29.11.2014

uzun lafın kısası

salman rushdie: her şeyden çok anlam yokluğundan korkuyorum.

boccaccio: kalemin gücü, onu kullanmayı bilmeyenlerin sandıklarından çok daha fazladır.

alain de botton: olmadık yerlerde güzellikler bulmak, sıradan olanın büyüsüne kapılmayı reddetmektir.

felicien challaye: bilge insan, bildiğinden daha azını biliyormuş gibi görünür.

zygmunt bauman: derinin hangi parçalarının hassas kabul edileceği ve korunma ihtiyacında olduğu büyük oranda bir kültür meselesidir; ayakları değil de göğüsleri kapatma ihtiyacı ya da tersi gibi ayakkabı giyme ihtiyacı da kültüreldir.

henrik ibsen: aşk işlerinde bir erkek kediyle bir peygamber arasında fark yoktur.

zülfü livaneli: fazla bilmek mutsuzluk getiriyor. ne mutlu cehaletin koruyucu rahmi içinde bir cenin gibi büzülüp yatanlara!

andre maurois: yan yana iki insan, dalgaların oynattığı iki kayık gibidir; gövdeleri çarpıştıkça inler.

melih cevdet anday: hiçbir şiriin başı ve sonu yoktur ve bütün şiirler eksiktir.

ömer hayyam: şu alacalı bulacalı yeryüzünde bir adam dolaşır; ne zengin ne yoksul, ne mümin ne kafir, yaltaklanmaz hiçbir hakikate, saygısı yok hiçbir kanuna..

tahsin yücel: devrim, insanlık tarihinin henüz doğmamış güneşidir.

wladyslaw bartoszewski: yapabileceği her şeyi yaptığını ancak, ölüm cezasını çekmiş olanlar söyleyebilir.

28.11.2014

sağcı düşünce

uğur mumcu

demokratik bir toplum için en büyük tehlike yolsuzluklara, karanlık cinayetlere ve haksızlıklara karşı kamuoyunun duyarlılığını yitirmesidir. yaşadığımız olaylar, demokrasimiz için bir utanç sayfasının kanlı satırlarıdır. unutmayalım ki bazı insanlar cinayetlere, haksızlıklara ve yolsuzluklara susarak da katılmış olurlar.

her ülkede, her dönemde, ayrıcalıklı kesimlerin "bekçi köpeği" olmaya alışık "eşkıya" bulunur. bunlar, karanlık merkezlerden emir alıp arı kovanlarına çomak sokanları ısırmaya çalışırlar.

çağdışı politikacıların kör belleklerine şu gerçeği bir türlü sokamadık: sosyal olaylar birer "zabıta vakası" değildir. toplum içindeki çatışmalar, bu toplumun temellerini oluşturan ekonomik ve siyasal temellerden doğmaktadır. olaylara sadece ceza yasası penceresinden bakıp "onu da atın içeri. bunu da atın içeri. öbürünün sesini kesin!" gibi "zabıta tedbirleri" ile halkın uyanışını önleyebilmiş bir iktidarı, dünya tarihi şimdiye kadar kaydetmemiştir. insanların beyinlerinde ve yüreklerinde oluşan bilinç ve duygu nehirleri, yüzyıllardır karanlık köprüleri fırlatıp atmakta ve çağımız aydınlık aşamasına doğru akmaktadır.

düşünceler, tehlikeli ve tehlikesiz diye ikiye ayrılmaz; aşırı olan ve aşırı olmayan düşünce ayrımı da hiçbir açıklık sağlamaz. düşünceler, ancak yanlış düşünce, doğru düşünce diye ikiye ayrılabilir. bu düşüncelerin yanlışlığı ve doğruluğuna da özgür bir toplumda ancak halk karar verebilir.

ideolojik maksat.. aşırı cereyan.. tehlikeli düşünce.. fikir suçu.. bunlar hep, ülkede emekçiden yana bir düzen isteyenler için kullanılmıştır. siz hiç sağcılıktan yargılanan bir fikir suçu gördünüz mü? görmemişsinizdir; çünkü ideolojiden yoksun olmak, fikirden de yoksun olmak demektir.

"milli birlik ve beraberlik ruhu", sağcı politikacıların kullana kullana eskitemedikleri bir kalkan gibidir. türkiye'de "milli birlik ve beraberlik ruhu", sağcı iktidarların, başta ulusal güvenlik olmak üzere ülkenin birçok sorununun halkın gözleri önünde tartışılmasını önlemek için başvurdukları bir demagoji silahıdır.

ismet inönü: bir memlekette namus erbabı en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça gerçek kurtuluş yoktur.

olağanüstü dönemde türk soluna kan kusturmuş olanların birer ikişer banka yönetim kurullarına, umumi mağazalara, özel şirketlere bol ücretle oturmaları kapitalizmin gereğidir. hepsi de aşırı akımlara karşıdır. hepsi de son bağımsız türk devletinin komünistlerin ellerine geçmemesi için kanlarının son damlasına kadar savaşmaya hazırdırlar. hepsi de marksistlerin kafalarının ezilmesi konusunda milli birlik ve beraberlik ruhu içindedir. hepsi de demokrasiye bağlıdır. onların hep birlikte korudukları, bizlerin ise değiştirmek istediğimiz düzen budur işte.

26.11.2014

ilerleme

alfred döblin

yoldaşlar, seçim yapılacak, ardı ardına ve hep denecek ki, bu defa daha iyi olacak, dikkatli olun, çaba gösterin, evinizde ve işyerinizde propaganda yapın, 5 oy, 10 oy, 12 oy daha bulun. oynanan oyunun körlerin döne döne oynadığı oyundan hiç farkı yok. her şey eskisi gibi kalacak, hiç değişmeyecek.

şu andaki toplum düzenine göre çalışan sınıf ekonomik, politik ve de sosyal bakımdan köle olmaya mahkumdur. bunun en iyi örneklerini mülkiyet hakkında -mal tekelinde- ve devletçilikte -güç tekelinde- görmekteyiz. günümüz üretiminin ana ilkeleri, kişinin doğasal gereksinimleri değil, kazanç umutlarıdır. tekniğin ileri attığı her adım, mülk sahibi sınıfın zenginliğini ölçüsüzlüğe doğru artırmaktadır. toplumun önemli bir bölümü ise utanılacak oranda yoksulluğa sürüklenmektedir. devlet, mal mülk sahibi sınıfın çıkarlarını korumakla, toplumun büyük bölümünü alaşağı etme görevini üstlenmiş. o, hilenin ve gücün bütün olanaklarını kullanarak tekelin ve sınıf farklarının korunmasına çaba göstermekte. artık bireyin kukladan farkı yok, şimdi o muazzam bir mekanizmanın içinde ölü bir çarktır.

mısır ülkesinde köleler yıllar boyu, hiç makine olmaksızın kral mezarları inşa etmişti. günümüzde ise avrupa'nın işçileri yıllar boyu, önlerinde makineler, kişisel servetler inşa ediyor. ilerleme mi bu? olabilir. fakat kimin için?

