27.02.2021

uzun lafın kısası

nietzsche:
erkeklere özgü kendini hor görme hastalığının tek çaresi, zeki bir kadın tarafından sevilmektir.

pascal: sıradan insanların, düşünmek istemedikleri şeyleri düşünmemek gibi bir kabiliyetleri vardır.

paulo coelho: hepimiz nereden geldiğimizi öğrenmek isteriz. felsefi düzeyde, bütün insanların temel sorusu budur.

robert musil: insanın yaptığı her şeyde masum olduğu ikinci bir vatanı vardır.

tom robbins: hiçbirimiz evrenin kıçındaki sivilce olmaktan daha önemli değiliz.

baltasar gracian: insanın hayattaki büyük derslerinden biri kendini frenlemeyi bilmesi, daha da önemlisi ise kendini bazı işlerden ve insanlardan yoksun bırakmayı öğrenmesidir.

cenap şahabettin: çok bilen gibi hiç bilmeyen de bağışlamaya eğilimlidir. kini, yarım bilimde ara.

cesare pavese: en kötüsünü düşün. yanılmazsın.

charles bukowski: hiçbir erkeğin bedeline katlanamayacağı kadınlar vardır; ama birinin bıraktığı yerden devam edecek bir keriz vardır mutlaka.

dostoyevski: ezilmekten kurtulan aşağılık bir insan, bu kez başkalarını ezmeye başlar.

elias canetti: sana korkunç gelen, sonradan kendini yalın hakikat olarak sergiler.

emil cioran: özgürlük ancak inanç boşluğunda, önerme yokluğunda, yasaların bir varsayımdan fazla otoriteye sahip olmadığı yerde kendini gösterebilir.

26.02.2021

tomanbay

amin maalouf

yılın en son gününde büyük türk yavuz sultan selim kahire'ye girdi. ordudan önce çığırtkanlar kenti dolaşıp kimsenin canına zarar gelmeyeceğini, halkın ertesi günü işinin başına dönmesini duyurdular. günlerden cumaydı. suriye'de tutuklanmış olan halife, kente yavuz'un yanında girdi. bütün camilerdeki cuma hutbeleri, "sultan oğlu sultan, iki kıtanın ve iki denizin hükümdarı, iki ordunun yok edicisi, iki ırak'ın hakimi, kutsal yerlerin hizmetkarı, muzaffer padişah selim şah" adına verildi.

ama bir kişi geri çekilmiyordu. bu kişi tomanbay'dı. kahire tarihinin en kahramanca sayfalarından birini yazabilmek için elinden geleni yapıyordu.

kahire'nin yeni efendisi, her kutsal yeri, her köşeyi, her kapıyı görmek, her korkulu bakışı unutulmaz gölgesiyle silmek istercesine kentin sokaklarında böbürlenerek dolaşıyordu. önüsıra, habercileri hiç durmadan ve yorulmadan, halkın canı ve malı için korku duymasının gereksiz olduğunu duyururken, sultanın birkaç adım gerisinde toplu öldürmeler ve yağmalar süregidiyordu.

ilk kurbanlar çerkezlerdi. memlükler ya da memlük soyundan olanlar hiç duraksanmadan yakalanıyordu. eski yönetimden yüksek rütbeli biri yakalandığı zaman, bir eşeğe ters bindiriliyor, başına mavi bir sarık takılıyor, boynuna küçük ziller asılıyor, öldürülmeden önce kent sokaklarında dolaştırılıyor, öldürüldükten sonra başı bir sopaya geçiriliyor, gövdesi ise köpeklere atılıyordu. osmanlı askerlerinin bulunduğu yerlerde böyle sopalardan yüzlercesi, selim'in dolaşmaktan hoşlandığı bir ölüler ormanı gibi yan yana yere çakılı duruyordu.

başta osmanlıların verdikleri sözlere kanan çerkezler, durumu kavrayınca geleneksel kalpaklarını ya da küçük sarıklarını çıkarıp halkın geri kalanından ayırt edilmemek için büyük sarıklar giymeye başladılar. bunun sonucunda osmanlı askerleri gelen geçeni yakalayıp kılık değiştirmiş çerkezler olmakla suçladılar ve onları özgür bırakmak için fidye istediler. sokaklar boş kalınca askerler bu kez evlere girdiler, kaçmış olan memlükleri aramak bahanesiyle çapulculuğa ve ırza geçmeye başladılar.

yılın dördüncü günü, sultan selim kahire'nin varoşunda, ordusunun en büyük bölümünün bulunduğu bulak'taydı. birçok subayın öldürülmesinde hazır bulundu, kampta yığılmış bulunan yüzlerce cesedin nil'e atılmasını buyurdu, sonra da konuşlandıkları yere yakın bir camiye akşam namazına gitmeden önce hamama girip yıkandı.

gün battıktan sonra ordugaha dönen selim yardımcılarından çoğunu yanına çağırdı. toplantı yeni başlamıştı ki dışarıda olağanüstü bir gürültü koptu. yanmakta olan meşaleler taşıyan yüzlerce deve osmanlıların arasına dalmış, çadırlar yanmaya başlamıştı. karanlık tümüyle basmıştı. kargaşa sırasında binlerce silahlı ordugahı ele geçirdi. başlarında tomanbay vardı. askerleri arasında düzenli birlikler de vardı; ama çoğu halk milis güçlerine katılan sıradan insanlar, gemiciler, sakalar, eski katillerdi. kiminin elinde kama, kiminin elinde de sopa ya da yaba vardı. karanlığın ve şaşkınlığın yardımıyla osmanlılardan çok adam öldürdüler. savaşın en kızıştığı sıra, selim her yandan kuşatıldı; ancak akıllı bir muhafızın yardımıyla kurtulup başka bir yere gidebildi. ordugah artık tomanbay'ın elindeydi. tomanbay hiç zaman yitirmeden kahire'nin her yanına dağılmalarını ve hiç tutsak almamalarını buyurdu.

başkent sokak sokak geri alındı. çerkezler halkın da yardımıyla osmanlı askerlerini kovalamaya başladılar. kurbanlar şimdi amansız cellatlara dönüşmüşlerdi. kaçarlarken camiye sığınan yedi türk'ü yirmi kahireli kovalıyordu. camiye girip minareye çıktılar, oradan halka ateş etmeye başladılar. sonra yakalandılar. boğazları kesilip kanlı gövdeleri minareden aşağı atıldı.

savaş salı akşamı başlamıştı. perşembe günü tomanbay, kendi askerlerinin elinde olan salibe caddesi'ndeki şeyhu camisi'ne gitti. kenti öylesine denetimine almış görünüyordu ki cuma hutbesi bu kez minberlerden onun adına verildi.

fakat üstünlüğü kalıcı değildi. ilk saldırının şaşkınlığından kurtulan osmanlılar harekete geçtiler. bulak'ı yeniden aldılar, kahire'de mahallelere yeniden girdiler, kenti adım adım yeniden ele geçirdiler. tomanbay çarçabuk hendekler kazdırdığı ve barikatlar yaptırdığı daha kalabalık semtleri elinde tutabildi.

sokaklarda savaş hala sürüyordu. varoşları ellerinde bulunduran osmanlılar kentin merkezine girmeye çalışıyorlar; ancak çok büyük kayıplar veriyorlar, çok yavaş ilerleyebiliyorlardı. yine de savaşın sonunun ne olacağı belliydi. askerler ve milis güçleri tomanbay'ın ordugahından kaçıyorlardı. memlük sultanının çevresindeki bir avuç inançlı yandaşı, tüfek kullanabilen birkaç kara askeri ve çerkez muhafızlarla bir gün daha savaştı. cumartesi gecesi, kararlılığını yitirmemesine karşın kentten ayrıldı. yakında bir orduyla gelip işgalcileri kovacağını söyledi.

osmanlıların kente ikinci girişlerinde yaptıklarını nasıl anlatabilirim? bu kez durum, ilk yengilerinde olduğu gibi, kendilerine karşı çıkan çerkezleri yok ettikleri durumdan değişikti. şimdi bütün kahire halkını cezalandıracaklardı. büyük türk'ün askerlerine sokaklara dağılıp soluk alan her şeyi öldürme buyruğu verildi. hiç kimse bu uğursuz kentten çıkamıyordu, bütün sokaklar kesilmişti. kimse kendine bir sığınak bulamıyordu; çünkü camilerle mezarlıklar savaş alanına dönmüştü. halk bu kasırganın geçmesi umuduyla eve kapanmıştı. söylenenlere göre o gün, gecenin son çeyreğiyle güneşin doğuşu arasında 8.000'den fazla insan öldürülmüş. sokaklarda kan seli içinde kadın, erkek, çocuk, at, eşek ölüleri birbirine karışmıştı.

ertesi gün selim, öcün alınmış olduğunu ve kıyımın durması gerektiğini göstermek için çadırının önüne biri beyaz, biri kırmızı iki bayrak diktirdi. bunun tam zamanıydı; çünkü öç alma kıyımı hep o yoğunlukta daha birkaç gün sürseydi, büyük türk'ün bu ülkede ele geçirdiği tek yer büyük bir ölüler çukuru olurdu.

piramitleri yapmak için kaç adam öldü? daha yıllarca çalışabilecek, yiyip içebilecek ve çiftleşebilecek kaç adam! sonra arkalarında hiçbir iz bırakmadan vebadan öleceklerdi. firavunun buyruğuna uyarak emeklerinin, acılarının ve en soylu amaçlarının anısını ölümsüzleştiren piramitleri yaptılar. tomanbay daha farklı bir şey yapmadı. dört gözüpeklik günü, dört saygınlık, dört savunma günü, dört yüzyıllık bir boyun eğmeden ve bükülmeden ve aşağılanmadan daha iyi değil midir? tomanbay kahire'ye ve halkına verebileceği en güzel armağanı verdi: başlamakta olan uzun gecenin karanlığında hep parlayacak olan o kutsal alev.

