31.03.2008

uzun lafın kısası

erich fromm:
 çağdaş insanın mutluluğu, vitrinlere bakmaktan ve peşin ya da taksitle alabileceği her şeyi almaktan ibarettir.

henrik ibsen: azınlık haklı olabilir; çoğunluk ise her zaman haksızdır.

joe bageant: üç dinin de fikir birliğine vardıkları tek konu, gençler fazla eğlenmeye başladıkları zaman dünyanın sonunun geleceğidir.

jeannette walls: hiç kimse mükemmel değildir. hepimiz canavarlardan sadece bir adım yukarıda ve meleklerden bir adım aşağıdayız.

j.j. rousseau: özgürlük her iklimde yetişen bir meyve değildir; onun için her ulus ulaşamaz ona.

oğuz atay: belirli bir düzeyi aşan insanların içe dönük olduğuna inanıyorum ben. fakat onların çoğu, iç dünyalarını başkalarından tecrit etmek isterler, bu dünyalarını adeta başkalarından kıskanırlar. bu nedenle dışa dönük bir elbise giyerler.

martin amis: biz insanlar sürekli daha fazlasını isteriz. lanet olasıca bir aşkla yaparız bunu.

isabel allende: dürüstlük tamahkârlık karşısında çabucak çöker. eğer söz konusu olan şey zengin olmaksa insanların çoğu ruhlarını feda ederler.

paulo coelho: gururun parıltısı en büyük bilgeliği bile kör edebilir.

a.l. kennedy: seks yapmaya fırsatımız olsa sakız çiğnemeye, bekleme odalarındaki akvaryumlara, sigaralara, bulmacalara, yemekhanelerdeki kuyruklara, sabretmeye, iskambil falı açmaya hatta dama oynamaya bile gerek kalmazdı.

30.03.2008

altı ay bir güz

bilge karasu

istediğim, denizi yazmak. zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini.. bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adamı için. yolculuklara, ister gerçek ister düşsel olsunlar, yakıştırdığımız son, öbür kıyıda bitse bile, deniz gene tek kıyılıdır, üzerinde yaşayıp çalışan biri olmadıkça. deniz, kara adamının yalnız sınırlarını kaldırışı değil, sınır düşüncesini içinden çıkarıp atıvermesidir. her şeyin bir aradalığının bir yerde başlaması ya da bitmesidir. istediğim, denizi yazmaktı. her şeyin bir aradalığına yenik düşeceğimi bile bile.

çağımız, suçluluk modaları çağı. suçluluk duygusu epey para kazandırıyor. insanı önce hiçbir şeyle doymaz, hiçbir şeye doymaz kılacaksın; sonra, doymaya yeltenmenin ne kadar kötü, ayıp, tehlikeli, hastalık yaratıcı olduğunu söyleyecek, söyleyecek, söyleyecek, beyinlere kakacaksın. duyuru sanayisinin kazandırdığı paraların kefaretini ödetmek için basın para kazanacak. geçinip gidiyoruz işte. yağla şeker, tütünle hava kanser olasılığını artırıyor. her gün, buna benzer inciler.

yaşamak, bir noktadan sonra ne kadar yineleyici oluyor!

usancı, bezginliği bir an unutturan bir şey varsa, yaşama sokuverdiğimiz umuttur. yaşama katabildiğimiz, katmayı becerebildiğimiz umuttur.

insan, sevgi görmüş ya da görmemiş olabilir ama önemli nokta, sevgi gördüğü ya da görmediği yolunda beslediği düşüncedir.

insanın; gönül borcuna boğazına dek saplandığı, saç dibine dek battığı bu kurtarıcı-bakıcı dünyası içinde, bir koza usluluğuna ulaşıp kalması beklenir. yüz suyu döküp buraya kabul edilmesini sağladıktan sonra hastanın attığı ikinci adım onu çocukluğunun bağımlı durumuna götürür. onu besleyen, altını silip değiştiren, yatağını yapan, giydirip soyan, gitgide sınırlaması gerektiğini her geçen saatle daha iyi anladığı isteklerini karşılayan büyükleri karşısında hasta, eslek, uysal, saygılı bir çocuk olmalıdır. 

umut, rahatsızlığının, yakınmalarının, iyileşilir, çaresi bulunur hastalıklardan olabilmesidir. durumun çaresiz olmadığı umududur. kaygı, yapılması gerekeceklerin fazla karışık, güç, acılı olması kaygısıdır.

insanlar yaşama, başkalarının yaşamına, başkalarına, gitgide daha saygısız oluyorlardı. hoş, saygısız olmak da değildi bu; saygıyı hiç bilmemiş, hiç öğrenmemiş olmalarıydı. bir güzellikle karşı karşıya geldiklerinde artık tanıyamamaları, içlerinde, bir kıpırtı olsun, duymamalarıydı. ellerine ayaklarına bile, kalabalık içerisinde yaşayan insanlar olarak, söz geçirememeleriydi; neredeyse, zaten ürkek kedileri ürkütmeyi kişiliğini kanıtlamak belleyen küçük çocuklardan daha başka, daha olgun bir davranışta bulunmadıklarını anlayamamalarıydı.

kıskançlık üçlü bir ilişkidir.

acı bizi durduracağına göre yapılacak tek şey, hangi yoldan olursa olsun, nasıl bir yöntem uygun görünüyorsa o anda, müshil yutup içinden atar gibi, o acının dibine dek inip işini bitirmektir. önemli olan o acıyı, yeni bir güne engel olmasını önleyecek hızla atmaktır, yaranı ondurmaktır. ama ondan da önemlisi, en önemlisi, acıdan önceki yaşamı bu sınırı aşarak, bu çeperi çatlatarak, dolu dolu sonuna dek yaşamaktır. yaşantılar; iyi kötü, hoş tatsız, nasıl olursa olsun; ama eksiksiz, gerçekten eksiksiz olmalı. düşleri de, olanakları da son damlasına, son tozanına dek kullanmalı.

gerçek

nietzsche

belki daha düşük düzeydeki; ama daha incelikli ve daha hafif türlerdeki varlıklarda olduğu gibi kadınlarda da gönlümüzü rahatlatan bir şey buluruz. kafaları her zaman eğlenceyle, gelip geçici heveslerle ve giysilerle dolu olan yaratıklarla karşılaşmak ne büyük bir zevktir. onlar, yaşamları sınırsız sorumluluklarla dolu, baştan aşağıya gerginlik içinde yaşayan ciddi erkek ruhlarını büyülerler.

gerçek, bir tür varlığın yaşaması için olanak yaratan yanılmadır. hayattan korkanlar kendilerini koruyan yanılsamalar kurarlar ve bunlara "gerçek" adını verirler; fakat gerçekte bunlar bilinçli olmayan yalanlardır. buradaki "gerçek", kişiye güven sağlayan fikirlerin tümüdür.

acı çekmeyi reddediyor, kendi acına bir saat bile katlanamıyorsan, çekebileceğin bütün sıkıntıları önlemeye çalışıyorsan; acıyı, hoşnutsuzluğu nefret edilecek, kötücül, yok edilmesi gereken şeyler olarak algılıyor, bunları yaşantının kusurları gibi görüyorsan, o zaman rahatlık dinine inanıyorsun demektir. siz rahatlık düşkünleri, insan mutluluğuyla ilgili ne az şey bilirsiniz. mutluluk mutsuzluğun kardeşi, hatta ikizidir. bu ikisi ya bir arada büyür ya da sizin yaşantınızda olduğu gibi hiç büyümez; hep küçük kalır.

29.03.2008

elleri var özgürlüğün

oktay rifat


köpürerek koşuyordu atlarımız
durgun denize doğru

bu uçuş, güvercindeki
özgürlük sevinci mi ne

öpüşmek yasaktı, bilir misiniz
düşünmek yasak
işgücünü savunmak yasak

ürünü ayırmışlar ağacından
tutturabildiğine
satıyorlar pazarda
emeğin dalları kırılmış, yerde

ışık kör edicidir, diyorlar
özgürlük patlayıcı
lambamızı bozan da
özgürlüğe kundak sokan da onlar
uzandık mı patlasın istiyorlar
yaktık mı tutuşalım
mayın tarlaları var
karanlıkta duruyor ekmekle su

elleri var özgürlüğün
gözleri, ayakları
silmek için kanlı teri
bakmak için yarınlara
eşitliğe doğru giden

ben kafes, sen sarmaşık
dolan dolanabildiğin kadar

özgürlük sevgisi bu
insan kapılmayagörsün bir kez
bir urba ki eskimez
bir düş ki gerçekten daha doğru

yiğit sürücüleri tarihsel akışın
işçiler, evren kovanının arıları
bir kara somunun çevresinde döndükçe
dünyamıza özgürlük getiren kardeşler
o somunla doğrulur uykusundan akıl
ağarır o somunla bitmeyen gecemiz
o güneşle bağımsızlığa erer kişi

bu umut özgür olmanın kapısı
mutlu günlere insanca aralık
bu sevinç mutlu günlerin ışığı
vurur üstümüze usulca ürkek

gel yurdumun insanı görün artık
özgürlüğün kapısında dal gibi
ardında gökyüzü kardeşçe mavi

28.03.2008

montaigne

thomas bernhard

montaigne'i hiçbir yazarı sevmediğim kadar sevdim hep. ölesiye korktuğumda daima montaigne'ime sığındım. montaigne'in elimden tutmasına, beni yönetmesine izin verdim; hatta alıp götürmesine, baştan çıkarmasına. montaigne benim kurtarıcım oldu daima, elimden tutanım. bütün ötekilerden, sonsuz büyüklükte felsefi ailemden eninde sonunda hayal kırıklığına uğradım; büyük, felsefi bir fransızlar ailesi olarak tanımlayabilirim onları, içinde sadece bir iki alman ve italyan yeğen ve kuzen olan bir aile; ama itiraf etmeliyim ötekilerin hepsi çok genç yaşta öldüler, montaigne'imin yanında keyfim hep yerindeydi oysa.

hiç babam, hiç annem olmadı; sadece montaigne vardı. hiçbir zaman anne ve baba olarak adlandıramayacağım beni peydahlayanları ilk andan itibaren itici buldum. bu iticilikten çok erken kendimce sonuçlar çıkardım ve dosdoğru montaigne'imin kollarına attım kendimi, işin gerçeği bu. montaigne'in, diye düşündüm her zaman büyük, sonsuz, felsefi bir ailesi var ama bu felsefe ailesinin üyelerini en baştakinden, montaigne'imden daha çok sevmedim hiçbir zaman.

26.03.2008

yaban

john fowles

yaban hayatın yoldan çıkarıcılığının en kötü yanı, geri dönüşün olmamasıdır.

eğer bir yaşam büyük ölçüde gerçeklikten uzaklaşıp inzivaya çekilme üzerine kuruluysa bağıntısı, imgesel olandan vazgeçmek olmalıdır.

her zaman ödenecek bir bedel vardır.

hiçbir yaşam şekli zoraki eşitlik temelinde varlığını sürdüremez. bu biyolojik bir gerçektir. evrimin tümü, bireyin kendi halinde gelişmesi özgürlüğüne dayanır. bütün tarih, insan ve doğa, tekrar tekrar bunu kanıtlar.

tarihin amacı yoktur. tarih kendi amaçlarının peşinde olan insanların eylemleridir.

çılgın fikirler bazen en makul olanlardır.

ilgisizlik her zaman hatıraların unutulduğu anlamına gelmez. tam tersidir aslında bazen.

zaman, insan yanılsamasındaki her şeyin kaynağıdır.

ne pahasına olursa olsun boşverilen bilmeceler kuran insanlar, onlar doğanın kendisi gibi katalizördür; doğuştan farkında olmadan zamanın ve natüralistin kendisi ve onun, gerçeklik arasına koymaya çalıştığı her şeyin eriticisidirler.

boşver kültür modasını, boşver elitist suçluluğu, boşver varoluşçu bulantıyı; hepsinden ziyade, boşver sadece imgeler içinde değil de imgeler ardında söylenmeyip hayal edilen gerçeği.

birinin şöminesinin üzerinde duran vazonun içindeki kül olmayacağım ben.

24.03.2008

lolita

murathan mungan

"leon" filminden kalkarak, erkeklerin "lolita" merakı üzerine konuşmaya başlamıştık o gece. filmden bu anlamda hiç hoşlanmamış, sübyancılığı bu çeşit entelektüalize etmeye çalışan çabalara duyduğum kızgınlığı dile getirmiştim. beni her zamanki gibi katı ve ahlakçı bulmuşlardı. genç kızlığa adım atmakta olan ufaklıklara duyulan o belli belirsiz ilginin, yalnızca, bir zamanlar hakkını veremediklerini düşündükleri ergenliklerini tazelemeye yarayan masum bir ilgi olmadığını iddia etmiştim. erkeklerin "lolita merakı"nı, gençlik ve körpeliğe duyulan arzu ile açıklamanın yetersizliğine dikkat çekmeye çalışmış, bundan öte düpedüz bir iktidar sorunu olduğundan söz etmiştim. bence, onları küçük kız çocuklarının saf dünyalarına yönlendiren şey, bilinci uyanmış, dikkatleri bilenmiş kadınlara karşı duydukları korkuydu aslında. erkeklerin, kendileriyle ilgili yanılsamalarını besleyecek, zayıflıklarını görmeyecek, numaralarını yutacak, her yalanlarına inanacak kadınlara ihtiyaçları vardı. bu yüzden tercihen kıt deneyimli, uzak görüşsüz kadınların yanlarında rahat ediyorlardı.

genellikle kadınlarla ilişkilerinde eşitlikten hoşlanmazlardı ama, eşitliğin en tahammül edemedikleri çeşidi, "algı eşitliği"ydi. elbette "algı farklılığı"nı anlıyor, kabul ediyor, hatta onaylıyorlardı. algı farklılığı, ilişkideki pozisyonlarını korumada onlara bir ayrıcalık da sağlıyordu; ama "algı eşitliği"ni ciddi bir alan müdahalesi olarak görüyorlardı. kadınların anlamayıp da erkeklerin anladığı şeyler olmalıydı dünyada; bu onların kendilerini daha güçlü hissetmeleri için gerekliydi. erkekler, kadınlara oranla daha uzun süre masum kalabiliyorlar, kadınlarsa erkeklere oranla daha çabuk büyüyerek masumiyetlerini daha çabuk yitiriyorlardı. bu yüzden erkekler, kadınlar tarafından hazırlıksız yakalanıyor, daha erken "görülmüş" oluyorlardı. sonraki yaşlarındaysa bir çeşit arayı kapatma duygusuyla geriye dönerek algı eşitsizliğini kendi lehlerine çalıştırabilecekleri "lolita avına" çıkıyorlardı. başka kadınlar tarafından çoktan çözülmüş bulunan kendi içi boşalmış imgelerinin, dişiliği yeni uyanmaya başlamış genç kızların bulanık hayallerinde hala bir karşılıkları olabiliyordu çünkü. yeniyetme kızların ham hayalleri, deneyimsizlikleri, bu erkeklerin içi boşalmış heykellerini hala bir şey sanabiliyordu.

dünyanın gerçekleriyle çok ilgiliymiş gibi görünen erkekler, bir tek kendi gerçeklerini öğrenmeye ilgi duymazlar.

erkeklerin kendileri hakkındaki en büyük yanılsamaları, kendilerini sahiden anlaşılmaz sanmalarıdır. erkeklerin çoğu, anlaşılmadıklarını düşünmekten hoşlanır, bunun mitolojisinden fazlasıyla beslenirler. anlaşılmamak fikri, kendilerinde hiçbir zaman sahip olmadıkları bir derinlik vehmetmelerine neden olur. oysa yalnızca bu halleriyle bile yeterince anlaşılırdırlar. anlaşılamamanın da, anlaşamamanın da önündeki engelin sahip olduklarını sandıkları derinlikleri değil de kendi malzemeleriyle yüzleşme yetersizlikleri olduğunu düşünmek bile istemezler.

erkekler için, hemen her çeşit tartışma, kısa bir süre sonra futbol tartışması kıvamındaki öfkesini dizginleyemeyen taraftar kapışmasına döner.

herkesin kendi düşüncesini "nesnelliğin sesi", karşı tarafın görüşlerini ise "at gözlüğü" ile bakmanın tek yanlı değerlendirmeleri olarak gördüğü, son sözü söylemiş olmanın o tartışmayı kazanmak sanıldığı bir ortamda, an gelir derin bir yorgunlukla susar, içe kapanır ve tamamen geri çekilirsiniz. gerçekten yenilmişsinizdir. tartışmadaki taraflardan biri olarak değil, iletişimin hala bir olanak olduğunu sanma düşüncesi karşısında yenilmişsinizdir. tartışmalarda gerçekten kazanan ve kaybeden varsa bunlar hiçbir zaman sözcükler ya da fikirler değil, hayatlardır. hayatlar kazanır, hayatlar kaybeder. lolitalar büyür, erkekler yaşlanır.

filozofun ölümü

oruç aruoba

felsefenin 'sonuna ulaşma' düşüncesi bakımından, filozofların ölüm anlarında ilginç ipuçları bulabiliriz. bunlarda, ucu açık bir süreci sona erdirmenin verdiği rahatlama gibi ya da tersine; ama aynı anlamda sonu gelmeyecek bir sürecin artık bitmesinin verdiği dinginlik gibi yaşantılar görebiliriz. bu açıdan, bir tür huzur, hatta neşe, sevinç bile görülebilir bu ölüm anlarında.

sokrates, baldıranı kendisi diker kafasına. hoşsohbet, biraz da muzip bir havadadır. gitmek üzere yüzünü kapamışken, yeniden açar, sağlık tanrısı askleipos'a bir horoz borcu olduğunu hatırlatır dostu kriton'a. nietzsche'ye göre bu sözler, sokrates'in, yaşamı bir sayrılık, ölümü de bundan sağalma saydığını gösterir.

hume şakacıdır son demlerinde. adam smith'in anlattıklarına göre, ölüm kayığına binişini geciktirsin diye kharon ile pazarlığa girişir. kharon'un ağzından kendine verdiği yanıtlar, sonunda, "bu işin sonu yok dostum; haydi, bin artık şu kayığa" 'rica'sına, sonra da 'küfür'lere gelip dayanır.

kant, hiçbir şey olmayacakmış gibi davranır; gücü tükenene dek, dizgesinin tamamlayıcısı olacak en son yapıtını yazmayı sürdürür. yalnız, arada, her bahar gelip penceresinin önünde öten çit serçesini özler; pirene dağlarının doruklarındaki soğuğu düşünüp "küçük kuşum artık hiç gelmeyecek" der, hüzünlenir. yapıt tamamlanamadan, çit serçesi de gelmeden önce, "bir mum gibi" söner.

nietzsche'nin fiziksel ölümü de kant'ınki gibi sessiz sedasızdır; ama tinsel ölümü sırasında, bir piyanoyu yumruklarıyla, dirsekleriyle döverek bağıra çağıra şarkı söyler. en son yazdıkları ise, buram buram ölüm özlemi kokan bir dizi coşkun şiirdir.

wittgenstein ise, ölüm anında, öğrencilerine aktarılmak üzere -ve onlardan en azından birini de derin bir hayrete düşüren- sözü söyler: 

"harikaydı yaşamım."

23.03.2008

insan, yazar, kitap

ahmet oktay

uyumlu insan, belirli tarihsel koşullarda, uyumsuz insandan çok daha tehlikelidir. büyük zalimler, iktidarlarını bu tür normallerin sayesinde kurabiliyor ancak.

yaşamımızın gerçekliği değil, romanın gerçekliği: yazarlığın gizi burdadır.

