31.12.2019

uzun lafın kısası

fernando pessoa:
iyi bir düşçü asla uyanmaz.

osho: bir gün, her insanın yaşamında önemsiz ilkelerin üzerine çıkması gereken bir zamanın geldiğini öğreneceksin.

bertrand russell: hatırlamaya çalıştığımda, yaşamımda gerçekten hayat dolu, tutkulu olduğum birkaç dakikadan fazlasını bulamıyorum.

pascal: kötülük hiçbir zaman adalet duygusuyla yapıldığı zamanki kadar eksiksiz biçimde ve sevinçle yapılamaz.

raoul vaneigem: tek bir insan kıyımı bile yoktur ki, doğal eğilimlere karşı kolektif ya da bireysel olarak sürdürülen kutsal bir savaştan kaynaklanmasın.

eduardo galeano: dünya giderek devasa bir karakola ve bu karakol da dünya boyutunda bir tımarhaneye dönüşüyor. bu tımarhanede deli olanlar kim? kendilerini öldüren askerler mi yoksa onlara öldürmeyi emreden savaşlar mı?

george orwell: hazcı düşünmeye eğitilmiş bir ulus, köleler gibi çalışan tavşanlar gibi üreyen ve temel ulusal endüstrileri savaş olan halklar arasında hayatta kalamaz.

herman melville: ordularda, donanmalarda, kentlerde ya da ailelerde, hatta doğada bile sefalet kadar düzen bozucu bir şey olamaz.

etgar keret: bu ülkede güçlü olan haklıdır; siyaset, ekonomi ya da park yeri, fark etmez. sadece kaba kuvvetin dilinden anlarız biz.

sigmund freud: dinsel doktrinlerin doludizgin hüküm sürdüğü dönemlerde insanların genellikle daha mutlu oldukları kuşkuludur, daha ahlaklı olmadıklarıysa kesindir.

halil cibran: hepimiz mahpusuz; ama kimimizin hücresinde pencere var, kimimizinkinde yok.

walter benjamin: insanlık kurtulmadıkça, ezilenler ezenlerden intikam almadıkça kültür de bir barbarlık belgesi olmaktan kurtulamayacaktır.

27.12.2019

kehanet

wilhelm reich


kutsal sözcüklerin tohumunu ektim yeryüzüne
palmiye ağacı göçtükten ve
kayalar ufalanıp kum olduktan çok sonra
anlı şanlı krallar
kuru yapraklar gibi dökülüp
toz olduktan, ortadan kalktıktan çok sonra
binlerce nuh gemisi
her tufanda şu sözlerimi taşıyacak:
ekilen tohumlar
ürün verecek

23.12.2019

imtihan

jean meslier

zayıf yaratıkların ihtiyaçlarını sağlayarak tanrısallık gösterisiyle cömertlik etmeye, özen göstermeye tanrı'nın lütfu denir.

ancak insan gözünü açar açmaz tanrı'nın kimseyle ilgilenmediğini görür. tanrı'nın lütfu ve iyiliği, bu dünyada oturanların büyük çoğunluğu için tümüyle uykudadır. insanların "mutlu" diye adlandırdığı çok küçük bir miktarına karşılık, çok büyük bir mutsuzlar kafilesi baskı altında inlemekte ve yoksulluk içinde sararıp solmaktadır.

batıl inançlardan ayrı olarak, tanrısal lütfun insan türü ve duygulu bütün varlıklar hakkında bu kuşkulu, bu karışık durumu incelemeye alınırsa görülür ki, merhametli ve özen gösteren bir anaya benzemekten çok uzak olarak bu tanrısallık, daha çok o ahlaksız analara benzer ki; şehvetli aşklarının sonuçlarını hemen unuturlar, rahimlerinde taşıdıktan yükten kurtulmuş olmalarından doğar doğmaz memnun olurlar, onları bir daha anmazlar, çocuklarını yardımsız ve korumasız olarak talihin keyif ve hevesine terk ederler.

yüce bir tanrı'nın yönetimi altında niçin bu kadar çaresiz, bu kadar perişan insanlar bulunduğunu sorduğunuz zaman, "bu alem, insanı daha mutlu bir aleme götürmeye mahsustur." diye bizi avuturlar. bize, üzerinde yaşadığımız yuvarlağın bir "sınav yeri" olduğunu söylerler. sonra "tanrı yalnız kendisine özgü olan gerçekleşmesi olanaksızı ve süresiz mutluluğu insana verememiş ve ulaştıramamıştır." diyerek ağzımızı kapatırlar. bu cevaplarla nasıl yetinilebilir? nasıl tatmin olunabilir?

bir varlığın zekası, yeteneği hakkında, ancak, hedeflediği amaca ulaşmak için kullandığı araçların uygunluğuyla karar verebiliriz. dünyada olup biten her şey, zeki bir varlık tarafından yönetilmediklerini bize en kesin şekilde kanıtlar.

22.12.2019

nietzsche

zygmunt bauman

"yalnızca yarından sonraki gün bana aittir. bazıları ölümden sonra doğar."

işte böyle dedi zerdüşt aracılığıyla. insanlığa "şimdiye kadar verilmiş en büyük armağanı" vermişti. yaşamına ilişkin geriye dönük genel bir araştırmayı da aşağıdaki hükümle sonuçlandırıyordu:

"yazgımı biliyorum. bir gün korkunç bir şeyin anısıyla birlikte anılacak benim adım -yeryüzünde eşi görülmemiş bir krizin, en derin vicdan çatışmasının, o güne dek inanılmış, istenmiş, kutsallaştırılmış ne varsa, hepsine karşı yöneltilecek bir son sözün anısıyla. insan değilim ben, dinamitim. ilk saygın insan olmak benim yazgım. hakikati ilk keşfeden bendim."

21.12.2019

yalnızlık paylaşılmaz

özdemir asaf


yalnızlık, yaşamda bir an
hep yeniden başlayan
dışından anlaşılmaz

ya da kocaman bir yalan
kovdukça kovalayan
paylaşılmaz

bir düşün'de beni sana ayıran
yalnızlık
paylaşılsa yalnızlık olmaz

20.12.2019

kötülük üzerine bir deneme

terry eagleton

bir eyleme kötü demek, onun anlayışımızın ötesinde olduğunu söylemektir.

bir eylem anlamdan ne kadar uzaksa o kadar kötüdür.

polis memurunun "kötü" kavramını kullanması elbette ideolojiktir.

nasıl yaşamışsanız öyle ölürsünüz. ölüm, eğer başarıyla gerçekleştirmek istiyorsanız, yaşarken provasını yapmanız gereken bir kendinden vazgeçiştir. aksi takdirde ölüm bir ufuk değil bir fasit dairedir.

kötülük sağlam ve dayanıklı görünse de örümcek ağı kadar uçucudur.

eğer insan ırkı, türün devamını sağlayacak sağda solda kalmış birkaç sapkın heteroseksüel hariç neredeyse tamamen eşcinsel latinolardan oluşsaydı, tarihimizdeki pek çok kargaşayı ve katliamı kesinlikle yaşamak zorunda kalmayacaktık.

kötülerin, hayatın sürdüğü acı gerçeğine karşı yapabilecekleri tek şey yok etmektir.

tanrı, üyeliğinden çıkamayacağın bir kulüp gibidir. o'na başkaldırmak, kaçınılmaz olarak varlığını kabul etmektir.

kötülükten gerçekten de bir iyilik doğabilir.

kötülüğün işe yarar hiçbir amacı yoktur ya da öyle görünür. kötülük sapına kadar amaçsızdır. amaç gibi yavan bir şey onun ölümcül saflığını lekeler.

kötülük tamamen sapkındır. bir tür kozmik huysuzluktur. adaletsizlik hayran olunacak bir başarı haline gelsin diye geleneksel ahlak değerlerini alaşağı ettiğini söyleyebilir ama gizliden gizliye bu söylediğine de inanmaz.

güç, zayıflıktan nefret eder çünkü zayıflık güçlünün zaaflarını yüzüne vurur.

kötülük, korkunç bir içsel eksiklikten kurtulmaya çalışan bir zalimliktir.

kötülük bir tür kozmik küskünlüktür. kötüler, en çok dayanılmaz sefilliklerini ellerinden almak isteyenlere saldırırlar.

kötülük, garip bir şekilde, modern varoluşun bayağı özelliklerine karşı bir duruştur. kötü, modern yaşamı tatsız bulan elitist bir irticacıdır. modern hayat lanetlemeyi hak edecek kadar derin değildir ve kötünün amacı ona ruhen egzotik bir şeyler katmaktır.

cehennem ağza alınmaz uygunsuzlukların sahnesi değildir. öyle olsaydı, kapısında kuyruğa girmeye değerdi. cehennem, güney dakota'nın bütün kanalizasyon sistemini ezbere bilen takım elbiseli bir adamın size sonsuza kadar süren bir nutuk atmasıdır.

kötüyü yıkıcı ve yok edici davranışından vazgeçiremezsiniz; çünkü yaptığının bir amacı ve anlamı yoktur.