öğleyin çığırtkanların sesleri ezan seslerine karıştı. binlerce kişi, kadın, erkek, genç, yaşlı, koşar adımlarla zuveyla kapısı yönüne gidiyordu. kapıda gitgide artmakta olan kalabalığın sessizliği çok etkileyiciydi. birden kalabalık aralandı, osmanlı ordusundan yüz atlı, iki yüz yaya askerin geçmesi için yol verdi. arkaları halka dönük olmak üzere tek merkezli üç çember oluşturdular. ortada at üstünde bir adam vardı. görünüşünden tomanbay'ı tanımak çok kolay değildi. başı açık, sakalı karmakarışıktı. üstünde yalnızca kırmızı kumaş parçaları ve gelişigüzel giydirilmiş bir gömlek vardı. ayaklarıysa mavi paçavralarla sarılmış birer yumruydu sanki. söylentilere göre bir bedevi kabile reisinin ihanetine uğrayan tomanbay tutuklanmıştı.

yenik imparator bir osmanlı subayının buyruğu üzerine attan indi. birisi onun ellerini çözdü, kılıçları hazır on iki asker bir anda çevresini sardı. tomanbay kaçmaya çalışacak gibi görünmüyordu. bağları çözülmüş ellerini sallayarak, gözüpeklikle sevgi gösterisinde bulunan halkı selamladı. sonra kendi gözleriyle birlikte herkesin gözleri ünlü kapıya ip yerleştirmekte olan cellada döndü.

tomanbay şaşırmış göründü; fakat dudaklarından gülümseme eksik olmadı. yalnızca bakışları keskinliğini yitirdi. halka, "benim için üçer kez fatiha okuyun." diye bağırdı.

binlerce kişinin mırıltısı her an biraz daha yükselerek duyuldu.

"rahman ve rahim olan allah'ın adıyla. alemlerin rabbi olan allah'a hamdolsun. rahman ve rahim. din gününün sahibi..."

son söz "amin", öfkeli, başkaldıran, uzayan bir çığlıktı. sonra birden kesin bir sessizlik. osmanlılar kendileri de etkilenmişler, duraksamışlardı. sonunda tomanbay onları uyardı.

"cellat, görevini yerine getir!"

ip tutuklu adamın boynuna geçirildi. birisi ipin öteki ucunu çekti. sultan önce bir ayağını kaldırdı, sonra yere düştü. ip kopmuştu. bir kez daha ip bağlandı. gerilim doruğa, dayanılmaz bir noktaya erişmişti. yalnızca tomanbay eğleniyor gibi görünüyordu. sanki kendini, yürekliliğin bir başka biçimde ödüllendirildiği bir başka dünyada duyumsuyordu. cellat ipi üçüncü kez bağladı. bu kez ip kopmadı. bir gürültü yükseldi. iç çekişler, haykırışlar ve dualar. zuveyla kapısı'nda serseri bir at hırsızı gibi asılan, nil koyağını yöneten en yürekli kişi, mısır'ın son imparatoru tomanbay öte dünyaya göçmüştü.

25.02.2021

dilek

oruç aruoba

ne çok isterdin, değil mi -masanda, dingin, suskun, yalnız otururken, çevrende dizi dizi defterlerin, yazı dosyaların, kağıt zarfların, iç içe kalem kılıfların, gözlük kabın, yanında ayrı ayrı sigara paketlerin, bira şişen, yarı dolu bardağın, yazdıklarını temize çektiğin daktilonun başında, kulağında derin bir müzik, bir an, yaptıklarını, yapamadıklarını, yapmakta olduklarını düşünerek dalmışken, dışarıda, karşındaki tülün örttüğü ışığın içinden, akşam yağan yaz yağmurunun berraklaştırdığı ılık havada, parlak öğle güneşi altında, güneyden gelip birdenbire pencerenin pervazına konan, poyrazın uçuşturduğu açık kahverengi, uçuk gök rengi tüyleriyle, orada, bir an aldırmazca duran, dönen, sonra, bir kez zıplayıp, başını çevirerek, yeniden kanat açıp, sanki kaygısız, tasasız, dertsiz, kuzeye doğru uçup giden o ufacık kuş, bir daha gelse- ama, bir seferliktir uçuşu; gelmez bir daha.

24.02.2021

eğri bıçak kan ve ölüm

ali püsküllüoğlu


o kadının alnına vuran güneşli aydınlık ilk ve önemli
büyük yitiklerin sabahında darağaçları duran meydan
okşamasız yumuşak kadifelerin, ellere ellere değen kadifelerin
ak ile karanın bir büyük şölen öncesi haliyle
gelip kapıma konduğu zaman o koca kartallar örneği
koca pençeleri ile etlerimi parçalayıp yutan
(bir diş sarımsak kokusu çiy düşmüş bahçenin en güzel ye-
rinde. gel de sevme, şu çam dallarının diken diken
şu akasyaların birlikte büyüdüğü şu kuşun öttüğü şu çocuğun
anasını çağırdığı, şu avratotunun, şu ısırganın yeşil yeşil baktığı
tarlayı)

o kadının alnına vuran güneşli aydınlık ilk ve önemli
büyük yitikler sabahı insana darağaçlarını sevdiren
yaşamanın en uygunsuz yerinde yalanlarla gerçekle dövüşle
önce ile sonranın yanık kadın bedeni kokusu duyuran
gelip gelip en güçlü çağrısıyla nisanlarda gibi
sevdim seni diyen öldürdüm seni diyen korkunç ve güzel diyen
(balıkçılın sulardaki gölgesi vurdu mu güneşten güneşten
derenin içine. hem mavi hem kirlikumrengi ve yeşili, durgun
pis birikintisinde suyun ve içindeki küçük kurbağaların
yüzgeçli ve solunumlu bedeni, ıslak ıslak kadın saçlarına benzer o
suyosunları)

o kadının alnına vuran güneşli aydınlık ilk ve önemli
büyük yitikler sabahını bulup bulup bir köşede yitirten
buzlu camları, çilli insan yüzlerini, kara sırtlarını kedilerin
bir ile iki halini rakamların kağıtlarda duruşunu harflerin
gelip gelip karanfil kokan o terli kadın kokan yeli
ve büyük yitikler sabahı insana darağaçlarını sevdiren

23.02.2021

staj

sevan nişanyan

haçlı seferlerinin sorumlusu kim? töton şövalyeleri, 1300 başlarında gidip baltık denizi sahilindeki ilkel kavimleri kılıçtan geçiren ve kılıç zoruyla hristiyanlığı yayan tipler. bunlar "kötü" batı emperyalizminin prototipi ve ilk örneği sayılır. ondan önceki bin küsur yılda avrupalıların ilkel kabileleri hristiyan etmek gibi bir derdi görülmemiş. daha sonra amerika'larda, asya'da, afrika'da girişecekleri "irşad ve tebliğ" metotlarını burada geliştirmişler.

peki töton şövalyeleri mesleği nerede öğrenmiş dersiniz? yeni okudum, ağzım açık kaldı vallahi. kurucu şövalyelerin hepsi orta doğu'da müslüman savaşlarında staj yapmış.

itirazlara cevaben. hey allahım, savaşı müslümanlar mı icat etti demişim? hristiyanlar savaş bilmez mi demişim? savaş yoluyla din yayma ucubesinden söz ediyoruz. kepazeliklerle dolu insanlık tarihinin en saçma icatlarından biridir. bu eşsiz icadı insanlığa armağan eden kim? muhammed ve şürekası. o tarihe kadar hristiyanlarda böyle bir numara var mı? yok. batı hristiyanları bu harikulade yeni keşifle nerede tanışmış? ispanya'da. hemen benimsemişler mi? yok, ispanya'da 300 sene lokal çatışmalarla vakit geçirmişler. ne zaman akıllanmışlar? islamiyet 11. yüzyılda türkler eliyle ikinci emperyalizm çağına girince. ne yapmışlar? aynen müslümanların 400 seneden beri yaptığı gibi, cihat tezgâhına girişmişler.

bin sene boyunca silah yoluyla iman yaymak gibi bir saçmalıktan beri duran bir kültür, türkler 1071'de anadolu'yu ve kudüs'ü zaptedince "bunların da bi bildiği var elbet" deyip yoldan çıkmış. lakin ilkel kavimleri kılıç zoruyla hristiyan etme dalgası o zaman da yok henüz. daha sadece müslümanların orta asya ve kara afrika'da giriştiği bir spor o. avrupalılar bu sevimli sporu ne zaman keşfetmiş? 1290-1300 civarı prusya ve livonya'da (bugünkü kuzey polonya ve litvanya). kimmiş bu hoş icadı yapan arkadaşlar ve nerede yapmışlar çıraklık eğitimini? aaa tesadüfe bak, orta doğuda!

kadın

albert caraco

kadınlar ve aşk beni heyecanlandırmıyor.

doğru düzgün sevilmemiş, gülümsemenin gölgesiyle cezbolan erkekler misali okşanma, sevgi dilenecek değilim.

benim derinliklerim soğuk, ağırkanlı. bu derinliklerdeki sakinlik beni şaşırtıyor. henüz kendimi tanımazken bu vahiy bana benim bir filozof olmak için doğduğumu öğretiyor.

bir kadının kayda değer bir eserin yaratıcısı olması pek enderdir; ama böyle bir esere teşvik ettiğine -itiraf edelim ki- pek sık rastlanır. kadının ardında gizlendiği gölge bir büyüklük kaynağıdır; hatta çoğu kadının görünmeye çalıştığı ışıktan daha fazla.

