31.12.2013

uzun lafın kısası

joel kovel: hiçbir şey insanca yaşama hakkından daha değerli değildir.

antoine furetiere: genç bir erkeği kadınlarla sohbet etmekten daha fazla uygarlaştıran ve kibarlaştıran bir şey yoktur.

botho strauss: en kötüsünü yaşamışsan artık öyle saf olamıyorsun.

samuel johnson: hemen hemen tüm saçmalıklar benzemeye çalışıp da başaramadığımız insanları taklit etmeye çalışırken çıkar.

james joyce: hayat en büyük öğretmendir.

felicien challaye: bütün öteki kutsal kitaplar gibi, hristiyanlığın kutsal kitabı da insan elinden çıkmadır.

henry miller: bazı kancıklar kendilerine çiçek bahçeleri gönderilmesinden hoşlanırlar. kendilerini önemli hissederler.

rudyard kipling: cehalet kadar büyük günah yoktur.

romain gary: görkemli senfonilerin ortasında bir yerde beliriveren, yumuşacık bir flüt sesini beklemek gibi bir eğilimim vardır.

la rochefoucauld: insanın sevdiğine sadık kalmak için kendine çektirdiği işkence hemen hiçbir zaman sadakatsizlikten daha iyi değildir.

michel tournier: insan her şeyi yok eden zamana imgeyle karşılık verir.

sabahattin eyüboğlu: ne yıkılmışsa softalar yıkmıştır bu memlekette. cahilliğimizin eline baltayı veren, keyif için, para için yıkanları da destekleyenler onlar olmuş. yalnız yapılmış eserleri yıkmakla kalsalar iyi, yeniden yapma gücünü de köreltiyorlar.

30.12.2013

edebiyat ve yeni zamanların kültürü

semih gümüş

gustave flaubert: yazmak, yaşamanın bir biçimidir.

mario vargas llosa: üslubun doğru veya yanlış olmasının hiçbir önemi yoktur. önemli olan, etkili olup olmadığı ve anlattığı öykülere yaşam sanrısı katma amacına uygunluğudur.

zadie smith: bir karaktere hikaye yazmadan, odada yürümesine izin veremezsiniz.

siegfried kracauer: yenilikçi ve önemli yapıtlar, derinliklerinde ne kadar çok altın damarı saklı olursa, ille de karşılanması gereken istekleri olan kitle tarafından o kadar görmezden gelinir.

semih gümüş: bir edebiyatçı ne üstüne yazarsa yazsın, sonunda kendine dönük bir soruna dokunur.

andre gide: en çok, düşünmekte ve yazmakta hiçbir şahsi menfaat bulunmadığı zaman iyi düşünülür, iyi yazılır.

murathan mungan: yazmak en iyi başlangıçtır. yazmak aynı zamanda affetme isteğidir. ilkin anamızla babamızı affederiz, sonra sıra bize gelir, kendimize. affetmesi en zor kişiye.

mehmed uzun: yazmak, yazı da bir tür yolculuktur. deniz dalgaları arasında bir yolculuk. yolumuzu bulabilmek, doğru yola girmek için deniz dalgalarına karşı savaşırız. yaşanmış şeyleri yeniden diriltmek istediğimizde gereklidir bu savaş.

29.12.2013

babamın bavulu

orhan pamuk

ölümünden 2 yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana. her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra, yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi.

"bir bak bakalım." dedi hafifçe utanarak, "işe yarar bir şey var mı içlerinde. belki benden sonra seçer, yayımlarsın."

benim yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. babam acı verici çok özel bir yükten kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını bilemeden etrafa bakınarak dolandı. sonra elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye usulca bıraktı. ikimizi de utandıran bu unutulmaz an biter bitmez, ikimiz de her zamanki rollerimize, hayatı daha hafif yanından alan, şakacı, alaycı kimliklerimize geri dönerek rahatladık. her zamanki gibi havadan sudan, hayattan, türkiye'nin bitip tükenmez siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla sonuçlanan işlerinden, çok da fazla kederlenmeden, söz ettik.

babam gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı yukarı yürüdüğümü hatırlıyorum. küçük, siyah, deri bavulu, kilidini, yuvarlak kenarlarını ta çocukluğumdan biliyordum. babam kısa süren yolculuklara çıkarken ve bazan da evden iş yerine bir yük götürürken bu küçük bavulu açıp yolculuktan dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan kolonya ve yabancı ülke kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum. bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı; ama şimdi ona dokunamıyordum bile. niye? elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden.

bu ağırlığın anlamından söz edeceğim şimdi. bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir köşeye çekilip kağıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın anlamı demek bu.

babamın bavuluna dokunup onu bir türlü açamıyordum; ama içindeki defterlerin bazılarını biliyordum. bazılarına bir şeyler yazarken babamı görmüştüm. bavulun içindeki yükün varlığından ilk defa haberdar olmuyordum. babamın büyük bir kütüphanesi vardı, gençlik yıllarında, 1940'ların sonunda, istanbul'da şair olmak istemiş, valéry'yi türkçeye çevirmiş; ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın zorluklarını yaşamak istememişti. babamın babası -dedem- zengin bir iş adamıydı, babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek istemiyordu. hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum.

beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. babam da bunu bildiği için önlemini almış, bavulun içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı. 25 yıllık bir yazarlık hayatından sonra bunu görmek beni üzüyordu. ama edebiyatı yeterince ciddiye almadığı için babama kızmak bile istemiyordum. asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile istemediğim asıl şey ise, babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. babamın bavulunu asıl bundan korktuğum için açamıyordum. üstelik bu nedeni kendime açıkça söyleyemiyordum bile. çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa babamın içinde bambaşka bir adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. bu korkutucu bir şeydi. çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını istiyordum; yazar olmasını değil.

benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle yeni bir alem kuran insan gelir gözümün önüne. bu adam ya da bu kadın, daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir ya da benim gibi otuz yıl boyunca dolmakalemle kağıt üzerine, elle yazabilir. yazdıkça kahve, çay, sigara içebilir. bazan masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara, talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya ya da karanlık bir duvara bakabilir. şiir, oyun ya da benim gibi roman yazabilir. bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla araştırmasıdır. ben boş sayfaya yavaş yavaş kelimeler ekleyerek masamda oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya çıkardığımı hissederdim. biz yazarların taşları kelimelerdir. onları elleyerek, birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazan uzaktan bakıp seyrederek, bazan parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak, kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız.

benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve sabırdadır. türkçedeki o güzel deyiş, "iğneyle kuyu kazmak", bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir. eski masallardaki, aşkı için dağları delen ferhat'ın sabrını severim ve anlarım. benim adım kırmızı adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize ezberleyen; hatta güzel bir atı gözü kapalı çizebilen iranlı eski nakkaşlardan söz ederken yazarlık mesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. kendi hayatını başkalarının hikayesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında sabırla yıllarını bu sanata ve zanaata verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. kimine hiç gelmeyen, kimine de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve yazarın kendini en yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve yazdıklarının değerinden en çok şüpheye düştüğü anda, yani hikayesinin yalnızca kendi hikayesi olduğunu sandığı zamanda, ona içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren hikayeleri, resimleri, hayalleri sanki sunuverir. bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu, beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur.

babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum; çünkü benim girdiğim sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları, şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. ama sonra başka bir akıl yürütüyordum: bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat ve yazarlık deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi. kalabalığın, aile hayatının, cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek çok parlak yazar da vardı. üstelik babam, çocukluğumuzda, aile hayatının sıradanlığından sıkılarak bizi bırakmış, paris'e gitmiş, otel odalarında -başka pek çok yazar gibi- defterler doldurmuştu. bavulun içinde o defterlerin bir kısmının olduğunu da biliyordum; çünkü bavulu getirmeden önceki yıllarda babam hayatının o döneminden bana artık söz etmeye de başlamıştı. çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan; ama kendi kırılganlığını, şair-yazar olma isteğini, otel odalarındaki kimlik sıkıntılarını anlatmazdı. paris kaldırımlarında nasıl sık sık sartré'ı gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve gördüğü filmlerden çok önemli haberler veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle söz ederdi. yazar olmamda paşalardan ve din büyüklerinden çok, evde dünya yazarlarından söz eden bir babamın olmasının payını elbette hiç aklımdan çıkarmazdım. belki de babamın defterlerini bunu düşünerek, büyük kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu olduğumu hatırlayarak okumalıydım. bizimle birlikte yaşarken babamın -tıpkı benim gibi- bir odada yalnız kalıp kitaplarla, düşüncelerle haşır neşir olmak istemesine, yazıların edebi niteliğine çok önem vermeden, dikkat etmeliydim.

ama yapamayacağım şeyin tam da bu olduğunu, babamın bıraktığı bavula bu huzursuzlukla bakarken hissediyordum. babam bazan kütüphanesinin önündeki divana uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı. yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden aile hayatı sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış belirirdi, bundan özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda babamın huzursuz olduğunu anlar, endişelenirdim. şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel dürtülerden biri olduğunu biliyorum. yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. sabır ve umudu kendimize yazıyla derin bir dünya kurmak için isteriz. ama bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi harekete geçiren ilk şeydir. bu kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi vicdanının sesini dinleyerek başkalarının sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa konuşa kendi düşüncelerini ve alemini oluşturan özgür, bağımsız yazarın ilk büyük örneği, modern edebiyatın başlangıcı montaigne'dir elbette. babamın da dönüp dönüp okuduğu, bana okumamı öğütlediği bir yazardı montaigne. dünyanın neresinde olursa olsun, ister doğu'da ister batı'da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmek isterim kendimi. benim için hakiki edebiyatın başladığı yer, kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır.

ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. bize önce başkalarının sözü, başkalarının hikayeleri, başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz şey eşlik eder. edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum. insan toplulukları, kabileler, milletler edebiyatlarını önemsedikleri, yazarlarına kulak verdikleri ölçüde zekileşir, zenginleşir ve yükselirler ve hepimizin bildiği gibi, kitap yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık ve akılsız zamanların habercisidir. ama edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu değildir. kitaplarıyla bir odaya kapanan ve kendi içinde bir yolculuğa çıkan yazar, orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: kendi hikayemizden başkalarının hikayeleri gibi ve başkalarının hikayelerinden kendi hikayemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. bunu yapabilmek için yola başkalarının hikayelerinden ve kitaplarından çıkarız.

babamın bir yazara fazlasıyla yetecek 1500 kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı. yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki; ama bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur, hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel tarihin unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de babamın çok önem verdiği bir fransız yazarın kitabı olduğunu bilirdim. bazan bu kütüphaneye uzaktan bakar, kendimin de bir gün ayrı bir evde böyle bir kütüphanemin; hatta daha iyisinin olacağını, kendime kitaplardan bir dünya kuracağımı düşlerdim. uzaktan baktığımda bazan babamın kütüphanesi bana bütün alemin küçük bir resmiymiş gibi gelirdi. ama bizim köşemizden, istanbul'dan baktığımız bir dünyaydı bu. kütüphane de bunu gösteriyordu. babam bu kütüphaneyi yurtdışı yolculuklarından, özellikle paris'ten ve amerika'dan aldığı kitaplarla, gençliğinde istanbul'da 1940'larda ve 50'lerdeki yabancı dilde kitap satan dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini benim de tanıdığım istanbul'un eski ve yeni kitapçılarından edindikleriyle oluşturmuştu. yerel, milli bir dünya ile batı dünyasının karışımıdır benim dünyam. 1970'lerden başlayarak ben de iddialı bir şekilde kendime bir kütüphane kurmaya başladım. daha yazar olmaya tam karar vermemiştim. "istanbul" adlı kitabımda anlattığım gibi, artık ressam olamayacağımı sezmiştim ama hayatımın ne yola gireceğini tam bilemiyordum. içimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir şekilde "eksik" bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. bu duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden uzak olma fikriyle, istanbul'un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada yaşadığımız duygusuyla ilişkiliydi. bir başka eksik yaşam endişesi de tabii ister resim yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. sanki hayatımdaki bu eksiklikleri gidermek ister gibi, 1970'lerde, aşırı bir hırsla istanbul'un eski kitapçılarından babamın verdiği parayla solmuş, okunmuş, tozlu kitaplar satın alırken bu sahaf dükkanlarının, yol kenarlarında, cami avlularında, yıkık duvarların eşiklerinde yerleşmiş kitapçıların yoksul, dağınık ve çoğu zaman da insana umutsuzluk verecek kadar perişan halleri beni okuyacağım kitaplar kadar etkilerdi.

alemdeki yerim konusunda, hayatta olduğu gibi edebiyatta da o zamanlar taşıdığım temel duygu, bu "merkezde olmama" duygusuydu. dünyanın merkezinde, bizim yaşadığımızdan daha zengin ve çekici bir hayat vardı ve ben bütün istanbullular ve bütün türkiye ile birlikte bunun dışındaydım. bugün bu duyguyu dünyanın çoğunluğu ile paylaştığımı düşünüyorum. aynı şekilde, bir dünya edebiyatı vardı ve onun benden çok uzak bir merkezi vardı. aslında düşündüğüm batı edebiyatıydı, dünya edebiyatı değil ve biz türkler bunun da dışındaydık. babamın kütüphanesi de bunu doğruluyordu. bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, istanbul'un kitapları ve edebiyatı vardı; bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren batı dünyasının kitapları.. yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli bulmaktı. babamın da bazan, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan batı'ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. ya da bana o zamanlar kitaplar, bu çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. yalnız okumak değil, yazmak da istanbul'daki hayatımızdan batı'ya gidip gelmek gibi bir şeydi. babam bavulundaki defterlerinden çoğunu doldurabilmek için paris'e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra yazdıklarını türkiye'ye geri getirmişti. bunun da beni huzursuz ettiğini, babamın bavuluna bakarken hissediyordum. 25 yıl türkiye'de yazar olarak ayakta kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın, içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. belki de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum.