çağdaş, gitgide karanlıklaştığı sanılan geçmişin derinliğinden ışığı giderek büyüyen bir kuyruklu yıldız gibi bize doğru gelendir. gündeliğin parıltısıyla taçlandırılmış bazı şair ve yazarlar ise, ters orantılı olarak, hızla zamanın her şeyi yutan kara deliğine doğru sürüklenmektedir.

termodinamiğin ikinci yasası, evrende olasılığı en az olan durumdan olasılığı en yüksek olan duruma doğru bir gelişme olduğunu göstermekte ve en düzenli yapıların olasılığı en az, en düzensiz yapıların ise olasılığı en yüksek yapılar olduğunu belirtmektedir. norbert wiener'in benzetmesine başvurarak söylemek gerekirse, kalıplaşmış, yani düzenli nitelik kazanmış bulunan bildirişim kalıpları bilgi açısından hiçbir önem taşımazlar. örneğin "klişeleşmiş deyimler, büyük şiirlerden daha az aydınlatıcıdır." diyor wiener.

kitabofil, kitabı fetişçi bir tutumla değerlendiren koleksiyonerden farklıdır. kitabofil için içerik her şeyden önce gelir. o da tıpkı şair ve yazar gibi sözcüklerin büyülenmişidir. bu dünyayı anlamlandırmak, anlamak ister o da. kağıt, cilt, baskı tarihi ikincil düzeydedir. o, ilkin gözleriyle satırları okşar, onlarla hısımlık kurar. sonra gezdirir parmaklarını cildin ya da kapağın üzerinde.

niye bu çaba? dünya mı değişti bunları yazınca? okur, anlatmak istediğimi, anlattığımı sandığımı gerçekten anlayacak, kavrayacak mı? katıldığı ya da karşı çıktığı görüşlerimi nasıl öğreneceğim? kimi zaman, bir yazar bu soruların tümüne olumsuz anlamda yanıtlar verir. çünkü daha önce görmezden gelinmiş kitaplarını anımsamıştır. bu yüzden hiçbir umut beslemez. yine de daha parmaklarındaki sızı geçmeden yeni bir kitaba başlar. sait faik'i anımsayalım: tek satır yazmamaya yemin etmiştir; ama daha karşılaştığı ilk olayda koşup bakkaldan bir kalem alır: "yazmasam deli olacaktım" der.

yenilik, hemen her zaman kamu beğenisine, mevcut değerlere bir karşı çıkış demektir. insanlar rahatlarının bozulmasını, alışkanlıklarından vazgeçmeyi istemezler genellikle. yenilik, kamunun manevi dünyasına saldırıdır.

yahya kemal, "mısra haysiyetimdir" demiş ve şiire verdiği önemi göstermişti. bu sözü dönüştürerek "cümle yazarın onurudur." diyebiliriz.

yazıların içinde yapılan yolculuklar, aslında en benzersiz, tadına en doyulmayan gezilerdir. edebiyatın bir turisti olmak bile nice dünyalar açabilir kısır çekişmeler ve ekmek parası peşinde geçen yaşamlarımıza.

dil deneyleri zordur, risklidir. kumara benzer: yatırdığınızı bir anda yitirebilirsiniz. gelgelelim, bir yapıt kurmanın başka yolu da yok. şairi şaircikten ayıran, gözüpekliği, yitirmekten korkmamasıdır.

mizah her zaman acıya bitişiktir. bir komedyenin ya da bir karikatüristin kahkaha tufanları yaratan bir mimiğinin, bir çizgisinin bedeli, sanıldığından çok daha pahalıdır. gülmenin varoluş şartı ağlamadır çünkü. mutsuzluğun negatifidir gülme; acının panzehiridir. ama şurası kesin: acıyla ikizdir. her gerçek sanatçı, adına yaraşır her yaratıcı acıyla büyür ve acıyı tersine çevirmeyi başarır.

22.03.2008

sansür: oğlak dönencesi

henry miller

eve vardığımda karım uyanıktı. böylesine geç kaldığım için de müthiş kızmıştı. birden ateşli bir kavgaya tutuştuk. ben kendimden geçip ona bir tokat patlattım. bunun üstüne o yere düşüp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. çocuk bu gürültüye uyandı. karının sesinden ürküp gırtlağını paralarcasına bağırmaya koyuldu. üst kattaki kız ne olduğunu anlamak için koşa koşa geldi. kızın üstünde kimono vardı. saçı beline geliyordu. bu heyecan içinde bana yaklaştı. ikimiz de hiç niyetlenmememize karşın olan oldu. karının başına ıslak bir havlu koyarak yatağa yatırdık. üst kattaki kız eğilirken ben de ardında durup kimonoyu kaldırdım. ben onun içine girdiğimde o durmadan rahatlatıcı saçma sapan bir şeyler söylüyordu. sonunda ben karının yattığı yatağa tırmandım. o anda çok şaşırtıcı bir şey oldu. karı da yaklaşıp bana sarıldı. şafağa dek öyle iç içe kaldık.

kapıyı açıp içeri daldım. karanlık odaya duraksayarak girdim. yine duraksamalı olarak kollarını bulup sarıldım. yarı açık kimonosunun altına bir şey giymemişti. onu yeniden uyku durumuna sokup iyi bir sevişmeyi nasıl sürdüreceğimi bilemiyordum. kollarımdan bırakmadan onu koltuğa yatırmayı becerdim, o da kızmıştı. onu becerdiğim andan sonra bir daha gözlerini açtığını sanmıyorum. bu arada kendi kendime durmadan "bir mısırlıyı beceriyorum.. bir mısırlıyı.." diyordum.

sanırım uykunun derin bir noktasında uyanmıştı. kollarında kimin olduğunu pek anımsayamıyordu. sonunda kim olduğumu anlayarak geri çekilmeye çalıştı. ama ben onu sımsıkı tutmuş, tutkuyla öpüyordum. bir yandan da onu pencerenin yanındaki koltuğa doğru sürüklüyordum. kapı açık gibi bir şeyler mırıldandı. ama onun kollarımdan kaçmasına fırsat verecek değildim. onun için onu azar azar iteleyerek kapıyı arkasıyla kapatmasını sağladım. boşta kalan elimle de kapıyı kilitledim. onu odanın ortasına iteleyerek boşluktaki elimle pantolonumun önünü açıp kamışımı çıkarıp ayarladım. kız öylesine uyku sersemiydi ki, robot gibi hareket ediyordu. yarı uykuda düzülmekten hoşlanmış gibiydi.bu arada yeniden doğal pozisyona döndük. kızın gözleri usulca kapanırken onu uyandırmamaya çalışarak ağır ağır içinde hareket ettirmeye başladım. yaşamımdaki en güzel sevişmelerden biriydi. sanki hiç bitmeyecek gibiydi. ne zaman patlama tehlikesini hissetsem hareket etmeyi bırakıp düşünmeye koyuluyordum.

çocuğun babadan neden böyle nefret ettiğini düşündüm. sonunda çocuğun, anasına takıldığını anladım. adamın anasıyla yatağa girmesini sindiremiyordu. babanı kıskandığını söylemek istemiyorsun ya? diye soruyorum. evet, kıskanıyormuş. ananla yatar mıydın? neden olmasın? işte bu nedenle sophie teyzenin onu baştan çıkarmasına izin vermiş.

aslında da curley kendi deliğini fena kazmıyordu. anlayabildiğim kadarıyla bir turda beş ya da altı tane parçayı sıraya diziyordu. sözgelişi, ortada bir valeska'sı vardı. onu elinde tutuyordu. birisinin kendisini utanmazca düzmesi öylesine hoşuna gidiyordu ki, curley'i yeğeniyle de cüceyle de paylaşmaya karşı çıkmıyordu. en sevdiği şey banyoya girip ona kendini suda düzdürmekti. cüce de bunu öğrenip işe karışınca valeska buna çok bozuldu. sonunda öylesine büyük bir kavgaya tutuştular ki, saç saça, baş başa geldiler. curley bunlardan oldukça iyi de para sızdırıyordu. valeska'nın eli açıktı. ama yeğeni pelte gibi yumuşaktı. dikleşmiş bir organla, ona dilediğini yaptırabilirdin. pantolonunun önü açıldığı anda kendinden geçerdi. curley'in ona yaptırdığı şeyler neredeyse utanmazcaydı. curley onu aşağılamaktan özel bir tat alıyordu. kızın sokak giysileri içinde öylesine tutucu, ciddi bir havası vardı ki, curley'i de pek suçlayamıyorum. sokakta öyle bir havada yürürdü ki, bir organı yok sanırdın. doğal olarak curley de onu yalnız yakalayınca bu aldatıcı havalarının acısını ondan çıkarırdı. bunu da acımasızca, rahatça yapardı. pantolonunun önünü azıcık açarak "çıkar" derdi. "dilinle çıkar." bunu üçüne de yapardı. çünkü anlattığına bakılırsa, bu arada öteki ikisi de birbirini emerdi. neyse. kadın bir kez bunun tadını aldı mı ona her şeyi yaptırabilirdi. kimi kez onu ellerinin üstünde çömeltip el arabası gibi odada sürer dururdu. ya da köpek gibi üstüne biner, o inlerken ilgisizce bir sigara yakıp dumanını bacaklarının arasına üfürürdü. bir kez bu pozisyonda ona kötü bir de oyun oynadı. kadını öyle bir işledi ki kendinden geçirdi. kadını çılgına çevirdikten sonra bir an çekildi. sanki organını bir an rahatlatmak ister gibiydi. sonra yavaşça kadının içine büyük bir havuç soktu. "işte miss abercrombie, bu her zamanki organımın bir tür hayaleti." bunu söyleyip kalkıyor ve pantolonunu ilikliyor. yeğen abercrombie öylesine şaşkına dönüyor ki müthiş bir osuruk patlatıyor. havuç da çıkıyor.

işte tüm bunlar o sıradaki cinsel karışıklığa bir giriş sayılır. sanki düzüşme ülkesinde bir eve yerleşmiş gibi olurduk. sözgelişi, üst kattaki kız.. karı resital vermeye gittiğinde arada bir çocuğa bakmak için gelirdi. öylesine ilkel bir yaratıktı ki, önceleri hiç dikkatimi çekmedi. ama ötekiler gibi onun da, bilinçsizce bilincinde olduğu, kişisel olmayan kişisel bir organı vardı. bir gece, banyoda azıcık fazla kaldığında kuşkulanarak ne olup bittiğini görmek istedim. ne yaptığını görmek için anahtar deliğinden bakmaya karar verdim. o da nesi! aynanın önünde durmuş küçük organını okşamıyor mu? öylesine heyecanlandım ki, önce ne yapacağımı bilemedim. büyük odaya gittim, ışıkları söndürüp divana yatarak onun çıkmasını beklemeye başladım. orada yatarken tüylü organını, üzerinde gidip gelen elini görür gibiydim. pantolonumu açıp kamışımı çıkardım. gecenin serinliğinde kadına beynimden mesaj yollayarak onu büyülemeye çalıştım. kendi kendime durmadan "gel buraya kancık" diyordum. "gel de organını üstüme yerleştir." mesajımı anında almış olmalıydı. çünkü kapı hızla açıldı. kadın divanı bulmaya çalıştı. ben ne ağzımı açtım ne de kıpırdadım. aklım bir yengeç gibi karanlıkta sessizce kımıldayan organdaydı. sonunda divanın yanına gelip durdu. o da ağzını açmıyordu. ben elimi uzatıp bacaklarının arasına sokarken de öylece durdu. azıcık daha açılmak için ileriye doğru geldi. o güne dek böylesine sulu bir organa el değdirdiğimi sanmıyorum. elimin altında duvar duyurusu olsaydı, on on beşini bununla rahat yapıştırabilirdim. birkaç dakika sonra ineğin çayıra doğru eğilmesine benzer bir doğallıkla eğilip kamışımı ağzına aldı. bu sırada benim dört parmağım da onun içinde gidip geliyordu. ağzı dolu olan kadının bacaklarından sular akıyordu. söylediğim gibi, tek söz de söylemiyorduk. mezar kazıcılar gibi karanlıkta çalışan iki manyak gibiydik. bu bir çiftleşme cennetiydi.

maxie ve kızkardeşi rita'yla ilişkilerim aklıma gelince, durumumu daha iyi değerlendirebiliyorum. o sırada maxie de ben de sporla ilgiliydik. sık sık yüzmeye gittiğimizi iyi anımsıyorum. çoğu kez bütün gün ve gece boyunca kumsalda kalırdık. maxie'nin kızkardeşiyle topu topu iki kez karşılaşmıştık. ne zaman kızın sözünü açsam maxie büyük bir acelecilikle başka konulardan söz etmeye girişirdi. bu da sinirime dokunuyordu. çünkü ondan çok sıkılmaktaydım. ona katlanmamın tek nedeni bana dilediğimde borç para ve gereksindiğim öteki şeyleri vermesiydi. ne zaman kumsala gitsek kızkardeşinin de beklenmedik bir biçimde ortaya çıkacağını umut ederdim. ama hayır. ne yapar yapar onu uzak tutardı. işte bir gün kabinde soyunurken maxie bana nasıl da güzel, sıkı bir skrotumu olduğunu göstermeye kalktı. ben de damdan düşer gibi "dinle maxie. cevizlerin çok güzel. hiçbir eksiği yok. üzülmen gerekmiyor. ama sana soruyorum şu rita hanfi tanrının cehenneminde? neden bir ara onu buraya getirip yarığına bakmamı sağlamıyorsun? evet yarık. ne demek istediğimi anlıyorsun, deyiverdim.

aklımda hiçbir şey yoktu. kendimi tümüyle tek başına görerek çılgınlar gibi sevinç duyuyordum. eğer oracıkta elime güzel, sulu bir yarık ya da dünyanın tüm yarıkları verilseydi gözümü bile kırpmadan geri çevirirdim. şimdi bende, hiçbir yarığın veremeyeceği bir şey vardı.

şimdi bu olanlar azıcık garip kaçacak.. rita'yı ve onun özel, olağanüstü yarığını düşünmemden birkaç dakika sonra new york'a giden trende, eşsiz bir ereksiyonla yolculuk ediyordum. bundan daha da garip olan, trenden çıkıp istasyondan bir iki blok uzaklaştıktan sonra bir köşeyi dönerken rita'yla burun buruna gelmem. beynimde olanları telepatiyle öğrenmişçesine o da müthiş ateşlenmişti. çok kısa bir süre sonra kendimizi bir yere atmış, oturduğumuz bankta tavşanlar gibi olmuştuk. dans pistinde hiç kımıldamıyor gibiydik. sımsıkı duruyor, ötekilerin itişine göre kımıldıyorduk. o sırada tek başıma olduğum için onu evime götürebilirdim. ama hayır. benim istediğim onu kendi evine götürüp maxie'nin burnunun dibinde, girişte yapmaktı -öyle de yaptım. yaparken de maxie'nin mankeni nasıl giydirdiğini ve benim yarık sözcüğüme nasıl güldüğünü düşündüm. tam kahkahayı patlatmak üzereydim ki kızın gelmekte olduğunu ayrımsadım. bu bir yahudi organda rastladığım uzun, derin orgazmlardan biriydi. parmaklarımın ucu tam içine girmek üzere, ellerimle kalçalarından tutmuşken kız titremeye başladı. bunun üzerine onu yavaşça kaldırıp organımın üstünde dans ettirmeye başladım. öylesine bir havadaydı ki aklını kaçıracak sandım. ayaklarını yere değdirene kadar dört ya da beş kere orgazm oldu sanıyorum. bir damla bile dökmeden çıkararak onu yere yatırdım.

şapkası bir yana çantası bir yana fırladı. çantasından birtakım bozuk paralar da etrafa saçıldı. bunu özellikle söylüyorum; çünkü ona iyice geçirmeden önce otobüs paramı bunların içinden almaya karar vermiştim. işte maxie'yle birlikte olup kardeşinin yarığına bakmak istediğimi söyleyeli daha birkaç saat olmuştu. ve işte şimdi, sular fışkırtarak karşımda duruyordu. daha önce bu işi yapmışsa bile doğru dürüst yapmadığı anlaşılıyordu. ben de bu arada maxie'nin burnunun dibinde kızkardeşinin kutsal, olağanüstü, özel yarığını pompalarken, hiç olmadığım kadar soğukkanlıydım.

neredeyse bilimsel denecek kadar rahat bir durumdaydım. böylece sonsuza dek kalabilirdim. akıl almaz ölçüde olaydan uzakken aynı zamanda kızın her titremesiyle sarsılmasını gözden kaçırmıyordum. ama yağmurun altında sırılsıklam dilencilik yapmamı birisinin ödemesi gerekti. birisi içimdeki yazılmamış kitapların filizlenmesinin verdiği coşkunun bedelini ödemeliydi. birisi beni haftalardır aylardır rahatsız eden bu özel ve gizli yarığın gerçek olduğunu kanıtlamalıydı. bunu benden daha iyi kim yapabilir? doruklar arasında öylesine hızlı düşünüyordum ki organım birkaç santim uzamış olmalı. sonunda yapacağımı arkadan yapmaya karar verdim. önce irkildi. ama sonra içinden çıktığımı ayrımsayınca neredeyse aklını oynatacak oldu. "ah evet. ah, yap. yap!" işte böyle sözlerle mırıldanmaya başlayınca gerçekten heyecanlandım. tam içine sokmuştum ki gelmeye başladığımı hissettim. omuriliğimin dibine kadar süzülmüş gibiydim. onu öylesine derine sokmuştum ki sanki içimden bir şeyler koptu. ikimiz de köpekler gibi soluyarak bitkin bir biçimde düştük.

çok kısa bir zaman sonra onun önce elleriyle sonra da ağzıyla işe giriştiğini gördüm. o anda yarı ereksiyonum sürüyordu. onu ağzına alıp dişleriyle okşamaya başladı. o anda gözümde şimşekler çaktı. bundan sonra nasıl olduysa, onun bacakları benim boynumda, benim dilim onun içindeydi. yılan balığı gibi kıvranıyordu. aman tanrım, yardım et bana! yine o uzun, derin, can çekişmesini andıran doruklardan birine geldi. insanın aklını başından alan garip mırıltılar, sesler çıkarıyordu. sonunda kendimi çekip ona yeter demem gerekti. amma da yarık ha! benim tek istediğim, şöyle bir bakmaktı oysa!

bir gece demiryollarının yanındaki otlara uzanmıştım; bunaltıcı bir yaz gecesiydi ve insanlar soluk soluğa köpekler gibi oraya buraya serilmişti. o anda lola'yı hiç mi hiç düşünmüyordum. sıcak bir şey düşünmemi engelliyor, öylece yatıyordum. birden dar bir kömür yolundan bir kadının geldiğini görüyorum. setin üstüne yayılıp yatmış durumdayım. çevrede de hiç kimse yok. kadın düş görüyormuşçasına başı eğik, ağır ağır geliyor. yakınıma gelince onu tanıyorum. "lola!" diye sesleniyorum. "lola!" beni orada görmek onu gerçekten de şaşırtmış gibi. "aaaaa! sen ne arıyorsun burada?" diyor. bunu derken de yanıma gelip oturuyor. ne onu yanıtlama sıkıntısına girdim ne de tek bir söz ettim. bir tek sarılıp onu çimenlere yatırdım. "burada olmaz, ne olur!" diye yakardı. ama ona hiç kulak asmadım. elimi bacaklarının arasına, karmakarışık tüylü kesesine attım. at salyası gibi vıcık vıcıktı. isa adına, bu ilk düzüşmemdi. bu arada üstümüze bir tren gelip kıvılcımlar püskürttü. lola çok korkmuştu. sanırım bu onun için de ilkti. sanırım benden daha da açtı. ne ki sıcak kıvılcımları hissedince kaçmak istedi. yabani bir kısrağı tutmaya çalışmak gibi bir duruma girdim. ne denli uğraşırsam uğraşayım onu tutmayı başaramadım. ayağa kalkıp üstünü silkelerken ensesindeki topuzu düzeltti. "eve gitmelisin" dedi. "ben eve gitmiyorum." diyerek koluna girdim. yürümeye başladık. uzunca bir süre ölü gibi bir sessizlik içinde yürüdük. ikimiz de nereye gittiğimizi bilmiyorduk. sonunda anayola çıktık. üstümüzde su depoları, bunların yakınında da bir havuz vardı. içgüdüsel olarak havuza doğru yürüdüm. havuza giderken dalları aşağılara sarkan ağaçların altından geçmemiz gerekti. tam eğilip geçmesine yardım ediyorken lola'nın ayağı kaydı. düşerken beni de sürükledi. ayağa kalkmak için hiç uğraşmadı; bunun yerine bedenini bedenime yapıştırdı. şaşkınlık içinde, elini pantolonumun içine soktuğunu gördüm. beni öylesine nefis bir biçimde okşadı ki o anda eline geliverdim. ardından elimi alıp bacaklarının arasına soktu. tümüyle rahat bir biçimde, bacaklarını alabildiğine açmış yatıyordu. eğilip orasındaki her bir kılı teker teker öptüm, dilimi göbeğinin üstüne koyup baştanbaşa yaladım. ardından başımı bacaklarının arasına sokarak akıttıklarını yalayıp yuttum. o ise inliyor, elleriyle deliler gibi bana yapışıp sıkıyordu; saçı olduğu gibi çözülmüş, çıplak karnına yayılmıştı. kısacası, yeniden girip orada uzun zaman kaldım.

sanırım bundan çok hoşlandı. çünkü bilmem kaç kez geldi -bir kutu havai fişek aynı anda patlıyor gibiydi. bu arada dişlerini etime batırıp dudaklarımı çürütürken derimi pençeleyip gömleğimi yırttı. eve gidip aynada kendime baktığımda kasaplık öküzler gibi damgalar içinde olduğumu gördüm.

catskills'te francie adlı bir kızla tanıştığım yazı düşünüyorum. çok güzel ve kösnül olan kızın, güçlü iskoç memeleri ve bir dizi parlak beyaz dişi vardı. her şey nehirde yüzerken başladı. suda kayığa tutunmuşken memelerinden biri mayosundan fırladı. ben de öteki memesini çıkarıp askılarını çözdüm. kız cilveyle kayığın altına daldı. onu izledim ve hava almak için dışarı çıktığında o lanet mayosunu üstünden çekip indirdim. işte şimdi büyük memeleri şişmiş mantarlar gibi fırlamış bir deniz kızı görünümündeydi. ben de mayomu çıkardım. sonra kayığın ardında yunuslar gibi oynaşmaya başladık. çok geçmeden bir kız arkadaşı kanoyla yanımıza geldi. sarışın, akik renkli gözleri olan, çilli şişman bir kızdı. bizi bu durumda görünce oldukça şaşırdı. ama biz onu kanodan alaşağı edip soyduk. ardından üçümüz birden suyun altında elim sende oynamaya başladık.