şafak

arthur rimbaud

kucakladım yaz şafağını.

sarayların önünde dal kımıldamıyordu henüz. su ölüydü. terk etmemişti gölgeler orman yolunu. yürüdüm uyararak canlı ve ılık solukları; ve değerli taşlar baktı ve sessizce havalandı kanatlar.

serin ve körpe aydınlıklarla dolmaya başlayan keçi yolunda, ilk tanışmam, bana adımı söyleyen bir çiçekle oldu.

çamlar arasında saçlarını dağıtan sarışın çağlayana gülümsedim; tanrıçayı seçtim gümüş dorukta.

tek tek kaldırdım tülleri o zaman. kollarımı sallayıp ağaçlıklı yolda. horoza tut dedim, ovayı aştı. kente girdi, kaçıyordu çan kuleleri ve kubbeler arasından; koşup mermer rıhtımlarda dilenci gibi, kovalıyordum onu.

bir defne ormanına yakın, yolun yukarısında, sardım onu yığılmış kanatlarıyla ve duydum biraz olsun o sonsuz bedenini. çocuk ve şafak ormanın eteğine attı kendini.

uyandıklarında öğlendi.

19.12.2019

dinlerin sorgulanması

comte de volney

bütün topluluklar, birbirini parmakla göstererek "siz yanılgı içindesiniz." diyorlardı; "gerçekle mantık yalnızca bizdedir; bütün hukukun, bütün adaletin gerçek kuralı, mutluluk ve yetkinliğe götüren tek yol yalnızca bizimkidir; bütün öteki insanlar ya kör gözlüdürler ya da başkaldırıyorlar."

üzerinde bir ay, bir sargı bir de kılıç bulunan yeşil sancaklarıyla birinci topluluk, arap peygamberin ümmetidir. "tanrı birdir" demek (ne olduğunu bilmeden), bir adamın sözlerine inanmak (dilini anlamadan), bir çöle gidip tanrı'ya yakarmak (her yerde bulunduğu halde), ellerini suyla yıkamak (ve kandan da çekinmemek), gündüz oruç tutmak (geceleyin de yemek yemek), malının zekatını vermek (ve başkasının malını zorla ele geçirmek): işte muhammed'in çizdiği yetkinlik yolları; işte ona bağlı dindarların onay sesleri.

kim bunları kabul etmezse cehennemliktir, tanrı'nın ilencine uğrar, kılıçtan geçmeye yargılıdır. yaşamı yaratan, acıyanların en acıyıcısı olan tanrı, böyle ezici, öldürücü yasalar koymuştur. o, bu yasaları, her ne denli bir adama bildirmişse de bütün evren için yapmıştır. henüz daha dün yayımlamışsa da geçmiş, gelecek bütün zamanlar için koymuştur.

bu yasalar bütün gereksinmeleri karşılar; ama tanrı, onların yanına bir de kitap eklemiştir. bu kitap ışık saçacak, apaçıklığı gösterecek, yetkinlik ve mutluluk getirecekti. oysaki peygamber yaşarken bile yanındaki adamlar her tümcesine belirsiz, ikili, birbirine karşıt anlamlar verdikleri için, onu anlatmak ve açıklamak zorunda kalındı. yorumcular da düşünce ve kanı ayrılıkları içinde birbirine karşıt, düşman mezheplere parçalandılar.

mezheplerden biri, peygamberin gerçek ardılının ali olduğunu söyler, öteki ömer'i ve ebubekir'i tutar. bir mezhebe göre kuran sonsuz değildir, ötekine göre de abdest almaya, namaz kılmaya bir zorunluluk yoktur. kırmıti hacca gitmeyi kabul etmez, şarap içmeye de izin verir; hakimi, ruhların ten değiştirdiklerini anlatır. böylece bunlar, yetmiş mezhebe kadar çıkarlar. bu karşıtlık içinde her biri, apaçıklığı yalnızca kendine mal edip ötekileri sapkınlık ve dinsizlikle damgalayarak hepsine karşı kanlı bir din savaşı açar.

görkemli beyaz sarıkları, geniş yenleri, uzun tespihleriyle dikkati çeken bu adamlar imamlar, mollalar, müftülerdir; yanındakiler de sivri külahlı dervişler, dağınık saçlı merabıtlardır. bak işte, yürekten kelime-i şehadet getiriyorlar; günah-ı kebair ve günah-ı sagairin şartıyla biçimi, tanrı'nın sıfat-ı zatiyesi ve sıfat-ı subutiyesi, şeytan, cin ve periler, ölüm, ölümden sonra dirilme, münkir-nekir, sırat, mizan-ül-amel, mahşer günü, cehennem azabı ve cennet sefasından yana çekişmeye başlıyorlar.

bütün insanlara can veren, bütün insanların babası, acıyanların en acıyıcısı bir tanrı'yı kutsayan bu din, bir savaş ve cinayet nedeni, bir anlaşmazlık meşalesi olarak bin yıldan fazla bir süredir yeryüzünü kana boyuyor; eski yarımkürenin bir ucundan öbür ucuna karışıklıklar, kasırgalar saçıp duruyor.

***

bunların yanındaki, beyaz üstüne haçlar serpili sancaklarıyla bu ikinci, daha kalabalık topluluk, isa'nın ümmetidir. onlar da müslümanların tanıdığı tanrı'yı tanırlar, aynı kitaplara inanırlar. onlar da müslümanlar gibi, bütün insan türünü bir elma yedi diye yıkıma sürüklemiş bir ilk insan kabul ederler. bununla birlikte, ötekilere karşı kutlu bir tiksinti duyarlar. birbirlerine acıyarak, günahkâr ve kafir derler.

ayrılığa düştükleri en büyük nokta, her ikisi de tek ve bölünmez bir tanrı kabul ettikten sonra, hristiyanların, bu tanrı'yı yine de bir bütün olarak kalmak üzere, her birisinin tam ve başlı başına birer tanrı olmasını diledikleri üç ögeye ayırmalarıdır. evreni kaplayan bu varlığın da maddesiz, öncesiz ve sonsuz olmaktan çıkmaksızın, bir insan bedeni içine girerek, sınırlı, ölümlü, maddi organlar edindiğini eklerler.

müslümanlar, her ne denli kuran'ın sonsuzluğunu ve peygamberin de tanrı'nın elçisi olduğunu kavrarlarsa da bu gizemi anlayamazlar. hristiyanlara birer deli damgası vurarak, hasta beyinlerdeki düşlemler diye bunları reddederler. bu yüzden de yatışmak bilmeyen kinler doğar. bir yandan da hristiyanlar, kendi dinlerinin birçok noktası üzerinde ayrılıklara düşerler. türlü türlü mezhepler kurmakta müslümanlardan geri kalmazlar. öyle konular üzerinde çekişirler ki bunlar duygularla kavranamadığı için kanıtlama olanağının bulunmamasından dolayı, her birinin düşünceleri de kendi istek ve heveslerinden başka bir temele dayanmaz. bu yüzden çekişmelerinde bir kat daha sert, bir kat daha dik kafalı olurlar.

tanrı'nın bilinmeyen, anlaşılmayan bir varlık olduğunda uzlaşırlar da onun özü, davranış biçimi ve özellikleri üzerinde çatışırlar. düşündükleri gibi, tanrı'nın insan biçimine girmesinin kavrayışın üstüne çıkan bir bilmece olduğunda birliktirler; ama yine de iki istemle iki niteliğin karıştırılması ya da birbirinden ayrılması, özün değişmesi, gerçek ya da mecazi varlık, bedenlenmenin niteliği gibi konularda anlaşamazlar.