aslında babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir çatışmayı bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle gülüşerek mutlulukla yaşadığı için kızıyordum. ama "kızıyordum" yerine "kıskanıyordum" diyebileceğimi, belki de bunun daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir yanıyla biliyor, huzursuz oluyordum. o zaman her zamanki takıntılı, öfkeli sesimle kendi kendime "mutluluk nedir?" diye soruyordum. tek başına bir odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır mutluluk? yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak rahat bir hayat yaşamak mı? herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk mu? ama bunlar fazla hırçın, öfkeli sorulardı. üstelik iyi bir hayatın ölçüsünün mutluluk olduğunu nereden çıkarmıştım ki? insanlar, gazeteler, herkes en önemli hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi davranıyordu hep. yalnızca bu bile, tam tersinin doğru olduğunu araştırmaya değer bir konu haline getirmiyor muydu? zaten bizlerden, aileden hep kaçmış olan babamı ne kadar tanıyor, onun huzursuzluklarını ne kadar görebiliyordum ki?

babamın bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk. babamın hayatında bilmediğim bir mutsuzluk, ancak yazıya dökerek dayanabileceği bir sır olabilir miydi? bavulu açar açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı, babamın üstünde öyle fazla durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş olduğunu fark ettim. tek tek elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu babamın bizi bırakıp paris'e gittiği gençlik yıllarında tutulmuştu. oysa ben, tıpkı biyografilerini okuduğum, sevdiğim yazarlar gibi, babamın benim yaşımdayken ne yazdığını, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. kısa zaman içinde böyle bir şeyle karşılaşmayacağımı da anladım. üstelik, bu arada babamın defterlerinin orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. bu ses babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki değildi ya da benim hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses. babamın yazarken babam olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada: içimdeki hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi bulamama; hatta babamın başka yazarlardan fazla etkilendiğini görme endişemi aşmış, özellikle gençliğimde olduğu gibi, bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan bir hakikilik buhranına dönüşüyordu. roman yazmaya başladığım ilk on yıl bu korkuyu daha derinden hisseder, ona karşı koymakta zorlanır, tıpkı resim yapmaktan vazgeçtiğim gibi, bir gün yenilgiye uğrayıp roman yazmayı da bu endişeyle bırakmaktan bazan korkardım.

kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen söz ettim: taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme endişesi.. benim bu huzursuz edici duyguları derinlemesine ilk yaşayışım değildi elbette bu. bu duyguları, bütün genişlikleri, yan sonuçları, sinir başları, iç düğümleri ve çeşit çeşit renkleriyle ben yıllar boyunca okuyup yazarak, kendim masa başında araştırmış, keşfetmiş, derinleştirmiştim. elbette onları belli belirsiz acılar, keyif kaçırıcı hassasiyetler ve ikide bir hayattan ve kitaplardan bana bulaşan akıl karışıklıkları olarak özellikle gençliğimde pek çok kereler yaşamıştım. ama taşrada olma duygusunu ve hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık için kar, istanbul; hakikilik endişesi için benim adım kırmızı ya da kara kitap) bütünüyle tanıyabilmiştim. benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir.

herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. bu bilginin keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek gezinmenin zevklerini verir. bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. bir odaya kapanıp yıllarca hünerini geliştiren, bir alem kurmaya çalışan yazar, işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. başkalarının da bu yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım. bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. kapanıp yıllarca yazan biri, işte böyle bir insanlığa ve merkezci olmayan bir dünyaya seslenmek ister.

ama babamın bavulundan ve tabii ki istanbul'da yaşadığımız hayatın solgun renklerinden anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı. bu temel gerçeği yaşamanın verdiği çehovcu taşra duygusundan, bir diğer yan sonuç olan hakikilik endişesinden kitaplarımda çok söz ettim. dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını; hatta daha ağırları olan eziklik, kendine güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını kendimden biliyorum. evet, insanoğlunun birinci derdi hala, mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik.. ama artık televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir şekilde anlatıyor bize. bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey, insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları, bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları, kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmelerdir.. çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan bu hayalleri, kendi içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. kendimi kolaylıkla özdeşleştirebildiğim batı dışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. kendimi aynı kolaylıkla özdeşleştirebildiğim batı dünyasında da rönesans'ı, aydınlanma'yı, modernliği keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.

demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok fazla önemsiyoruz. oysa, yazı yazmak için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey tam tersi bir güvendir; bir gün yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların dünyanın her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu. ama bu, kendimden ve babamın yazdıklarından biliyorum, kenarda olmanın, dışarıda kalmanın öfkesiyle yaralı, dertli bir iyimserliktir. dostoyevski'nin bütün hayatı boyunca batı'ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola çıkarak, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu.

bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya oturup yazma nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz dünya, sonunda apayrı yerlere yerleşir. kederle ya da öfkeyle oturduğumuz masadan o kederin ve öfkenin ötesinde bambaşka bir aleme ulaşırız. babam da böyle bir aleme ulaşmış olamaz mıydı? uzun yolculuktan sonra o varılan alem, tıpkı uzun bir deniz yolculuğundan sonra sis aralanırken bütün renkleriyle karşımızda yavaş yavaş beliren bir adam gibi, bize bir mucize duygusu verir. ya da batılı gezginlerin güneyden gemiyle yaklaştıkları istanbul'u sabah sisi aralanırken gördüklerinde hissettikleri şeylere benzer bu. umutla, merakla çıkılan uzun yolculuğun sonunda, orada, tek tek camileri, minareleri, yokuşları ile bütün bir şehir, bütün bir alem vardır. insan, tıpkı iyi bir okurun bir kitabın sayfaları içinde kaybolması gibi, karşısına çıkıveren bu yeni alemin içine hemen girip kaybolmak ister. kenarda, taşrada, dışarıda, öfkeli ya da düpedüz hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş ve bu duyguları unutturan yepyeni bir alem keşfetmişizdir.