çok üzülmüş gibi davrandım. söylediğim tek bir sözün bile içten olmadığını, ölürcesine korku içinde kaldığımı ve buna benzer şeyleri anlattım. onunla böyle rahatlatarak, güzel güzel konuşurken elimi belinden kıçına kaydırdım, yavaş yavaş okşadım. onun istediği de buydu işte. bana ne denli iyi bir katolik olduğunu, hiç günah işlememeye çalıştığını gevelemeye başladı. belki de söylediklerine kendini iyice kaptırdığı için ne yaptığımı anlayamıyordu. ben yine de elimi orasına sokarken bir yandan ona aklıma gelen en güzel şeylerden, tanrıdan, sevgiden, kiliseye gidip günah çıkarmaktan ve buna benzer saçmalıklardan söz ediyordum. artık bir şeyleri duyumsuyor olmalıydı. çünkü üç parmağımı içine daldırmış, ipten kurtulmuş makaralar gibi döndürüp duruyordum. yumuşakça, "sarıl bana agnes" dedim. bu arada elimi içinden çekip bacaklarımı bacaklarının arasına sokmak amacıyla onu kendime yaklaştırdım. "aferin sana.. rahat ol.. yakında bitecek.." kiliseden, günah çıkarmaktan, tanrı sevgisinden ve bütün o zırvalardan söz ederken içine girmeyi başardım. içine girdiğimi anlamışçasına, "bana çok iyi davranıyorsun." dedi. "bir budala gibi davrandığım için üzgünüm." "biliyorum agnes" dedim, "önemi yok.. dinle.. azıcık daha sıksana.. tamam, oldu." kız sağ eliyle suyu iterek kıçını uygun durumda tutmaya çalışırken, "korkarım kayık devrilecek" dedi. "doğru, haydi dönelim artık" dedim. ben onun içinden çıkmaya çabalarken o bana daha sıkı sarılarak, "ne olur, beni bırakma." diyor. "beni bırakırsan boğulurum."

plajdan eve dönerken bindiğimiz tıka basa dolu metronun ortasında, giysisini sıvayıp yarığını meydana çıkarır, elimi alıp doğruca oraya götürürdü. tren çok sıkışıksa ve biz bir köşede güvencedeysek, kamışımı ortaya çıkarıp kuş gibi iki eliyle tutardı. kimi kez de bana takılmak ister, en küçük bir tehlike bile olmadığını kanıtlamak istercesine kamışıma çantasını asardı. tam üstüne tırmanırken ya da ben içine girerken ya da tam boşalırken kahkahalar atarak sevişmelerini anlatırdı bana.

"erkekler bu işi seviyorlar, kadınlar da. bunun kimseye bir zararı yok. her düzdüğünü sevmek zorunda değilsin, değil mi? ben birine tutulmak istemem. ömür boyu aynı adamla yatmak korkunç bir şey olmalı. sen de öyle düşünmüyor musun? bak şimdi.. bir tek beni düzsen korkunç sıkılıp benden çabucak bıkmaz mıydın? arada sırada hiç tanımadığın birinin insanı düzmesi de hoş oluyor. evet, evet, en iyisi bu" dedi, ardından da ekledi: "her şey apaçık. hiçbir karışıklık, telefon numaraları, aşk mektupları yazma gibi dertler olmuyor.

bir gün erkek kardeşimle yatmaya çalıştım; onun ne denli hanım evladı olduğunu bilirsin. nasıl olduğunu tam anımsayamıyorum; ama evde bir biz vardık. o gün de sevişmek için ölüyordum. bir şey sormak için odama geldi. o sırada eteğimi yukarı toplamış, düzüşmeyi düşünerek ve delicesine düzüşmeyi isteyerek uzanmış yatıyordum. odaya girdiğini görünce onun erkek kardeşim olduğuna aldırmadım bile. eteğimi sıvamış olarak yatmayı sürdürürken, ona karnımın sancıdığını söyledim. dışarı fırlayıp bana ilaç getirmek istedi. ona olmaz dedim. karnımı azıcık ovmasının yeteceğini söyledim. budala herif, gözlerini duvardan ayırmamaya çalışarak, beni odun parçasıymışım gibi ovuyordu. "orası değil aptal", dedim, "aşağısı.. neden korkuyorsun?" çok acı çekiyormuş gibi numara yapıyordum. sonunda istemeden dokundu. "tamam, burası!" diye çığlık attım. "ah, ov, ov, ov! öyle iyi geliyor ki!" düşünebiliyor musun? o koca budala kendisini tavlamak için numara yaptığımı anlamadan beş dakika boyunca beni gerçekten de ovdu. öylesine sinirlenmiştim ki çekip cehennemin dibine gitmesini söyledim. dahası ona "haremağası!" diye bağırdım. ama öylesine budalaydı ki, ne demek istediğimi anlamadı.

bir süredir ders verdiğim için onu iyi tanıyordum. normal bir yarığı olduğunu, arada sırada iyi bir düzüşmenin hoşuna gideceğini kabullenmesi için elimden geleni yapıyordum. ona çılgın cinsel öyküler anlatırdım. aslında kendi yaptıklarının örtülü bir anlatımı olan bu öyküler bile onu harekete geçirmezdi. dahası bir gün -ki bunu yaptığın an iş bitmiştir- parmağımı içine sokmayı bile başardım. artık yolun sonuna geldiğimden emindim. gerçekten de kuruydu yarığı, biraz da sıkıydı. ama bunu kadının isterisine verdim.  ve düşünebiliyor musunuz? tam deliğine parmağımı sokmuşken kadın çarçabuk giysisini indiriyor. "görüyorsun işte, sana kusurlu olduğumu söylemiştim!" diye haykırıyor. kızarak, "hiç de öyle bir şey yok. ne yapmamı istiyorsun? sana bir mikroskopla bakmamı mı?" diyorum.

sanki dile getirilmesi yasak bir ağlatıya dokunmuşuz gibi nazlı nazlı başını salladı. "dinle şimdi, kucağıma otursan belki.." diyerek onu kucağıma çıkardım. bu arada da elimi yumuşakça, eteğinin altına kaydırarak dizinin üstüne koydum. "belki biraz böyle oturursan kendini daha iyi hissedersin.. şimdi daha iyisin ya?" hiçbir şey söylemedi. ama direnmedi de, gözlerini kapayıp uzanmakla yetindi. alçak sesle yatıştırıcı sözler ederek elimi ağır ağır bacağının üzerinde yukarılara doğru kaydırdım. parmaklarımı deliğine sokup dudaklarını araladığımda bulaşık süngeri gibi ıslak olduğunu gördüm. yavaşça ovarak yarığını azar azar araladım. ben işimi sürdürdükçe onun da sulanması, açılması arttı. şimdi dört parmağım da içindeydi. dört parmağım daha olsaydı onları da sokardım içine. kocamandı yarığı, alabildiğine de genişlemişti. gözlerini sıkı sıkıya kapamış, düş görüyormuş gibi bir hava yaratmıştı. ağzı açıktı, soluyup duruyordu. en küçük bir direnç göstermeyecekti. artık onu becerebilirdim. üstündekileri çekip çıkararak yere fırlattım. kanepenin üstünde azıcık dürttükten sonra, içinden çıkıp onu giysilerinin üstüne, yere yatırdım; yeniden içeri girdiğimde büyük bir beceriyle emerek sıkmaya başladı benimkini. oysa dıştan bakıldığında, komada gibiydi.

joe

gün ağarırken dome'un terasına oturuyoruz. bahtsız peckover'ı çoktan unuttuk. bir gece kulübünde iyi vakit geçirdikten sonra joe'nun zihni ebedi meşguliyetine dönüyor: am. bu saatlerde, gece vardiyası bitmek üzereyken, huzursuzluğu doruğa çıkıyor. o gece yürürken yanından geçen kadınları, isterse yatabileceği ama artık iyice bıktığı eski kırıklarını düşünüyor. georgia kancığı geliyor aklına kaçınılmaz olarak -son zamanlarda peşinde, odasına yerleşmek için yalvarıyor, kendine bir iş buluncaya kadar hiç olmazsa. "arada sırada ona takmak fena olmuyor" diyor. "ama onunla yaşamak.. öteki kancıklarla aramı bozacak." onu en çok rahatsız eden hatunun sıskalığı. "bir iskeletle yatağa girmekten farksız" diyor. "geçen gece aldım onu içeri, acıdım ve kaçık kancık ne yapmış tahmin et? tıraşlamış. sinekkaydı. tek bir kıl bile yok. çalısını tıraş etmiş bir kadınla beraber oldun mu hiç? tiksindirici, değil mi? komik de ayrıca. çılgınlık gibi. am'a benzemiyor artık, ölü bir istiridyeden farkı yok." merakına yenik düşüp el fenerini almak için nasıl yataktan kalktığını anlatıyor bana. "iyice açtırıp feneri üzerine tuttum. görmeliydin beni. komikti gerçekten. kendimi o kadar kaptırdım ki onu unuttum. ömrümde bir am'a bu kadar ciddi bakmadım. ilk kez görüyormuşum gibi. bu da aslında büyütülecek bir şey olmadığının kanıtı oldu, özellikle tıraşlıysa. onu asıl gizemli kılan kıllar. heykelleri görünce bu yüzden bir şey hissetmezsin. yalnız bir keresinde bir heykelde gerçek bir am gördüm -rodin'in bir heykeli. gör mutlaka. bacakları sonuna kadar açık. heykelin başı olduğunu sanmıyorum. bir am heykeli işte. tanrım, korkunçtu. işin özü şu: hepsi aynı. onları giyinirken görüp bin bir türlü şey hayal edebilirsin; bir kişilik yakıştırırsın onlara, sahip olmadıkları bir kişilik, elbette. bacaklarının arasında bir yarık var ve sen delirirsin o yarık için -aslında pek de bakmazsın, içine girmektir tek istediğin; kamışınla düşünmeye başlarsın. bir yanılsama! bir hiç için sapıtırsın. kıllı bir yarık için ya da kılsız. beni incelemeye itecek kadar büyülemiş olmasının bir anlamı yok. on dakika filan inceledim. öyle mesafeli baktığında tuhaf düşünceler geliyor insanın aklına. cinselliğin bütün o gizemi filan derken aslında bir bok olmadığını keşfediyorsun -boşluk. içinde bir ağız armonikası bulsan ne matrak olurdu, değil mi? takvim ya da? ama yok bir şey, boş. iğrenç. delirebilirdim.. dinle, sonra ne yaptım biliyor musun? çabucak düzüp sırtımı döndüm. evet, bir kitap alıp okumaya başladım. bir kitaptan yararlanabilir insan, kötü bir kitaptan bile. ama amcık, zaman kaybından başka bir şey değil, inan bana.

carlotta

bir gece yalnız başıma sinemaya gitmiştim. biletimi almış ve salona girmiştim. oturacak yer bulunana kadar orada birkaç dakika beklemem gerekti. alacakaranlıkta bir ışıkçı elinde feneriyle yaklaştı yanıma. carlotta'ydı bu. "harry" diye küçük bir çığlık attı yaralı bir tavşan gibi. daha fazla konuşamayacak kadar heyecanlanmıştı. büyümüş ve nemli gözlerle bana bakıyordu. bu sessiz suçlanma altında beyazlaştım birden. "sana oturacak bir yer bulayım." dedi sonunda ve bir koltuk gösterdikten sonra kulağıma fısıldadı: "birazdan yanına gelmeye çalışacağım."

gözlerimi perde üzerinde tutmaya çalıştım fakat düşüncelerim büyük bir yangın gibi dolanıyordu. kafam anılarla dolu, belki de saatlerce oturdum orada. birden onun yanımdaki koltuğa kaydığını ve kolumu yakaladığını fark ettim. elini çabucak benim elimin üzerine koydu ve sıktı: dönüp baktığımda gözyaşlarının yanaklarından süzüldüğünü gördüm. "tanrım, harry, o kadar çok oldu ki.." diye fısıldadı. bu arada eli bacağıma doğru indi ve dizimin üst kısmını ateşli bir şekilde sıktı. derhal ben de aynı şeyi yaptım ve bir süre böyle oturduk, sonra, gözlerimiz perdeye boş boş bakarken, dudaklarımız kenetlendi.

birden bir şehvet dalgası sardı bizi ve ellerimiz çılgınca yanan etlerimizi aradı. araştırmayı henüz bitirmiştik, film bitip de ışıklar yandığında.

"seni eve bırakayım" dedim koltuklar arasında yürürken. sesim kalın ve çatlak, boğazım kuru, dudaklarım kavrulmuştu. koluma girdi, kalçasını benimkine sürttü. çıkışa doğru ilerledik. holde yüzünü pudralamak için bir an durdu. çok değişmemişti; yalnız gözleri daha irileşmiş, daha üzüntü dolu; ama pırıltılı ve büyüleyiciydiler. giydiği eflatun, parlak, dar elbise vücuduna yakışmıştı. ayaklarına baktım ve aniden bunların her zaman küçük, yumuşak ve hiçbir zaman bozulmayan cinsten olduklarını hatırladım.

takside, ondan kaçtığım günden sonra neler olduğunu anlatmaya başladım; fakat elini ağzıma kapatıp kısık bir sesle eve varana kadar hiçbir şey anlatmamamı istedi. sonra, elini ağzımda tutmaya devam ederek, "evlendin, değil mi" diye sordu. başımı "evet" anlamında salladım. "biliyordum bunu" diye fısıldadı ve elini çekti.

bir an sonra kollarını boynuma doladı. beni çılgınca öperken hıçkırarak konuşuyordu: "harry, bana böyle davranmamalıydın. bana her şeyi söyleyebilirdin. her şeyi. çok kötüydü harry, her şeyi mahvettin."

onu kendime çektim, bacağını benimkinin üzerine yerleştirdim, elimi bacağından yukarı, venüs tepesine ulaşana kadar götürdüm.

taksi durdu birdenbire ve birbirimizden ayrıldık. içeride neyle karşılaşacağımı bilmeden onu takip ettim. sokak kapısı arkamızdan kapandığında sessiz hareket etmek gerektiğini fısıldadı kulağıma. "georgie'yi uyandırmamalısın. çok hasta, korkarım ölmek üzere.." koridor zifiri karanlıktı. oğluyla birlikte günlerini tükettikleri tavanarasına giden uzun merdivenlerden çıkarken elini tutmak zorunda kaldım. loş bir ışık yaktı ve kanepeyi işaret etti. bitişikteki odaya kulak kabarttı, georgie'nin uyuduğuna emin olana kadar dikkatle dinledi. nihayet, ayaklarının ucuna basarak yanıma geldi, kanepenin kenarına yavaşça oturdu. "dikkatli ol" dedi, "kanepe gıcırdıyor." öyle sersemlemiştim ki, ne konuşabiliyor, ne de kıpırdayabiliyordum. georgie'nin beni orada oturur görürse ne yapacağını düşünmeye cesaret edemiyordum. demek ölüyordu sonunda. korkunç bir son. ve işte biz burada, bu sefalet çarpmış tavanarasında suçlu mumyalar gibi oturuyorduk. gene de, bu küçük sahnenin böyle gizlilik içinde oynanabilmesi iyi bir şey belki de, diye düşündüm.tanrı bilir ne berbat sitemler edecekti bana, yüksek sesle konuşabilseydi.

"ışığı söndür!" dedim yavaşça. istediğimi yapmak için doğrulurken koltuğun yanına yere uzanacağımı anlatmak için parmağımla yeri gösterdim. yanıma gelene kadar birkaç dakika geçti. köşede durmuş, üzerindekileri çıkarıyordu. pencereden sızan hafif ışıkta inceledim onu. çıplak bedenine sarmak için bir örtü alırken ben de pantolonumun düğmelerini açtım hızla.

ses çıkarmadan hareket etmek çok zordu. georgie'nin bizi duyması düşüncesi çok korkutuyordu onu. anladığıma göre, georgie çektiklerinden beni sorumlu tutuyordu ve carlotta da bunu uysallıkla onaylamıştı. şimdi korkusu, aldatılmanın hırsından geri dönmesindendi. soluk almadan hareket etmek, birbirimizi tirbuşon gibi bükmek, daha önceleri hiç denemediğimiz bir şehvetle sevişmek ve hiç ses çıkarmamak, takdir edilecek bir ustalık ve sabır isterdi. beni etkileyen bir şey daha vardı. gözyaşı dökmeden ağlıyordu. durmadan akan tuvalet musluğu gibi içindeki çağıltıları duyuyordum sanki. yandaki odada georgie olduğundan, ses çıkarmamak için yıkanamayacağını, bu nedenle boşalmamamı korku içinde fısıldayarak istemesine, yüzüne bakmakla gebe kaldığını, böyle bir durumda çok güçlük çekeceğini bilmeme rağmen, en çok da bu ağlamaya bir son vermesi için, tekrar tekrar boşaldım. her seferinde rahmine bir tohum atabileceğimi bile bile. fakat, kendini tutamayarak, o da bir orgazmdan diğerine geçiyordu. onu bir kere bile rahat bırakmadım. boşalmasını bekleyip fişek gibi sıkıştırıyor, sonra bir enginarın yumuşak dudakları gibi bir ağzın nemli karanlığına giriyordum. şeytanca bir şey vardı bunda. kendi ellerimle ateşe verdiğim evimde, rahat bir koltukta, altındaki iskemle tutuşup da kıçı kebap olana kadar yerinden kıpırdamayacağını bilerek oturan bir manyakmışım gibi..

daha sonra, hole çıkıp onu son defa kucakladığımda, kira için paraya ihtiyacı olduğunu söyledi, ertesi sabah getirmemi istedi. tam merdivenleri ineceğim sırada beni geri çekti ve kulağıma fısıldadı: "bir hafta bile yaşamaz." bu sesler bana bir anfidenmiş gibi geldi. bugün bile, kendi kendime bu sözleri tekrarladığımda, neredeyse işitilemeyecek bir sesle konuşmasına eşlik eden soluğunu duyabiliyordum.

ida

bana banyoyu hazırlamasını söylerdim. karşı koyacakmış gibi yapar ama gene de getirirdi isteğimi yerine. Bir gün küvette oturmuş sabunlanırken havluları bırakmayı unuttuğunu fark ettim. "ida" diye seslendim, "havlu getir bana!" banyoya kadar getirdi havluları, ipek bir sabahlıkla bir çift ipek çorap vardı üzerinde. havluları küvetin üstündeki askıya asmak için uzanınca kayıp açıldı sabahlığın önü. dizlerimin üstüne kayıp bacaklarının arasındaki tüylere gömdüm kafamı.öyle çabuk oldu ki, ne karşı koymaya ne de karşı koyuyormuş gibi yapmaya vakit bulabildi. göz açıp kapatıncaya kadar aldım onu da küvetin içine, çoraplarıyla falan. sabahlığını çıkarıp attım yere. çorapları bıraktım -daha şehvetli bir görünüşü oluyordu böyle, daha bir cranach havası veriyordu bu ona. arka üstü uzanıp onu üstüme çektim. iyiden iyiye kızışmış bir yosmaydı tam, her yanımı ısırıyor, soluyor, hırlıyor, olta iğnesine geçirilmiş solucan gibi kıvranıyordu. kurulanırken eğildi, kamışımın ucunu çiğnemeye başladı. küvetin ucuna oturdum, o da diz çöktü bütünüyle ağzına alarak. bir süre sonra ayağa kaldırdım, öne doğru eğdim, sonra arkadan verdim. küçücük sulu bir amcığı vardı, bana eldiven gibi uyan. ensesini ısırdım, kulak memelerini, omuzundaki aşırı duyarlı yeri, çıkarırken de dişlerimin izini bıraktım güzel beyaz kıçında. tek söz edilmedi. bitince odasına çekilip giyinmeye başladı. hafiften bir türkü mırıldandığını duydum. şaştım kaldım böyle bir duyarlılık belirtisi gösterebilmesine.

birdenbire kalktı, banyoya gitti, bir küçük şişe getirdi. birazını eline döküp organlarımı ovmaya başladı, sonra birkaç damlasını kıllarıma döktü. ateş gibi yaktı. şişeyi kapıp her tarafına sıvadım, tepeden tırnağa. sonra koltukaltlarını yalamaya başladım, önündeki kılları çiğnedim, dilimi yılan gibi soktum bacaklarının kıvrımı arasına. hop oturup hop kalkıyordu çırpınarak. böylece gitti, öyle bir sertleşti ki kamışım sonunda, içine koca bir yük boşalttıktan sonra bile çekiç gibi dikiliyordu. korkunç heyecanlandırdı bu onu. her çeşit duruşta denemek istiyordu, denedi de. birkaç kere boşaldı arka arkaya, neredeyse bayılıyordu. küçük bir masanın üstüne yatırdım, tam patlamak üzereyken kucakladım, odanın içinde dolaşmaya başladım öylece tutarak; sonra çıkarıp elleri üstünde yürüttüm, kalçalarından tutup arada bir dışarı kaydırıyordum daha çok heyecanlansın diye.

van norden

van norden'ın kızı sıkıştırmasını izlerken çarkları diş sıyırmış bir makineyi seyrettiğim duygusuna kapılıyorum. kendi hallerine bırakılsalar sonsuza kadar bu şekilde devam edecekler; gıcırdayıp diş sıyırarak, hiçbir şey gerçekleştirmeden. bir el uzanıp motoru kapatıncaya dek. ufacık bir tutku kıvılcımından yoksun bir çift keçiden farkları yok, sadece 15 frank için gıcırdayıp durmaları insanlık dışı merakım dışında bütün duygularımı silip süpürüyor. kız yatağın kenarına uzanmış. van norden bacaklarını açıp satyr gibi eğilmiş kızın üzerine. van norden'ın arkasındaki iskemlede soğuk ve bilimsel bir tarafsızlıkla onları seyrediyorum; sabaha kadar bile sürse umurumda değil. anlamsız başlıklarıyla milyonlarca gazete fırlatan şu makinelerden birini seyretmekten farkı yok. makine daha anlamlı bütün deliliğine rağmen, insanları ve onları yaratan eylemi seyretmekten çok daha ilginç. van norden ile kız beni hiç ilgilendirmiyorlar; şurada oturup dünyadaki bütün sevişmeleri izleyebilsem ilgim zerre kadar artmaz. yağan yağmur ya da infilak eden bir volkanla bu fenomen arasındaki farkı algılayamayabilirim. tutku kıvılcımı olmaksızın insani anlamı yok gösterinin. makineyi izlemek yeğdir. ve bu ikisi çarkları diş sıyırmış iki makineden farksız. bir insan eli gerek onları düzeltmek için. bir tamirci.

van norden'ın bacaklarının arasına diz çöküp makineyi daha yakından inceliyorum. kız başını yana çevirip umutsuz bir bakış atıyor bana. "yararı yok" diyor. "imkansız." bu sözleri duyunca van norden yaşlı bir teke gibi yenilenmiş bir enerjiyle işe koyuluyor. öyle dik kafalı ki vazgeçmektense boynuzlarını kıracak. şimdi de kıçını gıdıkladığım için kızıyor bana.