***

ey insanlar! sözlerimi soğukkanlılıkla dinleyin: iki kere ikinin dört ettiğini kanıtlamak için ölüp gitmeniz, bunun sonucunu dörtten çok yazar mı?

sizin inanışınız, hiçbir şeyin varlığını değiştirmedikten başka neyi kanıtlar? gerçek yalnızca birdir; sizin inançlarınızsa türlü türlüdür; demek ki içinizden birçoğunuz aldanıyorsunuz. açıkça görüldüğü gibi, bunlar yanlışa inanmışlarsa, insanın inanışı neyi kanıtlar? yanlış uğruna da kurban gitmişler varsa, gerçek nasıl belli olacak? hem, şeytan da mucizeler gösteriyorsa, tanrılığın ayırıcı özelliği nerede kaldı? hem de niçin hep öyle akla yatkın gelmeyen, yarım yamalak mucizeler? niçin, düşünceleri değiştirmek varken, doğanın altı üstüne getiriliyor? insanların kafalarını aydınlatmak, onları doğru yola getirmek varken, onları öldürmek ya da gözlerini korkutmak da ne oluyor?

ey hem bön hem de dediğinden şaşmayan ölümlüler! hiçbirimiz dünkü olup biteni, bugün gözümüzün önünden geçip gideni iyice bilmiyoruz da ne diye iki bin yıl öncesi için ant içmeye kalkışıyoruz?

ey zayıflığına bakmadan kendisini beğenen insanlar! doğanın derin, değişmez yasaları var; bizim ruhlarımızsa kuruntular ve anlamsızlıklarla dolu. biz her şeyi anlamak, her şeyi kanıtlamak istiyoruz. gerçekte bütün insanlar için aldanmak, bir atomun özelliklerini değiştirmekten çok daha kolaydır.

***

bir bilgin, "olaylara dayanan kanıtlar örtülü kaldığına göre, bunları bir yana bırakalım da akla dayanan, öğretide bulunan kanıtları ele alalım." dedi. 

bunun üzerine muhammed'in dininden bir imam tam bir güvenle ortaya çıktı. mekke'ye doğru dönüp tumturaklı bir kelime-i şehadet getirdikten sonra, ağır, görkemli bir sesle, "hamd olsun sana tanrım!" dedi, "nur, gün gibi parıldamaktadır; gerçeğin sınavdan geçmeye gereksinmesi yok." sonra da kuran'ı göstererek,

"işte nurun, gerçeğin özü. bu kitabın kuşkuya gelir yeri yok. sıradan insanı kurtarmak, bilgini de şaşırtmamak için peygambere gönderilmiş olan tanrı sözünü tartışmadan kabul edip gözleri kapalı gideni bu kitap doğru yoldan ayırmaz. tanrı, muhammed'i yeryüzüne elçi gönderdi; dinine inanmak istemeyene kılıçla boyun eğdirmesi için yeryüzünü onun ellerine bıraktı. kafirler ayak diremekte, inanmak istememektedirler; onların bu dikkafalılığı tanrı'dan geliyor; korkunç cezalara çarpmak için tanrı onların yüreklerini kilitledi."

bu sözler üzerine, her yandan yükselen mırıldanmalar, söylevciyi susturdu. bütün topluluklar, "böyle kolaycacık bizi aşağılayan bu adam da kim?" diye bağrıştılar, "yengi kazanmış baskıcı bir yönetici gibi, kendi inancını ne hakla bize zorla kabul ettirmeye kalkıyor? tanrı bize de onun gibi göz, ruh, zekâ vermedi mi? neye inanıp inanmayacağımızı bilmek için bunları bizim de kullanmaya hakkımız yok mu? onun bize saldırmak hakkı oluyor da bizim kendimizi savunmamız hakkımız değil mi? onun canı sınamadan inanmak istemişse biz de düşünüp inceleyerek inanmakta özgür değil miyiz? ışıktan korkan bu ışıklı öğreti de ne oluyor? kim bu iyilik tanrısının elçisi ki cinayetten, kavgadan başka öğüt vermiyor? bu nasıl adalet tanrısıdır ki gerçeği görememeye kendisi neden oluyor, sonra da cezalandırıyor? gerçeğin kanıtları zor ve işkenceyse tatlılık ve acıma da yalanı mı gösterecek?" 

bunun üzerine yandaki topluluktan bir adam imama doğru ilerleyerek ona, "muhammed'i en iyi öğretinin elçisi, gerçek dinin peygamberi olarak kabul edelim." dedi; "ama hiç değilse dinini yerine getirmek için kimin yolundan gideceğimizi bize söyleyiverin: damadı ali'nin mi, yoksa halifeleri ebubekir ile ömer'in mi?" bu adlar ağza alınır alınmaz müslümanlar arasında korkunç bir ayrılık çıktı. ömer'i tutanlarla ali'yi tutanlar birbirlerine "sapkın, dinsiz, kafir" diyerek ilençler yağdırdılar. kavga o kadar alevlendi ki yumruk yumruğa gelmesinler diye yandaki topluluklardan bazıları araya girmek zorunda kaldılar.

sonunda ortalık biraz yatışınca yasa yapan, imamlara "ilkelerinizin nasıl sonuçlar verdiğini görüyorsunuz." dedi. "insanlar bu ilkelere göre davransalardı, siz bile çelişkiler çıkarıp tek kişi kalıncaya dek birbirinizi yerdiniz; oysa tanrı'nın ilk yasası, insanın yaşaması değil midir?"

sonra öteki topluluklara dönerek, "kuşkusuz bu göz yummazlık, bu tekelcilik ruhu her türlü adalet düşüncesine karşı gelmekte; ahlakın ve topluluğun bütün temellerini altüst etmektedir. ama yine de, temeli öğrenmeden biçimsellik üzerinde yargı vermemek için, bu öğretiyi toptan reddetmeden önce, dogmalarından birkaçını anlamak uygun olmaz mı?" dedi. 

topluluklar bunu kabul edince imam, tanrı'nın nasıl putperestlik içinde yolunu sapıtmakta olan uluslara yirmi dört bin peygamber gönderdikten sonra, bir sonuncusunu, hepsinin yetkini, hepsinin üstünü muhammed'i gönderdiğini anlatmaya başlayarak, "esenlik üstünden eksilmesin." dedi. o acıması bol olanın, bundan böyle tanrı sözünü kafirler bozup değiştirmesinler diye, kuran'ın sayfalarını nasıl kendisinin yazdığını anlattı.

müslümanlığın dogmalarını bir bir inceleyerek, tanrı sözü olarak, kuran'ın, tıpkı çıktığı kaynak gibi, nasıl öncesiz ve sonsuz olduğunu; onun nasıl, cebrail'in yirmi dört bin kez geceleri görünmesiyle yaprak yaprak gönderildiğini; meleğin küçük bir tıkırtıyla geldiğini bildirmesi üzerine peygamberi nasıl soğuk bir ter kapladığını; bir gece gizem perdesi açılıp peygamberin yarısı kadın, yarısı at olan burak adlı bir hayvana binerek nasıl doksan kat göklerde dolaştığını; kendisinde mucize gücü olduğu için nasıl kızgın güneş altında yürüdüğünü; bir sözle ağaçları yeşerttiğini, kuyuları, sarnıçları suyla doldurduğunu, ay'ı ikiye böldüğünü; onun gökten aldığı buyrukla, kılıcı elinde, yüceliğiyle tanrı'ya en çok yakışan, tapınıştaki yalınlığıyla da insanlara en uygun gelen dini nasıl yaydığını anlattı.