çocukluğumda ve gençliğimde hissettiğimin tam tersine artık benim için dünyanın merkezi istanbul'dur. neredeyse bütün hayatımı orada geçirdiğim için değil yalnızca, aynı zamanda 33 yıldır insanlarını, sokaklarını, köprülerini, köpeklerini, çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, dükkanlarını, tanıdık yüzlerini ve yabancı, korkutucu gölgelerini, karanlık noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini hepsiyle ayrı ayrı özdeşleşerek anlattığım için. bir noktadan sonra, hayal ettiğim bu dünya benim elimden çıkar ve kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da gerçek olur. o zaman, bütün o insanlar ve sokaklar, eşyalar ve binalar sanki hep birlikte aralarında konuşmaya, sanki kendi aralarında benim önceden hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve kitaplarımda değil, kendi kendilerine yaşamaya başlarlar. iğneyle kuyu kazar gibi sabırla hayal ederek kurduğum bu alem, bana o zaman her şeyden daha gerçekmiş gibi gelir.

babam da, belki, yıllarını bu işe vermiş yazarların bu cins mutluluklarını keşfetmiştir, ona karşı önyargılı olmayayım, diyordum bavuluna bakarken. emreden, yasaklayan, ezen, cezalandıran sıradan bir baba olmadığı, beni her zaman özgür bırakıp, bana her zaman aşırı saygı gösterdiği için de ona müteşekkirdim. pek çok çocukluk ve gençlik arkadaşımın aksine, baba korkusu bilmediğim için hayal gücümün zaman zaman özgürce ya da çocukça çalışabildiğine bazan inanmış, babam gençliğinde yazar olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. onu hoşgörüyle okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.

babamın bıraktığı yerde günlerdir hala duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum. babam ne mi yazmıştı? paris otellerinden görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı paradokslar, akıl yürütmeler.. bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor hatırlayan, zorlansa da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi hissediyorum kendimi şimdi. çocukluğumda annem ile babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri başladığında, babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar, müzik olup biteni bize daha çabuk unuttururdu.

ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir iki söz ile konuyu değiştireyim! bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? içimden geldiği için yazıyorum! başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. hepinize, herkese çok kızdığım için yazıyorum. bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. gerçekliğe onu ancak değiştirerek katlanabildiğim için yazıyorum. ben, ötekiler, hepimiz, bizler istanbul'da, türkiye'de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. yalnız kalmak için yazıyorum. hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. bir kere başladığım şu romanı, öteki yazıyı, bu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. hayatın bütün güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. hikaye uydurmanın ve kurmanın zevkleri için yazıyorum. tıpkı bir rüyadaki gibi gidilecek başka bir yere bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. mutlu olmak için yazıyorum.

yazıhaneme gelip bavulu bırakışından bir hafta sonra, babam, her zamanki gibi elinde bir paket çikolata (48 yaşında olduğumu unutuyordu) beni gene ziyaret etti. her zamanki gibi gene hayattan, siyasetten ve aile dedikodularından söz edip gülüştük. bir ara babanın gözü bavulu bıraktığı köşeye takıldı ve onu oradan alıp kaldırdığımı anladı. göz göze geldik. sıkıcı, utandırıcı bir sessizlik oldu. ona bavulu açıp içindekileri okumaya çalıştığımı söylemedim, gözlerimi kaçırdım. ama o anladı. ben de onun anladığını anladım. o da benim onun anladığını anladığımı anladı. bu anlayışlar da birkaç saniye içinde ne kadar uzarsa ancak o kadar uzadı. çünkü babam kendine güvenen, rahat ve mutlu bir insandı. her zamanki gibi gülüverdi. ve evden çıkıp giderken bana her zaman söylediği tatlı ve yüreklendirici sözleri, bir baba gibi yine tekrarladı.

her zamanki gibi babamın mutluluğunu, dertsiz, tasasız halini kıskanarak arkasından baktım. ama o gün içimde utanç verici bir mutluluk kıpırtısı da dolaşmıştı, hatırlıyorum. belki onun kadar rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu bir hayat sürmedim; ama yazının hakkını verdim duygusu, anladınız.. bunu babama karşı duyduğum için utanıyordum. üstelik babam, benim hayatımın ezici merkezi de olmamış, beni özgür bırakmıştı. bütün bunlar bize yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı olduğunu hatırlatmalı.

ama hikayemin bana daha da derin bir suçluluk hissettiren bir simetrisi, o gün hemen hatırladığım bir diğer yarısı var. babamın bavulunu bana bırakmasından 26 yıl önce, 22 yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir odaya kapatmış, 4 yıl sonra ilk romanım cevdet bey ve oğulları'nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını almak benim için önemliydi. o sırada babam bizimle değildi, uzaktaydı. dönüşünü sabırsızlıkla bekledim. iki hafta sonra gelince kapıyı ona koşarak açtım. babam hiçbir şey söylemedi; ama bana hemen öyle bir sarıldı ki, kitabımı çok sevdiğini anladım. bir süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya çıkan bir çeşit beceriksizlik ve sessizlik buhranına kapıldık. sonra biraz rahatlayıp konuşmaya başlayınca, babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.

bu sözü, ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten çok, oğlunu desteklemek, yüreklendirmek için ona "bir gün paşa olacaksın!" diyen bir türk babası gibi söylemişti. yıllarca da beni her görüşünde cesaretlendirmek için bu sözü tekrarladı durdu.

babam 2002 yılı aralık ayında öldü.

isveç akademisi'nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli konuklar; bugün babam aramızda olsun çok isterdim.

aralık 2006, stockholm
(nobel ödülü konuşması)

game of thrones

ne istediğimiz önemsiz; onu elde ettiğimiz zaman başka bir şey istiyoruz.

bir adamın şanına göre yaşaması çok ender görülen bir şeydir.

altın için savaşan adamlarda sadakat de, şeref de bulunmaz.

bazı kadınlar uzun erkekleri sever. bazıları kısa erkekleri. bazıları kıllı, bazıları kel erkekleri. nazik erkekler, sert erkekler, çirkin erkekler, güzel erkekler, güzel kızlar. birçok kadın, denemeden ne sevdiğini bilmez. ne yazık ki, çoğumuz da yaşlanıp saçımıza beyaz düşmeden pek deneme fırsatı bulamıyoruz.

insanlara kendini sevdirmekle çok vakit kaybedersen sonunda ölen en ünlü adam olursun.

hırslı tırmanıcılar ikinci en yüksek basamakla yetinmezler. o son adımı da atarsan kalanların hepsinden fazlasını görürsün. üzerinde mavi gökyüzünden başka hiçbir şey kalmaz.

aşık bir adamdan daha mide bulandırıcı bir şey yoktur.

dünyanın her yerine gittim ve gittiğim her yerde insanlar bana gerçek tanrılarını anlattılar. hepsi de doğru olanı bulduğunu sanıyor. tek gerçek tanrı bir kadının bacakları arasındadır; daha da gerçeği kraliçededir.

büyük hedefleri suya düştüğünde insanlar şeytanları suçlamaya bayılır.

