler kullanmaktaydım ve bu yüzden mahallemizin kabadayıları beni eşek sudan gelinceye kadar döverlerdi). "ee, çok açık değil mi?" diye yanıt verdi haham. "kendi tapınağında böyle kusurlu birinin başkanlık etmesi tanrı'ya hakaret anlamına gelir."

yıldırım çarpmış gibi oldum. bir cüce ya da sakat olmak tanrı'nın takdiridir. nasıl olur da tanrı kendi bilerek yaptığı  bir şeyi hakaret sayar? nasıl olur da tanrı kendi yaptığı bir şey için bir sakatı cezalandırır? bu ne biçim iş? kafam korkunç derecede karışmış, allak bullak olmuştu. o akşam o allak bullaklık yerini, hayatımda hiç yaşamadığım bir ihanet ve öfke duygusuna bıraktı. sonunda, öfkeden bitkin halde mantıksızlığın mantıklı sonucuna ulaşarak, kuzu kuzu akşam duamı okudum ve biraz önce küfür ettiğim tanrıyı göklere çıkardım. ama iç çelişkim daha fazla devam edemezdi. iki gece sonra, gecenin bir yarısında uyandım. birden soğuk bir gerçeğin farkına varmıştım: tanrı yok. bütün bunlar safsata.

o gün bugündür hiçbir dine bağlı değilim, aslında ruhaniliğin hiçbir türlüsüne bende yer yok. hayatımın aşk gibi, ana-babalık gibi, neden bu dünyada bulunuyoruz sorusu üzerine düşünmek gibi hiçbir yönü yok ki, mekanik bağlamın dışında görüyor olayım. benim için hiçbir tanrısal saat yapıcısı yoktur; tepeden inme bir irade, amaç, biyolojik sistemlerin karmaşıklığından kaynaklanan neden dışında hiçbir neden yoktur. bu soğuk bir bakış açısı değildir: on üç yaşındayken ne kadar yoğun duygusal idiysem şimdi de o kadar duygusalım ve duygusallık ile bilimin hiçbir şekilde çeliştiğini düşünmüyorum. ne de bilimin, dinin yerine konulacak duygusal bir seçenek olduğuna inanıyorum. ama bilim, benim için dünyaya dinsel bakış açısını sonunda olanaksız hale getirdi.

8.09.2016

ağacım

orhan veli kanık


mahallemizde
senden başka ağaç olsaydı
seni bu kadar sevmezdim
fakat eğer sen
bizimle beraber
kaydırak oynamasını bilseydin
seni daha çok severdim

güzel ağacım
sen kuruduğun zaman
biz de inşallah
başka mahalleye taşınmış oluruz

baba

mario puzo

büyük mali kriz, corleone'nin durumunu güçlendirdi, ilerlemesini sağladı. işte corleone'nin "don" diye tanınıp çağrılması bu döneme rastlar. kentte doğru dürüst iş bulabilen pek azdı. namuslu kişiler boş yere dürüst bir iş arıyor, mağrur kişilerse iğrenç bir devlet memurundan iş istemek için kendilerini ve ailelerini küçültüyorlardı. oysa corleone'nin adamları sokakta yürürken başlarını dimdik tutuyorlardı. cepleri para doluydu. işlerini kaybetmek gibi bir korkuları yoktu. polisçe tutuklanan bir adam, dilini tuttuğu, omerta yasasına [mafyanın suskunluk yasası] uyduğu sürece çoluğuna çocuğuna çok iyi bakılacağından, hapisten çıktığı zaman da eski işine dönebileceğinden emindi.