22.02.2021

maddenin halleri

hakan günday

cehaletin yaptıramayacağı iş yoktur.

polyanna, benim yanımda eroinman bir orospu kadar umutsuz kalırdı.

insanın çalışmadan, ter dökmeden elde ettiği iki şey vardır. bunların ilki, herhangi bir talih oyunundan gelen para, ikincisiyse bir ülkede uzun süre kalınca farkında olmadan öğrendiği ve ister istemez konuşmaya başladığı o toprağın lisanı.

bir kadının iyi içki içmesi kadar seyretmesi zevkli bir gösteri yoktur.

afrika'yı anlamak için dört rengi bilmek yeter. sarı: sıcağın rengidir. yeşil: her yeri kuşatmış olan ormanın rengi. siyah: karşında oturan benim derimin rengi. ve kırmızı: üzerinde oturduğunuz toprağın sahibi olabilmek uğruna dökülen kanın rengi.

en boktan hikaye bile aynaya anlatılırken iyi gelir.

hiçbir zaman din kitaplarından daha fazla okunmayacağı bilinirken hikayeler uydurmanın ne anlamı var?

neden bir sınıfta toplanıp, bir kişinin dediklerini dinleyip not alıyoruz?

bazı insanlar diğerlerine göre çok daha kırılgan olurlar. ölümü sırtlarında bir çanta gibi taşıyıp yorulduklarında önce onu açarlar.

maddenin hallerinden biri de olağanüstü olanıdır.

dünya üzerinde faşistin ne kadar iğrenç bir tarihçesi varsa komünistin de o kadar saf, kötü bir geçmişi vardır. ne de olsa ikisini de insan icat etmiştir. insan dokunduğu her şeyi kirletmiştir bugüne kadar.

21.02.2021

yolcu

frederic gros

ilk hristiyan teologlara göre, bu dünyada sadece birer yolcu olduğumuzdan, evimizi başımızı soktuğumuz bir sığınak, sahip olduklarımızı fazladan bir yük, arkadaşları da yol üstünde karşılaştığımız insanlar olarak görmemizde fayda vardır. biraz havadan sudan sohbet, birkaç el sıkışma, sonra da iyi akşamlar, iyi yolculuklar.

bu dünya fanidir, der teologlar, insanlık sürgündür; çünkü asıl yurduna burada ulaşması mümkün değildir. tüm dünya gelip geçici bir barınaktır.

ilk hristiyanlar, bir yürüyüşçü herhangi bir ülkeden nasıl geçiyorsa öyle geçerler hayattan.

20.02.2021

cennet ve cehennem

paulo coelho

her birimiz varoluşumuzun gerçek sebebini ölmeden bir saniye önce anlarız. cehennem ya da cennet işte o an doğar. cehennem, o kısacık anda geriye bakıp hayat denen mucizeye anlam katma fırsatını kaçırmış olduğumuzu anlamaktır. cennet ise o an, "hatalarım oldu; fakat hiç korkaklık etmedim. hayatımı yaşadım, ne yapmam gerekiyorsa yaptım." diyebilmektir. 

kaybedecek daha fazla bir şeyim kalmadığında her şeyi elde ettim. kendim olmaktan çıktığımda kendimi buldum. rezil olduğumda ve hala yürümeye devam ettiğimde kendi kaderimi seçmekte özgür olduğumu anladım. 

savaşçıyı savaşçı yapan budur işte: irade ve cesaretin aynı şey olmadığını anlamak. cesaret korku ve hayranlık uyandırır; irade gücüyse sabır ve azim demektir. iradeleri çok güçlü olan kadınlar ve erkekler genellikle yalnızdırlar; çünkü dışarıdan soğuk görünürler.

sıradan insan ilahi adaletsizlikten yakınıyor, güç sahibi olmayı kıskanıyor ve hayatın tadını başkalarının çıkarması ona acı veriyor. kimsenin hayatın tadını çıkaramadığının, herkesin kendini güvensiz ve endişeli hissettiğinin; mücevherlerin, arabaların ve şişkin cüzdanların büyük bir aşağılık kompleksini örtbas etmeye çalıştığının farkında değil.

hata yapmaktan korkmayan, hata yapan insanları arayıp bul. onların hataları, yaptıklarını gölgede bırakmış olabilir; fakat dünyayı ancak böyle insanlar değiştirir, defalarca hata yaptıktan sonra gerçekten fark yaratmayı ancak onlar başarırlar.

19.02.2021

hayat

diogenes laertios

theophrastos:
düzensiz bir konuşmadansa dizginsiz bir ata güvenmek daha iyidir.

protagoras: her şeyin ölçüsü insandır: var olanların var oldukları ve var olmayanların var olmadıkları konusunda. tanrılarla ilgili olarak ne var olduklarını söyleyebilirim ne de var olmadıklarını; çünkü bunu bilmeyi engelleyen çok şey var: belirsizlik ve insan yaşamının kısa oluşu.

öğrencileri theophrastos'a son bir isteği olup olmadığını sorduklarında, "hiçbir isteğim yok." demiş, "diyeceğim bir tek şu: yaşamdaki sevinçlerin çoğu şan olsun diye solup gidiyor. çünkü biz yaşamaya başladığımız gün ölüyoruz. demek ki, adını duyurma merakı kadar yararsız bir şey yok. haydi size uğurlar olsun. ya bilimi bırakın; çünkü çok yorucu; ya da gereğince ilgilenin; çünkü şanı çok büyük. yaşamın boşluğu da yararından büyük. ben artık ne yapmanız gerektiğini öğütleyemem, yapılması gerekeni siz araştırın."

18.02.2021

bir düş gibi

tagore


yağmurun derin gölgelerinde yürüyorsun geceleri, sessiz adımlarla, kimseye görünmeden. sabah gözlerini yumdu bugün, rüzgarın sesini duymadı bile, hep uyanık kalan o mavi göğe kalın bir perde çekildi. korular kesti şarkılarını, evlerin kapıları kapandı. bu ıssız sokakta yalnız yolcusun sen. tek dostum, en sevdiğim, evimin kapıları açık. bir düş gibi geçip gitme.

17.02.2021

sonsuzluk düşleri

terry eagleton

aşk hem gelişmek için ihtiyacımız olan hem de asla başaramayacağımız bir şeydir. tek umudumuz zamanla daha başarılı başarısızlar olmamızdır ama bu da neticede yeterince iyi olmayabilir elbette.

"evlenmek, ellere bulaşan gübre gibidir."

var olmak ve var olan ne denli zenginleşirse, çoğalırsa, dünya o denli iyi olacaktır. etrafımızda şalgamın, telekomünikasyonun ve güçlü bir umut duygusunun olması iyi bir şeydir.

fani ve sonlu şeyler, bedensiz sonsuzluk düşlerine ayak bağı olur. bu yüzden de dünyaya dair bütün fani başarılar otomatikman değersizdir.

düzen ve nizama hastalıklı bir önem verenlerin bunu içsel bir kargaşayı bastırmak için yaptıkları bilinen bir şeydir.

başkalarının başarıları kendi başarısızlığımızı yüzümüze vurur.

olguların kendi başlarına anlamlı olmadığını anladığımız gün, onlara istediğimiz anlamı yükleyebiliriz.

dilli düdük

balzac

komşuların hepsi de işleri gereği aynı koşullara bağlı olduklarından, birbirlerinden saklıları gizlileri yoktur. her şey -harcamalar, satışlar, alınanlar, her birinin ettiği kâr- eninde sonunda öğrenilir. böylece bu insanlar, on iki saatin sonunda hoşça vakit geçirmekte özgürdürler, yani komşularını gözetlerler. onların özel yaşantıları üzerine yorum yaparlar ve komşularının geliş gidişleri hakkında sürekli casusluk ederler. bir ev kadını bir keklik almışsa, komşular kuş iyi pişti mi diye sormadan edemezler. bir kız aylak insanlara görünmeden pencereden başını çıkaramaz. burada bilinçler açıktır, en azından gözetleme konusunda bu böyledir ve görünürde içine sızılmaz, karanlık, sessiz evlerin bilinmedik hiçbir sırları yoktur.