27.12.2013

house m.d.

acı her şeyi değiştirir.

duygusal olarak olgun insanlar, birlikte çalışırken flört etmezler. kesin ayrılık olur. kesin iş çirkinleşir. ayrılıkla bitmeyen ilişkiler ölümle biter. her şey sonunda biter.

kötülerin zafere ulaşması için gereken tek şey, iyilerin hiçbir şey yapmamasıdır.

mutsuz insanlar daha fazla hayat kurtarır.

parti yosması, ayakkabına kusana kadar eğlencelidir. ondan sonra sadece bir baş belasıdır.

herkes, hediyesini açıp içinden afrika şeklinde bir duvar saati çıktığını görene kadar mutludur.

kim olsa vurulduktan sonra insanlıktan nefret edebilir. daha önce nefret etmek için büyük insan olmak gerekir.

her şeyi doğru yapmanın tek yolu, hayatının anlamlı olmasının tek yolu, olabildiğince uzun ve olabildiğince iyi yaşamaktır.

iletişim kanallarını açık tutmak, sorunları çözmenin en iyi yoludur.

sessiz ve mutsuz, sesli ve yardımcı olmayandan daha iyidir.

hayatın en baştan berbat durumda olunca düzlüğe çıkmaktan başka çaren yoktur.

insanlar doktorlarının cinsiyetini seçebilselerdi kadın doktorlar işsiz kalırdı.

dünyayı olduğu gibi ya da olması gerektiği gibi görürsün. herkesin görüp de senin farkına varmadığın şeyse ikisi arasındaki devasa uçurum.

25.12.2013

hayal evi

şükrü erbaş


hayal evim, arzu çanım, kirpik boncuğum
uyudum, sen oldum, soyundum dünyayı
üstümde gözlerinin kemerli köprüleri
ağzımda har kuyuları gövdenin
iki beyaz ırmak bacakların aynada
göğüslerin müşküle bağlarından
bir çift naz salkımı avuçlarımda tanelenen
tutup topuklarından kaldırdım tanrıya kadar
bir ters lalesin gecenin atlasında
dökündüm başımdan aşağı yıldızlarını

23.12.2013

kıskanmak

nahit sırrı örik

kıskanmak.. seniha'nın yüreğinde ilk beliren, kendisini ilk duyuran ve hemen her gün daha fazla gelişip büyüyen his bu olmuştu. halit'le aralarında 8 yaş vardı ve onu kıskanmadığı bir zamanı hiç bilmiyordu. hayatının en eski, en bulanık ve en silik hatıraları arasında bile bu kıskançlık her şeye hükmeden bir yer tutuyordu. hayal meyal hatırladığı zamanlarda da herkes kendisinin kara kuru, halit'in ise beyaz, sarı saçlı ve mavi gözlü olduğuna bakarak "bu kız, o oğlan olmalıydı!" demişler, hep ağabeyini okşamışlardı. bu okşayanlar, bu sözleri söyleyenler kimlerdi? hemen hiçbirini hatırlayamadığı halde söyledikleri sözleri ve o okşamaları hiç unutmuyordu. çirkinlerin sevilmemeye ve güzeller için daima feda edilmeye mahkum olduklarını seniha pek küçük yaşından itibaren bilmiş, anlamıştı.

yıllar geçip 15-16 yaşına geldiği vakitte de gelişip güzelleşmemiş; fakat kardeşi iltifatını ahbaplarının paylaşamadıkları bir delikanlı olmuştu. halit'i maden mühendisliği tahsil etmesi için almanya'ya göndermişlerdi. ve seniha'nın hesabına da nice fedakarlıklara mal olan bu tahsil yıllarının her tatil devresinde babası ile annesini görmek üzere istanbul'a gelmeyi birçok naz ve niyazlardan sonra kabul edip geldikçe, başka vakitler seniha'ya hiç ehemmiyet vermeyen, manasız, tatsız bir çocuk nazarıyla bakıp ona göre muamele eden kızlar candan birer dostu kesilir, göztepe'deki köşkten ayrılmak istemezlerdi. fakat hep yaza doğru başlayarak ağabeyinin yola çıktığı haber alınır alınmaz en hararetli safhaya giren dostlukların sebebini o pek güzel bildiği halde hiçbir şey anlamamış gibi görünür, bu muvakkat ahbapların hepsine karşı aynı resmi ve çekingen muamelesini hiçbir zaman, hiçbir mevsimde değiştirmezdi.

yine halit'in avrupa'dan geldiği bir seferdi. o zaman halit 24, seniha ise 16 yaşında idiler. delikanlı zaten pek az ve sarı olan bıyık ve sakalını her sabah itina ile tıraş ettiği için mavi gözleri, sarı saçları ve pembe teni ile hala bir genç kızı andırıyordu. bir gün, tahsilde bulunduğu belçika şehrinde geçirilen hayata, bu hayatın eğlencelerine dair birçok şeyler anlatırken, son kışta verilen bir baloya kadın kılığında gittiğini ve birkaç arkadaşı da dahil olduğu halde kimsenin kendisini tanımadığını söz arasında hikaye etmişti. bunun üzerine, etrafını saran küçük hanımlar bir kere daha böyle kadın kıyafetine girmesi için hep birden ısrar etmişler, kendisini kandıramayınca annesini de yardımlarına çağırarak yaşlı kadına türlü şaklabanlıklar etmiş, diller dökmüşlerdi. kaçgöçün henüz ortadan kalkmadığı bu devirde delikanlı oğlunun etrafında yetişkin kızların adeta sabahtan köşke damlayarak ve geceyarılarına kadar kalarak dolaşmalarına ses çıkarmayan bu anne demişti ki: "bari çocukların hatırlarını kırma, halit. dediklerini yap." ve sonra gülerek ilave etmişti: "hani ben de merak etmedim değil!"

bir müddet nazlandıktan sonra halit muvafakat etmiş ve küçük hanımların en uzun boylusu bir maşlaha bürünüp elbisesini kendisine ariyet vermişti. bu, gül kurusu renginde bir elbise idi. başına işlemeli bir tül başörtüsü bulmuşlar, konudan komşudan tedarik edilen iğreti saçlarla adeta bir peruka yapmışlardı. ve gül kurusu rengindeki bu elbise, beyaz bir meşlah ve başındaki iğreti saçlarla delikanlı o kadar kıza ve müstesna bir kıza benzemişti ki, içinde yıllardan beri gizlediği teessürü anneleri mediha hanım artık açığa vurmuş, birden coşan bir muhabbet ve gururla oğlunu kucaklayıp öperken, "ah benim güzel evladım! ne olurdu, zavallı seniha da sana benzeseydi!" demişti.

ağabeyinin etrafında o vakte kadar dudaklarında donuk bir tebessümle dolaşan seniha birden acı acı gülmüş ve rengi sapsarı, oradan kaçmıştı. bütün ısrarlara rağmen tam 3 saat kapalı kaldığı odasından indiği vakit de, yine hep ortalıkta sessiz dolaşan aynı zayıf kızdı. fakat, korkunç denecek kadar sararmış rengiyle kıpkırmızı gözleri, odasında uzun ve çok şiddetli bir buhran geçirmiş olduğunu anlatıyordu.