"allah aşkına, joe, vazgeç! öldüreceksin zavallıyı!"

"rahat bırak beni" diye homurdanıyor. "biraz önce giriyordum neredeyse."

duruşu ve bunu söyleyişindeki kararlılığı aklıma, ikinci kez, düşümü getiriyor. ama bu kez kayıtsızlıkla koltuğunun altına sıkıştırdığı süpürge sapı yürüyüp gitmiş, sonsuza dek yitmiş gibi görünüyor. ilk düşün devamı gibi -aynı van norden; ama bu kez asıl nedeni eksik. savaştan dönmüş bir kahramandan farkı yok, düşlerinin gerçekliğini yaşayan zavallı bir sakat. nereye otursa altındaki iskemle dağılıyor; hangi kapıdan girse boş bir odayla karşılaşıyor; ne yese kötü bir tat kalıyor ağzında. her şey eskisi gibi; ögeler aynı, düşün gerçekten farkı yok; ön sayfa felaketlerden, ayaklanmalardan, cinayetlerden, patlamalardan, çarpışmalardan geçilmiyor; ama o bir şey hissetmiyor. birileri şalteri indirmezse ölmenin ne anlama geldiğini asla öğrenemeyecek; bedenin çalınmışsa ölemezsin. bir kancığın üzerine eğilip sonsuza dek gidip gelirsin yaşlı bir teke gibi; cepheye gidip paramparça olabilirsin; insan eli devreye girmeden hiçbir şey o tutku kıvılcımını yaratamaz. birinin makineye elini sokup sıyırmış dişliyi tamir etmesi gerek. karşılık beklemeden yapmalı biri bunu, 15 frangı düşünmeden; göğsüne takılacak madalya onu kamburlaştıracak denli ince gövdeli biri. ve birilerinin oltayı geri çekmeyi düşünmeden yem atması gerekiyor aç kancığa. yoksa hiç bitmeyecek bu gösteri. çıkış yolu görünmüyor bu karmaşadan..

mara-maude

yere diz çökmüştür şimdi. mara'nın dizlerini okşuyor; salama benzeyen terli elini serin et üstünde yavaş yavaş yukarıya doğru yürütüyor; yapışkan bir dille nasıl bambaşka bir kadın olduğunu anlatıyor ona; hiçbir zaman yoktu 300 dolar; ama bir sokabilse, bir açtırabilse bacaklarını azıcık daha, o zaman uğraşacak biraz para bulmaya. mara işi ta sonuna götürmeden yalamakla yetineceğini umarak kıçını gitgide daha yakına kaydırırken düşünüyor, bunun aldatmak olmadığını söylüyor kendi kendine; çünkü gerekirse bunu yapacağını kesin bir açıklıkla söylemişti herkese, bir şeyler yapmak zorunda olduğunu. tanrı yardımcısı olsun, çok gerçek bir dert bu, çok önemli, oldukça kolay atlatacak bununla; çünkü kimse bilmiyor birkaç kuruş için kaç kereler kendini düzdürdüğünü; iyi bir özürü de var: babasının köpek gibi ölmesini istemiyor, kafası bacaklarının arasında şimdi, dili yakıyor; biraz daha aşağı kayıp bacağının birini boynuna doluyor; sıkı akıyor, şimdiye kadar hiç duymadığı ölçüde bir isteklilik duyuyor; bütün gece oyalayacak mı yoksa onu böyle? ellerine alıyor bacakları arasındaki başı, yağlı saçları arasında gezdiriyor parmaklarını, onun ağzına dayıyor amcığını, bastırıyor, boşaldığını duyuyor, kıvranıyor kıvrım kıvrım, derin derin soluyor, saçlarını çekiyor adamın. "neredesin?" diye haykırıyor kendi kendine. o koca kamışını ver bana! çılgın gibi yapışıyor yakasına, dizlerini kesiyor yerden, karanlıkta yılan balığı gibi kayıyor eli kabaran pantolonunun düğmelerine, şişmiş tombul taşakları avuçluyor, erkeklik organının piliç boynunu izliyor parmaklarıyla bilinmeze daldığı yere kadar.

yavaş ve ağır erkek, deniz aygırı gibi soluyor; kadın bacaklarını havaya kaldırıyor, onun boynuna doluyor. soksana şaşkın! orası değil, burası! eliyle kavrıyor kadın, ahırına sokuyor onu. oh, şimdi iyi işte. oh! oh! oh tanrım, iyi böyle, içimde kalsın, dur, bekle. daha derine sok, ta dibine kadar.. hah, oldu oldu. oh, oh! tutmaya çalışıyor adam. iki şey birden düşünmeye çabalıyor. 300 dolar.. üç yeşil papel. kim verebilir bana? tanrım harika bir duygu bu bacaklarımın arasında. aman dur, biraz daha! sık dişini! bir yandan düşünüyor, bir yandan duyuyor. kabuksuz bir istiridyenin açılıp kapandığını, susamış bir çiçeğin kamışının ucunu kıstırdığını duyuyor. kımıldama şimdi diyor kendi kendine. yum gözlerini seyret. say, bir iki üç dört. kancık seni, kıpırdama, püskürteceğim yoksa. gene yap o yaptığını! amanın ne amcık! memelerini yokluyor kadının, yırtıp açıyor giysiyi; hırsla yapışıyor bir memenin başına, yalayıp yutar gibi. kıpırdama şimdi, em yalnız, hah tamam, öyle işte. yavaş ol şimdi, yavaş! tanrım, bütün gece böyle yatabilsek. aman tanrım, geliyor! kıpırdasana kaltak! getir işte.. daha hızlı, daha hızlı. oh. cim, bom, bom, bam!

kahramanımız gözlerini açıp kendine geliyor yeniden -daha doğrusu, burada "ben" olarak tanıdığımız adam bu, kafasının söylediklerine inanmaya yanaşmayan. uzun bir konuşmaya dalmışlardır belki de diyorum, kendi kendime. öyle terli-yağlı karabasan gibi bir adama el sürdürmeyi aklından bile geçirmez mara. öpmeye kalkışmıştır herhalde ama mara iyi bilir kendini korumayı. acaba maude uyanık mıdır hala? ben de isteklendim şimdi. eve doğru yürürken pantolonumun düğmelerini açık dışarı bırakıyorum gagamı. maude'un amcığı. canı istedi miydi az bulunur öyle düzüşen. yarı uykuda yakalamalı, meşin gözlükleri yokken. öylece yat orada kıpırtısız, sarınıp kıvrıl kaşık gibi. anahtarı kilide sokup demir parmaklıklı bahçe kapısını açıyorum. titreyen bir kamışa dayanan soğuk demir. hiç sezdirmeden binmeli üstüne, kaydırıp sokuvermeli o düş görürken. sessizce çıkıyorum yukarıya, atıyorum üstümdekileri. yatakta döndüğünü işitiyorum, sıcak kıçını bana dönmeye hazırlanıyor uykusunda. yavaşça giriyorum yatağa, sokulup sarıyorum. bilmezlikten geliyor, ölü bütün dünyaya karşı. çok hızlı değil, uyanır yoksa. uykumda yapıyormuş gibi olmalı, yoksa incinir. ucunu sokabildim kaba tüylerin arasına. korkunç bir kıpırtısızlıkla yatıyor. istiyor kaltak; ama belli etmeyecek. öyle olsun, ölü numarası yap, köpek! tutup döndürüyorum biraz, çok az bir şey. suda şişmiş kütük gibi yanıtlıyor. böyle külçe gibi yatıp uyuyor numarası yapacak. evet, yarısı girdi. koca bir vinç gibi kıpırdatmam gerekiyor onu; ama kıpırdayabilir durumda, her şey tıkır tıkır işliyor. nefis oluyor adamın kendi karısını ölü bir at gibi düzmesi. ipek astardaki bütün kırışıkları biliyorsun; dilediğin kadar uzatıp ne istersen düşünebilirsin. beden onun ama amcık senin. cinsel organlar, evli olan onlar, gövdeler başka başka yolları tutmuş olsalar bile önemi yok. sabahleyin iki gövde yüz yüze gelecek, çok az şey değişecek; birbirinden ayrı, bağımsızmış gibi davranacaklar, kamışla o öbür şey yalnızca su dökmeye yararmış gibi. derin uykuda olduğu için aldırmıyor onu nasıl dürtüklediğime. o kaskatı, duyarsız sertleşmelerden biri, kamışım lastik bir hortummuş da ucu yokmuş gibi. parmaklarımın ucuyla istediğim gibi oynatabiliyorum maude'u. bir dolu püskürtüp bırakıyorum içinde, kalın lastik hortumu demek istiyorum. çiçek gibi açılıp kapanıyor maude. kıvranıyor ama istenen bir kıvranma bu. çiçek şöyle diyor: kal orada oğlum! esrik bir sünger gibi konuşuyor çiçek. bu et parçasını alıyorum, şükrederek koruyacağım uyanıncaya kadar, böyle diyor çiçek. ya gövde ne diyor, makaralı vinçle kıpırdayan bağımsız külçe? gövde incinmiş, gücenmiş. gövde adını ve adresini yitirmiş geçici olarak. gövde, kamışı kesip korumak isterdi kanguru gibi, sonsuza kadar. kıçı havada yatan bu gövde maude değil, bir lastik borunun zavallı tutsağı. yazar kocası değil de tanrıymışçasına, kendini yeşil bir çimenlikte durmuş, güzel bir kırmızı güneş şemsiyesi tutarken görüyor maude. güzel güvercinler de var ayaklarının dibinde, pabuçlarını gagalıyorlar. bu güzel güvercinler, güzel buluyor maude onları, guguk guklarla ne güzel, ne cömert bir yaratıksın diyorlar ona. beyaz beyaz pisliyorlar durmadan; ama ulu cennetten gönderilmiş güvercinler oldukları için bu beyazlık bir melek pastası aslında; bok, kötü bir sözcük, insanoğlunun giyinip de uygarlaşınca uydurduğu. maude, tanrının küçük güvercinleri için bereket duaları okurken gözünü aralayıverse, utanmak bilmez bir sokak karısının, çıplak bir adama, gövdesinin alt yanını sunduğunu görecek, tarladaki inek ya da katır gibi. böyle bir kadını düşünmek istemez maude, özellikle böyle yüz kızartıcı bir durumda. şemsiyeyi açık tutmaya, yeşil çimenleri de çevresinde bulundurmaya uğraşır. ne güzel şey, pırıl pırıl güneşin altında çıplak durup imgesel bir arkadaşla gevezelik etmek! çok ince, çok zarif konuşuyor maude şimdi, baştan aşağı bembeyaz giysiler içindeymiş, kilise çanları çalıyormuş gibi: evrendeki kendi özel köşesi içinde şimdi o, rahibemsi bir yaratık, ay ilahileri söylüyor. bir güvercinin başını okşamak için eğiliyor, öyle yumuşacık tüylü, öyle sıcak sevgiden, kadifeye sarılmış bir parça kan gibi. güneş pırıl pırıl parlıyor şimdi, ah ne iyi geliyor, ısıtıyor buz gibi kıçını. şefkatli bir melek gibi açıyor bacaklarını: güvercin, kanatlarını çırpıyor bacaklarının arasında, hafifçe dokunuyor kanatlar mermer kemere. güvercin çılgın gibi çırpıyor kanatlarını; küçücük yumuşak başı bacaklarının arasında sıkmak zorunda kadın. hala pazar, kimsecikler yok evrenin bu köşesinde. maude'la konuşuyor maude. bir boğa gelip üstüne binse hiç yerinden kıpırdamayacak, öyle diyor. ne güzel bir duygu, öyle değil mi maude, diye fısıldıyor kendi kendine. öyle, güzel bir duygu. neden her gün buraya gelip böyle durmuyorsun? doğrusu nefis bir şey bu maude. bütün giysilerini çıkarırsın, öylece durursun çimenlerin içinde; güvercinleri beslemeye eğilirsin, boğa tırmanır üstüne, o korkunç uzun şeyini sokar içine. oh tanrım korkunç güzel oluyor böyle. tertemiz, yeşil çimenler, ılık boğa derisinin kokusu, o uzun pürüzsüz şey içeri dışarı oynattığı. ey tanrım, beni düzmesini istiyorum, bir ineği düzer gibi. ey tanrım, düzüşmek istiyorum, düzüşmek, düzüşmek.

elsie-maude

1
geri geldiğinde, yukarıdaki kıza bir şeyler fısıldadığını duydum. cama hafifçe vurdu. "üstüne bir şey al." diye öttü, "yanımda elsie var."

banyoya girdim ve belime bir havlu doladım. beni görür görmez elsie gülmeye başladı. yatakta mona ile yatarken bizi bastığı günden beri kendisini görmemiştim. neşesi yerindeydi ve olayların seyrinden hiç de utanmış değildi. bir şişe şarapla biraz da konyak getirmişlerdi. ve de pikapla birtakım plaklar.

elsie bu küçük kutlamamızı bizimle paylaşacak havadaydı. maude'un ona biraz içki ikram edeceğini, sonra da aşağı yukarı nazik bir şekilde yol vereceğini sanmıştım. hiç de öyle olmadı. elsie'nin varlığı hiç de rahatsız etmiyordu kendisini. tatlı bir tebessümle yarı çıplak olduğu için özür diledi. bir plak koyduk ve maude'la dans etmeye başladım. havlu kaydı, ancak hiçbirimiz yerden kaldırma zahmetine katlanmadık. ayrıldığımızda ben ortada cascavlak, bayrak direği gibi dimdik duruyordum; bardağımı elime aldım. elsie şaşkın şaşkın baktı ve başını çevirdi. maude havluyu verdi, daha doğrusu üstüne koydu. "dert edinmiyorsun elsie, değil mi?" diye sordu. elsie son derece sessizdi; şakaklarının atışını duyuyordum. pikabın yanına gitti ve plağın öteki yüzünü çevirdi. sonra da bize bakmadan bardağını aldı ve içkisini yudumladı.

"neden onunla dans etmiyorsun" diye sordu maude. "sana engel olacak değilim. haydi elsie, dans et onunla."

havlu sallanır bir vaziyette elsie'ye yaklaştım. sırtını maude'a çevirir çevirmez havluyu çekti ve hararetle tuttu. sanki üşümüş gibi bütün vücudunun titremekte olduğunu hissettim.

maude, "burası çok aydınlık, mumu getireceğim." dedi ve yandaki odada kayboldu. elsie hemen dansı kesti, dudaklarını dudaklarıma yapıştırdı ve diliyle boynumu yalamaya başladı. elimi onun üzerine koydum ve sıkmaya başladım. hala tutuyordu. plak bitti. hiçbirimiz pikabı kapama zahmetine katlanmadık. maude'un geldiğini duydum; ancak hala elsie'nin kolları arasındaydım.

kendi kendime, kavga başlıyor diye düşündüm. ama maude hiç dikkat etmiyormuş gibi davrandı. mumları yaktı ve elektriği söndürdü. elsie'yi kendimden iterken "zararı yok. fark etmez. bırakın da ben de katılayım." dediğini duydum. ve kollarını bizim boynumuza doladı; birbirimizi öpmeye başladık.

sonunda elsie çekilerek, "of, çok sıcak!" dedi.

"istersen elbiseni çıkar." dedi maude. "ben şunu çıkaracağım." ve bunu söyleyerek üstündekini çıkardı; çırılçıplaktı şimdi.

az sonra üçümüz de çırılçıplaktık.

maude kucağımda oturuyordu. yine ıslanmıştı. elsie, kolu maude'un boynuna dolanmış bir vaziyette yanımızda duruyordu. maude'dan biraz daha uzun boyluydu ve şahane bir vücuda sahipti. elimle ovmaya, parmaklarımı gezdirmeye başladım. maude tatmin olmuş gibi gülümseyerek bakıyordu. eğildim ve elsie'yi öptüm.

maude sadece "artık kıskanmamak ne güzel" dedi.

elsie'nin suratı kıpkızıl olmuştu. rolünün ne olduğunu, nereye kadar gitme cüreti göstereceğini bilemiyordu. samimiyetine sanki pek inanmamış gibi, dikkatle maude'u inceliyordu. bir yandan parmaklarım elsie'de, ihtirasla maude'u öpüyordum. elsie'nin hareket ettiğini ve yaklaştığını hissettim. parmaklarım ıslandı. aynı zamanda maude vücudunu kaldırdı ve tam içinde oturmaya başladı. şimdi ileriye dönüktü suratı ve elsie'nin memelerinin hizasındaydı. başını yükseltti ve aldı. elsie hafifçe haykırdı ve ipekten spazmlarla titremeye başladı. elsie'nin belinde duran maude'un elleri şimdi yanaklarını okşuyordu. az sonra kaydı kaydı ve benimkiyle birleşti. içgüdüyle elimi çektim. elsie biraz oynadı ve maude eğilip ağzını elsie'ye yapıştırdı. aynı zamanda elsie de öne doğru eğildi ve dudaklarını dudaklarıma yapıştırdı. sıtmaya yakalanmış gibi her üçümüz de titriyorduk.

maude'un gelmek üzere olduğunu hissedince, kendimi elsie'ye saklamaya karar verdim. hala dimdik, maude'u yavaşça kucağımdan kaldırdım ve elsie'ye yetiştim. sırtüstü yatırdı beni, bacaklarımı açtırdı, dudaklarını benimkilere yapıştırdı ve devam etti. maude banyoya gitmişti. döndüğünde elsie kucağımdaydı, kolları boynuma dolanmış bir vaziyette, suratı sımsıcak. sonra elsie kalktı ve banyoya gitti. lavaboya gittim ve yıkandım.

2
şişeleri bir kenara koyduk, kapları lavaboya doldurduk ve pikabı da alarak yukarıya çıktık. melanie'nin pek fazla kuşkulanmaması gerekiyordu. kollarımızda yükümüz, ayaklarımızın ucuna basa basa holden ilerledik ve merdivenleri tırmandık.

ikisinin arasında uzanmıştım, ellerim onların üzerinde. uzun süre sessizce yattılar; uyukladıklarını sandım. gözlerim açık, karanlığı süzüyordum. nihayet yana döndüm; maude'a doğru. hemen o da bana doğru döndü, kollarını boynuma doladı ve dudaklarını yapıştırdı. sonra kulaklarımı öpmeye başladı. sessizce "seni seviyorum." diye fısıldadı. "seni seviyorum!" cevap vermedim. "duyuyor musun?" diye fısıldadı, "seni seviyorum!" kendime doğru çektim ve elimi bacaklarının arasına yerleştirdim. bu sırada elsie'nin bana doğru döndüğünü ve kaşık gibi vücudunu yapıştırdığını hissettim. ellerinin bacaklarımın arasından sürünüp sıktığını fark ettim. dudaklarını boynuma yapıştırmış, ıslak dudaklarıyla ince ince, ılık ılık öpüyordu.

bir zaman sonra yüzükoyun yattım. elsie de aynısını yaptı. uyumaya çalışarak gözlerimi kapadım; ama nafileydi. yatakta enfes bir şekilde rahat, her iki yanımdaki vücutlar tatlı ve yapışkandı; burun deliklerimde saç ve seks kokusu yer etmişti. bahçeden içeri yağmurun ıslattığı toprak kokusu doluyordu. bu büyük yatağa, evlilik yatağına dönmüş olmak acayipti, akıl almayacak kadar acayip. üçüncü bir şahısla birlikte ve üçümüz içten, şehevi bir arzuyla sarılıp sarmalanmış bir vaziyette. gerçek olamayacak kadar güzel bir şeydi bu. her an, kapının ardına kadar açılmasını ve itham eden bir sesin "çıkın dışarı, utanmaz yaratıklar!" diye bağırmasını bekliyordum. ancak var olan tek şey gecenin sessizliği, karanlık ve toprağın, seksin ağır, şehevi kokusuydu.

tekrar döndüğümde bu kez elsie'den yanaydım. beni bekliyordu; kendini vücuduma bastırmak, kalın, gergin dilini boynumda gezdirmek için bekliyordu.