hayat aşağı yukarı, her zaman açık havada geçer. her ailenin bütün bireyleri günü kapıda oturarak geçirirler, herkesin içinde yer içer, tartışırlar. sokaktan hiç kimse keskin bakışlarla incelenmeden geçemez ve bu inceleme eski zamanlarda bir taşra kentine gelen yabancıyla eğlenip ona takılmaların günümüzdeki karşılığıdır. bu eski geleneği bize anımsatan birçok öykü vardır ve bu yabancılara takılma âdetinde taşra eğlencesinde çok ileri gitmiş olan angers'in yerlilerine de "dilli düdük" lakabı takılmıştır.

kültür adamı

walter benjamin

yazmayı bir temrin olarak görmek. eşyayı uzaklığın, soyutlamanın imkanlarıyla değil, kaydederek, suretini çıkararak, tekrarlayarak tanımak isteği.. bütün bunlar hep aynı saf zihinsel tutkunun, devlete ya da topluma hizmet sunmak zorunda olmayan, kültürel ürünü kendisi için seven "kültür adamı"nda rastlanabilecek bir tutkunun ifadesidir. ama bu ancak boş zamanı olan, yazıyı para ya da nüfuz kazanma yolu olarak görmeyen, yayıncıya yazı yetiştirmek zorunda olmayan biri için söz konusu olabilirdi. bu yüzden kültür adamıyla birlikte bu tutku da maddi temelini geri dönüşsüz bir biçimde kaybetmiştir. yüzyıl başında edebiyat adamlarını devrimcilere dönüştüren sürecin bir yönü de budur: edebiyat adamı kibrine, cüretine, bilgeliğine kaynaklık eden bağımsızlığı kaybetmiştir artık.

16.02.2021

stepne

rıfat ılgaz

dolmuş dergisinin en hızlı günleriydi. hababam sınıfı öyküleri üçten ona, ondan yirmiye, yirmiden de otuza doğru ilerliyordu. ben "keselim mi artık?" diye sordukça ilhan selçuk: "aman kesme, iyi gidiyor!" diyordu.

gerçekten de iyi gidiyordu hababam sınıfı. kabataş lisesi'nde yatılı okuyan oğlum, bana yeni yeni olaylar getiriyor, anılarımı zenginleştiriyordu.

"sınıf" adlı bir kitap çıkarıp türkiyemizde 142. maddeden ilk kez içeri tıkılan anlı şanlı bir şairdim. markopaşa dönemini üstü kapalı atlatmıştım. tek başıma bu ünlü dergiyi yürüttüğüm yıllarda bile yazılarımın altında adım yoktu. sahibi ve sorumlu müdürü olarak adımın geçtiği yıllarda bile kimi yazıları benim yazdığıma kimse inanmıyor, ben de inanmamaları için elimden geleni yapıyordum.

bir gün ilhan selçuk: "dolmuş'taki hababam sınıfı öykülerini bir kitapta derleyelim." deyince şaşırmıştım. kitabın bir yazarı olacaktı. gelenek böyleydi. şairliğimi iki paralık edip adımı böyle bir kitabın üstüne koyduramazdım. öyküler dergiden kesildi. turhan selçuk güzel bir kapak çizdi. hababam sınıfı'nın haytaları jimnastiğe çıkar gibi dizilmişlerdi çift sıra. başlarında da kel mahmut. bu kapağa adımın yazılmaması için hiçbir engel kalmamıştı. ortalık sütlimandı artık. hele böyle bir kitabın basın savcısını kuşkulandırması için bir neden de yoktu ortada. ilhan:

"koyalım adını" dedi, "hiçbir sakınca yok!"

"hayır!" dedim, "gene dergideki gibi 'stepne' yazılsın kapağa!"

"derginin adı dolmuş olunca stepne'nin bir anlamı olabilir; ama bir kitabın üstünde stepne ne anlama gelir?"

"bunu okurlarımız düşünsün!" dedim.

kitap çıktı. yazarı stepne. ister dolmuş'un yedek lastiği olsun ister kitabın yazarı. okuyucu kafasını bu konu üzerinde hiç yormadan 5 bin kitap dergi gibi eriyip gitmişti. kitapçı vitrinlerinde yerini bile almaya vakit kalmamıştı. aldığım 250 lira, mizahtan, mizah kitaplarından aldığım ilk telif ücretiydi. şairlik adımı kullanmadan, mizah yazarı olmuş, kitap çıkarmış, ilk kez kitaptan para kazanmıştım.

dergi kapandıktan sonra geriye kalan yeni hababam sınıfı öykülerinin bir bölümünü de tan basımevi'nde haluk yetiş basmıştı. nasıl olsa kitap kendini sattıracaktı. bu bakımdan dizgi baskı hacıbaba işi olmuştu. kapağını bile turhan selçuk'un dergideki çizgilerinden yararlanarak ben düzenlemiştim. olmuşken olsun dedim. ünü rıfat ılgaz'ı çoktan aşan hababam sınıfı'na ilerde sahip çıkabilmek umuduyla kapağa da adımı koydurdum. birinci kitabın her bakımdan bir devamı olduğu halde ilk eleştiriler çok umut kırıcıydı:

"birincisi daha güzeldi. ne gerek vardı bu ikincisine?"

oysa dergide severek okudukları öykülerdi bunlar. kitap olarak derlenince mi gereksizleşiyor, değerden düşüyordu? bu tür eleştiriyi yapanların gene de iyi niyetli arkadaşlar olduğunu sonradan öğrendim.

babıali demirbaşlarından dağıtıcı faruk kitabı evirip çevirdikten sonra:

"nerde stepneee.." demişti, "nerde rıfat ılgaz.. herif yazmış. ancak iki hikayesini okuyabildim bu yeni kitabın. bırak dostum sen bu işleri!"

ne demek istediğini anlayamamıştım. şaşkın şaşkın bakıyordum yüzüne:

"rusçan fena değil" dedi. "doğrusu ilk kitabı çok güzel çevirmişsin!"

ben rusça biliyordum haaa? haraşo'dan başka tek sözcük bilmiyordum rusça olarak. şaşkınlıkla sordum:

"ben mi çevirmişim? hangi yazardan?"

"hangi yazardan olacak! stepne'den!"

"yani bu stepne sovyet yazarı, öyle mi?"

"bırak laf cambazlığını.. ha sovyet yazarı ha rus yazarı.. hepsi aynı kapıya çıkar. baktın birincisi iyi gitti, ikinciyi de sen yetiştirdin geriden."

babıali'nin kral faruk'u beni sinemacılarla karıştırıyordu. ya da mayk hammer üreticilerine benzetiyordu. bir koyundan iki post çıkarmakla suçluyordu yani. haklıydı bir bakıma. yanlışlığı birinci kitabın kapağına stepne koymakla değil, ikinci kitabın üstüne kendi adımı yazmakla yapmıştım. hey garip kişi! durup dururken ne diye böyle işlere özenirsin! baban da mı mizah yazarıydı? şairlik neyine yetmiyordu senin!

15.02.2021

kilitli kapılar

anne sexton



doğmuş olması gereken birisi
öldü

evet, kadın, böyle bir mantık ölüm olmadan
yolaçacak yitirmeye. ya da ne demek istediğini söyle
seni korkak.. kanadığım bu bebek

düşte asla seksen değilsindir

çok fazla hisseder yazan bir kadın
çok fazla bilir yazan bir adam

kendi kendimizi hiçbir zaman sevmeden
ayakkabı ve şapkalarımızdan bile nefret ederek
birbirimizi severiz, yapmacıklı, yapmacıklı
ellerimiz açık mavi ve nazik
gözlerimiz berbat itiraflarla dolu

intihar bir mastürbasyon biçimidir

yüksek sesle söylerim
insan kötüdür
yanması gereken
bir çiçektir insan
yüksek sesle söylerim
insan
çamurla dolu bir kuştur
yüksek sesle söylerim

ölüm bakınır kayıtsız bir gözle
ve poposunu kaşır

küçük pembe ayaklarıyla
sihirli parmaklarıyla insan
bir tapınak değil
ama umumi heladır
yüksek sesle söylerim

swinger

hüseyin rahmi gürpınar

bir evlilik oluyor. kısa yahut uzun bir süre sonra karı koca birbirinden usanıyor. avrupa'da şimdi bir çeşit boşanma var. ama her usanç doğduğunda boşanmayla işin düzeltilmesine kalkmak da başa çıkar bir iş değil. eğer madam da bu zor gerçekleri anlayabilecek kadar ileri düşünceli ise kurallara samimi bir biçimde uymayı ahmaklara bırakarak kanun üstünde arifane yaşamaktan başka şu dünyada gerçek bir rahatlık olamayacak. bilgin, ukala, kanun koyucular varsınlar her zorluğa karşı bir çare bulmaya uğraşadursunlar. yüzyıllardan şimdiye kadar bu zorlukların kaçını çözmeyi başarmışlar ki şu kısa ömür içinde rahat edebilmek için doğanın gerektirdiğini bırakalım da onların bulabilecekleri çarelere umut bağlayıp bekleyelim.