annesiyle arasında o günün lafı bir daha hiç geçmeyecekti. fakat artık bir daha da seniha annesine sokulmadı. ve annesi arada bir, nadiren, bayram ve kandil gibi sebeplerle kendisini öptükçe, her sefer seniha'nın içine gelen düşünce şu oldu: "muhakkak ki iğreniyor benden. beni iğrene iğrene öpüyor. şu halde bu oyuna, bu yapma sevgiye ne lüzum var?" bununla beraber, seniha o günden evvel güzel olduğu zannına hiç de düşmüş değildi. fakat kendisinin çirkinliğine annesinin bu derecede emin bulunması kıza dokunmuş, annesinin kendisini hiç sevmediğini; işte ancak o gün tamamen anlamıştı. kuzguna bile yavrusu anka görünür dendiği halde bu ne biçim bir ana idi ki kızının çirkinliğinden katiyen emin bulunuyor, bunu açıkça ilan ediyordu!

babaları cemal paşa tekaüt edilince eve giren paranın miktarı birdenbire azalmıştı. ve avrupa'da devlet hesabına maden mühendisliği tahsil ettikten sonra da uzun bir staj devresi geçirmek üzere daha iki yıl orada kalan halit'in bu müddet zarfında aldığı tahsisat nedense az sayılarak, kendisine her ay para göndermek usulüne devam edilmiş, bu usule daha iki yıl riayet olunmuştu. bunun için de eldeki birkaç parça irat satılmış ve daha sonra köşkte kıymetli ne varsa hepsi çarşı yolunu tutmuştu.

fakat bu eşyanın büyük bir kısmı seniha'ya çeyiz olabilecek, bir gün seniha'nın hanımı olacağı evde işine pek yarayabilecek şeylerdi. satılmaları hakkında ilk önce bir tereddüt devresi geçiriliyor, sonra da "aman çocuk yabancı memleketlerde sıkılmasın. inşallah avrupa'dan dönüp yüksek maaşlara geçince bir tanecik kardeşine o daha alalarını alır!" deniyordu.

seniha ağabeyinden kendisine karşı en küçük fedakarlığın bile istenmeyeceğini, fedakarlıkların yalnız ve ancak kendisinden istendiğini bilmiyor değildi. lakin hiçbir defa itiraz etmemiş, ses çıkarmamış, "bu da benim hakkımdır. ben sizin evladınız değil miyim? benim boğazımı doyurmakla bana karşı her borcunuzu ödemiş mi oluyorsunuz?" dememişti. ve seniha'nın bütün fedakarlıklarına ve feragatlerine karşı halit'in avrupa'dan bir gelişinde de ona güzel ve kıymetli denebilecek bir hediye getirdiği vaki olmamıştı. hediye diye aldığı ve paris'in yahut berlin'in en büyük mağazalarında binbir çeşit arasından seçtiğini anlatıp büyük kutuların kat kat pamuklarından ağır ağır soyup çıkardığı şeyleri, beyoğlu'nun orta halli mağazalarında bulmak pek mümkündü. bununla beraber, annesi ile babası her sefer bu hediyeleri adeta bir mucize görüyormuş gibi hayret ve hayranlıkla seyrederler; sonra da, "seniha, bak ağabeyin seni ne kadar seviyor!", "bak, ne iyi bir ağabeyin var, seniha!" diyerek kızın şükran ve minnet göstermesini adeta emrederlerdi.

zorla kendisini sevmelerini seniha babasından ve hatta annesinden de istemek için kendinde hak görmezdi. bunun için de kendisini sevmeyerek ağabeyini sevdiklerinden, ağabeyini kendisine bin kere tercih ettiklerinden dolayı onlara kızmıyor, onlara karşı kine benzer bir his beslemiyordu. fakat hiç değilse tahsiline ehemmiyet vererek istanbul'daki kız idadisine veya kız muallim mektebine gönderselerdi! bu mekteplerin birinden bir şahadetnamesi bulunsa, hiç değilse babası gözlerini yumduğu vakit hoca olarak hayatını kazanırdı. lakin bunu da yapmamışlar, muallim mektebindeki kızlar şuradan buradan gelme fıkara evladı olduğu için bir ferik cemal paşa kızının onların arasında yaşayamayacağını iddia etmişler; saraçhanebaşı'nda bulunan ve nihari olan kız idadisi için ise ta erenköyü'nden kalkarak bir genç kızın her gün tek başına oraya kadar gidip gelmesinin asla münasip olmayacağına hükmetmişlerdi.

seniha biliyordu ki bu yolu gidip gelmede gördükleri yegane mahzur yol masrafıdır. fakat beyhude olacağını düşünerek ve belki bunda da feda edilmekte acı bir zevk bularak, ısrar etmemiş, tahsilde devam etmemeyi de kabul etmişti. ve işte bütün hayatında babasından kalacak çok küçük bir aylıkla sürünecek yahut da kardeşinin evinde bir sığıntı şeklinde kalacaktı. ya üçüncü ihtimal, bir kocaya varmak ihtimali? buna seniha hiç bel bağlayamamış, bu ihtimal üzerine istikbalini kurmaya genç kızların en hayalperest oldukları yaşlarda da cesaret edememişti. hayat gittikçe çetinleşiyor, erkekler gittikçe menfaatperest oluyor, babaları nüfuzlu ve mallı kızlar gittikçe daha fazla aranıyordu. ve cemal paşa hürriyet ilan edilir edilmez tekaüde sevkedilen ve vapurlarda, trenlerde ve mahalle kahveleri ile selamlık odalarında dünya siyasetine yeni bir nizam vermekle meşgul olan hesapsız paşalardan, ay başını iple çeken hesapsız mütekait paşalardan biriydi. onun hem de çirkin kızına kim tamah ederdi?

yel değirmeni

danilo kis

genç ve duyarlı bir kişi, özellikle de kültür ve müzikle yoğrulmuşsa, beden sarhoşluklarının bunalımını, delikanlılık çağının o coşkusal magmasını, yeteneğin ilk göstergeleri olarak niteleme eğilimindedir; oysa bu, çoğu kez duygusallığın gizemli titreşiminden, bez salgılarının o tuhaf karışımından, sempatik sinir sisteminin kasılmalarından, yani organlardaki etkinlikler ve ruhtaki müziğin birlikteliğinden başka bir şey değildir. tüm bunlar gençliğin ve ruh zenginliğinin göstergeleridir ve titreşimleri şiire benzediğinden kolaylıkla birbirleriyle karıştırılır. bu büyünün tutsaklığına girince -yıllar ilerledikçe bu, içki ve sigara gibi tehlikeli bir alışkanlık olur- kişi, dize ustasının deneyimli kalemiymişçesine yazmaya devam eder; koşuklar, ağıtlar, vatan şiirleri ve özel istek üzerine yazılmış şiirler. oysa bu, gençlikte devreye girmiş ve şimdi cansızlık ve alışkanlık sonucu en küçük esintiyle dönmeye başlayan boş bir yel değirmeninden başka bir şey değildir.