"maude uyudu mu" diye yavaşça sordu. "bir defa daha" diye yalvardı.

hareketsizce uzanmıştım; kolum beline dolanmış bir vaziyette.

"şimdi olmaz" diye fısıldadım. "belki sabaha."

"hayır, şimdi!" diye yalvardı. "lütfen, lütfen" diye fısıldadı. "istiyorum. bir defacık daha henry."

maude "bırak da uyusun" dedi. afyon yutmuş gibiydi sesi.

elsie maude'un kolunu okşayarak "pekala" dedi. sonra, biraz sessizlikten sonra, dudaklarını kulağıma yapıştırdı ve her kelimenin arasında duraklayarak, yavaş sesle "uykuya dalar dalmaz, olmaz mı?" dedi. başımı salladım. aniden kendinden geçtiğini hissettim. kendi kendime "çok şükür" dedim.

sanki uzun, upuzun bir sessizlik olmuştu ve kendimden geçmiştim. yavaş yavaş uyandım ve ağzımın elsie'nin ağzında olduğunu fark ettim. elimle başını, sırtını okşadım. elini kaldırdı ve parmaklarını dudaklarımın üzerinde gezdirdi; sanki itiraz edeceğimden korkuyordu. gereksiz bir uyarı; çünkü birazdan neler olacağını kavramış bir şekilde uyanmıştım. kamışım, elsie'nin dudaklarıyla yalamasına cevap vermeye başlamıştı bile. yeniydi, daha ince, daha uzun ve sivriydi sanki; köpeğinki gibi. ve sanki kendi kendine dinlenmiş, sanki kendi kendine uyumuş gibi hayat doluydu.

neden böylesine yavaşça, gizlice heyecanlanmıştık yine? hayret ediyordum. elsie'yi çektim üzerime çıkardım. onunki maude'un ince, uzun görünüşünden farklıydı; üzerine bir eldiven parmağı geçirilmiş gibiydi. onu yukarı aşağı sallarken dikkatle karşılaştırmalar yaptım. kenarında elimi gezdirdim ve hafif hafif çektim. dudaklarımızdan bir tek söz çıkmıyordu. dişlerini omzumdaki çukura geçirmişti. öyle kıvrılmıştı ki, sadece ucu içindeydi ve onun etrafında yavaş yavaş, maharetle ve işkence edercesine çevirip duruyordu. arada sırada bastırıyor ve hayvan gibi dipliyordu.

nihayet "allahım, ne hoş şey!" diye fısıldadı. "seni her gece istiyorum."

yan döndük ve birbirimize yapışmış bir vaziyette, hiç hareket etmeden, hiç ses çıkarmadan yattık. sanki kendine özgü bir hayatı ve iradesi varmış gibi, akıl almaz kassal büzülmelerle oynaşıyordu.

"nerede oturuyorsun?" diye sordu. "seni.. tek başına.. nerede bulabilirim? yarın yaz bana.. nerede buluşabileceğimizi bildir.. her gün istiyorum.. duyuyor musun? n'olur, daha yapma. ebediyen devam etmesini istiyorum."

sessizlik. bacaklar arasında sadece kalbimin atışları. böylesine uzun, düzgün, ipekten, temiz ve taze bir çırpınma hiç duymamıştım şimdiye dek. en fazla bir düzine yapmış olmalıydı. ve saçlarının kökleri, öylesine kuvvetli ve hoş kokuluydu ki. ve memeleri, sağlam, taş gibi, elma büyüklüğünde. parmakları da, güçlü, yumuşak, aç, daima arayış içinde sıkmakta, okşamakta, gıdıklamakta. hayalarımı yakalamayı, sıkmayı, tartmayı, sonra iki parmağıyla okşamayı nasıl seviyordu; sanki sağacakmış gibi. ve dili, daima aktif, dişleri ısırıyor, çekiştiriyor, çimdikliyor.

şimdi yine sessiz. bir tek kas oynamıyor. ve yine fısıltılar.

"iyi yapıyor muyum? öğreteceksin, değil mi? ebediyen yapabilirim.. artık yorgun değilsin, değil mi? n'olur öyle tut.. kımıldama.. gelirsem çıkarma, olmaz mı.. çıkarmayacaksın, değil mi? allahım, cennetlik bir şey bu.."

yine sessiz. sakin. bu şekilde sonsuza dek yatabilirmişim gibi geliyor bana. duymak istiyorum.

"bir arkadaşım var" diye fısıldıyor. "orada buluşabiliriz.. hiçbir şey söylemez. henry, böyle olacağını hiç düşünmemiştim. her gece böyle yapabilir misin?"

karanlıkta gülümsedim.

"ne oldu" diye sordu.

neredeyse katılacaktım, "her gece olmaz" diye fısıldadım.

"henry! çabuk! geliyor!"

ikimiz de aynı anda geldik; öylesine uzun bir orgazmdı ki, şu namussuz sıvının nereden kaynaklandığını düşünüp durdum.

"başardın!" diye fısıldadı. sonra da "zararı yok.. enfesti."

maude uykusunda ağır ağır döndü.

"iyi geceler" diye fısıldadım, "uyuyacağım. öldüm."

yanaklarımdan öperek "yarın yaz bana" diye fısıldadı. "ya da telefon et.. söz mü?"

hırıldadım. bana yapıştı, kolu belimde. transa geçtik.

maude

1
kafalarını kısırlaştıran isterik kadınlar kadar azgınca düzüşen kadın yoktur.

ormanının sert, tel kıllarıyla oynayıp arada sırada parmaklarımdan birini deliğinin ucuna dokundururken düşüncelerim geçmişe doğru kayıyordu. onun cici babası olduğumu, çok sıcak bir odanın büyüleyici alacakaranlığında, o şehvetli kızımla oynadığımı düşünmeye başladım. her şey yapay, derin ve gerçekti aynı anda. dilediği gibi davranırsam, yumuşak başlı, anlayışlı aşık rolünü oynarsam, karşılığını alacağım kesindi. tutkulu bir teslim oluş içinde yutacaktı beni. oyuna devam edersem, açacaktı bir yanardağ yakıcılığındaki uyluklarını.

"bakayım acıyor mu içinden elleyince" diye fısıldadım, elimi üstünden çekip yarı saydam gömleğinin altına soktum, kaydırdım amcığının üstünde. suları sızıyordu; elimle hafifçe bastırır bastırmaz biraz daha araladı bacaklarını.

"burası.. acıyor mu burası" diye sordum dalarken içine.

yarı kapalıydı gözleri. anlaşılmayan bir işaret yaptı başıyla, ne evet demekti ne hayır. iki parmağımı daha soktum, yavaşça uzandım yanına. kolumu başının altından geçirip yavaşça çektim kendime doğru, parmaklarım büyük bir ustalıkla, içinden sızan şerbette yayık dövüyordu.

kıpırtısız yatıyordu, bütün bütüne bırakmıştı kendini, aklı parmaklarımın oyunundaydı. elini tuttum, büyülüymüş gibi açılıveren pantolon düğmelerimin arasından içeriye soktum. kamışımı kibarca kavradı sımsıkı, denenmiş bir okşayışla okşamaya başladı. yüzüne bir göz attım, bir mutluluk okunduğunu gördüm. bunu seviyordu işte, bu gözü kapalı, dokunma alışverişini. şimdi gerçekten uyuyabilse, düzdürebilse kendini, hiç ilgilenmediğini göstermek isteyerek, arada kışkırtarak.. kendini hem bütün bütüne verip hem de masumluğunu sürdürebilse.. ne büyük bir mutluluk olurdu bu! amının ta dibiyle yapmaktan hoşlanıyordu, hiç kımıldamadan, baygın gibi yatarak. işaret direkleri kalkmış, gerilmiş, sevinçli, seğirerek, gıcıklanarak, emerek, sımsıkı sarılarak, gönlünün dilediği gibi vuruşabilirdi, düzüşebilirdi son bel damlasına kadar.

yanlış bir hareket yapmamak gerekiyordu kesinlikle, bir ipekböceği kozası gibi eğirilen, çıplak, bedensel benliğini saran ince deriyi yırtmamak gerekiyordu. parmakla kamışa yer değiştirtmek, bir göz bağcının el çabukluğunu gerektiriyordu. ölümcül haz yavaş yavaş artırılmalıydı, gövdeye alıştırılan bir zehir gibi. bir kozanın peçesi altında yapılmalıydı, yıllarca önce, onu elde etmek için kızlığını geceliğinin üstünden bozmak zorunda kaldığım zamanki gibi. kamışım onun becerikli okşamalarıyla kıvranırken, şeytanca bir düşünce geldi aklıma. üvey babasının kucağında oturuşunu düşündüm, akşam karanlığında, yarığı her zamanki gibi pantolonunun önüne yapışık. yüzü nasıl olurdu acaba babasının o ateş böceğinin uyuklayan deliğine girmeye başladığını birdenbire duysa; babasının kulağına ilk gençlik aşklarının sapık saçmalarını fısıldarken, duman gibi ince olan giysisinin dolgun kabalarını örtmediğinin farkında değilken, bu sözü edilmemesi gereken şey birdenbire dikilip içine tırmansa ve bir su tabancası gibi patlayıverse. düşüncelerimi okuyup okumadığını anlamak ister gibi yüzüne baktım, alev alev yanan deliğinin katlarını, girintilerini çıkıntılarını yoklarken, atak, saldırgan dokungaçlarla. gözleri sımsıkı yumuluydu, dudakları şehvetle aralanmıştı; gövdesinin aşağı kısmı kıvrılıp bükülmeye başladı, bir ağdan kurtulmak ister gibi. yavaşça elini kamışımdan aldım, aynı zamanda da bir bacağını kaldırıp üstümden aşırdım. kamışımı bir süre yarığının ağzında sıçratıp titrettirdim, yarığı boyunca ileri geri kaydırdım, esnek bir lastik oyuncak gibi. bu küçük oyunu baştan çıkartıcı bir büyü için sürdürüyordum, arada sırada kamışımın başını birkaç santim ileri uzatıyor, sonra yeniden amcığının ucunda gezdiriyor, ıslak kılları arasına sokup bırakıyordum. birdenbire sert bir soluk aldı, gözlerini kocaman kocaman açarak tam bir dönüş yaptı; elleri ve dizleri üstünde dengesini kurmaya çalışarak kaygan kapanıyla kamışımı çılgınca bir heyecan içinde kapmaya davrandı. iki elimi kabalarına koydum, parmaklarımla da iyice kabarmış olan amcığının iç kenarlarını okşamaya başladım, sonra patlak bir balonu açar gibi ayırdım iki yana, kamışımı en duyarlı noktaya dayayarak kendisini üstüme bırakmasını bekledim. bir an için caydığını sandım. başı zavallı bir biçimde göğsüne düşmüştü, gözleri yarığının çılgınca hareketlerine dikiliydi, sonra, sımsıkı sürdü ileriye doğru kendini, bakışlarını birdenbire başımın üstündeki bir noktaya kaldırarak, sapladı. iyice açılmış, durmadan hareket eden gözlerine tam anlamıyla bencilce olan bir görünüş gelmişti, ardını çalkalamaya başladığı anda, kamışım ancak yarısına kadar girmişti içine, alt dudağını ısırmaya başladı. bunu görünce kendimi azıcık aşağıya kaydırdım, bütün gücümle onu üstüme çekerek köküne kadar soktum, öyle derine inmiştim ki, inledi, başı yastığa düştü. o anda alıp bir havuç soksaydım aldırmazdı. birden odanın kapısı vuruldu. öyle bir çarpıldık ki, yüreklerimiz duracak sandım. her zamanki gibi kendini ilk toparlayan o oldu. kendisini benden sökerek kapıya koştu.

2
"kaçmalıyım" dedim, şapkamı ve pardösümü atıp onun yanına doğru hızla giderken. "seni böyle bırakmak istemiyorum.. böyle." ışığa uzanan elini tuttum, kendime doğru çektim, kucakladım sonra onu. hiç karşı koymadı. tersine, başını geriye attı, dudaklarını uzattı. az sonra dili ağzımdaydı, gövdesini gevşek ve ılık, benimkine bastırdı çırpınarak. "çabucak becermeliyim." dedim kendi kendime, dışarı fırlamakta acele etmiyordum artık. elimi giysisinin altına sokup parmaklarımı çatlağına daldırdım. pantolon düğmelerime uzanınca şaşırdım, açtı, kamışımı çıkarttı. duvara dayadım sırtını, kendisi alıp koydu kamışımı deliğine. şimdi alev alev yanıyordu, yapacağı her hareketin bilincindeydi, tartıyordu her şeyi ve zorbaca davranıyordu.

ayakta dikilirken yapmak çok biçimsizdi. "şuraya uzanalım" diye fısıldadı, dizüstü çöküp bana da asılırken.

"soğuk alacaksın" dedim, hırsla soyunuyordu.

"umurumda değil" dedi, pantolonumu indirip kayıtsızca beni üstüne çekerken. "ah tanrım!" diye inledi, yeniden, dudaklarını ısırıp, yavaş yavaş soktuğum sırada taşaklarımı sıkarak. "oh, ver... iyice sok!" zevkten soluğu tutuldu, inledi.

hemen fırlayıp şapkamı ve paltomu kapmak istemediğimden, üstünde yatakaldım, kamışım içindeydi, küçük bir çekiç gibi kaskatıydı. içi olgun bir yemişe benziyordu, soluk alıyor gibiydi eti. az sonra iki küçük bayrağın dalgalandığını duydum; sağa sola sallanan bir çiçek gibiydi, taçyapraklarının okşanması çıldırtıyordu onu. elinde olmadan oynuyorlardı ama sert, çırpınarak, silkinerek bir oynayış değildi, esen yelle dalgalanan iki ipek bayrak gibi. birden kendine gelmiş gibi oldu: deliğinin iç duvarları yumuşak bir limon sıkacağı gibiydi, isteğine uyarak asılıyor, kavrıyordu, görünmez bir el oluşturmuş gibi içinde.

kımıldamadan yatarak, kendimi bu ustaca oyunlara bıraktım. artık kaçamayacağımı biliyordu. istediği kadar uzatabileceğini biliyordu bunu, hele böyle kımıldamadan yatıp deliğinin içiyle düzüşürken, vuruştururken bilinçsiz bilinçle.

bu kere ağzımı ağzına dayayarak dilimle düzüşmeye başladım. korkunç numaralar yapabiliyordu diliyle, bildiğini çoktandır unuttuğum numaralar. bazen yutmamı ister gibi ta gırtlağımdan aşağıya kaydırıyor, sonra dikkatimi aşağıdaki belirtilere, çıldırtacağına çekmek ister gibi geri alıyordu. bir keresinde hava aldırmak için iyice çıkartmıştım, aç kurt gibi eliyle kapıp yeniden içine kaydırdı, kendini de, dibi bulsun diye ileriye doğru vererek. daha sonra, deliğinin ağzına kadar çektim, ıslak burunlu bir köpek gibi kamışımın burnuyla koklamaya başladım. bu küçük oyun yetip artmıştı artık; boşalmaya başladı, uzun zamandır tuttuğu orgazm beş köşeli bir yıldız gibi patladı. bir kasılmadan bir başkasına geçerken, öylesine soğukkanlı bir denetim içindeydim ki, şeytan gibi dolaştırıyordum içinde benimkini, yanlarına, aşağıya, içine, dışına sürtüyor, daldırıyor, geri çekiyor, mıhlıyor, gümbürdetiyor ve iyice hazırlanmadan boşalmayacağımı çok iyi biliyordum.

o zamana kadar yapmadığı bir şeyi yapmaya başladı. çılgınca bir kendini verişle dudaklarımı, boynumu, kulaklarımı ısırıp bir makine gibi tekrarlamaya başladı: "hadi, ver, ver, hadi, ver, oh tanrım koy, iyice koy!" orgazmdan orgazma geçiyor, itiyor, kakıyor, kendisini kaldırıyor, ardını çalkalıyor, bacaklarını kaldırıp boynuma doluyordu; derken birdenbire, bitik bir durumda, yalvarmaya başladı patlatmam ve bitirmem için. "patlat, patlat hadi.. çıldıracağım." orada, bir yulaf çuvalı gibi, soluk soluğa terleyerek, çaresiz, sıfırı tüketmiş yatarken, yavaş yavaş ve düşünceli düşünceli kamışımı ileri geri vurmaya başladım, sığır külbastısı, patates püresi, salça ve bütün baharatları tattıktan sonra, onu tam elektriğe tutulmuş gibi sarsan bir tampon attım tam rahminin ağzına.

3
eve dönerken en çok sevdiği dondurmacıya uğradık yolda, deli olduğu o fransız dondurmasından bir tabak yuvarladıktan sonra gevşedi, evle ilgili önemsiz bir şey üstünde konuşmaya başladı hafiften; olayı kafasından sildiğini gösterirdi bu. taze bir yaranın deşilmesiyle karışınca, lüks saydığı fransız dondurması, sevmeye, sevilmeye hazır bir duruma getirmişti maude'u. her zaman yaptığı gibi yukarıda yatak odasında soyunacağına, mutfağa açılan banyoya girip kapıyı dikkatle, ağır ağır, neredeyse bir striptizci gibi, beni çağırdı sonunda, kalçasındaki bir çürüğü göstermek için, bir yandan da saçını fırçalıyordu. çıplaktı, yalnız çoraplarıyla pabuçları vardı üstünde, sırtından aşağı döküm dökümdü saçları.

dikkatle inceledim çürüğü, böyle yapmamı istediğini bildiğim için, orasına burasına dokundum hafif hafif, gözüme ilişmeyen başka bereler de olabilir mi diye; sakin, rahat bir sesle durmadan endişeli sorular sorarak ateşi körüklüyordum bir yandan da; bu, yaptığı şeyi kendisine itiraf etmeden soğukkanlı bir düzüşmeye hazırlanmasını sağlıyordu. bu sakin, donuk, işini bilen doktor sesiyle ona, "mutfaktaki masanın üstüne yatsan iyi olacak, daha iyi gözden geçirebilirim orada" desem, yapacak istediğimi, dil dökmemi, gönlünü almamı beklemeden bacaklarını açıp parmağımı sokmama izin verecekti hiç gönlü bulanmadan; çünkü bir süre önce bir yerden düştüğünden beri içinde bir yumru olduğu gelmişti aklına bu ara, korkutuyordu bu onu, bu küçük yumru; çok yavaşçacık parmağımı soksam yerini bulabilirdi belki, falan filan. orada masanın üstünde bir süre öylece yatmasını söylemem de onu rahatsız etmişe benzemiyordu. çok sıcak olmaya başlamıştı, ben de çıkaracaktım üstümdekileri, soba çok yanıyordu da, falan da, filan da. böylece, pabuçlarla çoraplarımdan başka üstümde ne varsa çıkardım. tabak kırabilecek güçte sertleşmeye başladım yeniden. ya da daha doğrusu, bazı eski çürüklerin, noktaların, berelerin, lekelerin ve başka şeylerin farkına varmıştım ben de, o da lütfen bakabilir miydi bana, hazır bu işe başlamışken, çıkıp yatabilirdik sonra da, geç oluyordu çünkü artık, onu yormak istemiyordum.

tuhaf ama hiç yorgunluk duymuyordu, öyle dedi. masadan indi, önce kamışımı sonra taşaklarımı sonra kamışımın kökünü sıkmaya başladı, sımsıkı, ustaca, öyle bir tatlı yapıyordu ki bunu, gözüne fışkırtacaktım az kaldı. bunun arkasından boyumun ondan ne kadar uzun olduğunu merak etti, önce sırt sırta durduk, sonra yüz yüze; kamışım bacaklarının arasında çekirge gibi sıçrarken bile, metrelerle santimlerle uğraşıyormuş görünüyordu, pabuçlarını çıkarması gerektiğini söylüyordu; çünkü ökçeleri yüksekti, falan filan. böylece, mutfaktaki iskemleye oturttum onu, pabuçlarıyla çoraplarını çıkardım, o da kibarlık gösterip hizmetini esirgemedi benden, kamışımı okşuyordu düşünceli davranarak, üstelik öyle otururken bunu yapabilmek güçtü ama ben biraz daha yaklaşıp bacaklarını dik açı yapacak kadar yukarı kaldırarak büyük bir iyilikseverlikle kolaylaştırdım durumunu; sonra hemen kıçından yakalayıp kaldırdım, sokuverdim ta köküne kadar, yandaki odaya taşıyıp sedirin üstüne attım, daldırdım yeniden, giriştim, gürültülü ve öfkeli, o da öyle yapıyordu, en yürekten, gelişigüzel olmayan bir dille yalvarıyordu tutmam için; sonra birden aklına gelivermiş gibi kayıp kurtularak döndü, dizlerinin üstüne kalktı, başı aşağıya sarkmış, kıçı çılgın gibi kıvranıyor, fokurdayan sesi açıkça, kendi kulaklarının da duyup anlayacağı dilde, "en dibine kadar sok n'olur, n'olursun hadi.. çok kızıştım." diyordu.

fırsat düştükçe beni imrendirmek için ağzından kaçırabilirdi böyle bir sözü, kendinde olsa bu kaba sözcük karşısında korku ve utançla büzülür kalırdı; ama şimdi, küçük hazlardan, dölüt yolunda gezinen parmaktan sonra, ağırlık kaldırma ve boy ölçüşme yarışmasından, çürüklerin, şişlerin, bilmemnenin karşılaştırılmasından, tadına doyulmaz kamış ve taşak numaralarından sonra, o güzelim fransız dondurmasından, tiyatro kapısında düşüncesizce devrilen çamdan sonra, geçen akşamki insafsız itiraftan sonra imgeleminde oluşanlar bir yana, bir bessemer çelik fırını durumuna getirdiği cayır cayır yanan organının ısı derecesini anlatmak için en doğru, en uygun sözcüktü "kızıştım." çalıştırmaya başlayayım diye verdiği işaretti bu, hiçbir şey esirgemeden. şöyle bir şey demek oluyordu: "dün ya da bugün öğleden sonra ne olduysam olayım, kendimi ne sanırsam sanayım, senden nasıl nefret edersem edeyim, ne istersen yap o şeyinle yarın ya da ondan sonraki gün, şimdi ben istiyorum. onunla birlikte olan her şeyi istiyorum: daha iri, daha kalın, daha uzun, daha sulu olsaydı keşke; koparabilseydim de içimde kalsaydı hep; kaç kadın düzdün şimdiye kadar hiç aldırmıyorum, beni düzmeni istiyorum, amımı düz, kıçımı düz, düz düzebildiğin kadar. çok kızıştım, işitiyor musun? öyle bir kızıştım ki, ısırıp koparabilirim onu. ta dibine kadar sok, bastır, kopar o koca kamışını, içimde bırak. kızıştım diyorum sana.."