14.02.2021

yanlış yaşamak

attila ilhan


yanılmış bir kapıyım simsiyah
kendi üstüme kapanıyorum
seni paris'te kaybettim
yanlış bir yerde arıyorum
bozduğum her saat
içimi büsbütün daraltıyor
hiçbir mutluluğum kalmadı
ne bıraktıysan harcadım
inge bruckhart
resimlerine bakamıyorum

yanlış bir bulut çoğalıyor
akşamları yanılmış içlerime
ağzımda bozuk bir pil tadı
o korku değil artık bu yaşadığım
telefon zillerine dolaşarak
bak ne ben leipzig’deyim
ne de sen istanbul’da
ne depart kahvesinde çay içiyoruz
ne tiryaki köpekte şarap
seni görmeden öleceğim
bir daha görmeden
inge bruckhart
zaten kaç yıldır yaşamıyorum

hep yanıldık mı kimbilir
inanmak gelmiyor içimden
o yanlış tren bindiğimiz midir
azala azala unutulduğumuz
hani leipzig garında biten
yine yanlış mı yaşıyoruz
karanlığımızı avuçlarımıza öksürerek
sen bir kadın ıssızlığına koşulmuş
yarıdan fazla mavi gözler
eylülden eylüle gülümseyen
ben görünmez raylara düğümlü
garlarda yankılanan bir erkek
değerinden eksiğine bozulmuş
ölüversek mi ne
en büyük yanlışlığı benimseyerek
gizli bir nem sinmemiş mi ellerine
ya saçların, fena halde sonbahar
yanlışlar prensesi inge bruckhart
yine marne üzerine kar yağıyor
geceleyin bembeyaz ıhlamur ağaçları
yanıldıkça lüzumsuzluğunu anlayıp
insan yaşadığından utanıyor
uykularımızda yalnızlık korkular
dışımızda en küstah yanlışlıklar
içimizde en başka türkü ayıp

13.02.2021

insan

alfred adler

insan olmak, kendini yetersiz hissetmek ve üstün bir konumu ele geçirmek üzere çaba harcamak demektir.

herodotos: insanın ruhu onun yazgısıdır.

bir insanın devinimlerinin yöneldiği amaç, o insanın çocukken dış dünyadan aldığı izlenimlerin etkisi altında gelişip ortaya çıkar.

aklı başında hiç kimse toplumsallık duygusuna sırt çevirerek, onun etkinliğinden uzak kalarak büyüyüp gelişemez. ancak kendilerinin başkalarından ayrı sayılamayacağının bilincinde olanlardır ki yaşam yolunda korkusuzca yürüyebilir.

ancak özgürlüktür ki güçlü insanlar çıkarır bağrından; baskı ise insanı öldürür, yıkıma sürükler.

fotoğraf

ahmet haşim

fotoğraf merceğine zerre kadar itimadım yoktur. bundan dolayı fotoğraf makinesinin keşfiyle portre ressamının vazifesine son bulmuş gözüyle bakanlara hak vermek bence zordur. şekil ve madde ışığın yansımasına göre anbean değişir. bu bakımdan hiçbir çehrenin vasıfları belirli bir tek görüntüsü yoktur. fırça sanatkârı çizeceği çehre üzerinde uzun müddet hayatın gelgitini gözlemlemek ve onu birçok değişimlerinde kaydetmek yoluyla sonunda gerçek kimliğin gizli hatlarını sezmeyi ve görmeyi başarır. fotoğraf bu zihnî analiz ve sentez gücüne sahip değildir. onun için hassas cam üzerinde çizilen şekle bir belge yüklenemez.

12.02.2021

kadın

charles bukowski

hiçbir erkeğin bedeline katlanamayacağı kadınlar vardır; ama birinin bıraktığı yerden devam edecek bir keriz vardır mutlaka.

zordur bir kadını memnun etmek. her erkek doyumsuz bir kadını yola getirebileceğine inanır ama bu inanç insanı mezara götürür.

bir kadının yaktığı ilk adam sen değilsin.

kadınların istediği asla duyarlılık değildir. tek istedikleri, önemsedikleri birinden duygusal intikam almaktır. kadınlar aptal hayvanlardır aslında; ama erkeğin üstünde öylesine yoğunlaşırlar ki erkek başka şeyler düşünürken onu bozguna uğratırlar.

bir keresinde yaşlıca bir kadını eve hapsetmiştik. şarapçıydı kadın. yatağa bağladık ve elli sentten mahallenin bütün erkekleri üstünden geçti: sakatlar, sapıklar, kaçıklar.. üç gün üç gece, beş yüz kişi yararlandı.

toplum kanunları ile doğa kanunları farklıdır. biz doğal olmayan bir toplumda yaşıyoruz. her an havaya uçma tehlikesi içinde yaşamamızın nedeni bu. kadın, sahte erkeğin bu toplumda ayakta kalmayı başardığını sezgi yolu ile bilir ve onu yeğler. kadının tek amacı çocuğunu doğurup onu güvenli bir şekilde büyütmektir.

bazı erkekler kadınlarla ilişki yürütmekte başarılıdırlar. ben hiç beceremedim. çok sıkıcı bir şey ilişki. bittiğinde gerçekten düzülmüş hissedersin kendini.

bütün kadınlar arkadaştılar, iletişim kuruyorlardı, doğrudan ya da ruhsal ya da erkeklerin anlayamayacağı, sadece kadınlara özgü bir biçimde; buna biraz da dış bilgi ekledin mi hiç şansı yoktu zavallı erkeğin.

11.02.2021

doğu vs. batı

sevan nişanyan

bu mısraların yazarı, mesela, yaşlandığından bu yana batı ülkelerini görmekten hiç zevk almaz oldu. batı'nın kendini beğenmiş tertipliliğinden feci şekilde sıkılıyor. hindistan'ın, afrika'nın, kürdistan'ın, gürcistan'ın insanını daha sevimli, tapınaklarını daha gerçek, derme çatma lokantalarını daha lezzetli buluyor. ama..

son beş yüz yılda icat edilip insanlığın genel kullanımına sunulan uygarlık ürünlerinin hepsi ama hepsi, batı'nın on on iki tane ülkesinden çıkmış. 1500 gibi bir tarihten bu yana doğu'nun -hind'in, çin'in, islam ülkelerinin, hadi afrika'yı da sayalım- insan medeniyetinin evrimine dişe gelir bir tane bile katkısı olmamış. sonra, yarı ciddi yarı şaka, birkaç yüz tane uygarlık ürünü saymışız. listede elektrik var, otomobil var, kuduz aşısı var, parlamento var, gazete var, kâğıt para var, insan hakları var, internet var. makineli tüfek ve atom bombası da var. naylon poşetle don lastiği de var. üstelik, demişiz, bunlar "batı'nın 'üstün maddi imkânları' sayesinde satın aldığı ya da şunun bunun 'emeğini sömürerek' elde ettiği şeyler değildir. kendilerini sıra dışı fikirlere adamış insanların geceli gündüzlü çalışmalarının, sonsuz fedakârlıkların, uykusuz gecelerin, harcanmış evliliklerin, kuşkuların, hayal kırıklıklarının, insanüstü sabır, azim ve çabaların eseridir.

serde sözlükçülük var, o yüzden sözlükçü örneği vereceğim. james murray adlı bir adam, başlangıçta mütevazı bir öğretmen. oxford'da avuç kadar evinde kırk altı sene oturmuş. tam yetmiş beş bin kişiyle yazışmış. 1150 yılından o güne ingiliz dilinde herhangi bir yerde geçen her kelimeyi derlemiş. her kelimenin ilk kez hangi yıl kullanıldığını aramış, zaman içinde hangi evrimi geçirdiğini izlemiş. modern leksikografinin esaslarını keşfetmiş. tarihin gelmiş geçmiş en muazzam sözlüğünü hazırlamış. dört yüz bin madde yazmış. üç otuz para maaş almış.

sonra kütüphane. british library'de kırk milyon kitap var, üçer santimden saysan 1200 kilometre eder. üstelik bu kırk milyon kitap, dünyanın her yerinden gelen herkese bila ücret açık. gürcistan'da 1848'de çıkan derginin şu nüshası lazım deyince adamın biri koşturup buluyor. bizdeki en kabadayı kütüphanede kırk bin cilt varsa şaşarım. oradaki memure de yün örgüsünden vaktini çaldın diye kötü kötü bakar. vaktiyle bağdat'ta kütüphane varmış, evet, avrupa'dakilerden iyiymiş. ama yedi yüz elli sene önce yıkılmış. yerine bir şey yapılmamış. burada söz konusu olan şey maddiyat filan değil manevi bir üstünlüktür. bunu görmek lazım. yapılmış ve yapılabilecek olanın dış sınırını zorlamışlar. hayatları rahat olsun, kolay olsun diye değil, şan ve şeref için yapmışlar. doğru olduğu için yapmışlar. inandıkları için yapmışlar. başka bir dilde söyleyelim, allah rızası için yapmışlar. eş dost, mahalle, medya "aklın mı yok, ne uğraşıyorsun" dedikleri halde yapmışlar.