22.12.2013

beyaz geceler

dostoyevski

sadelik kadınların hoşuna gider.

insan her duygusunun, hatta kardeşçe yakınlığının hesabını vermek zorunda değildir.

çoktandır kafamı kurcalayan bir şey var. niçin insanlar birbirlerine karşı açık yürekli davranmıyorlar? neden en iyi insan bile karşısındakinden bir şeyler gizliyor, bütün düşündüklerini söylemiyor? sözlerimizin yabana atılmadığını bildiğimiz zamanlar bile neden içimizden geçenleri olduğu gibi söylemiyoruz? nedense herkes olduğundan sert görünmek istiyor. duygularını hemen açığa vurursa altta kalacakmış, küçük düşürülecekmiş gibi bir korkuya kapılıyor.

yoksa o, bir anlık da olsa, senin gönlüne
yakın olsun diye mi yaratıldı? (ivan turgenyev)

21.12.2013

gösteri çağı

guy debord

insanlar babalarından çok, yaşadıkları zamana benzerler.

gösteri kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunar. "görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür." der, başka bir şey demez.

gösteri üç gün boyunca bir şeyden bahsetmediği zaman o şey hiç var olmamış gibidir. çünkü artık gösteri başka bir şeyden bahsediyordur ve kısacası bundan böyle var olan o başka şeydir.

gösteri metası, tamamen normal ve sıradan şeyleri -bir araba, ayakkabı, sosyoloji doktorası- olağanüstü eşyalar gibi, üstün ve belki de elitist bir varoluşun anahtarı gibi sunar.

gösteride büyüleyici olan nesne, tüketicisinin ve bütün diğer tüketicilerin evine girer girmez bayağılaşır. doğal olarak üretimindeki sefaletten kaynaklanan temel zavallılığını çok geç açığa vurur. fakat o ana kadar sistemin doğrulanmasını bir başka nesne üstlenmiştir bile ve tanınmayı talep etmektedir.

izleyici ne kadar çok seyrederse o kadar az yaşar; kendisini egemen ihtiyaç imajlarında bulmayı ne kadar kabul ederse kendi varoluşunu ve kendi arzularını o kadar az anlar.

her şeye kadir bir ekonomi çığrından çıktığında -gösteri çağı bundan başka bir şey değildir- hem yöntembilimsel açıdan hem de araştırmacıların pratik çalışma koşulları açısından en son bilimsel özerklik kırıntıları da ortadan kalkmış demektir. artık bilimden dünyayı anlaması ya da herhangi bir şeyi iyileştirmesi beklenmemektedir. bilimden beklenen tek şey, sadece olup biten her şeyi anında doğrulamasıdır. gösteri hakimiyeti, oldukça tahripkar bir düşüncesizlikle sömürdüğü bu alanda da en az diğer alanlardaki kadar budalaca davranarak sadece kendisine bir sopa yapmak amacıyla bilimsel bilginin dev ağacını kesmiştir.

20.12.2013

bu su

david foster wallace

iki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. yanlarından geçen yaşlı bir balık başıyla onlara selam verip "günaydın çocuklar. su nasıl?" diye sormuş. biraz daha gittikten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış: "su da neyin nesi?"

biz yetişkinlerin gündelik yaşam kavgasında sıradan ve basmakalıp ifadeler hayati önem arz eder.

iki insan farklı inanç şablonlarına ve olayları farklı biçimde anlamlandırma pratiklerine sahipse aynı olay onlar için tamamen değişik anlamlar taşıyabilir.

otomatik olarak doğru kabul etme eğiliminde olduğum pek çok şey, sonunda yanlış ve asılsız çıkabilir.

eğitime dair muhtemelen en tehlikeli şey, olup bitenleri aşırı entelektüel bir bakışla değerlendirmemize yol açmasıdır. gözünüzün önünde neler olduğunu dikkate almak yerine soyut düşünceler içinde kaybolup gitmek işten değildir.

ateşli silahlarla intihara teşebbüs eden yetişkinlerin hemen hepsinin kendilerini aynı yerden vurması bir tesadüf değildir: kafalarından. bu insanların çoğu aslında tetiği çekmeden uzun zaman önce ölmüştür.

eğitiminizin asıl amacı bu olmalı: rahat, başarılı, saygın hayatlarınızı yaşarken bilinçsizleşerek ölmekten, zihninize ve başlangıç ayarlarınızla belirlenmiş biricik, eksiksiz, muhteşem yalnızlığınıza köle olmaktan sizleri korumak. bugün ve her gün.

gerçek olan tek şey dünyayı nasıl görmeye çalışacağınıza karar vermeniz.

gündelik hayatın koşuşturması içinde, aslında ateizm diye bir şey yoktur. inanmamak diye bir şey yoktur. herkes inanır. yapacağımız tek seçim neye inanacağımızdır.

inanmanın bu tür biçimlerinin hileli yanı bunlara tapmanın kötü olması değil, bilinçsiz olmasıdır.

önemli olan, hakikati gündelik farkındalıklarımızda öne çıkarmaktır.

her birimiz kendi minik, kafatası büyüklüğündeki krallıklarımızın efendisiyiz, etrafımızdaki dünyanın tam ortasında ve yalnız.

gerçekten önemli olan özgürlük ilgi, farkındalık, disiplin ve çaba ister, başka insanlara içtenlikle özen gösterme ve onlar için fedakarlık yapma yeteneği gerektirir. tekrar tekrar, sayısız ufak tefek ve sıkıcı şekilde karşımıza çıkar, her gün. bu, gerçek özgürlüktür. bu, nasıl düşüneceğini öğrenmiş olmaktır. diğeri bilinçsizliktir, varsayılan ayardır, "hayatta daima yükselme" davasıdır -daimi ve sancılı olarak, bitip tükenmez bir halde bir şeyleri edinme ve kaybetme sanrısı.

eğitiminiz gerçekten hayat boyu sürecek ve daha yeni başlıyor.

toprak

ahmet hamdi tanpınar


kabrimi gösteren taş parçasından
yıllarla silinmiş olsa da adım
bir zaman, ey yolcu, ben de yaşadım
çılgın heveslerim vardı benim de
benim de raşeler gezdi tenimde
alnımda bahtımın kırılmaz tacı
ben de ey yolcu, şen, yahut kavgacı
adımlarla gezdim hayat yolunu
ve bir avuç toprak oldum en sonu

19.12.2013

sait halim paşa

salah birsel

sait halim paşa 13 haziran 1913'te sadrazam olduktan sonra, daha çok "sadaret konağı" adı verilen, sultanahmet'te fuat paşa türbesi karşısındaki konakta oturur. ama ara sıra yine yeniköy'deki yalısına gelir. goben ve breslau adındaki alman zırhlılarının karadeniz'deki rus limanlarını topa tutmaları üzerine osmanlı imparatorluğu savaşa girmek zorunda kalınca buna katlanamayan paşa, görevinden çekildiği gün de yeniköy'deki yalısına koşar. çekilme yazısını geri alması için ricaya gelen bakanların topu da oraya değin uzanmak gereğini duymuşlardır.