iş hayatının tam bu döneminde don corleone'nin aklına, kurduğu saltanatı, yolunu sürekli olarak tıkayan dış dünyanın yöneticilerinden daha iyi yönetmek düşüncesi geldi. bu düşünce, durmadan kendisinden yardım istemeye gelen mahallenin yoksulları tarafından da desteklendi. don vito corleone hiçbirini geri çevirmedi. istedikleri yardımı yaparken onların duygularını da incitmemeye çalışırdı. bu kişilerin kongreye, belediyeye, çeşitli devlet kademelerinde kendilerini temsil edecek kişileri seçerken baba'ya danışmalarından daha doğal bir şey olamazdı. don vito corleone ileriyi görerek, zekice davranıyordu; yoksul italyan mahallelerinde yaşayan ve bir gün avukat, doktor, savcı hatta yargıç olabilecek çocukların öğrenim masraflarını karşılıyordu. imparatorluğunun geleceğini büyük bir lider gibi planlıyor, hazırlıyordu.

içki yasağının kaldırılması don'un imparatorluğu için önemli bir darbe oldu. ama baba, her şeyi önceden sezinleyerek tedbirlerini almıştı. 1933 yılında manhattan'ın bütün kumar işlerini, doklardaki crap [zarla oynanan bir kumar] partilerini, at yarışlarında ve diğer sporlardaki müşterek bahisleri, poker oynatan kanun dışı kumarhaneleri yöneten adama elçiler yolladı. adamın adı salvatore maranzano'ydu. tam bir pezzonovante [mevki ve güç sahibi kimse], new york caniler dünyasının en güçlü kişisiydi. baba'nın elçileri maranzano'ya ortaklık teklif ettiler. iki taraf da eşit haklara sahip olacaktı. vito corleone'nin örgütü, polis ve siyasi hayattaki tanıdıklarıyla maranzano'ya çok yararlı olabilir, çalışma alanının brooklyn'e, bronx'a kadar yayılmasını sağlayabilirdi. oysa maranzano uzağı görebilen bir kişi değildi. don corleone'nin teklifini küçümsedi. büyük al capone, maranzano'nun dostuydu. üstelik kendisi 1933 savaşının çıkmasına ve new york'taki gangsterlerin bağlı bulunduğu yeraltı örgütünün temelinden değişmesine yol açtı.

görünüşte taraflar birbirine eşit değil gibiydi. maranzano'nun daha da takviye edebileceği güçlü bir örgütü vardı. chicago'da bulunan al capone yakın dostuydu. ondan yardım isteyebilirdi. tattaglia ailesiyle de ilişkisi vardı. tattaglia ailesi genelev işletiyor, aynı zamanda ufaktan ufağa beyaz zehir kaçakçılığı yapıyordu.

bütün bunlara karşılık don corleone, clemenza ve tessio tarafından yönetilen iki küçük ama iyi örgütlenmiş regime [çete] çıkartabilirdi. üstün yanları düşmanın, corleone imparatorluğu hakkında yeterli bilgi sahibi olmamasıydı. gangsterler baba'nın gerçek gücünü bilmiyor, brooklyn'de yalnız başına çalışan tessio'nun don'la ilgisi olmadığını sanıyorlardı.

yine de taraflar birbirine eşit değildi. ama vito corleone, aleyhine olan noktayı ustaca bir darbeyle silip yok etmeyi başardı.

maranzano, new york'taki isyanı bastırması için al capone'dan iki adamını yollamasını istedi. corleone ailesinin chicago'da adamları vardı. al capone'un iki adamının trenle yola çıktığını haber verdiler. vito corleone, luca brasi'yi çağırttı. ona gereken emirleri verdi.

brasi ile adamları dört kişiydiler. chicago'lu haydutları istasyonda karşıladılar. brasi'nin adamlarından biri bir takside bekledi. istasyon hamalı capone'un adamlarının bavullarını bu taksiye taşıdı. adamlar da geldiler. arabaya bindiler. peşlerinden de brasi ile adamları bindi. iki chicago'lu gansteri arabanın içine yatırdılar. araba brasi'nin daha önce kararlaştırdığı limandaki ambarlardan birine gitti.

iki gangsterin elleri kolları bağlanmış, ağızlarına birer küçük havlu tıkılmıştı.