çünkü bu dinin topu topu sekiz on şartı vardı: tanrı'nın varlığına ve birliğine inanmak; muhammed'i onun tek elçisi olarak tanımak; günde beş vakit namaz kılmak; yılda bir ay oruç tutmak; ömründe bir kez hacca gitmek; mallarının zekatını vermek; hiç şarap içmemek; hiç domuz eti yememek; kafirlerle savaşmak.

her müslüman, bu yoldan gitmekle sağken gazi, ölünce de şehit sayıldığı için, daha bu yeryüzündeyken bir yığın nimetten yararlandığı gibi, ölümünde de günahlarıyla sevapları tartıya vurulup, iki kara meleğin temize çıkardığı ruhu, cehennemin üstündeki kıldan ince kılıçtan keskin köprüyü geçtikten sonra zevkler diyarına alınıyordu. bal ve süt ırmaklarıyla sulanan; hint'in, arap'ın bütün o güzel kokularının yayıldığı bu yerde, hep el değmemiş gibi kalan genç kızlar, göğün hurileri, durmadan gençleşen bu seçkinleri, hep tazelenen iyiliklere ve ilgilere boğmaktaydılar.

bu sözler üzerine bütün yüzlerde istem dışı bir gülümseme görüldü. topluluklardan birçoğu, bu inanç temellerini yargıya vurarak, hep birden, "aklı başında insanlar, böyle düşlemleri nasıl kabul ederler? sanki binbir gece masallarından birini dinlemiş gibi değil miyiz?" dediler.

bir samoyed de ortaya çıkarak "muhammed'in cennetini ben çok iyi buldum." dedi. "ama ona ulaşmak için tutulacak yollardan biri üzerinde takıldım kaldım. çünkü muhammed'in buyurduğu gibi gün doğmadan başlayıp gün batıncaya kadar yiyip içilemeyeceğine göre, güneşin tam dört ay batmadan ufukta kaldığı bizim ülkemizde böyle bir oruç nasıl tutulur?"

müslüman bilginler, peygamberin onurunu korumak için, "böyle şey olmaz." dediler. ama yüz ulus bunu doğrulayınca muhammed'in yanılmazlığı çirkin bir sarsıntıya uğramaktan kendisini kurtaramadı.

bir avrupalı, "tanrı'nın bize yeryüzünde geçen şeyleri hiç öğretmeyip de durmadan ahirette olup bitenleri bildirmesi ne kadar tuhaf!" dedi.

bir amerikalı, "ben hacca gitmekte büyük bir güçlük görmekteyim." dedi, "çünkü bir kuşağı yirmi beş yıl, yerküre üzerindeki insanların sayısının da yalnızca yüz milyon olduğunu varsaysak, herkes ömründe bir kez mekke'ye gitmek zorunda olduğundan, her yıl yollarda dört milyon insan olacak demektir. aynı yılda da dönülemeyeceğine göre, bu sayı iki kata, yani sekiz milyona çıkar. yeryüzünü kaplayan bu din kafilesine yiyecek, su, yer, gemi nereden bulunacak? bunun için mucize gerek."

bir katolik din bilgini, "muhammed dininin temelini yapan düşüncelerden birçoğunun kendisinden çok önce var olması, bu dinin tanrı'dan gelmediğini gösterir." dedi, "bizim kutlu dinimizle yahudilerin dinindeki gerçeklerin değiştirilerek, karmakarışık bir biçimde bir araya getirilmesinden başka bir şey olmayan bu dini, tutkulu bir adam, kurduğu egemenlik tasarıları ve dünyalık amaçları için kullanmıştır. kitabını gözden geçiriniz; içinde, tevrat ile incil'de anlatılanların saçma sapan masallara çevrilmesinden; kapalı, birbirini tutmaz tumturaklı sözlerle gülünç ya da tehlikeli inançların bir araya getirilmesinden başka bir şey göremeyeceksiniz. bu inançlardaki ruhla peygamberin tuttuğu yolu inceleyin; amacına ulaşmak için, yönetmek istediği halkın tutkularıyla, doğrusu ustalıkla oynayan, kurnaz ve korkusuz bir kişilikten başka bir şey bulamazsınız." 

"karşısına alıp konuştuğu kimseler sıradan, bön insanlardır; o da onlara olmadık acayiplikler uydurur; onlar cahildir, kıskançtırlar; o da bilimi kötüleyerek onların gururlarını okşar. yoksul ve açgözlüdürler; o da yağma umuduyla onların hırslarını kamçılar. en önce, yeryüzünde onlara verecek hiçbir şeyi olmadığından, göklerde hazineler yaratır. en büyük nimet diye ölmek isteğini uyandırır. cehennemle korkakların gözünü yıldırır, gözüpeklere cenneti söz verir; yazgıya inanmakla zayıflara güç verir; bir sözcükle, bütün tutku etkenlerinden, duyguların bütün eğilimlerinden yararlanarak gereksindiği bağlılığı elde eder."

yabanıl insanlar da ileri atılarak "ne?" dediler, "bir elma yediler diye bütün insanlar ilence uğrasın; siz de 'adaletli tanrı' deyip durun. hangi acımasız, babaların suçundan dolayı oğullarını sorumlu tutmuştur? hangi insan, başkasının yaptıklarından hesap verebilir? bu, her türlü adalet düşüncesini altüst etmek değil midir?"

başkaları da "bütün bu ileri sürülen olayların tanıkları, kanıtları nerede?" dediler. "kanıtlarını hiç incelemeden bu olanları olduğu gibi kabul edebilir miyiz? en küçük bir dava açmak için bile iki tanık gerekirken bizi bütün bunları geleneklerle, ağızdan ağıza gelen sözlerle inandırmaya kalkıyorlar."

***

yahudiler, hristiyanlar, müslümanlar! savlarınızın anlamı ne olursa olsun, siz manevi varlıklar dizgemiz içinde zerdüşt'ün yolunu şaşırmış çocuklarından başka bir şey değilsiniz.

cennetlik kişi, zenginlikleri reddeder; ancak kendisine gereken kadarını kullanır. bedenini aşağı görür. tutkuları susmuştur, hiçbir şeyde gözü yoktur, hiçbir şeye bağlanmaz. hep benim öğretimi düşünür durur. sövmelere sabırla katlanır, yanındakilere hiç kin beslemez.

gökle yeryüzü yok olup gidecek, öyleyse siz de hiçleşen dört maddeden yapılmış bedeninize değer vermeyin. yalnızca ölümsüz ruhunuzu düşünün.