24.11.2014

tiyatro

jacques ranciere

tüm tarihi boyunca tiyatronun konu olduğu çok sayıda eleştiri aslında özlü bir ifadeye indirgenebilir. "seyirci paradoksu" adını vereceğim ben buna; meşhur oyuncu paradoksundan belki daha temel bir paradokstur bu. gayet basit ifade edilecek bir paradoks: seyircisiz tiyatro olmaz. oysa suçlayanlar seyirci olmanın iki nedenden ötürü kötü bir şey olduğunu söyler. ilk olarak, bakmak bilmenin zıddıdır. seyirci bir görünüşün karşısına geçer; ama o görünüşün üretim sürecini veya gizlediği gerçekliği bilmez. ikinci olarak, bakmak eylemenin zıddıdır. edilgen olan seyirci yerinde olduğu gibi, hareketsiz durur. seyirci olmak, hem bilmek kabiliyetinden hem de eylemek kudretinden kopmak demektir.

tiyatro, cahillerin acı çeken insanları görmeye davet edildikleri yerdir. tiyatro sahnesinin onlara sunduğu, bir pathos gösterisidir; bir hastalığın, arzu ile ıstırabın, yani cehaletin yol açtığı benlik bölünmesinin tezahürüdür. tiyatronun yaptığı şey, bu hastalığı bir başka hastalığa başvurarak aktarmaktır: gölgelerin esir aldığı bakışın hastalığına. tiyatro, kişilere acı çektiren cehalet hastalığını bir cehalet makinesi sayesinde aktarır; öyle bir optik makinedir ki bu, bakışları yanılsama ve edilgenliğe alıştırır.

23.11.2014

sessiz bir ölüm

simone de beauvoir

analar babalar oğullarının delirdiğini, çocuklar annelerinin kanser olduğunu en son kabul eden kimselerdir.

uzmanların tanısı, ilerisi için tahminleri, kararları karşısında güçsüz, çaresiz kalan insan, bir dişli çark düzenine kısılıp kalmıştır. hasta, hekimlerin malı olmuştur. alın onu ellerinden güveniyorsanız kendinize!

yaşamaya sıkı sıkıya sarılmışsanız, sizce ister gökyüzünde, ister yeryüzünde olsun, ölümsüzlük ölümün acısını size unutturamaz; sizi avutamaz.

sevdiğimiz bir kişi öldüğü zaman, sağ kalmak suçunun kefaretini, yüreğimize işleyen yeğin bir pişmanlıkla öderiz. ölümü, bu kişinin ne kadar eşsiz benzersiz olduğunu açıkça anlatır bize; varlığının, bir zamanlar, bütünüyle var kıldığı, yokluğunun, kendi bakımından ortadan kaldırdığı dünya kadar uçsuz bucaksız hale gelir bu ölü; yaşamımızda daha çok yer tutması, gide gide yaşamamızın tümünü kaplaması gerekirdi gibi gelir bize: kendimizi sıyırırız sonra bu sersemleyişten: o da, öbürleri arasında, öbürleri gibi bir bireydi, o kadar, diyoruz. ancak, kimsecikler için elimizden geleni -hiçbir zaman- yapmadığımızdan, kendimize, gene de bol bol sitem edecek nedenler buluruz.

nesnelerin gücü, bilinen bir şeydir: yaşayış bunlarda donuverir, katılaşıverir; hiç erişmediği ölçüde bir gerçeklik niteliği kazanır.

doğal ölüm diye bir şey yoktur: insanın varlığı dünyanın düzenini konuşma, tartışma konusu haline getirdiğine göre, onun başına gelenlerin de hiçbiri hiçbir zaman doğal sayılamaz. bütün insanlar ölümlüdür. ama her insan için, ölümü, bir çaparızdır; ölümünün geleceğini bilse bile, ona boyun eğse bile, insan için bu ölüm, olağana aykırı bir yamanlık taşır.

22.11.2014

ismet inönü

erdal inönü

alman orduları rusya'da ilerlerken, kafkasya'ya gelmiş, moskova'ya yaklaşmışken gazetelerde "alman zaferleri" yazılırdı. rus ordularının şurada burada teslim olduğu haberleri yazılırdı ve "artık almanların bütün rusya'ya egemen olacağı" söylenirdi. "biz de almanların safında savaşa girsek kendimizi daha güçlendiririz. belki şurada burada elimize bir şeyler geçer" diye açıkça yazılmasa bile bu izlenimi uyandıran yazılar veya konuşmalar olurdu o zaman. herhalde babama da söyleyen olurdu: "fırsat bulursak biz de girelim. daha güçlü çıkarız savaştan. işte adalar'dı, şunlar bunlar da elimize geçer." diye.

tabii onlara hiç yüz vermedi babam. daha sonra müttefiklerin kendi baskıları başladı. churchill'in adana'ya gelmesi, sonra kahire'deki toplantıda yapılan baskılar.. bizi de savaşa sokmak için uğraştılar; ama babamın politikası savaşa girmek değildi. "bizi savaşa sokmak istiyorlar; ama biz hepsinden daha fazla savaştık. onlar 1. dünya savaşı'nda 4 yıl savaştılar; ama biz 1911'den başlayarak 12 sene savaştık. onun için bizim savaşa girmemiz artık gereksiz" derdi. nitekim de girmedik.

yemek dikkatli yenirdi; çünkü ekmek azalıyordu. bunu fark ediyorduk. biz de çankaya köşkü'nde vesika kullanıyorduk. "türkiye'de başka ailelerde olmayan şeyler, bizde de olmasın" diye bir dikkat vardı. hatta bir sefer hatırlıyorum, eve özel bir ekmek yapılıp getirilmişti. bizim hoşumuza gitti. babama da verdiler. o, nerden çıktı bu?" dedi. anlattılar. "bu özel bir şey; olmaz öyle şey" dedi ve biz kullanmadık. bu dikkati hep gösterirdi.

ekmeksizlikten yakınan bir çocuğa, "sizi belki ekmeksiz bıraktım; ama babasız bırakmadım." dediği söylenir.

via can dündar

süprüntü bekçiliği

kemal tahir

fukara evlerin köşeleri bucakları süprüntülerle doludur tıklım tıklım.. irili ufaklı şişeler, paslı çiviler, yamru yumru delik kaplar, her boyda, her renkte paçavralar.. meşin kırpıntıları. bir sürü kırık dökük.. eski püskü.. bizim ev böyleydi. "bir gün lazım olur" diye saklıyorduk. hiçbirinin lazım olduğu zaman, bulunup kullanıldığını görmedim. yoksulluğun verdiği korku, bize yıllarca, süprüntü bekçiliği yaptırdı. bu süprüntü bekçiliği yalnız yoksulların işi değil.. zenginler de bir başka çeşit süprüntü bekçisi.. yalnız bekçilik edilen süprüntünün cinsi değişiyor. hisse senetleri.. tahviller.. değerli taşlar, gümüş takımları, halılar, kürkler.. tablolar.. durmadan artırılmak istenen para.. dünyayı kavrayacak kadar genişletilmesine çabalanan iş.. bunlar da bir çeşit süprüntü..