kristof kolomb'un amerika'nın keşfi de maddi bir güç, organizasyon, finansman vb. sorunundan önce bir manevi serüvendir. bunu da iyice anlamak lazım. adamın biri çıkmış, bütün dünya ve bütün atalarımız ve büyüklerimiz aksini de söylese ben buna inanıyorum ve bu uğurda hayatımı, itibarımı, evimi, rahatımı feda ederim demiş. bütün dünya haksızdır ben haklıyım diyebilmiş. yapayalnız kalmayı göze almış. nefes kesici bir manevi cüret! ha sonra ne olmuş? kâşifin peşinden gidenler kızılderilileri kesmişler, falan filan. işin özünü değiştirmez. insanlık âlemi böyle bir şey. bir öncü -peygamber- çıkar, yepyeni bir yol açar. peşinden giden sıradan insanlar, sıradan insanların her zaman yaptıklarını yaparlar. batı'nın sıradan adam rezervi de doğu'nunkinden eksik değil. (ayrıca piri reis bir halt keşfetmemiş. ispanyol'un tekinin haritasını bulup çevirmiş, o kadar.)

galileo galilei diri diri yakılmaktan korkmuş, mahkeme önünde dünyanın döndüğü tezinden vazgeçmiş. ama fısıldayarak da olsa "eppur si muove" (gene de dönüyor) demekten geri durmamış. çünkü aklın ve vicdanın kutsallığından bir dakika bile şüphe etmemiş. aklın emrettiğine sonuna kadar inanacak manevi metanete sahipmiş.

bunun zıddı nedir? şudur: "prof. dr. feyzi bingöl, üniversiteye başörtüyle girilmesi konusunda daha önce bir bildiriye imza atmasıyla ilgili olarak ise, o dönem yönetici olmadığını ve imza vermesinin kişisel görüşü olduğunu belirtti. prof. dr. bingöl bu konuda şunları söyledi: 'insanın bir kişisel görüşü vardır. benim kişisel fikrime göre, yükseköğrenim alan bir kişinin bu hakkının elinden alınmaması gerekir. ama idareci olduğunuz zaman kanun, mevzuat, yönetmelik, mahkeme kararları sizi bağlar.'" (20 eylül 2008, gazeteler). bu zat sıfat ve makamıyla kaim olan bir insandır. giysisinden ibarettir. aklın ve vicdanın kutsallığına inancı yoktur. batı'da yok mu bunlardan? tonla var. ama öbür türlüsü de var. doğu'da ise yüzyıllardan beri sadece prof. dr. feyzi bingöller var. kazara başka türlüsü çıkacak olursa, bütün toplum söz birliğiyle ve elbirliğiyle tepelemekten bir dakika geri durmazlar.

batı'nın derin sırrı batı nasıl becermiş bu işi? şeytan diyor ki "hristiyan ahlâkı" de. "sezar'ın hakkı sezar'a, ama tanrının hakkı tanrıya" diyen manevi özerklik ideali de. ama doğru değil: bizim rumlarla ermeniler de hristiyan'dır, hem batılılardan daha otantik hristiyan'dır, ama bizden bir tanecik galileo çıkmamış. başka bir şey olmalı. tek kelimeyle anlat deseniz, bireyin kutsanması derim. batı'nın beş yüz sene önce icat ettiği, daha önce beş kıtada eşine rastlanmamış tuhaf fikir bu. adam herkesin bildiğinin aksini söylüyor, atalarımızın ruhlarını muazzep ediyor, muteber prof. dr.ların dediğine inanmıyor, vatana millete zararlıdır kesin, ama ne yapacaksın, saygı göstermek lazım diyen düşünce: bidat sevgisi. eline hayatta top, tüfek, kılıç almamış on binlerce kişiyi kahraman ilan edip meydanlara heykellerini diktiren zihin iklimi.

işin bir de siyasi-hukuki yanı var, ki beş yüz yıldan daha eski, belki sekiz yüz yıllık. devletin her boka maydanoz olamayacağı, kamu otoritesinin dokunulmaz sınırları olduğu, kamu yararının tek elden belirlenemeyeceği, birtakım hak ve özgürlüklere tecavüze kimsenin gücü yetmeyeceği gerçeği, avrupa'nın başına ta 1200'lerde, yani bizdekilerin "orta çağ karanlığı" diye dalga geçtiği bir devirde dank etmiş. sık sık tökezlese de, bugüne dek hayatiyetini korumuş. eskiden adına tabii hukuk denirdi, şimdi "insan hakları" diyorlar. bizde valiliğin yan tarafında, çaycısı bile olmayan zavallı bir devlet dairesinin adıdır.

zalim batı neler yapmış batı zalimmiş, batı adaletsizmiş, batı bencilmiş, şöyleymiş böyleymiş, bunlar züğürt tesellisi. insanoğlu zalimdir. gücü yeterse daha zalimdir. batı zalim olduğu için güçlü değil, güçlü olduğu için daha rahat zulmetme lüksüne sahip. doğunun farkı daha az zalim olması değil, marjinal bazı alanlar dışında son 300-500 senedir batıdan daha güçsüz olması. gücün kadar zulmedersin.

amerikalılar ırak'ı yakmış: sanki türkler yirmi beş senedir güneydoğu'yu yakmıyorlar. ya da 1870'lerde bulgaristan'da, 1840'larda lazistan'da, 1820'lerde yunanistan'da, 1770'lerde podolya ile ukrayna'da başka şey yaptılar. kuzey kıbrıs'ın rumları da 1974'te türklerin imajı bozulsun diye evlerini barklarını bırakıp kaçtılar. (1915'i hiç saymıyorum, malum onu türkler yapmadı, dürkheim'le august comte yaptı.) ya zavallı kızılderililer? islam egemenliği altında adalet ve huzur içinde yaşayan süryaniler, yahut mısır hristiyanları, yahut anadolu rumları veya fas yahudileri ya da darfur yerlileri kadar şanslı değillerdi herhalde! kara afrika'da da avrupalılar gelmeden önce araplar zaten bin sene boyunca köle ticareti yapmıyordu da, mesleğin püf noktalarını beyaz adama onlar öğretmediler.

islam'ın adaletine, faziletine, vesairesine gelince hatırlatmak gerek ki islam hristiyanlarla (yahut yahudilerle) kıyaslanamaz, elma ile armut olur. islam belki hristiyanlıkla (yahut yahudilikle) kıyaslanabilir. hristiyanlar filan da ancak müslümanlarla kıyaslanabilir. hangi tarafın bu kıyaslamadan avantajlı çıkacağından hiç emin değilim.

vicdan hangi kitapta yazar? peki bu düşmanlık neden? babadan kalma gâvur nefretinin izleri derin, evet. batının küstah üstünlüğüne karşı bir ego koruma refleksi, evet. bizde seksen beş senedir "batı" diye dayatılan yavan çorbanın doğurduğu bulantı, evet. ama bunları aşan başka bir şey daha var. onu anlamaya çalışıyorum.

yüz yıldan beri aklın ve vicdanın sürekli olarak tekmelendiği bir memlekette, aklına ve vicdanına bir dayanak arayan insanlar -başka seçenek olmadığı veya bilmedikleri için- çareyi islam dininde arıyorlar. "kanun, mevzuat ve yönetmelikle" dayatılan ve sahte bir batı'yı tanık göstererek meşrulaştırılan zorbalık düzenine karşı ayakta durma gücünü, manevi direnci, 1400 küsur senedir değişmediği için çok sağlammış gibi görünen bir kaynaktan türetiyorlar. buradan bakıldığında islam'ın "dışında" olan her şey ister istemez bir vicdansızlık alemi olarak görünecektir. öyle görünmek zorundadır. aklın ve vicdanın yegâne dayanağı 1400 küsur yıl önce zaptedilmiş olan vahiyse, o vahyi tanımayan akılsız ve vicdansızdır, değil mi? bakınız filistin, ırak, zavallı kızılderililer. işte, belli! evrensel bir zemin akıl ve vicdanın dayanağını arayanları alkışlamak gerekiyor, evet.

böyle bir memlekette insanların bir şeylere dayanarak da olsa ayakta durması başlı başına bir mucizedir, bunu da kabul etmek lazım. bugün başörtüsü vesaire için direnen insanlar, belki yarın daha evrensel bir zeminde "gene de dönüyor!" deme gücünü bulurlar, kim bilir. ama bu mantığın gelip vardığı yer sakattır. çünkü akıl ve vicdan yalnız doğu'da serpilmedi. hatta orada hiç serpilmedi. beş yüz seneden beri, vahyin semtine bile uğramadığı iklimlerde yeşerdi: gerçek bu.

islam düşüncesi bu zor gerçekle baş edebilir mi? sınırları esnek ve geniş de olsa bir ümmetle kendini özdeşleştirmekten -dolayısıyla o ümmete ait olmayanı ötekileştirmekten- vazgeçip gerçek anlamda evrenselliğe açılabilir mi? müslümanları aşıp mutlak olan üzerinde yoğunlaşabilir mi? aşiret dayanışmasının ötesine geçebilir mi? tarihin yükünü sırtından atabilir mi? arayışlar olduğunu biliyorum evet. ama "müslümanlar" derken buna vahiy sahibinin, "tarih" derken buna 622 tarihinin de dahil olduğunu unutmamak lazım. 

avrupalıların 500 sene önce attığı müthiş adım tam buydu. öbür dinler kadar taşralı bir dinden yola çıkıp insanı keşfettiler. bu topraklarda, 21. yüzyılda öyle bir adım atılabilir mi? ben şahsen pek ihtimal veremiyorum. ama gönül ister ki yanılmış olayım.

okuma listesi

sevan nişanyan

dünya tarihi

1.  edward gibbon, decline and fall of the roman empire, 1786. ingiliz dilinin gelmiş geçmiş en büyük şaheseridir. ahlaki-siyasi bilgelik, olgusal titizlik ve anlatım ihtişamı sahalarında rakipsizdir. çeviriden okumak yazık. 2700 sayfa.