şehveti dinlemeyin. tutkular, korku ve dert uyandırır. tutkuları boğun, korkuyla derdi de yok etmiş olursunuz.

kim benim dinimi kabul etmeden ölürse, bu dini yerine getirinceye dek, durmadan yeryüzüne dönerek insanlara karışır.

bütün tanrı bilimiyle ilgili kanılar düşlemden başka bir şey değildir; tanrıların nitelikleriyle, eylemleriyle, yaşamlarıyla ilgili bütün bu masallar, yalnızca mecaz ve söylence örnekleridir. bunların altında çok ince ahlak düşünceleri, ögelerin düzenli çalışmasında göze çarpan doğa eylemlerinin bilgisi, yıldızların gidişi saklıdır.

gerçek olan, her şeyin hiçliğe döndüğüdür. her şey bir kuruntu, bir görünüş, bir düştür. manevi beden değişimi, maddi beden değişiminin mecazi anlamından başka bir şey değildir. bu sürüp giden oluşumla, aynı cismin asla yok olmayan ögeleri, o cisim dağılınca başka ortamlara geçerler, başka bireşimler oluştururlar. ruh yalnızca maddelerdeki özelliklerle ögelerin içinde bulundukları cisimlerde kendiliğinden bir devinim yaratarak düzenli çalışmalarından çıkan bir yaşamak ilkesidir.

organların düzenli çalışmasından çıkan, onlarla gelişen, onlarla uyuyan bu ürünün, onlar yok olduktan sonra da yaşayacağını varsaymak, belki tatlı bir düşlemdir; ama sapıtmış bir imgelemden çıkma, gerçek bir düşlem. tanrı'nın kendisi de güdücü ilkeden, varlıkların içine dağılmış gizli güçten, onların özellikleriyle yasalarının toplamından, canlandırıcı ilkeden; tek sözle, evrenin ruhundan başka bir şey değildir.

bu ruh, eylemleriyle ilişkilerinin gösterdiği sonsuz değişiklik yüzünden, kimi zaman etkin, kimi zaman edilgin, kimi zaman basit, kimi zaman de karmaşık sayıldığı için, insan zekâsına her zaman çözülmez bir bilmece gibi göründü. açıkça anlayabileceğimiz, yalnızca maddenin asla yok olmadığı ve özünde bulunan özellikler sayesinde, evrenin de canlı ve düzenli bir varlık gibi yönetildiğidir.

insanın bu yasaları bilmesi, bilgeliği ortaya çıkarır. erdemle yeterlilik, bu yasaların göz önünde tutulmasındadır. kötülük, günah, yanılmaysa bunların bilinmemesinde, bunlara karşı gelinmesindedir. en küçük atomdan en yüksek yıldızlara dek zincirleme giden nedenlerle sonuçlardaki alınyazısını; ağır cisimlerin yere inmesini, hafiflerinin yükselmesini sağlayan zorunluluk, mutlulukla yıkımı da bu yasaların bir sonucu yapmıştır.

işte, buddhamız somona gautama'nın ölüm döşeğinde bildirdikleri bunlardır.

mutlu yaşam

seneca

mutlu bir şekilde yaşamak bütün insanların dileğidir; ancak sıra yaşamı mutlu kılanın ne olduğunu açıkça görmeye geldiğinde, ışık el yordamıyla aranır; aslında, mutlu yaşamı elde etme güçlüğünün bir ölçüsü şudur: şayet insan yolda yanlış bir dönemece girmişse onu elde etmek için ne kadar didinirse ondan o kadar uzaklaşır.

en yüce iyilik ölüm tarafından el sürülmemiş olandır. ölüm nedir bilmez, ne aşırılığa ne de pişmanlığa müsamaha gösterir; zira iffetli akıl asla yolundan dönmez ya da kendinden tiksinmeye yenik düşmez. mükemmel olan bir şeyi herhangi bir şeyle asla değiştirmez. ancak keyif neşe verdiği anda sonlanır; yalnızca küçük bir yer tutar ve bu yüzden hızla iş görür ve ilk saldırıdan sonra bitkin düşerek enerjisini kaybeder.

18.12.2019

bilim ilkeleri

david b. resnik

temel ahlak ilkeleri

iyilik: kendine ve başkalarına zarar verme.

lütufkarlık: kendine ve başkalarına yardım et.

özerklik: rasyonel bireylerin özgür, bilinçli seçimler yapmasına izin ver.

adalet: insanlara adil davran; eşit olanlara eşit davran, eşit olmayanlara eşit davranma.

yararlık: bütün insanlar için yararlı olanın oranını zararlı olana oranla artır.

sadakat: sözlerini tut, anlaşmalara uy.

dürüstlük: yalan söyleme, hak yeme, aldatma veya yanlış yönlendirme.

gizlilik: kişisel sırlara ve gizliliğe saygı göster.

robert merton'a göre, bilim insanları şu normları benimserler:

1. komüncülük: bilim insanları veri ve sonuçları paylaşırlar.

2. evrenselcilik: siyasi ve sosyal faktörler bilimsel fikirleri ve bilim insanlarını değerlendirmede herhangi bir role sahip değildir.

3. ön yargısızlık: bilim insanlarını kişisel ve siyasi gündem değil, sadece gerçekler ilgilendirir.

4. örgütlenmiş şüphecilik: bilim insanlarının dikkat ve kanıt standartları yüksektir ve iyi kanıtlara dayanmayan inançları kabul etmezler.

ahlaka nesnel bir temel getirme isteğine verilen üç geleneksel cevap vardır:

1. doğacılık: ahlak insan biyolojisine, psikolojisine, sosyolojisine vs. dayanır.

2. rasyonalizm: ahlak bizzat usa dayanır; ahlak standartları, her rasyonel, ahlaki bireyin kabul edeceği kurallardır.

3. doğaüstücülük: ahlak tanrı'nın iradesine dayanır.

17.12.2019

sanat

goethe

aklı olan, dağınık işlerle ilgilenmez; kendisini sadece bir işe verir ve bu işte başarılı olur.

bir yazarın üslubu onun iç dünyasının sadık bir kopyasıdır. yalın bir üslupla yazmak isteyen kişinin önce ruhu yalın olmalı; gösterişli bir üslupla yazmak isteyen kişinin de gösterişli bir karakteri olmalı.

gerçekten başarılı olmak isteyen, asla küçümseyici tavra sahip olmamalı, olumsuz şeylerle uğraşmamalı, her zaman iyi ile ilgilenmeli. çünkü yıkıcı olmak yerine, insanlığa salt mutluluk duygusunu tattıracak şeyler yapmalı.

insanın, sahip olduğu yeteneklerin hepsini birden eğitme arzusunun, mükemmel bir şey olduğu haklı olarak söylenir. ama insan bunu yapabilecek durumda değil, herkes kendini aslında özel biri olarak yetiştirmeli; ama herkeste ortak olan şeyi bulmaya çalışmalı bunu yaparken.

bilgi ve meslek birbirinden farklı değerlendirilmeli; iş uygulamaya geldi mi, her sanatın zor bir şey olduğu düşünülmeli; hele hele bir işte usta olmak isteniyorsa, tüm bir yaşam feda edilmeli.

insan, birikiminin sınırlarını gereğinden fazla tutmaktan da kendini korumalıdır.

ne kadar özgün olursa olsun her karakter, taştan tutun da insana kadar, anlatılan her şey evrenseldir; çünkü her şey tekrardan ibaret, bir kereliğine dünyaya gelmiş hiçbir şey yoktur yeryüzünde.

lord byron, kendi yapıtlarını, güzel çocuklar doğuran kadınlar gibi yazardı; kadınlar da bu konuda düşünmezler ve bunu nasıl başardıklarını bilmezler.

her yeteneğe çevresi sınır koyar.

bir yetenek kendi haline kalmak için doğmaz; yeteneğin gelişmesi için başarılı ustaların ve sanatın birikiminden faydalanması gerekir.

sanatın başından sonuna, bir takip söz konusudur. büyük bir ustayla karşılaştığınızda, kendinden öncekilerin iyi taraflarını aldığını görürsünüz her zaman, işte onu da büyük yapan budur. raffaello gibi adamlar yerden bitmiyorlar. antik dönemi örnek alıyorlar ya da kendilerinden önce yapılmış eserlerin en iyilerini.

büyük şeyler başarmak isteyen kişi, kültürünü o düzeye getirmelidir ki, yunanlılar gibi sıradan, gerçek doğayı, kendi kültür düzeyine çıkarabilsin, doğal olaylarda içten gelen zafiyet ya da dıştan gelen engeller nedeniyle sadece niyet olarak kalmış bir şeyi gerçek kılabilecek durumda olsun.

bir odun, içinde yanması için gerekli maddeyi barındırdığı için yanar; bir insan da ünlü olması için gerekli şeyler içinde olduğu için ünlü olur. şöhret aranmaz, şöhret olmak için tüm çabalar boşunadır. akıllıca davranıp çeşitli yapay yollardan bir ölçüde ismini duyurmayı başarmış insanlar vardır. ama bunun yanında içinde o cevher yoksa, ne yapsa boş, ertesi gün unutulmaya mahkumdur.