şu bakımdan süprüntü.. bir devlet müzesinin değerini kat kat artıracak bir tabloyu satın alıp duvarınıza asmışsınız da, yıllardır bir kere bile bakmamışsınız. daha korkuncu, bakmışsınız da hiçbir şey anlamamışsınız. koca bir salon dolusu kitaplarınız var, duvarları kaplamış baştan başa.. hepsi maroken ciltli.. çoğu tek kalmış dünyada.. numaralı.. lüks baskılar.. birini bile açmamışsın.. okumak için demiyorum, resimlerine bakmak için olsun.. milyonlarınız var, sofrada dana eti posası geveliyorsunuz. tonlarla şampanya, viski satın almaya gücünüz yeterken, ancak bir bardak maden suyu içmenize izin vermiş doktorunuz.. gene de boyuna biriktiriyorsunuz.. "ilerde lazım olur belki" demeniz bile artık sizi gülünç edecekken.. topladıklarınız süprüntü değil de nedir?

rüzgarlarla uluyan ormanların kıyısında, eline geçirdiği bir sopaya dayanarak ayakları üzerinde ilk defa durmaya çalışan çıplak yaratığı düşünüyorum. dört ayaklılar dünyasından kopmuş.. iki ayaklıların dünyasını arıyor. kendi yaratacağı dünyayı.. başı, kim bilir nasıl dönmüştü, boyunun yüksekliğinden.. elleri, karnı, gözleri, iyi ayaklılığının dengesini kim bilir ne zorlukla bulmuştur. insanoğlunun yokluk içinde geçirdiği yüz binlerce yılı düşünüyorum da.. kim bilir ne yaman korkular kaldı o yıllardan içimizde, diyorum. evlerimiz gibi, ruhlarımız da kim bilir ne çeşit süprüntülerle dolu..

20.11.2014

1938 harp okulu olayı ve nazım hikmet

a. kadir

sonradan, ankara askeri cezaevi'nde nazım bana tevkifini şöyle anlattı:

tevkif edildiği gece, çıkaracakları aylık bir derginin hazırlıklarını yapmak üzere, halası oğlu celalettin ezine'nin evindeymiş. aralarında hilmi ziya ülken de varmış. dergi üzerine konuşurlarken kapı çalınmış. gelenlerin polis olduğu anlaşılınca hilmi ziya sapsarı kesilmiş, başlamış eli ayağı titremeye ve telaşla: "eyvah, basıldık, basıldık!" demiş.

nazım bunu anlatırken katıla katıla gülüyordu.

kendisini aradıkları, götürecekleri söylenince: "peki, geliyorum" demiş, kalkmış.

daha önce, akşamüzeri, nişantaşı'ndaki apartman basılır. arama yapılır. komiser, polis, bir de ihsan ipekçi var. nazım'ın karısı, söylemez nerede olduğunu. giderlerse orayı da telaşa verirler diye düşünür. ama nazım akşam yemeğini orada yiyecek, gece eve geç gelecek, adamlar da gece yarısına kadar bekleyecekler. en iyisi bir yolunu bulup ihsan ipekçi'ye bunu söylemek. o gider bir yerden telefon eder, nazım da gelir, olur biter. ihsan ipekçi'nin kulağına eğilir, söyler celalettin ezine'nin evinde olduğunu. "oraya bir telefon edin, gelsin" der. ama bu gizli konuşmayı komiser görür. ihsan ipekçi'ye sorar: "ne oluyor?" ihsan ipekçi de idare edemez işi, söyler doğrusunu. giderler celalettin ezine'nin evine.

nazım'ın evinde yapılan aramada bir çuval kadar kitap, defter, kağıt alırlar. o arada, "haber" gazetesinde tefrika edilmekte olan "yaşamak hakkı" adlı romanın müsveddeleri de gider. bu roman gazetede yarıda kesilmiştir.

sonradan kulağımıza bazı söylentiler geldi. fevzi çakmak sonuna kadar baskı yapmış yargıtay'a, nazım'ın cezası muhakkak tasdik edilecek diye. oysa yargıtay'da çoğunluk, nazım'ın hiçbir suçu olmadığı kanaatindeymiş. ama en son gün, üyelerden biri, aklımda kaldığına göre ilyas paşa, fikrini değiştirmiş. nazım'ın 15 yıllık ağır hapis cezası böylece, çoğunlukla tasdik edilmiş.

sırça fanus

sylvia plath

basılmamış bir yazı yığını kadar kokuşmuş bir şey olamaz.

sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.

hiçbir zaman sıcak bir banyoda olduğum zamanki kadar kendim olamam.

sofrada yanlış bir şeyi biraz küstahça ve doğru hareket ettiğinizi çok iyi biliyormuşçasına yaparsanız durumu kurtarırsınız; hiç kimse görgüsüz olduğunuzu ya da yetersiz eğitim gördüğünüzü düşünmez. üstelik orijinal ve çok esprili bir insan olarak bile tanınırsınız.

genellikle esaslı bir kusmadan hemen sonra kendini daha iyi hisseder insan.

birlikte kusmak kadar insanları birbirine yaklaştıran bir şey yoktur.

iyi bir şiir insanların yüz tanesinin toplamından çok daha uzun yaşar.

birinden hiçbir şey beklemeyince asla düş kırıklığına uğramaz insan.

erkek bir eş, kadınsa sonsuz güvence ister. erkek geleceğe yönelik bir ok, kadınsa okun fırladığı yaydır.

ruh hastalarının suyuna gitmek yararsızdır; onlar için en kötü şeydir bu; büsbütün çileden çıkarlar.

durumu ne denli umutsuzsa, o denli uzak köşelere gizlerler insanı.

insanın kendisi hakkında çok fazla düşünmesinin ilacı, kendinden daha kötü durumda olan birine yardım etmektir.

nefret ettiğim bir şey varsa, o da insanların kendinizi berbat hissettiğinizi bildikleri halde neşeyle hatırınızı sorup "iyiyim" demenizi beklemeleridir.

bir milyon yıllık evrim; ve hala hayvandan farkımız yok.

19.11.2014

yaratıcılık

ayn rand

yaratıcı, kendi işi için yaşar. başka insanlara ihtiyacı yoktur. en önemli amacı, kendi içindedir. asalak elden düşme yaşar. başkalarına ihtiyacı vardır. başkaları onun baş amacı haline gelir.

yaratıcının temel ihtiyacı bağımsızlıktır. mantık yürüten zihin, herhangi bir tür zorlama altında çalışamaz. kısıtlanamaz, feda edilemez, başka amaç ve düşüncelere boyun eğemez. gerek işlerlikte, gerekse amaçta tam bir bağımsızlık ister. bir yaratıcı için, insanlarla olan ilişkilerin tümü ikinci plandadır.

yaratıcı, farklı görüşteki adamdır. insanlara akıntıyla birlikte yüzmenin iyi olduğu söylenir. yaratıcı ise akıntıya karşı yüzen adamdır. insanlara bir arada durmanın bir sevap olduğu öğretilir. ama yaratıcı tek başına duran adamdır.

insanlara egonun kötülük demek olduğu öğretilir. sevabın ideali benliksizliktir. oysa yaratıcı salt anlamda bencil kişidir. benliksiz kişi, düşünmeyen, hissetmeyen, yargılamayan, eyleme geçmeyen kişidir. bunların hepsi benliğin fonksiyonlarıdır.

seçenekler kendini feda etmekle tahakküm etmek arasında değildir. seçenekler bağımsızlıkla bağımlılık arasındadır. yaratıcının kuralı ya da elden düşmecinin kuralıdır. bu temel bir sorundur. bir ölüm kalım sorunudur. yaratıcının kuralı, insanlığın var olmasını sağlayan mantıklı zihnin ihtiyaçları üzerine kurulmuştur. elden düşmecinin kuralıysa, sağ kalmayı beceremeyecek insanların ihtiyaçlarına dayalıdır.

insanın bağımsız egosundan doğan her şey iyidir. insanın insana bağımlılığından doğan her şey kötüdür.