2.  charles mackay, extraordinary popular delusions and the madness of crowds, 1852. tarih boyunca büyük kitlesel isteri krizleri ve kamusal aklın çöktüğü anlar. south sea bubble, lale çılgınlığı, cadı avı, haçlı seferleri, modern peygamberler vs. 

3.  adam zamoyski, holy madness: romantics, patriots and revolutionaries 1776-1871, 1999. 19. yüzyılda dinin bıraktığı boşlukta palazlanan devrimci-seküler ulus dinine dair, çarpıcı bir ufuk turu.

4.  tom holland, rubicon. bundan önce mutlaka titus livius, veya roma cumhuriyetine dair klasik tipte bir kitap okumuş olmak lazım. holland "resmi tarihin" altındaki siyasi gerçekliği büyük ustalıkla deşiyor. 

5.  jared diamond, collapse: how societies choose to fail or survive, 2005. hiç umulmadık bir bakış açısından dünya tarihi. çöken toplumlar neden ve nasıl çöktü? aynı yazardan guns, germs and steel. uygarlıklar neden gelişir? neden kolomb amerikayı fethetti de aztekler avrupayı fethetmedi? 

6.  mark mazower, salonica: city of ghosts. türkçesi de var. son derece insancıl, derinlemesine bir kent tarihi. milliyetçiliğin zararlarına dair bir klasik. aynı yazardan the balkans: a short history, 2000. kısa, öz, doğru perspektif. 

7.  anna funder, stasiland: stories from behind the berlin wall, 2002. sosyalist doğu almanya'dan insan hikâyeleri. ürpertici. 

8.  felipe fernandez-armesto, millennium, 1995. ms 1000 yılında dünyanın tarihçesi. biraz verbose, ama anormal çok şey öğreniyor insan. aynı yazardan, truth: a history, 1997. sıradışı bir bakış açısından felsefe tarihi. iyi. 

9.  bernard lewis, the muslim discovery of the west. islam dünyasının batı ile başa çıkamayarak batağa saplanmasının hikâyesi. lewis şarkçı/islamcı/üçüncü dünyacı klişelerin acımasız avcısıdır. tüm kitapları okumaya değer. what went wrong, 2002, yukarıdakinin biraz basitleştirilmiş özeti. the multiple ıdentities of the middle east, ortadoğuda kimlik sorununa dair esaslı analiz. race and slavery in the middle east, islam dünyasında ırkçılık ve köleliğe dair, tokat gibi. 

10. niall ferguson, the ascent of money, 2008. para ekonomisinin tarihi. ferguson cilası fazla olan tarihçilerdendir, beni sinir eder, ama konu ilginç. belki hiçbir şey bilmiyordum ondan. yine aynı yazardan, empire: how britain made the modern world, 2003. ingiliz imparatorluğuna tarafsız bir bakış denemesi, ne övgü, ne sövgü. bestseller olmaya çalışmasaydı daha iyi bir kitap olabilirdi. 

11. norman davies, vanished kingdoms: the history of half-forgotten europe, 2011. avrupa tarihinde adı sanı unutulmuş 15 devletin hikâyesi. bazıları zayıf, ama strathclyde krallığı ya da tolosa vizigot devleti hakkında başka nerede bilgi bulacaksın? 

12. ervand aprahamian, a history of modern ıran, 2008. ülkeyi derinlemesine bilen ve seven bir tarihçiden, her türlü klişeden uzak, sağlam ve güzel anlatımlı bir tarih. 

13. carl schorske, fin-de-siècle vienna, 1983. modern çağın viyana'da doğumu, 20. yüzyıl başı. derin ve özgün bir kitap. 

felsefe, din, teori 

1. c. s. lewis, studies in words. ilk basım 1960. mütevazı kisve altında, medeniyet tarihinin birkaç temel kavramının derinlemesine analizi. şaşırtıcı. 

2. karl popper, objective knowledge: an evolutionary approach, 1972. özellikle ilk makalesi, conjectural knowledge, my solution to the problem of ınduction. 20. yüzyılın herhalde en önemli felsefi devrimi. daha derine inmek isteyenler için the logic of scientific discovery (1935), ağırdır. 

3. allan bloom, the closing of the american mind. eğitimde liberalizme karşı güçlü ve tutarlı bir polemik. 

4. robert wright, the evolution of god, 2009. "tanrı" kavramının evrimine dair, son derece akılcı, geniş açılı, kuvvetli ve beliğ bir tarih. 

5. christopher hitchens, ed., the portable atheist: essential readings for the nonbeliever, 2007. anti-dinci düşüncenin öncülerinden elli kadar kuvvetli polemik yazısı. bazıları şaheser. 

6. pascal boyer, religion explained: the evolutionary origins of religious thought, 2001. bir antropologun bakış açısından, din konusunda son yılların en önemli eseri. 

7. william james, the varieties of religious experience, 1902. dini inancın psikolojik ve patolojik kökenlerine dair, çağ değiştiren bir klasik. 

8. john vincent, history, 1995. tarihçilik mesleği ve teorisi konusunda bugüne dek okuduğum en iyi metin. keskin zekâ, berrak kafa. çok "ingiliz". 

dilbilim 

1. john mcwhorter, the power of babel. dillerin evrimine dair, parıltılı zekâ mahsulü, okuması kolay. çok beğenirseniz aynı yazardan our magnificent bastard tongue; ingilizcenin tarihine put kırıcı bir yaklaşım. 

2. j.l. trask: why do languages change? karşılaştırmalı dilbilime giriş. kısa, öz, son derece anlaşılır dille yazılmış, teorik altyapısı sağlam bir eser. 

3. nicholas ostler, empires of the word. imparatorluk dillerinin yükseliş ve düşüşü: yunanca, latince, sanskrit, arapça, portekizce, ingilizce. ostler heyecansız bir yazar, ama konu zengin. 

4. bill bryson, made in america: an ınformal history of the english language in the united states, 1994. son derece keyifli bir kültür tarihi. kolay okunur, müthiş bilgilendirici. aynı yazardan at home: a short history of private life, gündelik nesne ve kurumların tarihine dair, çok eğlenceli. 

5. winfred lehmann, theoretical bases of ındo-european linguistics, 1993. hintavrupa araştırmalarının 200 yıllık tarihine dair en kapsamlı özet. hayli teorik, zor, ama değer. 

6. steven pinker, the language ınstinct, 1994. adam gıcık, şovcu, ama son 30 yılın en etkili kitaplarından biri. dil olgusuna biyolojik/evrimci açıdan bakış. 

7. hermann hirt, etymologie der neuhochdeutschen sprache, 1920. ders kitabı, ama bu kadar mı mükemmel olabilir. almanca. 

biyografi 

1. maxime rodinson, muhammad. marksist ve sekülarist bir yahudiden, alabildiğine soğukkanlı, objektif, belki haddinden fazla "saygılı" bir yaşam öyküsü. mevcutların en iyisi. 

2. ernest renan, vie de jésus, 1863. (ing life of jesus; türkçesi de var). geleneksel dinin inandırıcılığını yitirdiği bir çağda, isa'yı iyi bir adam ve ahlak filozofu olarak anlama denemesi. etkileyici bir anlatıdır, ama son yıllarda okuduğum eleştirel incil analizleri (ör: bart ehrman, jesus ınterrupted) daha sarsıcı. 

3. g. ı. gurdjieff, encounters with remarkable men, 1963. gürciyef esoterikçi ve mistiktir, ama gençliğinde karşılaştığı sıra dışı insanlara dair kitabı olağanüstü bir gözlem gücü ve ruh zenginliği yansıtır. türkçe çevirisi var. 

4. takuhi tovmasyan, sofranız şen olsun: ninelerimin mutfağından damağımda, aklımda kalanlar 2005. anı artı tarih artı yemek kitabı. tadından yenmez. 

5. fethiye çetin, anneannem, 2004. türklüğün perde arkasını aralayan müthiş bir "keşif" öyküsü. baskın oran'ın yayımladığı, m. k. adlı çocuğun tehcir anıları'nı (2008) bunun peşinden okumak lazım. 