4
arada sırada mona'yı düşünmeye, yüzümden yapmacık bir üzüntü geçirmeye çalışıyordum; ama uzun sürmüyordu. çok iyi bir havadaydım, çok rahat, çok kayıtsızdım. korkunç bir şey gibi gelecek ama, onu yatıştırır yatıştırmaz bir güzel düzmeyi düşünüyordum. iyice temizleyip temizlemediğimi anlamak için parmaklarımı kokladım. bunu yaptığımda da maude'un gülünç bir durumu canlandı gözümün önünde. onu yerde bitkin yatar bırakarak temizlenmek için banyoya koşmuştum. kamışımı oğuştururken kapıyı açtı. gebe kalmaktan korktuğu için hemen temizlenmek ister hep. bana bakmayıp işini yapmasını söyledim. üstündekileri sıyırdı, sıcak su musluğuna hortumu taktı, banyo paspasının üstüne yatarak bacaklarını kaldırıp duvara dayadı.

"yardım edebilir miyim" dedim, kamışımı kurulayıp, onun nefis lavanta tozundan bolca dökerken üstüne.

"istiyor musun?" dedi, ardını çalkalayarak daha bir dikip bacaklarını havaya.

"biraz aç" diye buyurdum, hortumu hemen sokmak için hazır tutarak.

yarığını on parmağıyla birden çekerek iki yana, dediğimi yaptı. eğildim ve zevkle incelemeye koyuldum. koyu ciğer rengiydi içi ve dudakları biraz abartılıydı. parmaklarımın arasına alarak usul usul birbirlerine sürtmeye başladım, kadifemsi iki taçyaprağı sürtüştürür gibi. ardı duvara dayanmış, bacakları bir pergelinkiler gibi dümdüz yukarıya kalkık yatarken öylesine çaresiz bir görünüşü vardı ki, kendi kendime güldüm.

"n'olur oyalanma." diye yalvardı. birkaç dakikalık bir gecikme kürtaj demekmiş gibi. "çok acelen var sanıyordum."

"var ya" diye cevap verdim, "ama buna bakınca gene isteklenmeye başladım."

hortumu soktum. su içinden yere akmaya başladı. kurulamak için bir iki havlu attım. ayağa kalkınca, sabun ve bez alarak, amını yıkamaya başladım. bir güzel sabunladım içini dışını -çift yönle, nefis bir dokunma duygusu.

büsbütün ipek gibi olmuştu şimdi orası, parmaklarımı içinde dışında gezindirmeye başladım, banço çalar gibi. kamışım, şu yarı istekli, şişmiş gibi duruşuyla tam kabarmış, daha korkunç görünüşlü bir şey olmuştu. önümde sallanıyor ve uyluğuna sürtünüyordu. çıplaktı daha. kurulamaya başladım onu. daha rahat yapayım diye de küvetin kenarına oturdum, kamışım yavaş yavaş sertleşiyor, ona doğru atılır gibi çırpınıyordu. kabalarını kurulamak için onu kendime doğru çekince, aç gözlerle, umutsuzca baktı önümdekine, hem hayran kalmış hem de oburluğunu belli ettiği için kendinden utanmıştı. sonunda dayanamadı daha fazla -kendinde olmadan dizleri üstüne çöktü ve ağzına aldı. ben de elimi saçları arasında gezdirdim, kulaklarını, ensesini okşadım, memelerini tutup yavaş yavaş oğuşturdum, iyice kabartana kadar meme uçlarıyla oynadım. ağzını açtı ve çubuk şekeri gibi yalamaya başladı bu kere. "dinle" diye mırıldandım kulağına, "yeniden yapamayız ama birkaç dakika içine sokayım, sonra hemen giderim. çok çok güzel, birdenbire kesmek istemiyorum. boşalmam, söz.." bana yalvarır gibi baktı, "sana inanabilir miyim?" der gibiydi, "evet ben de istiyorum. peki, peki; ama uyandırma beni, olur mu?" der gibiydi.

tutup ayağa kaldırdım, bir manken gibi çevirdim, ellerini küvetin kenarına dayadım, kıçını birazcık kaldırdım. "şimdi de böyle yapalım, değişiklik olsun." diye mırıldandım, kamışımı hemen sokmayıp arkadan yarığına ileri geri sürterek.

"akıtmayacaksın, olur mu?" diye yalvardı, boynunu geriye uzatıp, lavabonun üstündeki aynadan yırtıcı, yalvaran bir bakış atarak. "iyice genişledi.."

bu "iyice genişledi" sözü içimi şehvetle doldurdu. "seni namussuz kancık" dedim kendi kendime, "ben de onu istiyorum ya. senin o saraya benzeyen rahminin içine işeyeceğim." ufak ufak kaydırmaya başladım yavaşça sağa sola sürterek, iyice açılmış olan deliğinin girintilerini, kılıfını yoklayarak, rahminin ağzını bulana kadar; bulunca da iyice soktum, hiç çıkartmayacakmışım gibi lehimledim orasına. "oh! oh!" diye inlemeye başladı. "kımıldama n'olur.. tut öylece!" sımsıkı tutuyordum, arka tarafı çarkıfelek fişeği gibi dönmeye başladığı zaman bile.

"biraz daha tutabilir misin?" diye mırıldandı boğuk bir sesle, geriye bakmaya çalışıp aynada kendisiyle yüz yüze gelirken.

"tutuyorum." dedim, en ufak bir kıpırtıdan bile kaçınarak, onun bütün oyunlarını ortaya döktüreceğini bilerek.

"öyle güzel oluyor ki" dedi, başı düşerken önüne, rezelerinden boşanmış gibi. "şimdi çok daha büyüdü, biliyor musun? gevşek gelmiyorum ya sana. çok genişledim."

"çok iyi" dedim. "iyi oturuyor. dinle, kımıldama artık. yalnızca yakala. nasıl, biliyorsun."

denedi; ama çalışmadı nedense küçük limon sıkacağı. hemen çektim haber bile vermeden. "yatalım hadi.. şuraya" dedim, kuru bir havlu çekip altına sererken. kamışım ışıl ışıl yanıyordu suyuyla, direk gibiydi. kamışa benzer yanı kalmamıştı, taktığım bir araç gibiydi, kabarmış bir et gibi. yüzükoyun yattı, korku ve sevinçle bakarak kamışıma, bundan sonra onun ne yapacağını merak ederek -karar veren oymuş gibi, ben ya da kendisi değil.

"seni böyle alıkoymam çok büyük insafsızlık." dedi, çabucak emerken. bir şapırtı sesi çıkardı emerken, sulu osuruklar gibi.

"eh, iyi bir muştalayacağım seni şimdi. merak etme, boşaltmam. bir damla bile kalmadı içimde. istediğin gibi oynat sağını solunu. aşağı yukarı fırlat. evet, tamam, sürtüştür, haydi, yap.. iyice dök kurtlarını!"

"suss!" diye fısıldadı elini ağzıma koyarak. eğildim, ensesinden ısırdım uzun uzun; kulaklarını, dudaklarını ısırdım. çekip çıkardım (bir saniyelik bir işkence), amcığının üstündeki kılları ısırdım sonra, iki küçük dudağını yakalayıp dişlerimin arasına aldım.

"sok! sok!" diye yalvardı; dudaklarından salyalar akıyor, kamışımı tutup yeniden sokmaya çalışıyordu. "oh, geliyor.. tutamıyorum artık. oh, oh.." birden kasıldı, öylesine bir şiddetle, öylesine bir kendinden geçmeyle çarptırdı ki bana, kuduz bir hayvana benziyordu. boşalmadan çektim, kamışım parlaktı, ışıldıyordu, dipçik gibi dimdikti. yavaş yavaş ayağa kalktı, yıkayacağına hayranlıkla, şefkatle okşadı kamışımı, görevini yaptığını doğrulamak ister gibi. "gitmelisin" dedi, kamışımı iki eli arasında tutarak bir havluya sardı. sonra havluyu bırakıp başını başka yana çevirdi. bu fazladan düzüş iyice yumuşatmıştı onu.

5
yanıma gelip sarıldı. hemen kucaklayıp kaldırdım, divana götürdüm. giysisini sıvayıp kaldırdım, bacaklarını açıp dilimi daldırdım deliğinden içeri. bir anda üstüne aldı beni. kamışımı çıkarmıştı, iki eliyle amcığını açtı sokuvereyim diye. neredeyse girer girmez boşaldı, sonra bir daha, bir daha. kalkıp yıkandı çabucak. o bitirince ben de yıkandım. banyodan çıktığımda divanda yatıyordu, dudağında bir sigarayla. oturdum orada birkaç dakika, elim bacaklarının arasında, yavaşça konuşarak.

6
maude içeri girdiği sırada, büyük aynanın önünde durmuş, sallanışını zevkle seyrediyorum. dişi tavşan gibi oynak ve her yanı tül ve muslinle süslenmiş. aynada gördüğü şeyden hiç de korkmuyor. yanıma yaklaşıyor. "aç!" diyorum. yavaş yavaş soyunarak, "aç mısın?" diye soruyor. çeviriyor ve kendime doğru bastırıyorum. bacağının tekini kaldırıyor. aynada kendimizi seyrediyoruz. büyülenmiş gibi bir hali var. daha iyi görebilsin diye, üstündekileri kaldırıyorum. havaya kaldırıyorum ve bacaklarını doluyor. "evet, hadi!" diye yalvarıyor. "yap beni! yap!" aniden bacaklarını ayırıyor, gevşetiyor. büyük koltuğu yakalıyor ve çeviriyor, ellerini arkasına dayıyor. arkası davetkar bir şekilde kalkık. beni beklemiyor; kendisi yakalıyor ve bir eliyle yerleştiriyor. giysilerimi kirli bir sokak kızı gibi kaldırarak, yavaş yavaş hareket ediyorum. aktığını görmekten büyük zevk alıyor; alttan uzanıp oynuyor. gemi azıya almış şimdi. dışarı çıkarmadan, mümkün olduğu kadar geri çekiyorum; kıvırıyor ve iyice içine yerleştiriyor. nihayet bu da yetiyor. yere uzanmak ve bacaklarını boynuma dolamak istiyor. "dibine kadar" diye yalvarıyor. "acıtmaktan korkma.. istiyorum! her şeyi yapmanı istiyorum." öyle yüklendim ki, sanki bir adale yatağına gömülmüştüm. her yanı sallanıyor, kayıyordu. eğildim ve memelerini emdim; uçları taş gibiydi. aniden başımı kendine doğru çekti ve çılgınca ısırmaya başladı; dudaklarımı, kulaklarımı, yanaklarımı, boynumu ısırıyordu. "istiyorsun, değil mi?" diye fısıldadı. "istiyorsun, istiyorsun.." dudakları çapkın çapkın kıvrılmıştı. "istiyorsun, istiyorsun.." ve yerden kalktı. sonra da, suratı sanki çekiçle parçalanan bir aynanın altında kalmışçasına bir inleme, bir spazm, vahşi, işkenceli bir bakış suratında. "daha dışarı çıkarma" diye hırıldadı. bacakları hala boynuma dolanmış bir vaziyette, küçük bayrağım seğirmeye ve titremeye başladı. "allahım" dedi, "durduramıyorum!" şehvetli bir melekten kutsal suyu alıyormuş gibi, söz dinler bir vaziyette dudaklarından sarkıyordu. tekrar akıttı. giderek daha da şehvetleniyordum. bacaklarını indirdim ve benimkilerin yanına koydum. "allah belanı versin, sallanma!" dedim, "şimdi patlatacağım." yavaş yavaş ve hiddetle gidip gelmeye başladım. nefes alıp veriyor, "ah, ah.. oh!" diye fısıldıyordu. juggernaut gibi dimdik tutuyordum. bombazin parçasını düzen moloch gibi. organza friganza. düzgün dürtüşlerle bolero. gözleri çılgınca parıldıyordu. ebedi bir çiftleşmeydi sanki. üzerine yığıldım ve bitkin bir şekilde dudaklarını kemirmeye başladım.

7
yırtıcı, umutsuz, yaşların izlerini taşıyan gözlerle bakıyordu bana, kollarını boynuma dolayıp kendine doğru çekti beni, ağlayarak çılgın gibi kucakladı. "hemen bırakmayacaksın beni, değil mi?" diye hıçkırdı, tuzlu, aç dudaklarla öperek. "sarıl bana n'olur. sımsıkı sarıl bana. tanrım, öyle bir yitmişlik duyuyorum ki." daha önce onda görmediğim bir tutkuyla öpüyordu beni. her şeyini koyuyordu bu öpüşlere -aramızda duran bütün acıyı da. ellerimi koltuklarına kaydırıp yavaşça ayağa kaldırdım onu. iki sevgili kadar yakındık birbirimize, ayakta sallanıyorduk. insan denilen hayvan ancak kendini başkasına aşırı ölçüde verdiği zaman böyle sallanabilirdi. kimonosu sıyrıldı üstünden, başka hiçbir şey yoktu içinde. elimi ensesinden aşağıya kaydırdım, dolgun butlarına; parmaklarımı yarığın içine soktum, çektim kendime doğru bastırdım, dudaklarını, kulak memelerini, boynunu ısırarak, gözlerini, saçlarının dibini yalayarak. gevşedi, ağırlaştı, gözlerini kapadı. aklını da kapadı. çöktü yere yığılıverecekmiş gibi. tuttum, kucağıma alıp koridordan geçtim, merdivenleri tırmanıp yatağın üstüne attım. üstüne düştüm ben de, alıklaşmış gibi, bıraktım üstümdekileri parçalayarak, soysun. sırtüstü yattım bir ölü gibi, tek canlı yerim kamışımdı. üstüne kapanıp ağzına aldığını ve sol ayağımdaki çorabın kayarak çıktığını duydum. dönüyormuş gibi bir şey yapıyordu karanlıkta. bacakları omzuma geldi, apışarası da dudaklarıma dayanmıştı. kıçını başımın üstünden kaydırdım, üşengeç bir susuzluğu gidermek için süt kovasını kaldırırcasına, sonra içtim, ısırdım, emdim, tembel bir kuş gibi. öylesine istekle kendinden geçmişti ki, tehlikeli bir şekilde kasılmıştı dişleri kamışımın üstünde. bu hıçkırıklı, çılgın tutku içinde dişlerini daha da derine geçirip ucunu olduğu gibi koparıverirse diye bir korku girdi içime. gıdıklamam gerekti çenesini gevşetmesi için. bundan sonrası çabuk ve kolay oldu -ne gözyaşları, ne sevgi dümenleri, ne de bana söz ver oyunları. al beni, düz düzebildiğin kadar! buydu benden istediği. soğukkanlı bir öfkeyle yapıyordum bunu. en son düzüşmemiz olabilirdi. daha şimdiden bir yabancıydı benim için. zina işliyorduk, kutsal kitap'ın sözünü etmekten hoşlandığı, tutkulu türünden. ibrahim sara'ya ya da leander'e gitti ve onu bildi. (tuhaf bir italik düzeni var kutsal kitabın ingilizcesinin) ama bu kızışmış eski ataların, yaşlı genç bütün karılarının, kız kardeşlerinin, ineklerinin, koyunlarının hakkından gelmeleri çok bilerek oluyordu. önce başlarını sokuyor olmalıydılar, yaşlı zamparaların bütün kurnazlığı, bütün ustalığıyla. tapınakta  tavşanla sikişen ishak gibi hissettim kendimi. uzun kulaklı, beyaz bir tavşandı maude. paskalya yumurtaları vardı içinde, bir sepete bırakacaktı onları birer birer. derin bir düşünceye daldım içinde, her çatlağı, her sıyrığı, her yırtığı, kurumuş bir istiridye büyüklüğünde şişmiş her yumuşak yumruyu inceleyerek. bir ara üstümden çekilip dinledi, braille (new york point) gibi meraklı parmaklarının ucuyla yoklayarak. dört ayağı üstüne domaldı, dişi bir hayvanın hiç gizlenmeyen bir hazla titreyip kişnemesi gibi. tek sözcük çıkmıyordu ağzından, bir dil bildiğini gösterecek tek belirti yoktu, alt - üst - tıp - düz - bi - ton - züt - düt gibi sözler dışında. mississippili bay sönmüş gitmişti büsbütün: kıtaların temelinde yatan, vaftiz edilmeden ölen çocuklarla isa'dan önce yaşayan ruhların bulunduğu bataklığa göçmüştü. tek bir kuğu kalmıştı geride: dudakları uçuk mavimsi bir şeyin ucuna yapışmış, sekizde bir zenci kanı olan bir melez. az sonra rahata erecektik, boşaldıktan sonra, erikler, kayısılar yağarken gökten. son itiş, ateş söndürülünce sıcak, beyaz küllerin ağır akışı. sonra baltayı bekleyerek yan yana iki kütük. kusursuz bir bitiş! floş royal! onu bildim ve o beni bildi. gene gelecek bahar ve yaz ve kış. başka birinin kolları arasında sallanacak, karanlıkta sevişecek, kişneyecek, boşalacak, dört ayak üstüne domalıp çökecek -ama benimle değil. ben yerine getirdim görevimi, son ayinlerini yaptırdım ona. gözlerini kapattım, ölü numarası yaptım. evet, yeni bir yaşam sürdürmeyi öğrenecektik mara'yla. yarın erken kalkıp mektubu ceketimin cebine gizlemeliyim. ne tuhaf bitiveriyor bazı ilişkiler. son sözcüğü hesap defterine kocaman süslerle yazacağınızı düşünürsünüz hep ama gece siz uyurken hesabı kapatan makine hiç aklınıza gelmez. en büyük titizlikle, iki sütun yöntemiyle tutulmuş bütün hesaplar. tüylerinizi ürpertir, öylesine güzel hesaplanmış her şey.

balta iniyor. son derin düşünceler. balayı ekspresi kalkıyor: memphis, chattanooga, nashville, chickamauga. kar gibi pamuk tarlalarından geçiyor. çamurda esneyen küçük timsahlar. çayırda çürüyen son kayısı. ay yusyuvarlak, hendek derin, toprak kara, kara, kara.

mara

1
hesabı ödedim, dolgun bir bahşiş verdim garsona, müdürle el sıkıştım, müdür yardımcısıyla, kabadayılarıyla, vestiyerci kızla, kapıcıyla, çanağını uzatmış bir dilenciyle. bir taksiye atladık, araba kalkar kalkmaz bacaklarını açıp oturdu üstüme. gözü kapalı sevişmeye başladık, beri yanda araba sarsılıp sallanıyor, dişlerimiz takırdayıp vuruyor, diller ısırılmış, sıcak çorba gibi sızıyor sıvısı mara'nın. ırmağın öbür kıyısında tam şafak vakti açık bir meydandan hızla geçerken, şaşırıp kalan bir polisle göz göze geldim. "mara, şafak söküyor." dedim, yavaşça kendimi kurtarmaya çalışarak. "dur, dur" diye yalvardı, soluk soluğa, çılgın gibi bana yapışarak, sonra uzun bir orgazma girdi, organımı öğütecek sandım. sonunda yana kaydı, köşesine çöktü, öylece sıvanmış duruyordu giysisi. eğildim onu kucaklamak için, bir yandan da ıslak çukuruna soktum elimi. bir sülük gibi yapıştı bana, çılgın gibi kendinden geçmiş sarsılıyordu kalçası. sıcak sıvının parmaklarımın arasından sızdığını duyuyordum. dört parmağımı birden sokmuştum içine, cereyana tutulmuş gibi sarsılan ıslak yosunları karıştırarak. iki üç kez daha boşaldı, sonra bitkin çöktü yerine, yorgun yorgun gülümsüyordu, kapana kısılmış bir tavşan gibi.