brasi duvarda dayalı duran baltayı aldı. capone'un adamlarından birini doğramaya başladı. adamın ayaklarını, tam dizlerinden bacaklarını, sonra da kalça kemiklerinden geri kalan bölümü ayırdı. brasi çok güçlü bir adamdı; ama işini tamamlayabilmesi için baltayı birkaç kere savurması gerekiyordu. her yan kandan görünmez olmuştu. kesilen yerlerden sel gibi kan akıyordu. brasi ikinci kurbanına döndüğünde artık kendisine iş kalmadığını gördü. çünkü adam duyduğu dehşetle ağzındaki küçük havluyu yutmuş, boğulmuştu. morgda, ölümün nedenini bulmak için yapılan otopsi sırasında havlu adamın midesinden çıktı.

birkaç gün sonra al capone, vito corleone'den bir telgraf aldı: 

"düşmanlarıma karşı nasıl davrandığımı gördünüz. bir napolili, iki sicilyalı arasındaki anlaşmazlığa niçin karışıyor? sizi dost olarak kabullenmemi istiyorsanız, dilediğiniz zaman ödemek zorunda olduğum bir borcum var. sizin gibi bir insan, yardımınıza koşabilecek, kendi işlerini kendisi çevirebilen bir dosta sahip olmanın ne kadar yararlı olabileceğini takdir eder. dostluğumu istemezseniz siz bilirsiniz. yalnız bu kentin havasının çok nemli olduğunu size haber vereyim. napolililerin sağlığına zararlıdır böyle hava; buraya asla gelmemenizi öğütlerim."

mektubun her kelimesi, her satırı uzun uzun düşünülerek yazılmıştı. baba, capone çetesine değer vermiyor, onların kafasız, zalim katiller olduklarını biliyordu. aldığı bilgilere göre capone, küstahlığı, aşırı davranışları yüzünden siyasi hayattaki bütün dostlarını kaybetmişti. siyasi güç, toplumun koruyucu örtüsü olmadan capone ve onun gibilerin dünyasının yıkılmaya mahkum olduğunu biliyordu. capone'un etkisi chicago sınırlarını da aşmıyordu.

mektup etkisini gösterdi. capone, iki sicilyalının savaşına katılmayacağını bildirdi.

şimdi taraflar eşittiler. üstelik vito corleone, capone'un adamlarını rezil ederek abd içindeki bütün gangsterlerin "saygısını" kazanmıştı. tam altı ay, vito corleone, maranzano'nun bütün güçleriyle çarpıştı. adamın koruduğu kumarhaneleri bastı. düşmanı hep cepheden karşılamayı bildi. clemenza'yla adamlarından geniş ölçüde yararlandı. zaferin kendisine göz kırptığını anlayınca da tessio'yu maranzano'nun peşine koydu.

bu arada maranzano savaşın sona erdirilmesi, barış yapılması için vito corleone'ye elçiler yolluyordu. corleone çeşitli nedenler uydurarak onları görmekten kaçındı. maranzano'nun askerleri liderlerini terk ediyorlardı. kaybedilmiş bir dava uğruna ölmek istemiyorlardı. şimdi kumarhaneler haracı corleone örgütüne veriyorlardı. savaş sona ermek üzereydi.

1933 noel'i öncesinde tessio, maranzano'nun savunma hatlarından içeri girebildi. maranzano'nun yardımcıları anlaşmaya hazırdılar; liderlerini onlara teslim etmeyi kabul etmişlerdi. maranzano'ya, brooklyn'deki bir lokantada corleone ile görüşmeler yapılacağını söylediler. kendileri de maranzano'ya muhafızlık ettiler. sonra maranzano'yu lokantada, tessio ile dört adamı içeri girerken tek başına bırakıp kaçtılar. mesele çabucak halledildi. maranzano'nun, yarı yarıya çiğnenmiş ekmekle dolu ağzına kurşunları sıktılar. savaş sona ermişti.