6. kenize mourad, de la part de la princesse morte, 1989. türkçesi saraydan sürgüne, isis y. 1990. v. murad soyundan bir osmanlı prensesinin anıları. trajik, duygulu. ali vasıb efendi, bir şehzadenin anıları (2007), yine osmanlı hanedan mensuplarının sürgünü hakkında, farklı bir perspektif. köksüzlüklerini ve çaresizliklerini bunda daha iyi hissettim sanki. 

7. william manchester, the last lion, 1989. churchill'in yaşam öyküsü, iki cilt, 1800 küsur sayfa. manchester vasat bir anlatıcı, ama konu muhteşem. churchill'i bilmeden 20. yüzyılı anlamak mümkün değil. 

8. katherine frank, ındira: the life of ındira n. gandhi, 2002. zeki, duygulu ve dürüst bir kadının iktidarda körleşmesinin hikâyesi. 560 sayfayı nefes almadan okumuştum. 

9. tuba çandar, hrant (2010). etkileyici bir adamın etkileyici bir şekilde anlatılmış hikâyesi.

yabancı roman 

1. benjamin constant, adolphe. bunu ta eskiden okumuştum. ama beş senede bir gene okurum. mücevherdir. 

2. flaubert, l'education sentimentale. "duyguların eğitimi" diye çevirmek gerek. madame bovary'den daha geniş ufuklu ve daha acımasız bence. bunu da bin sene önce okumuştum, geçen sene baştan okudum. hiç eskimemiş. türkçesi varmış. 

3. gore vidal, herhangi iki romanı. creation mutlaka olmalı, diğeri julian veya empireolabilir. iktidarın ve siyasetin ruhunu daha iyi bilen ve anlatan kimse yok. 

4. mario vargas llosa, conversation in the cathedral. gelmiş geçmiş en müthiş roman sıralamasında bence başa oynar. beş defa baştan okutturan cinsten. daha okuyayım derseniz la ciudad et los perros iyidir (kent ve köpekler adıyla başarılı türkçe çevirisi var). the war of the end of the world, 19. yüzyıl sonunda brezilyada zuhur eden bir dini önder hakkında, olağanüstü. türkçesi yok. la casa verde, biraz katedral gibi, ama daha zayıf (yeşil ev adıyla türkçesi var, bakmadım ama). son dönem romanları o kadar başarılı değil. 

5. gabriel garcia marques, yüz yıllık yalnızlık. kolombiya'da bir ailenin destanı. şiirsel. 

6. arundhati roy, the god of small things. güney hindistan'da azınlık olmak. 

7. p. g. wodehouse, herhangi üç romanı. edebî komedinin zirvesidir. özellikle blandings ve lord emsworth'lu olanlar mücevherdir. ben 20 tane filan okudum. 

8. evelyn waugh, black mischief. ingiliz aristokrat mizahının uç noktası. donuna işetir.scoop da iyidir. 

9. irfan orga, bir türk ailesinin romanı. şaşırtıcı ölçüde güzel, trajik, içten. aslı ingilizcedir, ama türkçe çevirisi iyi. 

türk romanı 

1. latife tekin, sevgili arsız ölüm. gabriel garcia'nın türkiye versiyonu. unutulmayacak kadar sevimli ve insancıl, ışıklı. keşki başka kitap yazmasaydı. 

2. metin kaçan, ağır roman. dil ve içerik açısından muhteşem. keşki filmi yapılıp ayağa düşürülmeseydi. 

3. perihan mağden, iki genç kızın romanı, 2002. çökertici. mağden açık farkla modern türkçenin en büyük üslupçusu bence. abartılı duyarlılığı bu sayede tahammül sınırında kalıyor. ali ile ramazan (2010) da güzel. sevmişken yıldız yaralanması (2012) da okunur. 

4. murat menteş, dublörün dilemması, 2005. manyak. 

türkiye tarihi 

1. ibnülemin mahmut kemal, son sadrazamlar. 3000 küsur sayfa, ağdalı osmanlıca. açık farkla, yirminci yüzyılda yazılmış en iyi türkçe kitaptır. beş defa baştan okumaya değer. son devir osmanlı tarihi hakkında başka kitaba gerek yok. 

2. mete tunçay, türkiye'de tek parti rejiminin kuruluşu. titiz tariihçilik. kendi çağında devrimci bir çalışmaydı, pek çok başkalarına yol gösterdi. 

3. samet ağaoğlu, babamın arkadaşları. cumhuriyet'in kurucu kuşağına dair, son derece rafine ve duyarlı bir gözlemci. edebi bir başyapıt. 

4. taner akçam, türk ulusal kimliği ve ermeni sorunu (1992) ile başlayarak, ermeni soykırımına dair tüm kitapları. ermeni sorunu hallolunmuştur () çok iyi. tehcir ve taktil: divan-ı harb-i örf, zabıtları (2009) daha belgesel. 

5. philip mansel, constantinople: city of the world's desire, 1995. piyasadaki en iyi istanbul tarihi. alışık olduğumuz klişelerin dışında, dışarıdan bir bakış. türkçe çevirisi var. 55b. erich jan zürcher, modernleşen türkiye'nin tarihi. kısa, dengeli ve demokrat perspektifli. lewis gibi demokrasiyi "ilerleme"ye satmıyor. shaw gibi milli ideoloji şakşakçılığı yapmıyor. 

6. heath lowry, trabzon şehrinin islamlaşma ve türkleşmesi, 1461-1583. "dönmelik" olgusu hakkında detaylı bir detektif çalışması. ufuk açıcı. 

7. stephane yerasimos, konstantiniye ve ayasofya efsaneleri, 1998. tarihi metinlerin satır arası nasıl okunur? nefes kesici bir yorum çalışması. yerasimos'un tüm eserleri güzeldir. milliyetler ve sınırlar (1994) mesela. 

8. hakan erdem, tarih-lenk: kusursuz yazarlar, kâğıttan metinler, 2008. türk tarihçiliğinin sefaletine dair eleştiri yazıları. erdem muazzam bir eğitimle zekâ ve entelektüel dürüstlüğü birleştiren bir tarihçidir. unomastica alla turca (2004) romanı, türkçü literatürün enfes bir parodisidir. 

9. bejan matur, dağın ardına bakmak, veya özlem yağız, malan barkirin. tarih değil gazetecilik. ama kürt meselesi hakkında gerçekten okumaya değer pek başka şey yok. 

gezi 

1. c.s. naipaul, among the believers: an ıslamic journey. 1981. (ve devamı, beyond belief, 1998). iran, pakistan, hindistan ve endonezya'da çağdaş islamın sosyal ve psikolojik altyapısına akılcı, sorgulayıcı, son tahlilde kahredici bir yolculuk. 

2. matthew parris, ınca kola, 1990. gören gözü, keskin aklı ve derin ruhu olan bir adamın peru macerası. parris the times ve spectator'da yazar. bugünün dünya basınında kendime en yakın hissettiğim kalemdir. yine parris'in a castle in spain; ispanya'nın taşrasında bir şato alıp yerleşme macerası. 

3. elif köksal, katmandu'da ev hali, 2009. türkçe. müthiş egzotik ve bir o kadar da tanıdık bir dünyaya çok duyarlı, çok insancıl bir bakış. 

4. william dalrymple, from the holy mountain: a journey in the shadow of byzantium, 1997. güneydoğu türkiye, suriye, iran ve israil'de hıristiyan azınlıklarına yolculuk. güçlü önyargıları (anti-türk, anti-israil) ve kuvvetli kalemi olan bir yazardan. aynı adamdanthe city of djinns: a year in delhi, 1993. kentin ciğerini okumuş. etkileyici. 

5. geert mak, ın europe: travels through the twentieth century. avrupa'nın 20. yüzyıl tarihi, gezen bir adamın gözünden. çok başarılı. 878 sayfayı bir nefeste okutuyor. 

6. j bill bryson, the lost continent: travels in small-town america, 1989. abd taşrasına kahredici bir bakış. çok komik. 

7. tony parker, a place called bird, 1989. kansas'ta sıradan bir kasabada yaşayan sıradan insanların derinleştikçe derinleşen hayat hikâyeleri. çok şaşırtıcı. kimi deşsen roman çıkarmış, yeter ki soru sormayı bil. 

8. m. synge, the aran ıslands, 1907. romantik irlanda ulusçuluğunun temel taşı, müthiş şiirsel, aynı ölçüde hayalci. 

9. peter mayle, a year in provence, 1989. "akdeniz'de bir köy evi" hayalinin klasiği. çok gerçekçi, çok sevimli. 

10. heinrich harrer, seven years in tibet, 1953. filmi de güzeldi, ama kitabı daha iyi. 

11. patrick leigh fermor, mani: travels in the southern peloponnese, 1958. iflah olmaz bir romantikten, güney yunanistan'da, çoktan tarihe karışmış bir yaşam tarzına güzelleme. ağdalı. aynı yazardan kuzey yunanistan göçebelerine dair roumeli ve karayib'lere dair travellers' tree de güzeldir.