büyük bir yapıtı kendi içinde düzene sokup derleyerek toparlamak için bazı zihinsel faaliyetler, bazı çabalar ve uygulamalar gereksizdir; bir yapıtı layıkıyla akıcı bir şekilde anlatmak için sadece yaşamdaki hangi faaliyetlerin, hangi sakin ve huzurlu durumun gerekli olduğunu bilmek gerekir. eğer genel olarak her şeyi yanlış algılamışsanız, tüm çabalarınız boşa gider.

ben tamamladığım bir yapıta karşı gerçekten kayıtsızım; onunla ilgilenmeye devam etmem, hemen yeni bir şeyler düşünmeye başlarım.

başarımı sürdürmeyi kafama takmadan, yürüdüğüm yolda sakin sakin ilerledim, olabildiğince benimle uğraşanları da görmezden gelmeye çalıştım.

cinayet

emre kongar

tarih boyunca din, mezhep, ırk ve milliyet kimlikleri, çoğunluğun zulmüne yol açmıştır. bütün dünyada, bütün ülkelerde bu böyledir. savaşlar da bu çizgilerde yapılmıştır, barış zamanındaki baskılar da. zulümlerin en korkuncu çoğunluk tarafından desteklenendir. çünkü ondan kaçacak yer yoktur.

kin, nefret ve intikam duyguları üzerinde demokrasi değil ancak faşizm yükselir. bir ülkenin yöneticisi, başkanı, başbakanı, lideri, kendi kişisel öfkesini, kin ve nefretini yönettiği ülkenin idari, adli ve mali mekanizmasına yansıttığı zaman o ülke artık yaşanmaz hale gelir. çünkü bütün mekanizmalar ve görevliler bundan etkilenir, devlet adeta bir insanın öfkesine, kin ve nefretine teslim olur.

temel sapıtma, "madem seçim kazanarak iktidara geldim; o halde her yaptığım meşrudur" anlayışının topluma dayatılmasıdır. bir iktidar, kendisini denetleyecek ve frenleyecek olan adalet mekanizmasını, anayasal denetim kurumlarını ve kurallarını önceden egemenliği altına almışsa bu saptırma ve dayatma çok daha kolay olur. her türlü antidemokratik uygulamasını, seçilmiş olma gerekçesiyle topluma dayatabilir.

bazı cinayetlerin mevcut yasalara uygun olarak işlenmiş olması, onların cinayet olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

şöhret

baltasar gracian

akıllı insan şunu bilir ki basiret, rüzgârın estiği yönde yol alır.

temeli sağlam olmayan şeyler asla uzun süre yaşamaz.

ünlü olma tutkusu insanın en iyi yönünden kaynaklanır. çağlar boyu devlerin kardeşi olmuştur, her zaman uçlara meyleder. ya insanı dehşete düşüren ucubeler ya da göz kamaştıran dahiler yaratır.

güzellik ve aptallık genellikle el ele yürürler.

kendimizden daha iyilere karşı duyduğumuz hoşnutsuzluk kadar küçük düşürücü bir şey yoktur.

eğer talihin evine zevk kapısından girerseniz hüzün kapısından çıkmanız gerekir. talih pek az kişiyi kapıya kadar uğurlar. yeni geleni her zaman sıcak karşılasa da ayrılan ziyaretçiye genelde soğuk davranır.

iyi bir geri çekilme, cesur bir saldırı kadar başarılıdır.

bazı insanların karakterleri tamamen aldatıcıdır. kulübe odalarına açılan saray koridorları gibidirler.

hiçbir şey kalbin hırslarını başka birinin şöhretinin ilan edilmesi kadar kamçılayamaz. kıskançlığı bileyen, zengin bir ruhun beslenmesini de sağlar.

birçok insan rakibi yokken iyi bir şöhrete sahiptir. her rekabet insanın saygınlığına zarar verir.

yetenekler ve hizmetler sayesinde alınandan daha kahramanca bir intikam yoktur, bunlar rakiplerinizi kıskançlığın pençesine yuvarlar.

her başarı rakibinizin boynundaki yağlı ilmeğe atılan bir düğümdür ve düşmanın galibiyeti, rakibin cehennemidir. kıskançlar birçok kez ölür ama alkışı yine de kıskanılan kazanır.

16.12.2019

hayat

ferit edgü


üç sözcükten oluşan bir cümleye
"hayat buymuş demek"
sığacak denli yalındır yaşam

insan yalnız yaptıklarıyla değil
yapmadıklarıyla da insandır

yıllardır
"bana yaşamımı geri ver"
diyeceğim
birini arıyorum

savaşa gitmedim
para sahibi olmadım
ünüm, unvanım olmadı

tüm yaşamım boyunca eksik bir şey vardı
hiçbir zaman bulup çıkaramadım

aşk

thomas hardy

ah, bir zamanlar, evlendiğim adamdan saygı ve sevginin en yükseğini görmezsem yetinemeyeceğimi sanırdım. şimdiyse taş yüreklilik dışında her şeye razıyım.

bütün aşklar nikah kıyılınca sona erer.

aşka düşmenin belirli bir yolu vardır da çıkmanın yoktur -bu, dikkatinizi çekmiş olabilir. kimileri evliliğe kestirme bir çıkış yolu gözüyle bakarlar.

ayrılık, kimi yaradılışlar üzerinde kesin etki yaparsa da, kimilerinin uzaktaki sevgiliyi büsbütün gözlerinde büyütmelerine yarar. bunlar daha çok, sevgileri dingin, fırtınasız olmakla birlikte, derin ve sürekli olan kimselerdir.

bir erkeğin en kolay kanabileceği zaman, yarı yarıya ya da bütün bütün âşık olduğu kadınla ilgili övgü sözleri duyduğu zamandır.

en saf aşkların en eşsiz özverileri bile, aşığın kendi kendini şımartmasıdır; bu yüzden de cömertlik sayılmaz.

karşılık bulmamış bir aşkın öfkesi, ısırıp zehirlese de çekilebilir; böyle aşağılanmakta bir zafer, bu yollu çekişmede bir sıcaklık vardır.

kadın kolay etkilendiği çağda, eğer karşısındaki etki güçlüyse, yalnızca seçtiği sözcüklerle değil -bu olağandır- aynı zamanda ses tonu ve anlatımlarıyla da erkeğe doğru yönelir.

sevilenin yanlışlarını düzeltebilmek uğruna onun öfkesini göze almaktan bile korkmayan aşk, geleceği pek umutlu olmasa da, yüce sayılabilecek bir aşktır.

seven bir erkekte, gönlü boşken bulunmayan bir yüce güç buluruz; ne var ki gönlü boş adamlardaki görüş genişliğini de hiçbir sevdalıda bulamayız. ön yargı ve yan tutmanın olduğu yerde biraz görüş darlığı da elbet olacaktır. aşk, duyguyu kabartırsa da dinç kafayla düşünme yeteneğini eksiltir.