dünya yüzündeki ilk hak, egonun hakkıdır. insanın ilk görevi kendine karşıdır. ahlaki yasası, birinci amacını asla başka kimselere bağlamamaktır. ahlaki sorumluluğu da istediğini yapmaktır; yeter ki istediği diğer insanlara birinci derecede bağımlı bir şey olmasın.

bencil kişi, salt anlamda bakıldığında başkalarını feda eden kişi değildir. başkalarını herhangi bir şekilde kullanma ihtiyacının üstüne çıkmış kişidir. onun işlerliği, diğer insanların kanalıyla değildir. birincil anlamda onlarla ilgilenmemektedir. amacı da, düşüncesi de, arzuları da, enerjisinin kaynağı da hep onların dışındadır. bir başka kişi için var olmakta değildir, kimseden de kendisi için var olmasını istememektedir. insanlar arasında oluşabilecek tek kardeşlik, tek karşılıklı saygı bu yolla olabilir. eşitler arasında ancak bu tür ilişki olabilir. bunun dışındaki ilişkiler, efendi-köle ilişkisidir, kurban-cellat ilişkisidir.

bir insanın diğer bir insana yapabileceği tek iyi şey, o kişiyle doğru dürüst bir ilişki kurabilmesi için tek yol, ondan elini çekmektir.

kişi tek başına düşünür, tek başına çalışır. kişi tek başına hırsızlık edemez, sömüremez, yönetemez. soygun, sömürü ve yönetme için ona kurbanlar gerekir. bunlar bağımlılığa işaret eden şeylerdir ve elden düşmecinin alanına girer.

uygarlık, özel hayat toplumuna doğru ilerlemektir. vahşinin tüm hayatı halka açıktır, aşiretinin kuralları tarafından yönetilir. uygarlık, insanı insanlardan kurtarma sürecidir.

18.11.2014

derede bir kadın

herman melville


bir gün kory-kory ile birlikte, banyo yapmak için dereye gittiğimde, suyun ortasında bir taşın üzerine oturmuş bir kadını fark ettim. kadın ilk bakışta, yanı başında suyun içinde oynayan, olağanüstü büyüklükte bir tür kurbağa olduğunu sandığım bir şeyin hareketlerini büyük bir merakla seyrediyordu. görüntü ilgimi çektiği için, suyun içinde kadının oturduğu yere doğru yürüdüm ve ancak birkaç günlük küçücük bir bebeğin, sanki suyun dibinde yumurtadan çıktıktan sonra, daha yeni suyun üstüne yükselmiş gibi yüzdüğünü görünce, gözlerime inanamadım. keyifli anne arada sırada elini bebeğe uzattığında, minik şey hafif bir çığlık atarak kıyıya doğru yanaşıyor ve bir saniye sonra da annesi tarafından kucaklanıyordu. aynı hareket, bebek her seferinde suyun içinde yaklaşık bir dakika kalarak, tekrar edildi. birkaç kere bir ağız dolusu su yutan bebek, yüzünü ekşitmiş ve boğulmak üzereymiş gibi nefessiz kalarak garip sesler çıkarmıştı. bu durumlarda annesi bebeği yakalayarak, burada anlatması gereksiz bir yöntemle bebeğin suyu çıkartmasını sağladı. o günden sonra birkaç hafta boyunca, sabah ve akşam serinliğinde, bu kadının düzenli olarak her gün bebeği dereye getirerek banyo yaptırdığını gördüm. daha gözlerini açar açmaz böyle suya atıldıklarına göre, güney pasifik adaları yerlilerinin suyla bu kadar haşır neşir olmalarına şaşmamak gerek. bir insan için yüzmenin, bir ördek için olduğu kadar doğal olduğuna inanıyorum. ama yine de, uygar toplumlarda ne kadar çok gücü kuvveti yerinde insan, en önemsiz kazalarda kedi yavrusu gibi boğulup ölmektedir!

16.11.2014

moloz

pascal mercier

unutmanın moloz yığınlarıyız.

insan bazen bir şeye sahip olana kadar onun eksikliğini hissetmez ve sonra bir anda onun eksikliğini çektiği kafasına dank eder.

güneşin altında yapılan bütün işleri gördüm. hepsi boştur, rüzgarı kovalamaya kalkışmaktır.

karşısındakinin boyun eğmesini istemeyen bir bağışlama olmalı. yani kutsal kitaptaki gibi kendini tanrının ve isa'nın karşısında onların uşağı gibi görmen gereken türden olmamalı. uşak olarak! orada öyle yazıyor.

onuruyla ölmek, ölümün bir son olduğunu kabul ederek ölmek demektir. ve ölümsüzlükle ilgili bütün saçmalıklara karşı durmak.

bazen irkiliyorum ve şöyle düşünüyorum: tren her an raydan çıkabilir. evet, çoğunlukla irkiltir beni bu düşünce. ama nadiren, akkor gibi ışıldayan anlarda kutsal bir şimşek gibi sarsar beni.

şiir her şeye üstün gelir. bütün kuralları hükümsüz kılar.

kelimenin tam, ciddi anlamıyla bir veda şu anlama gelir: iki kişinin, birbirinden ayrılmadan önce, birbirlerini nasıl görüp tanıdıkları konusunda anlaşmalarıdır. vedalaşmak, insanın kendi kendisiyle de yaptığı bir şeydir: karşısındakinin bakışları altında kendine arka çıkmasıdır.

samimiyet geçicidir ve aldatıcıdır, tıpkı bir serap gibi.

söz, insanların ışığıdır ve nesneler ancak kelimelere döküldüğünde var olurlar.

14.11.2014

dexter

bazı insanların yazgısı, yalnız yaşamaktır.

internette bloglar var, podcast yayınları var. ardı arkası kesilmeyen gereksiz malumat, kafanızdan içeri giriyor, gözlerinizden dışarı fışkırıyor. bugünlerde insanların dikkatini çekebilmek için daha harika şeylere cesaret edebilmek gerek.

insanlar hep yalan söyler. ama içgüdülerin seni asla yanıltmaz.

parlak güneş ışığı altında yürümek böyle bir şey olsa gerek. karanlığımın gözler önüne serilişi. gölge benliğimin kucaklanışı. evet. beni görüyorlar. onlardan biriyim. en karanlık rüyalarında.

olayları asla kişiselleştirme. bu senin kararlarını gölgeler.

bazen içimdeki inkar edilmiş ve bilinmeyen her şeyin açığa çıkması nasıl bir şey olurdu diye merak ediyorum. ama bunu asla bilemeyeceğim. hayatımı saklanarak yaşıyorum. hayatta kalabilmem buna bağlı.

ne zaman bir kadınla yatsam benim gerçekte ne olduğumu görüyor. boş. ondan sonra da gidiyor.

içim boş. ama kendimi dipsiz bir kuyuda hissetmemenin bir yolunu buldum. taklit ederek. dünyaya ve çevrendeki insanlara sanki duyguların varmış gibi yapıyorsun.

insan doğasının kısa bir özetini mi görmek istiyorsunuz? birileri ile çikolatalı kahvesinin arasına girin.

herkesin, ailesinden farklı değerler sistemi olduğunu fark ettiği bir an'ı vardır.

hepimizin özlem duyduğu bir şey, giderilmeyi bekleyen bir ihtiyacı vardır. bazılarımız istediğini elde eder ve mutlu olur. ama bazılarımız tatmin olmak bilmez.