2
metro istasyonundan evine az bir yolumuz vardı. yolda bir ağacın altında durup gevezelik etmeye başladık. eteğinin içine sokmuştum elimi, o da pantolonumun düğmeleriyle oynuyordu. ağacın gövdesine dayanıyorduk. geç olmuştu iyice, kimsecikler yoktu görünürlerde. kaldırımın üstüne bile yatırsam yatırılırdı.

bacağını açtığı sırada yerine yerleştireyim diye tam kamışımı çıkarmıştım ki, yukarıdaki dallardan kocaman bir kedi atladı üstümüze, kıçı yanmış gibi cıyaklayarak. ölüyorduk korkudan; ama kedi daha da çok korkmuştu, pençeleri ceketime takılmış kalmıştı çünkü. korku içinde canına okudum kedinin, o da iyice paraladı beni. yaprak gibi titriyordu mara. boş bir arsaya yürüyüp çimenlerin üstüne yattık. yaraların mikrop almasından korkuyordu mara. eve gizlice girip tentürdiyotlar, bilmemneler getirecekti. orada yatıp bekleyecektim onu.

ılık bir geceydi, boylu boyunca uzandım yıldızlara bakarak. bir kadın geçti; ama görmedi benim orada yattığımı. dışarıda kalmıştı kamışım, ılık rüzgarla kıpırdanmaya başlamıştı gene. mara döndüğünde titreyip sıçrıyordu artık. diz çöktü yanıma tentürdiyot ve sargı bezleriyle. suratına bakıp duruyordu kamışım. üstüne eğildi, aç kurtlar gibi kaptı ağzıyla. getirdiği şeyleri bir kıyıya itip üstüme çektim onu. ben yükümü fışkırttım ama o boşalıyordu durmadan, bir daha, bir daha -hiç bitmeyecek sandım.

sırtüstü yatıp dinlendik biraz, ılık bir esinti vardı. bir süre sonra doğrulup tentürdiyotu sürdü. sigaralarımızı yaktık, yavaşça konuşarak oturduk orada. gitmeye karar verdik sonunda. evinin kapısına kadar götürdüm. orada durup kucaklaşırken birden sımsıkı yakaladı beni ve sürükledi. "bırakamam seni daha" dedi. der demez de üstüme atıldı, çılgınca öperek ve can alıcı bir yanılmazlıkla pantolonumun düğmelerine uzanarak. bu kez boş bir yer aramadık bile, olduğumuz yere çöktük kaldırımda, büyük bir ağacın altında. rahat sayılmazdı kaldırım -biraz sürünüp birkaç adım ötedeki yumuşak toprağa erişmem gerekti. dirseğinin yanında küçük bir su birikintisi vardı, çıkarıp birkaç santim daha kaymaya yeltendim ama çıkarmaya kalkışınca iyice sinirlendi mara. "sakın çıkarma bir daha" diye yalvardı. "deli oluyorum. sev beni, sev beni!" uzun bir süre dayandım üstünde. daha önce de olduğu gibi, tekrar tekrar boşaldı, cıyaklayıp hırıldıyordu bir yandan, şişlenmiş bir domuz gibi. ağzı daha da büyümüş, ölçüsüz şehvetlenmiş görünüyordu; gözleri kayıyordu sara nöbetine tutulmuş gibi. biraz çıkardım serinlesin diye. yanındaki su birikintisine elini sokup birkaç damla serpti üstüne. çok iyi geldi bu. hemen arkasından dört ayak doğrulmuştu bile, bir de böyle denemem için yalvarıyordu. emekleyerek arkasına geçtim; altından elini uzatıp yakaladı kamışımı, kaydırıverdi içeri. dosdoğru rahme girdi. acıyla hazdan gelen bir inilti koptu. "büyümüş" dedi, kıvrandırarak kalçasını. "gene sok, ta dibine kadar.. durma hadi, acımasına aldırmıyorum." böyle diyerek çılgınca bir sendelemeyle geri geri bana doğru geldi. kanım donmuş, taş gibi kalkmıştı kamışım, hiç gelemeyeceğim sanıyordum. ayrıca, yumuşamasından korkmadığımdan, bir seyirci gibi izleyebiliyordum olanları. çıkıncaya kadar çekip ucunu yumuşacık ıslak dudaklara sürtüyor, sonra gene daldırıyor, tıpa gibi bırakıyordum öylece. kalçalarını tutuyordum iki elimle istediğim gibi itip çekerek. "yap yap" diye yalvarıyordu, "delireceğim yoksa!" çarptı bu beni. başladım tulumba gibi işlemeye, bir içeri bir dışarı, sonuna kadar ama hiç çıkarmadan, birtakım sesler çıkarıyordu o bir yandan -ah! -ah, oh! -ah! sonra birden bumm! balina gibi fışkırdım.

üstümüzü başımızı silkeleyip eve doğru yürümeye başladık yeniden. köşede birden durdu olduğu yerde taş kesilmiş gibi, sonra bana dönerek neredeyse çirkin bir gülümsemeyle: "şimdi gelelim pis işlere!"

şaşkın şaşkın baktım: "ne demek istiyorsun? hangi işten söz ediyorsun?"

"demek istediğim şu" dedi, yüzündeki tuhaf gülümseme hiç silinmeden. "elli dolar gerekli. yarına kadar bulmalıyım. bulmak zorundayım. mutlaka, mutlaka.. anlıyor musun şimdi niçin beni eve getirmeni istemediğimi?"

"neden çekindin benden istemeye? çok gerekliyse sana elli dolar bulamaz mıyım sanıyorsun?"

"ama hemen gerekli. öğlene kadar bulabilir misin bunca parayı? ne olacağını sorma bana -önemli, çok önemli. ne dersin, bulabilir misin? söz verir misin bana?"

"elbet bulurum." diye karşılık verdim, bir yandan da düşünüyordum bunca kısa zamanda hangi cehennemden bulabileceğimi.

"harikasın" dedi iki elimi birden yakalayıp sıcacık sıkarak. "senden istemek çok canımı sıkıyor. paran olmadığını biliyorum. hep para istiyorum ben de -bütün yapabildiğim bu- para almak başkaları için. hiç hoşlanmıyorum bu işten ama yapılacak başka şey yok. bana güvenin var, değil mi? bir haftaya kadar geri veririm sana."

"böyle konuşma mara. geri istemiyorum. ihtiyacın olduğu zaman bana söylemeni istiyorum. yoksulum ama para bulabilirim arada sırada. daha fazlasını da yapabilmek isterdim. o berbat yerden kurtarmak isterdim seni, orada olduğunu görmek hoşuma gitmiyor."

"bundan söz etmeyelim şimdi, n'olur. eve git, uyu biraz. yarın saat yarımda times meydanı'ndaki bakkalın önünde buluşalım. biliyorsun orayı, daha önce de buluşmuştuk aynı yerde. tanrım, benim için ne kadar önemli olacağını bilmiyordum o zaman. milyoner sanmıştım seni. yarın beni eli boş bırakmayacaksın, değil mi?"

"bırakmayacağım mara."

dolores-irma

mona'yı bir taksiye bindirdim ve uzaklaşmasını seyrettim. son derece duygulanmıştım. sonra da kalabalığa karışmaya kararlı bir şekilde yürümeye başladım. broadway'in köşesinde kadının teki adımı çağırdı ve aceleyle yanıma yaklaştı.

"tanımadın beni ve yanımdan geçtin" dedi. "ne oldu sana böyle? üzüntülü görünüyorsun." tutmam için ellerini uzattı.

arthur raymond'ın eski karısı irma'ydı bu.

"gülünç bir şey" dedi, "az önce mona'yı gördüm. taksiden indi ve koştu. şaşkındı. kendisiyle konuşacaktım ama, çok hızlı koşuyordu. beni gördüğünü de sanmıyorum. artık beraber yaşamıyor musunuz? hep birlikte arthur'un evinde oturduğunuzu sanıyordum."

acaba yanılıyor muydu? "nerede gördün" diye sordum.

"nerede olacak, şu köşede."

"emin misin?"

acayip acayip gülümsedi. "yanılmış olamam, değil mi ya?"

kendi kendime konuşuyormuş gibi "bilmem" diye mırıldandım, "mümkün değil sanki. üstünde ne vardı?"

kesinlikle tarif etti. "küçük bir kadife pelerin" dediği zaman, başka biri olamayacağını anlamıştım.

"kavga mı ettiniz?"

"yoo, kavga değil.."

konuyu değiştirmek çabası içinde "artık mona'yı tanıyor olman gerekir" dedi. koluma girmişti ve sanki aklım başımda değilmiş gibi sürükleyip duruyordu.

"seni gördüğüme çok sevindim" dedi. "dolores'le hep senden söz ederiz. biraz uğramak istemez miydin? dolores seni görünce çok sevinecek. ortak bir dairemiz var. buraya çok yakın. n'olur gel.. seninle biraz konuşmak istiyor canım. son görüştüğümüzden bu yana bir yıldan fazla zaman geçti. karını henüz terk etmemiştin, hatırlıyor musun? şimdi de arthur'la beraber oturuyorsun; garip bu. o nasıl? iyi mi? güzel bir karısı olduğunu duydum."

beraber gitmem ve birkaç kadeh yuvarlamam için uzun uzun dil dökmesi gerekmedi. irma neşeyle fıkırdayıp duruyordu. her zaman böyle yakınlık gösterirdi bana; ancak hiç bu kadar heyecanlanmamıştı. ne olmuş buna, diye düşündüm durdum.

yukarı çıktığımızda her yer karanlıktı. "garip bu" dedi irma. "dolores bu gece erken geleceğini söylemişti. her neyse, birazdan mutlaka gelir. soyun.. otur.. sana hemen bir içki hazırlayayım."

bir bakıma şaşkınlık içindeydim, oturdum. yıllar önce arthur raymond'la ilk tanıştığımda, irma'dan hoşlanmıştım. boşandıktan sonra, irma, dostum o'mara'ya aşık olmuş, bu sonuncusu da arthur gibi kadıncağızın hayatını zehir etmişti. irma'nın soğuk olduğundan -cinsel olarak soğuk değil de, bencil olduğundan- yakınmıştı. o zamanlar onunla pek ilgilenmemiştim; çünkü kafamda dolores vardı. sadece bir defa aramızda dostluğa kadar varan bir yakınlaşma olmuştu. tamamen bir rastlantı sonucuydu ve ikimiz de sonraları unutmuştuk. bir öğleden sonra, ucuz bir sinemanın önünde karşılaşmış ve iki çift laf ettikten sonra, her ikimiz de kaygısız ve yorgun olduğumuzdan, sinemaya girmiştik. film son derece sıkıcı, içerisi de bomboştu. paltolarımızı kucağımıza koymuş, sonra da daha ziyade sıkıntıdan ve bir nebze insancıl temas ihtiyacından ötürü, ellerimiz birleşti ve bu şekilde uzun süre bön bön filmi seyrettik. az sonra kolumu doladım ve kendime çektim. elimi bıraktı ve kendi elini bacağımın üzerine koydu. durumdan nasıl yararlanacağımı merak ederek, hiçbir şey yapmadım. o'mara'nın, soğuk ve kayıtsız olduğunu söylediğini hatırlamıştım. dolayısıyla oturdum ve bekledim. bana dokunduğunda yarı kalkıktı. hareketli elinin altında idi. giderek parmaklarının yükünü hissettim; sonra sıkıca kavradı! sonra sıktı, okşadı; her şey sessizce, nazikçe, sanki uykudaymış ve her şeyi bilinçsiz bir şekilde yapıyormuş gibi. oynamaya ve sıçramaya başlayınca, yavaş yavaş ve bilerek pantolonumun önünü çözdü, elini soktu ve hayalarımı yakaladı. hala ona dokunmak için hiçbir hareket yapmıyordum. her şeyi ona yaptırtmak gibi sapık bir arzu belirmişti içimde. parmaklarının şeklini ve dokunuşunu hatırladım: duyarlıydılar ve de tecrübeli. kedi gibi kıvrılmıştı ve perdeye bakmıyordu artık. tabi dışarı çıkarmıştı; ancak hala pantolonun altındaydı, paltoyu koltuğun arkasına attığını ve bakışlarını bana yönelttiğini gördüm. şimdi cüretle çekiyordu, daha sert daha hızlı. nihayet eline geldim. "özür dilerim" diye mırıldandı ve mendilini çıkarmak için çantasına uzandı. ipek mendiliyle beni temizlemesine izin verdim. bende çıt yoktu. kucaklamak için ne bir hareket, ne bir çaba. sanki bunu başkasına yapmış, ben de seyretmişim gibi. yüzünü pudraladıktan ve her şeyi çantasına koyduktan sonra kendime çektim ve ağzımı ağzına yapıştırdım. sonra paltosunu kucağından attım, bacaklarını çektim ve kucağımın üstüne koydum. eteğinin altında hiçbir şey yoktu ve ter içindeydi. o da gelene kadar, hemen hemen vahşice yaptım: böylelikle borcumu istediği şekilde ödedim. sinemadan ayrıldıktan sonra bir pastanede pasta yedik, kahve içtik ve önemsiz birkaç konuşmadan sonra hiçbir şey olmamış gibi birbirimizden ayrıldık.

"özür dilerim, beklettiğim için. rahat bir şey giymek istedim de."

düşümden uyandım; sevimli bir görüntü uzunca bir bardak sunuyordu bana. bir japon bebeği olmuştu şimdi. divana yeni oturmuştuk ki, ayağa fırladı ve elbise dolabına seğirtti. valizleri kaldırdığını duydum; birden bir kısa nida, kızgınlık belirtisi çalındı kulağıma; boğuk bir sesle sanki beni çağırıyordu.

ayağa fırladım ve dolaba seğirttim; bir valizin üzerine çıkmış, en üst gözde bir şeyler arıyordu. dengesini bulması için bacaklarını tuttum ve inmek için tam döneceği sırada, elimi ipek kimonosunun içine soktum. kollarımın arasında indi; ellerimle bacaklarını sıkıca yakalamıştım. ihtirasla dolu bir kucaklaşmaydı bu, kadınsı giysileri içinde. sonra kapı açıldı ve dolores girdi. bizi dolaba gömülmüş vaziyette görünce hayretten donakaldı.

içini çekerek, "bak sen" dedi, "seni burada bulacağımı hiç sanmazdım."

irma'yı bıraktım ve kollarımı dolores'in boynuna doladım; şöyle hafifçe irkildi. şimdi her zamankinden daha güzeldi.

kendini benden ayırırken, daima biraz iğneleyici olan her zamanki kısa gülüşüyle güldü. elimi tutarak "dolabın içinde durmanız gerekir mi" diye sordu. bu arada irma kolunun tekini dolamıştı.

"neden olmasın?" diye karşılık verdim. "burası şirin ve de rahime benziyor." bunları söylerken irma'yı okşuyordum. "allah'ım, bir nebze olsun değişmemişsin." dedi dolores. "hiç doymak bilmezsin, öyle değil mi? şeye.. şeye.. çılgınca aşık olduğunu sanmıştım.. adını unuttum."

"mona."

"evet, mona. o nasıl? hala ciddi mi? artık bir başka kadına hiç bakmayacağını sanmıştım."

"öyle." dedim, "gördüğün gibi bu sadece bir rastlantı."

bastırılmış olan kıskançlığını giderek açığa vurarak "bilirim" dedi, "senin bu rastlantılarını bilirim. daima tetiktesindir, değil mi?"

oturma odasına doluştuk; dolores üstündekileri çıkardı attı; sanki kavgaya hazırlanıyormuş gibi, biraz hışımla, diye düşündüm.

"sana da içki koyayım mı" diye sordu irma.

"evet, hem de şöyle sert bir şey." dedi dolores. "ihtiyacım var.. of, seninle ilgili değil." dedi, acayip acayip kendisine baktığımı görerek. "şu senin dostun ulric."

"ne oldu, sana iyi davranmıyor mu?"

sustu. neden söz ettiğimi pekala biliyorsun, der gibi, umutsuzca suratıma baktı.

irma ortalığın pek aydınlık olduğunu düşünerek, öteki divanın yanındaki okuma lambasını bıraktı, tüm ışıkları söndürdü.

dolores alaycı bir edayla, "galiba mizanseni hazırlıyorsun." dedi. aynı zamanda, sesinde gizli bir heyecan seziliyordu. cebelleşecek olduğum dolores'ti, biliyordum. öte yandan irma kedi gibiydi; mırnavlaya mırnavlaya sessizce hareket ederdi. hiç de rahatsız olmuş değildi; kendisini birazdan olacaklara hazırlıyordu.

sanki uzun süre kaybolmuş erkek kardeşini bulmuş gibi, "yalnız başına burada bulunman çok iyi" dedi. duvara doğru dönmüş, divanın üzerine uzanmıştı. dolores'le beraber ayaklarının ucunda oturmuştuk. dolores'in arkasından, elimi irma'nın bacağına koymuştum; vücudundan kuru bir sıcaklık fışkırıyordu.

dolores, mona'yı ima ederek, "seni çok iyi koruyor olmalı" dedi. "seni kaybetmekten korkmuyor mu nedir?"

tahrik edercesine gülerek, "belki de" dedim, "belki de ben onu kaybetmekten korkuyorum."

"demek ciddi?"

"çok" diye cevap verdim. "aradığım kadını buldum ve onu bırakmayacağım."

"evlendin mi?"

"hayır, henüz değil.. ama yakında evleneceğiz."

"ve de çocuklarınız olacak falan filan?"

"olmuşken tam olsun" diye karşılık verdi dolores.

"of, kesin artık!" dedi irma. "kıskanıyormuşsun gibime geliyor. ben kıskanmıyorum! aradığı kadını bulduğuna memnunum. layıktır." elimi sıktı ve üzerine kaydırdı.

olan biteni fark eden fakat fark etmemiş gibi davranan dolores kalktı ve banyoya girdi.

"çok garip hareket ediyor." dedi irma. "kıskançlıktan başı dönmüş gibi."

kafam karışmıştı; "yani seni mi kıskanıyor" diye sordum.

"hayır, beni değil.. elbette beni değil! mona'yı kıskanıyor."

"acayip" dedim, "ulric'i seviyor sanmıştım."

"seviyor ama, seni unutmuş değil. o.."

konuşmasını öpücüklerimle kestim. kollarını boynuma doladı ve kocaman bir kedi gibi kıvrılarak bükülerek sarıldı. "böyle hissetmediğime memnunum." diye mırıldandı. "sana aşık olmak istemiyorum. senden bu şekilde daha çok hoşlanıyorum."

tekrar kimonosunun altında dolaştırdım elimi. içtenlikle ve istekle karşılık verdi.

dolores geri geldi ve oyunu yarıda kestiği için ıkına sıkına özür diledi. yanımızda durmuş, parıldayan, yaramaz gözlerle bizi süzüyordu.

"bardağımı verir misin?" dedim.

bardağı dudaklarıma götürürken "yelpazelememi de ister miydin?" diye sordu.

onu da yanımıza çektim ve elbisesinin altından yarısı dışarı çıkmış olan bacağını okşadım. o da içindekileri çıkarmıştı.

birinden ötekine bakarak, "bana da giyecek bir şey veremez misiniz?" diye sordum.

irma çarçabuk fırlayarak "tabi" dedi.

dolores somurtarak "of, şımartma şunu" dedi. "tek sevdiği budur.. hep kendisiyle ilgilenilmesini ister. sonra da karısına ne denli sadık olduğunu anlatacaktır bize."

irma'nın uzattığı robu alarak "henüz karım değil!" diye, alaylı bir edayla karşılık verdim.

"demek değil, öyle mi?" dedi dolores. "o zaman çok daha kötü."

"daha kötü mü? daha kötü derken neyi kastediyorsun? henüz bir şey yapmış değilim ki."

"hayır; ama deneyeceksin."

"yani denememi istiyorsun. sabırlı ol.. senin de sıran gelecek."

"benimle değil" dedi dolores. "ben yatmaya gidiyorum. ne haliniz varsa görün."

cevap olarak kapıyı kapattım ve soyunmaya başladım. döndüğümde dolores divanın üzerine uzanmıştı; irma yanında bacak bacak üstüne atmış oturuyordu; her tarafı meydandaydı.

"söylediklerine boşver" dedi irma. "benim kadar o da senden hoşlanıyor.. belki de daha fazla. mona'dan hoşlanmıyor, hepsi bu."

"doğru mu bu?" irma'dan dolores'e kaydırdım bakışlarımı. sessizdi ama, bu sessizlik, kabul ettiğini gösteriyordu. devam ederek, "onun hakkında böyle olumsuz duygulara neden sahip olman gerektiğini kestiremiyorum." dedim. "sana bir kötülüğü dokunmadı ki. ve de.. o sırada beni sevmediğine göre.. onu kıskanmamalısın."