15.12.2019

eğitilmiş hayvan gösterileri

jack london

daha hayatımın ilk yıllarında, o doğuştan gelme ve doymak bilmez merakım yüzünden, eğitilmiş hayvanların yaptığı gösterilerden hoşlanmaz oldum. bu tür eğlenceden beni yoksun eden, o gösterileri eğlendirici olmaktan çıkaran, merak duygularımdı; çünkü gösterilerin nasıl gerçekleştirildiğini öğrenmek için gösterilerin ardında yatanları araştırmak zorunda kalmıştım. ve bu yürekli gösterilerle eğlentilerin pırıltıları ardında gördüklerim hiç de güzel şeyler değildi. öyle ürkünç bir işkenceler yumağıydı ki bu, dünyada aklı başında olan hiç kimsenin, bunun farkına vardıktan sonra, eğitilmiş hayvan gösterilerini izlemekten hoşlanacağına inanmıyorum.

bakın, gösteriş olsun diye yapmacık bir hayvansever değilim. kitap eleştirmenleri ve hayvanlardan anlamayanlar, beni, fışkıran kanlardan, şiddet ve dehşetten zevk alan bir çeşit ilkel canavar olarak kabul ediyorlar. çıkmış olan bu adım üzerine hiç tartışmayıp takılan etiketi üstünde yazılı değerden kabul etsem de, hayatımı gerçekten zorlu bir okulda geçirdiğimi, zulüm ve insanlık dışı işlemlerden, ortalama bir insanın payına düşenden daha fazlasını aldığımı, gemilerden hapishanelere, bataklıktan çöllere, idam sehpalarından kimsesizler yurduna, savaş meydanlarından askeri hastanelere dek her şeyi acısıyla tatlısıyla yaşadığımı eklemeliyim. korkunç ölümler, işkenceler içinde kol bacak yitirenler gördüm. akıldan yoksunların, akıldan yoksun olmaları nedeniyle avukat tutmayı akıl edemedikleri için asıldıklarını gördüm. güçlü kuvvetli adamların, yüreklerinin ve güçlerinin kırıldığını gördüm ve insanların çılgına döndürüldüklerini, o koca sağlıklı hayatların bağıra çağıra deliliklere gömüldüğünü, inim inim yok olduğunu gördüm. gençlerin, yaşlıların, hatta çocukların bile açlıktan öldüğüne tanık oldum. kamçıların, copların ve yumrukların altında kıvranan adamlar gördüm, kadınlar gördüm. gergedan derisinden yapılmış kamçıların, büyük bir istekle ve hırsla kara delikanlıların kara vücutlarına indirildiğini ve her bir darbenin kalkışıyla kara derililerin de yusyuvarlak kalkışını, kıpkırmızı soyuluşunu gördüm. bununla birlikte, son olarak eklemeliyim ki, eğitilmiş hayvanlar sahnede gösteriler yaparken gülen, neşelenen ve alkışladıkça coşan izleyiciler arasında duyduğum düş kırıklığını ve büyük şaşkınlığı, dünyanın hiçbir acımasızlığı, hiçbir işkencesi karşısında duymadım.

midesi sağlam ve kafası kalın olan biri, dünyanın, büyük öfke ve ahmaklık sergileyen bu bilinçsiz ve kasıtsız zulüm ve işkencesini hoş görebilir. bende böyle bir mide ve kafa var. ama asıl başımı döndüren, midemi ağzıma getiren, her yüz hayvan gösterisinden doksan dokuzunun ardında bulunan ve duyulmaz bir sesle bas bas bağıran, soğukkanlı, bilinçli, bilerek, isteyerek yapılan zulüm ve işkencenin suskun sesiydi. zulüm, bir güzel sanat dalı olarak en kusursuz çiçeğini eğitilmiş hayvanlar dünyasında vermiş.

güçlüklere, zulüm ve işkenceye bağışıklık kazanmış kalın bir kafayla sağlam bir mideye sahip bir kişi olan ben, gene de, kendimi bilmeye başladıktan sonra, hayvanların gösterisine sıra geldiğinde kalkıp tiyatroya çıkmakla, eğitilmiş hayvan gösterilerinin bende uyandırdığı büyük üzüntüden, bilinçsiz olarak kendimi korur oldum. "bilinçsiz olarak" diyorum. bununla, bu programın, bütün eğitilmiş hayvan gösterilerine indirilebilecek bir ölüm darbesi olabileceğinin aklımdan geçmediğini söylemek istiyorum. ben, yalnızca, bana acı verecek bir şeyi izlememekle, o acıya karşı koruyordum kendimi.

ama son yıllarda, insan doğasına karşı bende gelişen anlayış, aklı başında ve sağlıklı hiçbir insanoğlunun, bu gösterilerin ardında yatan ve onları olası kılan korkunç zulmü bilip de bu gibi eğlenceleri hoş karşılamayacağı bilincini edinmeme yol açtı. işte şimdi, burada şu üç önermeyi yapma yürekliliğini gösteriyorum:

birincisi, bütün insanoğulları, kendi ceplerinden para ödeyen seyirciler karşısında sadece ve sadece hayvanların yapabileceği ve yapmak zorunda bırakılabileceği bu gösterilerin, sonsuz ve kaçınılmaz bir zulümle gerçekleştiğini bilmiş olsunlar. ikincisi, hayvan eğitme güzel sanat dalının temellerini kavramış olan kadın erkek, kız kızan herkes, yerel ve ulusal insanlığı koruma örgütlerine ve hayvanlara işkenceyi önleme örgütlerine üye olsun ve bu kuruluşlarla işbirliği etsinler.

üçüncü önerimi, bir giriş yapmadan söyleyemem. daha başka yüz binlerce insan gibi, ben de başka alanlarda çalıştım; insan kitlelerini, kendi öz sefaletlerini ve perişan durumlarını gidermeleri amacıyla belli hareketleri yapmak üzere örgütlemeye çabaladım. insanoğlunu herhangi bir örgütlü mücadeleye girmeye razı etmek çok güç; kendi kötü koşullarını hafifletmek üzere örgütlenmelerini sağlamak daha da güç ve hele kendilerinden biraz daha hayvan olan hayvanların kötü koşullarını hafifletmek üzere örgütleyip mücadeleye sokmak çok daha güç.

görünürde, eğitilmiş hayvanlar dünyasının varlığını borçlu olduğu ve dayandığı kaçınılmaz zulüm ve işkenceyi bilsek, hepimiz acılara bürünür, kanlı yaşlar dökeriz. ama yüzde birimizin onda biri bile, hayvanlara yapılan işkencenin önlenmesi için hiçbir örgüte katılmayız ve ne sözlerimizle ne de eylem ve başka katkılarımızla hayvanlara yapılan işkencenin önlenmesi uğrunda çalışırız. bu, kendi insan doğamızın bir zayıflığıdır. oysa sıcağı ve soğuğu bildiğimiz gibi, saydam olmayan cisimlerin ardını göstermediğini bildiğimiz gibi ve boşluğa bırakılan cisimlerin yer çekimi yasasına uyup yere düşeceğini bildiğimiz gibi kabul etmeliyiz, tanımalıyız bu gerçeği.

ve bizim için, kendi zayıflığımızın yarattığı o rahat koşullar içinde bulunan yüzde doksan dokuz onda dokuzumuz için, bu yuvarlak dünyanın üzerinde, bizlerden bir derece aşağı hayvanlar olan eğitilmiş hayvanlara, geri kalanımızın eğlenmesi için birkaçımızın uyguladığı işkenceyi yeryüzünden kaldırmak amacıyla, kolayca yapabileceğimiz bir başka şey kalıyor. çok kolay. aylık ödentiler ya da yazışmaları yürütecek sekreterler düşünmek zorunda kalmayacağız. herhangi bir eğlence yerinde ya da sirkte, eğitilmiş hayvan gösterilerinin başladığı an dışında, hiçbir zaman, hiçbir şey düşünmek zorunda kalmayacağız. ama öyle bir gösteri başlarken, düşünüp taşınmadan, hemen yerimizden kalkıp dışarı çıkmak, bir yürüyüş yapıp biraz temiz hava almak, sonra gösteri bitince dönüp programın geri kalanını izlemekle, böyle bir gösteriye karşı olduğumuzu anlatabiliriz. yapacağımız tek şey, tüm eğitilmiş hayvan gösterilerini genel eğlence yerlerinden kaldırmak. yöneticilere halkın böyle gösterilere ilgi duymadığını anlatalım ve bir gün gelecek, bir an gelecek, yöneticiler, izleyenlerine böyle gösteriler sunmayı bırakacaktır.