12.11.2014

soneler

william shakespeare



düşün ki, insan ne kadar savursa varını yoğunu
dünyada kalır harcadığı; yalnızca el değiştirir
ama boşa harcanan güzelliğin dünyada gelir sonu
kullanmadan saklamakla onu, kullanan yok etmiştir

kararlarımı verirken ben, yıldızlara danışmam
oysa kendime göre anlarım yıldız falından
senin gözlerine bakarım geleceği görmek için

aslında, yaşayan kuşaklar yeniler yaşamı yenilerse
zamanın fırçası ya da elimdeki toy kalemse
ne iç güzelliğinle ne de dış gösterişinle
sen gibi yaşatabilir seni insanların gözünde
kendine saklama ki kendini, sürdüresin varlığını
kendi canım hünerinle çizesin kendi yaşamını

seni görmedikten sonra, her gün benim için gece
gecelerse parlak gün, rüyalar seni bana gösterince

zavallı beni terk etmen için yasaların* gücü arkanda
oysa beni sevmen için bir neden gelmiyor aklıma

öyle kutsal bir kişisin ki, çok zor değerini bilmek
varlığın coşku verir çünkü, yokluğunsa umut demek

bu rüya sürdükçe mutluluktu sahip olmak sana
uykumda kraldım; oysa bir hiçim uyandığımda

sana hizmettir yazın işi, sana sunar neşesini
sen yoksan eğer, dili açılmaz kuşların bile

doğruya renk gerekmez, onun rengi kendindendir
güzellik fırça istemez kendi resmini çizmeye
katıksız olursa ancak, mükemmel hep mükemmeldir

işte sonsuz aşk, aşkın hep yepyeni kalan kılıfında
ne kaçınılmaz sanılan kırışıklardan pay alır
ne tozlanır ya da yıpranır bundan böyle yıllarla
geçmiş artık sonsuza dek onun buyruğundadır
aşk ilk nerde doğmuşsa, orda yaşar hep değişmeden
zamanla ölür sansa da, görünüşe bakıp karar veren

kötü diye bilinmekten iyidir bence, kötü olmak
olmasak da, kötü muamelesi görüyorsak her yerde
üstelik mümkün de olmaz şöyle keyfince yaşamak
başkası kötü görecektir çünkü, kendimiz görmesek de

* doğanın yasalarını kastediyor: yaşlanma, çirkinleşme gibi.

tehlikeli ilişkiler

choderlos de laclos

insan ciltler dolusu yazar da bir çeyrek saatlik konuşmanın aydınlatıvereceği bir şeyi bir türlü anlatamaz.

bir gönülde uyandırılan mutluluk, bağların en güçlüsüdür; gerçekten bağlayabilen bir o vardır.

her anlamlı kişide en azından üç temel nitelik vardır: önce insanda bir amaç kavramı, sonra buna ulaşma istenci, daha sonra da bu istencin dizgeleştirilmesi.

ahlaksız bir erkekle ahbaplığı kabul eden her kadın er geç onun kurbanı olur.

kibir mutluluğun düşmanıdır.

en hoşuma giden şeylerden biri, şöyle yolunca yordamınca, çabuk olmakla birlikte her şeyin sırasını bilen, amansız bir saldırıya uğramaktır.

başıboş ceylanı, izinsiz avlanan adsız şansız adam vurur; gerçek avcı hayvanı zorlamak ister.

bugünün trajedisi politikadır.

o namus budalası kadınlar haz verir mi insana? gerçekten namuslu olanları demek istiyorum; onlar zevk anında bile çekinir, kavuşmayı bir yarı buluşmaya dönüştürürler. kendilerini tümden bırakmayı, sevdanın çılgınlık haline gelip de zevkin son sınıra varmakla pekiştiği anları, aşkın o zenginliklerini bilemez onlar.

bizim o soğuk, o kolay uzlaşmalarımızdan, esenlik dediğimiz şey, pek öyle bir zevk bile değildir.

insanoğlu hiçbir şeyde ta sona eremez; ne iyilikte ne kötülükte. ahlaklı insanların bazı zayıf yanları, alçakların da iyi yönleri vardır.

para insanı mutlu etmez; ama kabul etmeli ki mutlu olmasını çok kolaylaştırır.

aslında pek kolay olması gereken nice şeyler vardır ki insan yapayım deyince bir türlü yolunu bulup beceremez.

kafa bir rahata kavuşmadıkça bedenin iyileşmesi de çok zordur.

bir kadının en güzel anı, boyuna söylenip de binde bir duyulan o ruh sarhoşluğunu verdiği biricik an, bizi sevdiğini anlayıp lütfuna ereceğimizden daha emin olmadığımız andır.

çektiğim acıların kaynağı odur; ama dermanı da odur.

duygusuzluktan gelen o iç rahatı, ruhun o ölümü andıran uykusu esenliğe götüremez insanı; ancak işleyen büyük duygular götürür.

açılıp bilinmesini istemediği bir sırrı olmayan tek bir insan yoktur.

kuşkulu, kuruntulu kimselerin kuşkularını da kuruntularını da yenmenin asıl yolu, ellerinde kaybedilecek bir şey bırakmamaktır.

suda asıl yüzmeyi bilenler boğulur.

erkekler böyledir işte; hepsi de alçakça şeyler kurar, kurduklarını yapmakta bir beceriksizlik, bir korku gösterdiler mi adına ahlak temizliği, namus derler.

11.11.2014

aşk

murathan mungan

aşk üzerine konuşurken saçmalamamak imkansızdır.

aşk hataları trafikte kırmızı ışığa yakalanmaya benzer; bir kere yakalandınız mı hep yakalanırsınız.

aşk bir sistem değildir; mekanizmasını anlamaya çalıştığınızda, kurcalamaya kalkıştığınızda dağılır. bir aşkta en aranmayacak şey tutarlılıktır.

bir aşk yazılı hale gelmesini çoğu kez bitmesine borçludur.

çağrışımlarımızdır bizi çoğu kez yanıltan ya da aşık eden.

aşk hiçbir zaman dışarıdan göründüğü gibi değildir.

aşka da acıya da aynı silahlarla katlanır insan. gerisi, bu iki nokta arasındaki boşlukları doldurmaktır yalnızca.

aşk ve suret birbirlerinin körüdürler. hem bakmak hem görmemek anlamına gelirler. görünen ile görülenin ardındaki görünmeyene açılırlar.

aşk da hayatın diğer öğretmenleri gibi büyük ölçüde öğrencisine bağlıdır.

aşk da siyaset gibidir; herkesle tartışılmaz.

aşk her mekana kendi rengini verir.

aşk sadece başlangıçtır. neye olduğunu bilmediğin bir başlangıç.

bazı aşklar kendi yangınında ölür.

aşkın kelimeleri erken, ayrılığın kelimeleri geç gelir.

aşk bir rüyayı iki kere görmektir.

her aldanmanın büyüsünü aşk sanma; duyguların da uzak akrabaları vardır.

aşk evine döner.

bütün aşıklar aynı yaştadır.

maddenin yükünden kurtulmuş aşk yoktur. platonik olanı bile maddedir.

aşkların çoğu devamsızlıktan sınıfta kalır.

aşk bize hayatı yeniden keşfetme gücü verir.

en somut aşk bile bir soyutlamadır.

sanatın tek hammaddesi yaşadıklarınız değildir. her umutsuz aşktan büyük yaratılar çıkmaz.