"o sırada mı? ne demek istiyorsun? çok şükür, sana asla aşık olmadım." dedi dolores.

irma kıkırdayarak "pek inandırıcı değil bu söylediklerin" dedi. "dinle, mademki onu hiç sevmedin, o zaman bu şekilde arzulama onu." bana döndü ve o şen edasıyla "öp onu ve şu saçmalığa bir son ver." dedi.

"pekala" dedim ve eğilip dolores'i kucakladım. sonra yavaş yavaş teslim etti kendini ve sonunda kendini çektiğinde, dudaklarımı ısırıyordu. dudaklarını çekerken beni hafifçe itti ve "şunu al götür buradan!" dedi irma'ya. ona kızmış gibi baktım; bakışlarımda acıma ve nefret de vardı. derhal pişman oldu ve yine teslim bayrağını çekti. tekrar üzerine eğildim, bu kez nazikçe ve dilimi ağzına sokarken elimi bacaklarının arasına yerleştirdim. elimi itmeye çalıştı ama, gücü yetmedi.

"vay! yaklaşıyor.." dediğini duydum irma'nın ve beni çekti. "ben de varım, unutma!" dudaklarını ve memelerini sunuyordu.

büyük bir arbede olacaktı. kendime içki hazırlamak için ayağa fırladım. bornoz, gergin bir çadır gibiydi.

dolores utanmış gibi görünerek, "bize onu göstermek zorunda mısın" diye sordu.

"değilim ama, madem istedin göstereceğim" dedim ve bornozu sıyırarak kendimi çırılçıplak gözleri önüne serdim.

dolores kafasını duvara çevirdi ve yarı isterik bir sesle, "iğrenç ve aşağılık" gibilerinden bir şeyler mırıldandı. irma ise keyifle seyretti. nihayet eline aldı ve hafifçe sıkmaya başladı. kendisi için hazırladığım içkiyi içmek üzere ayakta dururken robunu açtım ve bacakları arasına yerleştirdim. ahır kapısına vura vura birlikte içtik.

dolores sinirli sinirli "ben de içki istiyorum." dedi. aynı anda ikimiz de döndük ve kendisine baktık. suratı kıpkırmızıydı; gözleri ise içine avratotu koymuş gibi büyük büyük ve parlaktı. bir beni, bir irma'yı süzerek "iğfal edilmişe benziyorsunuz." dedi.

bardağını uzattım; uzun uzun içti. irma'nın bir bayrak gibi sallandırdığı o özgürlüğü elde etmek için mücadele ediyordu.

sesi şimdi davetkardı. kelimelerini teker teker fırlatarak "neden şu işi yapıp bitirmiyorsunuz?" dedi. sallanıp dururken vücudunu teşhir etmişti; biliyordu bunu ama, çıplaklığını gizlemek için hiç çaba göstermedi.

irma'yı hafifçe divanın üzerine iterek, "yat şuraya" dedim.

elimi uttu ve çekti. "sen de yat" dedi.

bardağı dudaklarıma götürdüm ve tam içkimi yudumlarken ışık söndü. dolores'in "hayır, yapma, n'olur!" dediğini duydum. ama ortalık karanlıktı; içkimi bitirmeye çalışırken irma'nın kamışımı sıktığını hissettim. bardağı yere koydum ve ikisinin arasına atladım. ikisi de derhal bana yumuldular. dolores ihtirasla öpüyordu beni; irma ise kedi gibi yere çömelmişti. acı bir saadetti bu ve birkaç saniye sürdü! nihayet irma'nın ağzında patladım.

mona

kadınlar gerçeği nasıl da bulandırırlar! sık sık bir yalanla, zararsız küçücük bir yalanla başlarlar işe; iskandil gibi bir şey. bilirsiniz canım, rüzgarın nereden estiğini ölçmek için. pek alınmadığınızı, incinmediğinizi fark ettiler mi, bir parçacık gerçeği tehlikeye sokar, birkaç kırıntıyı bir yalanlar örtüsüyle sarıp sarmalarlar.

sözgelimi, alçak sesle naklettiği o çılgın otomobil sefası. tanımadığı üç erkekle ve dans salonundan kaldırılan iki esrarkeş sürtükle gezmeye gitmekten hoşlandığı sanılmamalıydı. kabul etmişti; çünkü son anda başka kız bulunamamıştı. ve o zaman bilmemesine karşın, tabi erkeklerden birinin insancıl olacağını, hikayesini dinleyip -belki de elli dolarlık bir banknot verip- kendisini bu işten sıyırabileceğini umuyor olabilirdi. (darda kaldığında daima başvurabileceği bir annesi vardı; anne, bütün suçların temel nedeni ve itici gücü..)

sonra, her otomobil sefasında olduğu gibi, hızlanmaya başlamışlardı. öteki kızlar yanında olmasaydı durum bambaşka olabilirdi. araba daha yeni yola çıkmıştı ve kızlar elbiselerini dizlerine kadar çekmişlerdi bile. içki de içmek zorundaydılar; en kötüsü de buydu. tabi içiyormuş gibi yapıyordu. sadece birkaç damla yutmuştu. ağzını ıslatmaya yetecek kadar. diğerleri içiyor da içiyorlardı. herifleri öpmek de pek dert değildi; ama ansızın kendisini yakalayıp çekmeleri.. memelerinin uçlarını çekiştirmeleri, elleriyle bacaklarını okşamaları.. ikisi birden. italyan olmalılar, diye düşünmüştü. şehvet düşkünü hayvanlar.

sonra namussuzca bir yalan olduğunu bildiğim bir itirafta bulundu; yine de ilginçti. rüyalardaki gibi, şu "deformasyon"lardan, "yer değiştirme"lerden biri. evet, gördüğünüz gibi, ne gariptir ki, öteki iki kız mona'ya acımışlardı. böylesine kafasını çeldiklerinden ötürü üzgündüler. her önüne gelenle yatma alışkanlığında olmadığını biliyorlardı. bu yüzden arabayı durdurmuşlar ve yerlerini değiştirmişlerdi; bu ana kadar nazik ve sessiz oturan öndeki kıllı herifin yanına oturmasını sağlamışlardı. öteki kızlar, arkada, heriflerin kucağında, elbiseleri kalkık, öne doğru eğilmiş bir vaziyette oturuyor, bir yandan sigaralarını içip içkilerini yudumlarken, bir yandan da heriflerin keyif sürmelerini sağlıyorlardı.

nihayet, "peki, bütün bunlar olup biterken öteki herif ne yapıyordu" diye sormak zorunda kaldım.

"hiçbir şey yapmadı" diye karşılık verdi. "elimi tutmasına izin verdim ve o şeyi aklına getirmemesi için kendisiyle elimden geldiğince hızlı hızlı konuştum."

"bırak bunları" dedim, "bunları istemiyorum. hadi, ne yaptı? hadi, konuş!"

her neyse, ister inanın ister inanmayın, uzun süre elini tutmuş. üstelik, başka ne yapabilirmiş ki? arabayı kullanan kendisi değil miymiş?

"arabayı durdurmayı hiç düşünmediğini mi söylemek istiyorsun?"

elbette düşünmüş, çok çalışmıştı; ama konuşarak onu uyutabilmişti. sınıra ulaşmıştık. mona şimdi gerçeği nasıl anlatacağını umutsuzca düşünüp duruyordu.

kaba hususları anlatmasına yardım etmek amacıyla, "sonra?" dedim.

"aniden elimi bıraktı.." durdu.

"devam et."

"tekrar yakaladı ve kucağının üstüne koydu. pantolonunun önü açılmıştı ve orada duruyordu. hem de oynuyordu. kocaman bir şeydi; fena halde korkmuştum. ama elimi çekmeme izin vermiyordu. kendisini silkelemek zorunda kaldım. bunun üzerine arabayı durdurdu ve beni dışarı itmeye çalıştı. dışarı atmaması için yalvardım. 'yavaş yavaş sür' dedim. 'yapacağım.. sonra.. korkuyorum.' mendiliyle suratını sildi ve yola koyuldu. sonra da iğrenç bir konuşma başladı."

"ne gibi? neler söyledi, hatırlıyor musun?"

"oh, söylemek istemiyorum. iğrençti."

"madem bu kadarını anlattın" dedim, "ne fark eder.. istersen.."

"peki öyleyse, madem istiyorsun.. 'tam sevmek istediğim cinstensin.' dedi. 'uzun süredir seninle yatmak istiyordum. kıvrımların, memelerinin uçları hoşuna gidiyor. bakire değilsin; neden bu kadar hıyarca karşı koyuyorsun? kimbilir ne çok yatmışsındır; tepeden tırnağa dişisin.' bunun gibi şeyler."

"heyecanlanıyorum." dedim. "devam et, anlat."

şimdi içini boşaltmaktan büyük bir zevk duyduğunu görebiliyordum. hiçbir şekilde taklitçiliğe özenmemiz gerekli değildi artık; ikimiz de bundan hoşlanıyorduk.

arka koltuktaki herifler galiba karıları değiş tokuş etmek istemişler. bu onu çok korkutmuş. "yapabileceğim tek şey, önce ötekinin beni sevmesini istiyormuş gibi davranmaktı. hemen durmak ve dışarı çıkmak istiyordu. 'yavaş yavaş sür' diyerek gönlünü aldım. 'sana sonra vereceğim.. hepsinin birden üstüme çıkmalarını istemiyorum.' tuttum ve çekmeye başladım. bir anda dikildi. öncekinden de büyüktü. inan, val, böyle bir şeyi daha önce hiç elime almamıştım. hayvandı sanki. çabuk bitmesini istediğimden hızlı hızlı çekmeye başladım."

kocaman organın öyküsüyle kendimden geçtiğimden, "dinle" diye sözünü kestim, "dolambaçlı konuşmayalım. o şey elinde olduğuna göre, o biçim sevişmek istiyordun elbette.."

gözleri parıldayarak, "bekle" dedi. konuşurken her yanını okşadığımdan sırılsıklam olmuştu.

"ne olur şimdi bitirme." diye yalvardı, "yoksa hikayeyi bitiremeyeceğim. allahım, bütün bunları dinlemek isteyeceğini hiç düşünmemiştim." fazla heyecanlanmamak için elimi bacaklarının arasında sıkıştırdı. "dinle, öp beni.." ve diliyle boynumu yalamaya başladı. "allahım, şu anda bir yapabilseydik. işkence bu. o işi bir an önce halletmelisin.. çıldıracağım.."

"konuyu değiştirme.. sonra ne oldu? ne yaptı?"

"boynumdan yakaladığı gibi kucağına doğru bastırdı kafamı. 'istediğin gibi yavaş yavaş süreceğim' dedi. 'ondan sonra seninle sevişmeye hazır olacağım.' öyle kocamandı ki boğulacakmış gibi oldum. ısırmak istiyordum. inan val, böyle bir şeyi hayatımda görmemiştim. bana her şeyi yaptırdı. 'ne istiyorum, biliyor musun?' dedi. 'dilini kullan. daha önce de denemişsindir.' nihayet yukarı aşağı hareket etmeye başladı. bütün bunlar olup biterken de, boynumdan bastırıyordu. delirecek gibi oldum. ve bitti. off, iğrençti. devam edecek sandım. başımı hızla geri çektim ve suratımdan aşağı boşaldı -boğa gibi."

benimki de neredeyse geliyordu. yanık bir mum gibi dans ediyordu. kendi kendime "frengi olayım olmayayım, bu gece yapacağım." dedim.

biraz seviştik; hikayesine devam etti. herif mona'yı köşeye sıkıştırmış, bacaklarını yukarı kaldırtmış ve bir eliyle arabayı sürerken, diğeriyle elliyormuş; tabii araba sağa sola yalpalamaya başlamış. el lambasını tutmuş. sigarasını sokmuş ve sigarayı tüttürtmüş. arkadaki iki herif uzanıp elliyorlarmış. bir tanesi ayağa kalkıp ağzına yönelmiş; ama çok sarhoşmuş. bu arada öteki kızlar anadan doğmaymışlar ve pis şarkılar söylüyorlarmış. herif nereye gittiğini, sonra ne olacağını bilmiyormuş. "hayır" dedi mona, "arzulamaktan korkuyordum. her şeyi yapabilirlerdi. hepsi hayduttu bunların. tek düşüncem ellerinden kurtulmaktı. dehşet içindeydim. o ise 'bekle, bekle sen, tatlı yosma.. öbür yandan deneyeceğim seni. yaşın kaç? hele dur..' deyip duruyordu. 'içine girince bak neler hissedeceksin. ağzına da. kaç kere yapabileceğimi sanıyorsun? tahmin et!' cevap vermek zorundaydım. 'iki.. üç kere?' 'galiba o biçim sevişmemişsin. hissediyor musun?' böyle diyerek tutturuyor ve hareket ediyordu. pis ve kaygandı.. her saniye akıtıyor olmalıydı. 'ne hissediyorsun, bacım. değdirdiğimde birkaç santim daha uzatabilirim. sahi, başka türlü yapayım mı? dinle, seninle işimi bitirdiğimde bir ay sevişmekten söz edemeyeceksin.'"

"allah aşkına, kesme" dedim, "sonra ne oldu?"

arabayı bir tarlanın kenarında durdurmuş; kararını vermişmiş. arka koltuktaki kızlar giyinmeye çalışmışlar ama, herifler onları çırılçıplak dışarı fırlatmışlar. bağırıyorlarmış. kızlardan biri çenesine bir tokat yemiş -bütün çektiklerinin karşılığı olarak- ve kütük gibi devrilmiş yolun kenarına. diğeri, dua ediyormuş gibi ellerini kavuşturmuş; korkudan öylesine dehşete kapılmış ki, sesini çıkaramamış.

mona "kendi tarafındaki kapıyı açmasını bekledim." dedi. hemen dışarı atladım ve koşmaya başladım. ayakkabılarım ayağımdan çıktı, ayaklarımı anızlar kesti. delice koşuyordum; o da peşimden. bana yetişti ve elbisemi çekti; bir çekişte parçaladı. sonra elini havaya kaldırdığını gördüm; ardından şimşekler çaktı gözümde. sırtımda, gökte iğneler vardı. üzerimdeydi ve hayvanlar gibi gidip geliyordu. feci şekilde canım yanıyordu. bağırmak istiyor; ama yine vuracağını biliyordum. kaskatı yattım ve beni hırpalamasına izin verdim. her yerimi -dudaklarımı ve kulaklarımı, boynumu, omuzlarımı, memelerimi- ısırıyor ve durmadan gidip geliyordu; kudurmuş bir hayvan gibi tepiniyordu. içimdeki her şeyin kırıldığını sandım. geri çektiğinde bitirdiğini düşündüm. ağlamaya başladım. 'zırıltıyı kes, yoksa tekmeyi çenene yersin.' dedi. camların içinde yuvarlanıyormuş gibi ağrıyordu sırtım. sırtüstü yattı ve öpmemi söyledi. hala kocaman ve pisti. ve ebediyen sertti sanki. sözünü dinlemek zorundaydım. 'dilini kullan' dedi. 'yala!' hızlı hızlı nefes alıyordu; gözleri yuvalarından fırlamıştı; ağzı alabildiğine açıktı. sonra beni üstüne çekti, bir tüy gibi bir aşağı bir yukarı oynattı ve sanki kauçuktan yapılmış bir nesneymişim gibi, döndürdü, eğdi, büktü. 'daha iyi, değil mi?' dedi. 'çalış bakalım, orospu!' hafifçe belimden tuttu ve ben bütün gücümle inip kalktım. yemin sana val, hiçbir şey duymuyordum; sadece kıpkızıl bir kılıç batırmışlar gibi korkunç bir acı vardı. 'bu kadarı yeter' dedi. 'şimdi ellerinle ayakların üzerine çömel ve arkanı havaya kaldır.' sonra hepsini yaptı.. birinden çıkarıp ötekine. kafamı toprağa, pisliğe gömdürmüş, iki elimle yumurtalarını tutturuyordu. 'sık onları' dedi, 'yalnız kuvvetli sıkma, yoksa leşini sererim!' pislik gözüme giriyordu; felaket kokuyordu. aniden bütün gücüyle ittiğini hissettim.. yine geliyordu.. sıcak ve katıydı. artık tahammülüm kalmamıştı. sırtüstü çöktüm ve o nesnenin sırtımdan aşağı boşaldığını hissettim. 'allah belanı versin' dediğini duydum. tekrar vurmuş olmalı; çünkü soğuktan kaskatı kesilmiş, yara bere içinde kendime gelmeden önce ne oldu, hatırlamıyorum. toprak nemliydi ve ben yapayalnızdım.."

esrime

mona heyecan krizlerinden birine girdiğinde "sen harikulade bir insansın." derdi bana ve her ne kadar mona beni burada ölüme terk edip ayağımın altına feryat eden büyük bir boşluk çukuru yerleştirdiyse de, ruhumun derinliğinde yatan sözcükler ileri atılıp altımdaki gölgeleri aydınlatıyor. kalabalıkta kaybolmuş biriyim, vızıltılı ışıklardan midesi bulanan, çevresindeki her şeyin maskaralığa indirgendiğini gören bir sıfır. sülfürle tutuşmuş kadınlar ve erkekler geçti yanımdan, cehennemin çenesini açan kalsiyum üniformalı hamallar ve şöhret koltuk değnekleriyle; gökdelenlerin altında küçülmüş, makinenin sivri demirli ağzı tarafından çiğnenip fırlatılmış. uzun binaların arasından nehrin serinliğine doğru yürüdüm ve ışığın roket gibi fırladığını gördüm iskeletlerin kaburga kemiklerinin arasından. gerçekten harikulade biriysem dediği gibi, üzerimdeki bu salya sümük aptallık da neyin nesi? bedeni ve ruhu olan bir insanım ben de, çelik kasayla korunmayan bir yüreğim var. coşkulu anlarım oldu, yakıcı kıvılcımlarla şarkılar söyledim. ekvatora dair şarkılar, kırmızı tüylü bacaklarına ve solup kaybolan adalarına dair. kimse duymadı ama. pasifik'in bir yanından sıkılan mermi uzaya düşer; çünkü dünya yuvarlaktır ve serçeler başaşağı uçarlar. bana masanın karşı tarafından kedere dönüşmüş gözlerle baktığını gördüm; içine doğru yayılan hüzün bel kemiğine dayamıştı burnunu; merhamet çalkanışı sıvıya dönüştürmüştü iliğini. ölü deniz'de yüzen bir ceset kadar hafifti. parmakları acıdan kanıyor, kan salyaya dönüşüyordu. ıslak şafakla birlikte çanlar çalmaya başladı, sinirlerimin telleri üzerinde aralıksız tınlayan çan sesleri; dilleri yüreğimde gümbür gümbür atıp demirden bir muziplikle tangırdadılar. tuhaf böyle çalması çanların; ama daha da tuhaf olan patlamak üzere olan beden; sevda sözcükleri şilteyi kemiren, geceye dönüşmüş şu kadın. yürüyordum ekvator boyunca, yeşil çeneli sırtlanın iğrenç kahkahasını duydum, ipek kuyruklu çakalı ve benekli leoparı gördüm; cennet bahçesi'nde unutulmuşlardı hepsi. sonra mona'nın hüznü zırhlı bir geminin baş tarafı gibi genişledi, batışının ağırlığı taştı kulaklarımdan. çamur suyu, seken safirler çalkalanıyor parlak neonların arasında; tayf eklenmiş ve borda tirizi batmakta. aslan pençesi kadar yumuşak duydum top kundağının dönüşünü, kusmuklarının ağızlarından döküldüğünü duydum; gökkubbe çöktü, yıldızlar karardı. kara okyanus kanıyor, derin düşüncelere dalmış yıldızlar henüz yutulmuş et parçaları soluyorlar başlarının üzerinde kuşlar dönerken; harç, havan tokmağı ve adaletin sargılanmış gözleriyle birlikte, terazi düşüyor sanrılanmış gökyüzünden. ilintili olan her şey sanal ayaklarla ölü bir yörüngenin enlemleri üzerinde yürüyor; boş oyuklardan görülen her şey çiçeklenen çim gibi patlıyor. sonsuzluğun simgesi hiçlikten türer; durmaksızın yükselen sarmalların altında boş delik iner yavaşça aşağı. toprak ve su rakamları ekler, kanla yazılmış çelikten ve granitten sert bir şiir. sonsuz geceler boyunca bilinmeyen bir evrene doğru döner dünya..

bugün dudaklarımda coşkulu sövgülerle uyandım güzel uykudan, dilimde saçmalıklarla; sürekli "fay ce que vouldras!.. fay ce que vouldras!" ne yaparsan yap, yeter ki mutluluk getirsin. ne yaparsan yap, yeter ki esrime getirsin. o kadar çok şey üşüşüyor ki başıma bunları söylerken: simgeler, neşeli simgeler, korkunç simgeler, delirtici simgeler, kurtla kuzu, örümcek, yengeç, açılmış kanatlarıyla frengi ve her zaman mandalla tutturulmuş rahmin kapısı; hep açık, hazır, mezar gibi. şehvet, suç, kutsallık: ilahlarımın hayatları, ilahlarımın başarısızlıkları, artlarında bıraktıkları sözcükler, yarım bıraktıkları sözcükler; peşlerinden sürükledikleri iyilikler ve kötülükler; hüzün, fikir ayrılıkları, kinler, doğurdukları düşmanlıklar. ama hepsinden önce, esrime!