14.12.2019

wolf vishniac

carl sagan

olağanüstü bir mikrobiyolog olan wolf vishniac adında bir arkadaşım vardı. new york'taki rochester üniversitesinde çalışıyordu.

mars'ta hayat olup olmadığı konusunda araştırma yapmayı 1950'lerin sonlarına doğru kafaya iyice koyduğumuz sıralarda, vishniac, mikroorganizma varlığını saptayıcı otomatik ve güvenilir bir aracın mikrobiyologlar tarafından geliştirilmeyişinin astronomlarca eleştirildiği bir toplantının içinde bulmuştu kendini.

vishniac bu alanda bir şeyler yapmaya karar verdi. gezegenlere gönderilebilecek bir küçük aygıt geliştirdi. arkadaşları bu aygıta "wolf kapanı" adını verdiler. bu tuzak ya da kapan bir şişeden ibaretti. şişenin içine besleyici organik madde konulacak. mars toprağından bir parçacığın şişedeki sıvıyla karışması sağlanacak ve mars'taki böceklerin -eğer varsa- büyürken -eğer büyürlerse- sıvının değişen kirliliği ya da bulanıklığı saptanacaktı.

wolf kapanı, mars'a inecek viking aracında yapılacak üç ayrı deney aygıtına ek olarak gönderiliyordu. öteki deney yöntemlerinden ikisinde mars'a yiyecek gönderilmesi öngörülüyordu. wolf kapanı'nın başarısı marslı böceklerin sıvıdan hoşlanması koşuluna bağlıydı.

vishniac'ın sıvısında marslı böceklerin boğulabilecekleri olasılığını öne sürenler vardı. wolf deneyiminin avantajı, marslı mikropların besin aldıkları sırada nasıl bir davranış göstereceklerine bağlı olmayışıydı. gözlenecek olan tek gelişme, büyüyüp büyümemeleri noktasında toplanıyordu. öteki deneylerse mikropların yiyeceklerini yediklerinde çıkardıkları ve aldıkları gazların türüyle de ilgiliydi. bu varsayımlar da tahminlere dayanmaktan öte gidemezdi.

nasa, abd'nin uzay gezegenleri programlarını yönetirken, sık sık ve önceden habersiz bütçe kısıntılarıyla karşılaşan bir kuruluştur. bütçenin artırılması durumuysa pek enderdir. nasa'nın bilimsel faaliyetini hükümet pek gözetmez. bu yüzden nasa'dan para kesileceği zaman bunun kurbanı olan bilimdir çoğu kez.

1971 yılında mars'ta girişilecek dört mikrobiyoloji deneyinden birinden vazgeçilmesi istendi. bu yüzden wolf kapanı viking gezegen kondusundan tahliyeye uğradı. bu kapanı geliştirmek için vishniac 12 yılını vermişti. üzücü bir şey olsa gerek. vishniac'ın yerinde başkası olsa viking'in biyoloji heyeti'nden istifa ederdi. fakat o, bilimsel hedefler uğrunda sabırla çalışan sakin bir insandı. mars gezegeninde hayat olup olmadığını araştırabilmenin en iyi yolu olarak yeryüzünün mars'a en çok benzeyen yörelerinde, güney kutbunun kuru vadilerinde çalışmayı seçti.

daha önce bazı araştırmacılar güney kutup toprağını incelemişler ve bulabildikleri birkaç mikrobun kuru vadi asıllı olmadıklarını, başka ve daha yumuşak çevrelerden oraya savrulduklarını belirlemişlerdi. mars kavanozlarını anımsayan vishniac yaşamın sert koşullarını göz önünde bulundurarak güney kutbunun mikrobiyolojiye uygun bir ortam oluşturduğunu düşündü. yeryüzü böcekleri mars'ta yaşayabilir diye düşünülüyorsa, mars'tan daha sıcak, daha sulu, daha oksijenli ve çok daha az mor ötesi ışınlı kutup ortamında neden yaşamasındı? güney kutbunda güney kutup asıllı mikropların bulunmadığı varsayımına dayanan deney tekniğini hatalı gördü.

böylece 8 kasım 1973 tarihinde vishniac, küçücük mikrobiyoloji aygıtını yanına alıp jeolog arkadaşıyla birlikte helikopterle asgard'daki balder dağı yakınlarına gitti. amacı antarktika toprağına küçük mikrobiyoloji istasyonları yerleştirmek ve bir ay sonra dönerek istasyonlardaki sonuçları saptamaktı. 10 aralık 1973 günü balder dağından numuneler toplamak için hareket etti. hareket edişi üç kilometre uzaktan fotoğraf çekilerek saptandı. bu, birisinin onu son kez canlı görüşüydü.

hareketinden on sekiz saat sonra cesedi bir buz dağının eteklerinde bulundu. daha önce keşfedilmedik bir bölgeye dalmış, buzda kaymış ve 150 metre kadar sürüklenmişe benziyordu. belki gözü bir yere takılmıştı, ne bileyim, bir mikrop konağı falan. ya da bir avuç yeşilliğe takılmıştı gözü. buralarda olağandışı bir görünümdü yeşil. ne olduğunu kesin olarak hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

o gün beraberindeki not defterine son yazısında şöyle diyordu: "202 sayılı istasyonu buldum. 10 aralık 1973. saat 22.30. toprağın ısı derecesi -10°. havanın ısı derecesi -16°." mars gezegeninin tipik bir yaz günü ısısıydı.

edebiyat

doris lessing

eğer bir roman yazarıysanız, daktilonuz her zaman bir şeyler yazma özlemi içindedir.

bir bilim kurgu romanının kapağını açmak ya da bilim kurgu yazarlarıyla birlikte olmak, eğer geleneksel edebiyat dünyasının bir toplantısından yeni çıkmışsanız, demode ve havasız bir odanın pencerelerini açmaya benzer.

edebiyat uygarlığı, adaleti ve yıkıma muhalefet edenleri yüceltmeye odaklanmalıdır.

bence edebiyat -roman, öykü, hatta bir dize şiir- imparatorlukları yıkabilecek güçtedir. "ve sardı çağı bu sürüler."

bir yazarın hayatını anlatmak imkânsızdır çünkü gerçek kısmı kâğıda dökülemez.

yazarların psikolojik doğası, yazdığınız şeyle aranıza belirli bir mesafe koyar. yazma süreci tamamen mesafe koymaktır. yazar için, değerli olması bundandır, bu sürecin sonucunda ortaya çıkanı okuyanlar içinse yazma sürecini değerli yapan işlenmemişi, kişiseli, incelenmemişi alıp genele taşımasıdır.

yeni başlayan bir yazarın en kötü düşmanının, onu seven arkadaşlar olduğuna inanıyorum.

bazı kitaplar sadece azınlıklar tarafından okunabilir ve istediğiniz kadar pohpohlama veya tanıtım yapın, bunu değiştiremezsiniz.

ancak bunlar en iyi ve -gizlice, sessizce ve rahatlıkla- en etkili, dönemin atmosferini ve standardını belirleyen kitaplardır.

gerçekten güzel yazılmış bir biyografiden daha iyi ne olabilir?

bir hikâye oluşturduğunuz ve bir sembole veya analojiye ihtiyaç duyduğunuz zaman, yapabileceğiniz en iyi şey, her zaman en eski ve en tanınmış olanı seçmektir.

kötü bir kitap size insanlar hakkında değil, sadece yazar hakkında bilgi verir. kötü bir kitap sevgi, nefret, ölüm vs. hakkında pek bilgi vermez. ama kötü bir kitap belirli bir zaman veya yer konusunda - yani tarih konusunda epeyce bilgi verebilir. gerçekler. alışkanlıklar. gelenekler. iyi bir kitap ikisini de yapar.

bir otobiyografinin doğru olmamasının asıl nedeni, gerçek nedeni, zamanın sübjektif olarak yaşanmasıdır.

o vahşi hicivcinin, hayatın, bizzat kendisinin her gün yaptığı acımasızlığı hiçbir yazar bulup yazamaz.

bir romancının yaratıkları hiçbir zaman kendi doğasının -romancının- izin verdiği davranış yelpazesinin dışına çıkamaz.