ilk aşkların özgeçmişi olmaz; benzersizlikleri bundandır.

her köklü tutku gibi aşk da aynı zamanda sınırlara yapılan bir yolculuktur. ya siz genişlersiniz ya sınırlar.

hangi dinden olursanız olun, aşk bir mezheptir.

kalbimizin anlamadığı şeyleri aşka saklarız.

insan

balzac

devasa yaratıkların, balık soylarının ve yumuşakça topluluklarının ardından, değişime uğramış daha iri bir türün belki de yaratıcı tarafından ufaltılmasıyla insan ırkı ortaya çıkmıştır. geçmişe yönelik bakış açısıyla gayrete gelen, daha dün doğmuş bu cılız ve silik tür kaosu aşabilir, sonu olmayan bir şarkıyı söylemeye başlayabilir ve evrenin geçmişini geriye yönelik bir kıyamet şeklinde anlamlandırabilir.

tek bir insanın gayretine borçlu olunan bu ürkütücü yeniden dirilmenin varlığında, tüm gök kürelerinde ortak olan ve zaman olarak adlandırdığımız bu isimsiz sonsuzlukta, kullanma hakkı bize bahşedilen bu kırıntı, yaşamın bu minicik dakikası bize içi sızlayarak bakıyor. kendi kendimize yıkıntı halindeki bunca evrenin altındaki ezilmişliğimizin varlığında, şanlarımızın, şöhretlerimizin, kinlerimizin, aşklarımızın ne anlamını sorguluyor ve gelecekte minicik bir noktadan ibaret olacağımız düşünüldüğünde, yaşamak için bunca zahmete değip değmediğinin yanıtını bulmaya çalışıyoruz.

yaşadığımız andan kopmuş bir halde, uşağımız içeri girip bize "kontes, mösyöyü beklediğini söyledi." diyene kadar bir ölüden farksızız.

10.11.2014

boğaziçi şıngır mıngır

salah birsel

sultan murat han, hezarfen ahmet çelebi'ye bir kese altın bağışlayarak "bu adam pek korkulacak bir adamdır. her ne istenilse elinden geliyor. böyle kimselerin yaşaması doğru değildir." diye cezayir'e sürmüştür. anda merhum oldu.

iv. murat, revan'ı ele geçirdikten sonra, emir gûne yusuf han'ı istanbul'a getirmiş, emirgan'da bir bahçe yaptırarak, onun yemesine içmesine bırakmıştır. bahçedeki bütün yapılar acem yüzlüdür. dört duvarı billur bir hamamı da vardır. bülbüllerin yuvalarında yavrularını fırt fırt beslemeleri ta buradan görünür. o zamanlar ağzı laf yapan herkes emir gûne bahçesinden açar. bahçe silme güllüktür. pulat yapılı sultan murat'ın ölümünden sonra 1640 yılında, osmanlı tahtına çöken deli ibrahim de bahçenin güzelliğine vurgundur. sadrazam kemankeş kara mustafa paşa bahçeyi padişah mallarına katmak için yusuf han'ı öldürtmekten başka çare bulamaz. bunun için sağlam bir nedeni de vardır. yusuf han'ın iran'a kaçabilme olasılığını, oh ki oh, kökünden kazıyacaktır. ne ki, sultan ibrahim, emir gûne'nin 14 temmuz 1641 günü idam edilmesinden sonra burayı, içindeki görkemli sarayla birlikte sadrazamına bağışlamayı yeğ tutar.

dünyada hiçbir ihtilalci görülmemiştir ki, yıkmakta gösterdiği başarıyı, yapmak konusunda da gösterebilmiş olsun.

insanları en iyi nişanlar uyutur.

bülbül: bülbüller içkiye düşkündür. buldular mı bir dolu içerler. ama bu gerçeği bilginler değil, tarihçi reşat ekrem koçu'nun annesi zağralı hacı fatma hanım saptamıştır. bunun için de bülbülleri günlerce, göztepe'deki evinin bahçesinde, dürbünüyle gözetlemiştir. fatma hanım gözlemlerini şöyle dile getirir: "bir bülbül ala sabah, sözgelişi bir vişne ağacına gelip konar. yirmi otuz kadar vişneyi gagasıyla deştikten sonra çekip gider. akşam, yine gelir. vişnenin kuş gagasıyla deşilen yerinde meyve suyu mayalanmış, bir likör ya da şarap oluşmuştur. kuş, akşamın "garipler sersemliği" denilen bu son saatinde bir iki vişneden kendi elceğiziyle hazırlanmış içkinin ilk yudumlarını içince şöyle bir silkinir, birkaç külhani ıslık öttürür. kadehler beşi, altıyı buldu mu nağmeler uzar. ortalık iyice karardığı için küçük esmer kuş göze görünmez ama sesi ağaçtadır. belki de içkiyi sürdürmektedir. artık tan sökünceye kadar gelsin gazeller, şarkılar, feryatlar."

sözüne inanılmayacak kişiler, ozanlar değil, tarihçilerdir.

pierre loti: ömürleri boyunca türkiye'ye ayak atmamış ve türkleri tanımamış olan batılıların, önyargılara dayanarak türklerin yaşamı üzerine düşünceler ileri sürmeleri insanı çileden çıkarıyor. yeni döndüğüm amerika'da da durum bundan başkası değil. orada da türklerden açıldığı vakit "asya aşiretleri", "barbarlar" gibi sözler kullanılıyor. oysa yeryüzünde türklerden daha yürekli, daha gözüpek, daha dürüst ve kendi halinde bir ulusun varolduğunu sanmıyorum. ne ki, okullarımızda okuyan, bulvarlarımızda kişiliklerini yitiren kimi türkleri hesaba katmıyorum. ama halk, gerçek halk, küçük esnaf ve köylüler.. bunlardan daha iyi insanlar bulunabileceğini düşünemiyorum. hiçbir yerde türkler kadar yoksullara, güçsüzlere, küçüklere acıyan ve sevgi duyan, ana babaya saygı gösteren birine rastlayamazsınız. onlar hayvanlara acımakta da bizden ileridirler. istanbul'un başıboş köpekleri büyük bir hoşgörü ile yüzyıllardan beri rahatça ömür sürmektedirler. türkler, yağmur altında kalmış bir köpek yavrusu gördükleri vakit, hemen sokağa fırlar, üstünü kilim parçalarıyla örterler. kedilere gelince, bunlar hiçbir zaman sokaktan gelip geçenlerin önünden çekilmez. çünkü türkiye'deki insanların kendilerine ilişmemek için yollarını değiştireceklerini bilirler.

hoca hayret efendi: fuhuş iyi şiire engel değildir.

"nevcivanım efendim, zülf-ü kemendim, meyhane dükkanında şehlevendim, oruç ve namazın kazası var, sıkıntılarla geçen içkisiz günlerin kazası yok. siz civanım meyhane miçosu ile yolladığınız çağrı, kulunuz için ağız miski olmuştur. gerçek şudur ki, kapımızda, duziko dolu taze bardak, yalın ayaklı, yarım pabuçlu içki bulunmaz. efendim, kalpten kalbe yol vardır. bu kulunuza haberiniz geldikte, gönül evimize sevinç gülsuları saçılmıştır. anzarot efendi, kaygıya ne gerek, ayağınıza yüzüm, gözüm sürerim, sizinle elbet murada ererim. bizim dahi aklımız sizin yanınızdadır. yiğitler içinde, yaptığı iyiliği başa kakmayan güzelim, bugünkü akşam, iskele gazinosu'nda zanu-ber zanu (diz dize) içmek edelim. durmaz ağlar gözlerim, siz civanımı özlerim. ahu bakışların merdane, kadehe dökülüşün levendane, içkiler arasında bir tane, mavi camlar içinde gördüğüm deli pehlivana yazıldı bu name. gözümün ışığı, gönlümün sevinci, aşk yarasının kafuri merhemi efendim, tez gelelim, tez buluşalım. bir altın mineli saat, kordonuyla birlikte, yanıklığımızın küçük bir armağanı olmuştur. bu saatin akrebi yedinin, yelkovanı da on birin üstüne geldi mi, bilin ki, biz de iskele gazinosu'ndayız."

"fikret ey dil ki doğduğun vakit
halk handan idi ve sen giryan
ana say et ki öldüğün vakit
halk giryan ola ve sen handan"

ahmet mithat efendi'nin kütüphanesinde çerkezce, arapça, farsça, fransızca, ingilizce, italyanca, bulgarca, latince, yunanca, her dilde kitaba rastlayabilirsiniz. ahmet mithat efendi çerkezce, farsça, arapça ve fransızcayı kendi dili gibi konuşur ve yazar. öteki dilleri ise sadece okur ve anlar. bu kitaplığa her hafta, dünyanın çeşitli yerlerinden, kocaman paketler içinde, yeni yeni kitaplar, dergiler, gazeteer gelir. ahmet mithat kitapları dikkatle okur, kimi satırların altını çizer. sonra da onları numaralayarak, büyük bir özenle, kitaplığının raflarına yerleştirir. böylece istediği bir kitabı, istediği vakit şaşılacak bir hız ve kolaylıkla bulur. yaşamında en sevdiği şey kitaptır. parasını, pulunu, malını herkese dağıtır; kitaplarını ise okumak için bile kimseye vermez. "gelin burada istediğiniz kitabı çekin okuyun. ama götürmece yok." der.

kethüdazade mehmet arif efendi köpeklere pek düşkünlük gösterir. onları kedilerle bir çatı altında barındıramadığı için de çokluk sokakta besler. evden çıkarken cebini ekmekle doldurur, yolda önüne çıkan köpeği "oh, afiyetler olsun. oh, yağ olsun." diyerek doyurur. bir gün, bir köpeğe bir ekmek parçası fırlatmıştır ki, kıtmir'in torununun torunu ekmeği ağzına alıp bir iki adım uzaklaştıktan sonra durmuş, geriye dönüp arif efendi'ye acıklı kuyruklar sallamaya başlamıştır. kethüdazade yanına yaklaşınca da yeniden ilerlemiş, yine durup arif efendi'ye zulümlü bir bakış zula etmiştir. arif efendi de "bunda bir iş var." diyerek hayvancağızı izlemeye koyulmuştur. köpek gitmiş, arif efendi gitmiştir. köpek gitmiş, arif efendi gitmiştir. ıhlamur deresi'nin ordaki köprüye gelinmiştir. meğer köpek köprü altında yavrulamış, onları kethüdazade ile tanıştırmak istiyordur. o günden başlayarak, yavrular büyüyünceye değin, arif efendi ıhlamur'a taşınır. hazret, hacca giderken de kedilerini unutmamış, seyit ağa adıyla anılan bir dostuna bolca para bırakarak, onların ciğerlerini eksik etmemesi için sıkı tembih geçmiştir.

padişahların sarayına giren en güç şey doğruluktur. onların çevresindeki kişiler, doğruluğu kendilerinden bile saklarlar. bunların ilgisini çeken şey sadece buyurganlığın tadı içinde ve ortasında yaşamaktır. halkın çektiği acı, yine halkın tembelliğindendir sanırlar. ve devletlerin güçten düşmesini, çaresi bulunmayan doğal olaylara bağlarlar.

i. ahmet sık sık beşiktaş bahçesi'nde görülür. orada "çinili köşk" diye anılan yedi kubbeli bir köşk yaptırırsa da (padişahlığı 1603-1617) oturmaya pek vakit bulamaz. ama oğlu ıv. murat -ki güreşte kırk fen, yetmiş bend, yüz kırk hava bilir- burayı pek çok keşkeklemiştir. 25 haziran 1629 salı günü de, yine köşkte iken, yanı başına korkunç bir yıldırım düşmüş, kendisine feleğini meleğini şaşırtmıştır. enderun ağaları ise yüzleri üzerine düşüp meclite büyük bir ürküntü yaratmışlardır. o gün huzurda hekimbaşı emir çelebi ile şair nefi de vardır. dahası, nefi'nin siham-ı kaza (kaza okları) adlı şiiri sultan murat'ın elinde bulunmaktadır ki, bu onun okunduğu anlamına gelir. yıldırım ortalığı birbirine katınca, sultan murat bu işlerin şair nefi'nin yergisi yüzünden başlarına açıldığını düşünerek hemen oracıkta şu ikiliği fırlatır:

gökten nazire indi siham-ı kazasına
nefi diliyle uğradı hakkın belasına

nefi bu şiiri gıkı çıkmadan kucakladıktan sonra padişah'tan bir de zılgıt yemiştir ki, bu zılgıtın içinde bir daha böyle yergiler yazmaması tembihi de vardır.

sevgi

ataol behramoğlu


biliyorum var olmaz bir daha yok olan şeyler
umurumda değil biçim değiştirişi maddenin
ruh diye bir şey de yok
ama gizli sevgiler bulunup çıkarılırsa yüreklerinden insanların
çıkarılırsa karanlığından unutuşun yaşanmış olan şeyler
ve tek bir insan yüreği gibi çarparsa bir gün insanlık
hiçbir şey yok olmamış olacaktır, dönüşerek sonsuz, büyük
ve bütün zamanları birleştiren bir sevgiye

9.11.2014

itiraflar

augustinus

yaratılan her şey akıp gider; onlarda ruhun dinleneceği bir sığınak yoktur.

güzel ifade edildi diye herhangi bir düşünceye ille de doğru, dudaklardan dökülen harfler kulağa hoş gelmedi diye ille de yanlış diyemeyiz.

"göklerin krallığı tevazu gösterenlere aittir."

nebridius: eğer tanrıya kötülük tarafından zarar verilebilirse o zaman tanrı her şeye gücü yeten bir varlık olmayacaktır; eğer tanrı kötülük tarafından zarar verilemeyecek bir varlıksa o zaman kötülükle savaşması için ne neden vardı?

madem ruhu tanrı yarattı; o zaman ruh niçin hata yapıyor?

sınırlarını bilen bir ruhun sergilediği alçak gönüllülük, öğrenmeye can attığım özgür sanatlara hakim olmaktan daha güzel bir meziyettir.

mutlu bir yaşamın özlemini duyan insanların önceden ona aşina olmaları gerekir.

ışık, gözleri görmeyen birini rahatsız eder; ama gözleri iyi gören birini memnun eder.

"ne mutlu ruhta yoksul olanlara! çünkü göklerin krallığı onlarındır."

sanatların bilgisi hafızaya duyular aracılığıyla getirilmez; hafızanın kovuğundan çıkarlar.

hiç kimse katlanmak zorunda olduğu şeyi sevmez; katlanmayı sevse bile. katlanacağı hiçbir şey olsun istemez; katlanabildiği için sevinse bile.

"yarının derdi yarının olsun. her günün derdi kendine yeter."

peki beni yaratan kim? tanrım değil mi, yalnızca iyi olan; hatta iyiliğin kendisi olan tanrım? öyleyse neden ben kötülüğü isteyip iyiliği istemiyorum? layığımı bulup cezalandırılmam için mi böyle oluyor? benim içime bu acı tohumları koyan, bunları eken kim öyleyse; ben baştan sona tatlılar tatlısı tanrımın bir eseri olduğuma göre?

8.11.2014

hoca efendi

cevdet kudret

sınıfta çocuklar 2 bölüme ayrılmıştı. bir bölümü kapı yanındaki sıralarda oturuyordu. bunlar yoksul çocuklarıydı. üstleri başları o kadar iyi değildi. hatta kimisinin ayağında ayakkabı bile yoktu, okula takunya ile gelip gidiyorlardı. bunlar, başlarını kitaptan kaldırmamak, durmadan çalışmak, yazmaya çalışmak ve hiçbir zaman gülmemek cezası altında bulunan çocuklardı.

öbür bölümü, zengin çocuklarıydı. onlar pencere yanındaki sıralarda otururlardı. içlerinde, babası "paşa" olan bile vardı. hepsinin de ailesi çok meraklıydı. çocuğu okula daha ilk teslim ettikleri gün, "kuzum hoca efendi, oğlumuzu temiz-pak çocukların yanına oturtun" diye tembih ederlerdi. bunlar okula arabayla ya da bir uşakla gidip gelirlerdi. üstleri başları çok temizdi.

hoca efendinin kapı tarafındaki elinde bir değnek vardı. pencere yanındakiler bir yaramazlık yapacak olursa, "kulağınızı çekerim haaa!" derdi; kapı yanındakiler bir şey yaparsa böyle bir ihtarda bulunmadan sopayı indirirdi.

pencere tarafındakiler hiç dayak yemezdi. niçin dayak yemediklerini anlayacak yaşta olmadıkları için de, yaramazların hep kapı tarafına toplandığını sanırlardı.

şevket, kapı yanındakilerin olduğu kadar bütün sınıfın da en yaramaz öğrencisiydi. hoca arkasını döner dönmez yapmadığı maskaralık kalmazdı. sonra, işlediği kabahati başkalarının üstüne atmayı da bilirdi. yakalandığı zamanlarda da pek hırpalanmazdı. her hafta hoca efendiye en güzel değnekleri o getiriyordu. şevket'in cezasını hep başkaları çekiyor ve hoca efendiye göre, şevket de onları seyrederek ibret alıyordu. hoca birisini dövmeye başladığı zaman, o da -çocuğu sanki kendisi dövüyormuş gibi- hocayla birlikte kolunu kaldırıp indirirdi. bir gün yine böyle kolunu kaldırıp indirirken eli mürekkep şişesine çarptı, şişe hocaya doğru fırladı, hoca efendinin cübbesi masmavi oldu. şevket bir anda bütün ayrıcalıklarını kaybetti. getirdiği değneklerin iki tanesi sırtında kırıldı, üçüncüsü çok sağlam olduğu için kıvrıldı; ama kırılmadı. şevket, bahçesindeki ağaçların sağlamlığı ile övünebilirdi doğrusu.

şevket ertesi gün okula gelmedi. daha ertesi gün bonjorlu,* bastonlu, fesi kalıplı bir adamla birlikte geldi. çocuk sınıfa, adam müdürün odasına girdi. biraz sonra da hoca efendiyi müdür odasına çağırdılar. adam kim olduğunu söylemek gereğini bile duymuyordu; işin tuhafı, bunu sormak müdürün de aklına gelmiyordu. bir insanın böyle selam vermeden içeri girmesi, kalıplı fesini biraz yana eğmesi, konuşurken böyle ağır ağır ve hecelerin üstüne basa basa söz söylemesi için o kimsenin mutlaka büyük bir adam olması gerekti. hoca içeriye girdiği zaman adam onu sanki hiç görmedi. iki eliyle arkasında tuttuğu bastona kıçını dayadı, gözlerini biraz tavana doğru kaldırdı ve hocaya ancak müdür aracılığıyla seslendi, verilen cevapları da gene o yolla dinledi:

adam: "hoca efendiye şunu sormanızı istiyorum: şevket benim sütannemin torunudur. bunun böyle olduğunu hoca efendi bilmiyor muydu acaba?"

müdür: "şevket, beyefendi hazretlerinin sütannesinin torunudur. bunun böyle olduğunu bilmiyor muydunuz acaba?"

hoca: "bilmiyordum efendim."

müdür: "bilmiyormuş efendim."

adam: "niçin öğrenmemiş?"

müdür: "niçin öğrenmemişsiniz?

hoca: "kusur ettim efendim."

müdür: "kusur etmiş efendim."

adam: "hoca efendi, kendisine teslim edilen çocukları acaba hangi sıfat ve yetkiyle dövüyor?"

müdür: "size teslim edilen çocukları hangi sıfat ve yetkiyle dövüyorsunuz, hoca efendi?"

hoca: "hoca olmak sıfatıyla."

müdür: "hoca olmak sıfatıyla dövüyormuş efendim."

adam: "hoca efendinin yüksek kişilerden birisiyle yakınlığı var mıdır acaba?"

müdür: "yüksek kişilerden birisiyle yakınlığınız var mıdır acaba?"

hoca: "yoktur efendim."

müdür: "yokmuş efendim."

adam: "öyleyse kime güvenerek bu işi yapmış?"

müdür: "öyleyse kime güvenerek bu işi yapmışsınız?"

hoca: "allah'a güvenerek yaptım."

müdür: "allah'a güvenerek yapmış efendim."

adam: "hayatta allah'tan başkaca kimseye güvenmiyor muymuş?"

müdür: "hayatta allah'tan başkaca kimseye güvenmiyor musunuz?"

hoca: "evet efendim."

müdür: "evet efendim."

adam: "hoca efendinin hemen işten çıkarılmasını dilerim. son sözüm işte budur!"

adam başka bir şey söyleme gereğini duymadan kapıyı vurdu, gitti. çıkarken fesi biraz daha yana eğilmiş, bastonu sanki biraz daha kalınlaşmıştı. daha doğrusu, müdürün gözüne öyle görünmüştü.

hoca sınıfa girdiği zaman, çocuklar yaşlarının üstünde bir zeka ile onun yüzüne bakıyorlardı. o ise, renginin sararmış olmasına karşın, yüzünün her iki yanı ile gülmeye çalışıyor ve gözleriyle, sınıfın ta köşesine saklanmış olan şevket'i arıyordu. gördü. ona, yeni bir değnek getirdiği zamanki tatlı sesiyle:

"şevket, buraya gel." dedi.

bütün sınıf, "ne olacak?" diye merakla bekliyordu. hoca efendi, yanına çekinerek gelen çocuğu elinden tuttu, götürdü, pencere yanındaki boş sıralardan birine oturttu:

"ben" dedi, "büyük bir yanlışlık yapmışım; senin asıl yerin burasıymış çocuğum."

sonra hepsinin yüzüne alabildiğine tatlı bir gülüşle baktı. hayatında ilk defa yüzünün her iki yanı da birbirine benzemişti. sonra çıktı, gitti.

hoca efendi, o günden sonra okula bir daha gelmedi.