bir gün kendisini yoklamaya gelen necmettin arif, celalettin arif, mehmet akif ve ibnülemin mahmut kemal'in önünde sait halim paşa şöyle der:

"tanıdıklardan biri yeni yazdığı bir yazının müsveddelerini bana gönderip düşüncemi sordu. okutalım da sizler de düşüncelerinizi söyleyiniz."

yazı, şifre katibine okutturulur. bittikten sonra paşa, akif'e:

"nasıl buldunuz?" diye sorar. mehmet akif:

"çok yinelenmiş sözler bunlar. önemli bir şey değil."

paşa bu kez de ibnülemin'e döner:

"siz ne dersiniz?"

ibnülemin, paşa'nın sararıp morarmasından yazının onun kaleminden çıktığını çakmıştır. üstelik yazıyı da beğenmiştir. karşılığı şu olur:

"ne diyebilirim? eleştirip değerlendiremeyeceğim yüce düşünceler bunlar."

bu sözlerden mehmet akif de yazıyı yazanın kim olduğunu anlamıştır. o da durumu kurtarmak için bir iki söz mırıldanır.

18.12.2013

kitap hırsızı

markus zusak

kimsenin sidiği kendininki kadar güzel kokmaz.

yüze atılan bir kartopu, uzun ömürlü bir arkadaşlık için kesinlikle mükemmel bir başlangıçtır.

iyi bir hırsız olmak birçok şey gerektirir: gizlilik. sessizlik. cesaret. hız. ama bütün bunlardan daha da önemlisi, son bir şey: şans. gerçekten.

insan her zaman dilediğini elde etmez.

savaş, sizden imkansızı başarmanızı isteyen yeni patronunuz gibidir. omzunuzun tepesinde durup sürekli aynı şeyi tekrarlar: "bitir, bitir." dolayısıyla daha çok çalışırsınız. işi bitirirsiniz. ama patronunuz size teşekkür etmez ve daha fazlasını ister.

birinin söyledikleriyle gerçekten olanlar genellikle iki farklı şeydir.

insanlar benim lanetim.

nedendir bilinmez, ölü insanlar cevabını bildikleri sorular sorarlar. belki de ölümleri böyle başlıyor.

yaşamak istediği için kendini öldürdü.

ruhlar her zaman hafiftir; çünkü ağırlıklarını dünyada bırakırlar.

çoğu acı hikayesinde her şey derin bir mutlulukla başlar.

17.12.2013

din

e.m. forster: her inanç mümkün olduğunca az başvurulması gereken bir katılaşma süreci, bir tür zihinsel donmadır.

emerson: gerçekten var olan bir sinek, var olma ihtimali olan bir melekten daha önemlidir.

steven weinberg: din insanoğlunun yüceliğinin alçaltılmasıdır. din olsa da olmasa da her zaman iyi şeyler yapan iyi insanlar ve kötülükler yapan kötü insanlar olacaktır. ancak iyi insanların kötülük yapabilmesi için dine ihtiyaç vardır.

amin maalouf: bugün dinin her yere sokulmasına ve her şeyin onunla gerekçelendirilmesine öfkeleniyorum. dini her şeye karıştırıyorlar ve ona hizmet ettiklerini sanırken aslında kendi ihtirasları veya kendi delice hevesleri için dini kullanıyorlar. bir gün insanlar hayatlarını fazlasıyla işgal eden dinden bıkacaklar ve kötülerin yanına iyileri de katarak her şeyi inkar edecekler.

arthur schnitzler: şehitlik her zaman şiddetin kanıtı olmuştur, asla inancın doğruluğunun değil.

alexander herzen: tüm dinler ahlakı, itaat yani gönüllü kölelik üzerinde temellendirmişlerdir. bu nedenle daima herhangi bir siyasi organizasyondan çok daha tehlikeli olmuşlardır. çünkü ikincisi şiddet kullanımına, birincisi özgür iradenin yıkılmasına yol açar.

kurt vonnegut: kutsal kitapların aslında söylediği şey: "çevresinin geniş olmadığından kesinlikle emin olmadan, hiç kimseyi öldürmeyin."

16.12.2013

koku

patrick süskind

ilham aramam ben. yalnız benim içimden doğmalıdır benim eserim.

kokuların öyle bir inandırıcılığı vardır ki, sözden, gözle görmekten, duygudan, iradeden daha güçlüdür. savılıp atılamaz bu inandırıcılık, soluduğumuz havanın ciğerlerimize işleyişi gibi, o da içimize işler, doldurur bizi, hepten ele geçirir, çaresi yoktur.

her sanatta ve her zanaatta yetenek hiçbir şey ifade etmez; ama deneyim, alçak gönüllülükle, çalışkanlıkla elde edilmiş deneyim her şeydir.

önünü görmek için ışığa ihtiyacı yoktu. daha önce de, gündüzün yürürken de saatlerce gözlerini kapayıp burnunun gösterdiği yöne gitmişti. çevredeki manzaranın çarpıcı renkleri, görmedeki göz kamaştırıcılık, birdenbirelik, keskinlik acı veriyordu. ama ay ışığına bir diyeceği yoktu. ay ışığı renk nedir bilmiyor, sadece arazinin dış çizgilerini biraz gösteriyordu. ortalığı kirli bir griyle örtüyor, bir gece boyu bütün canlılığı boğuyordu. bu, içinde kimi zaman gri tarlalara bir gölge gibi düşen rüzgardan başka hiçbir şeyin kımıldamadığı çıplak toprağın dışında hiçbir şeyin yaşamadığı, kurşundan dökülmüşe benzer dünya, grenouille'nin varlığını hoşgörüyle karşıladığı tek dünyaydı; çünkü ruhunun dünyasına benziyordu.

inzivayı seçen insanlar vardır, bilinir; bir günahın kefaretini ödemek isteyenler, başarısızlığa uğramışlar, azizler ya da peygamberler. böyleleri çöllere çekilip çekirge ve yaban balı yiyerek yaşamayı yeğler. kimisi de kenarda köşede kalmış adalarda, mağaralarda, dehlizlerde ya da -biraz daha gösterişlisi- sırıklar üzerinde kurulmuş, göklere uzanan kafeslerde yaşarlar. amaçları tanrıya daha yakın olmaktır. kendilerini yalnızlıkla cezalandırıp günahlarının ceremesini çekerler. böyle davranırken tanrının hoşnut olacağı bir yaşam sürdükleri inancı içindedirler. ya da aylarca, yıllarca, kendilerine yalnızlıkları içinde bir tanrı haberi ulaşmasını bekler, gelince bir acele insanlar arasında yaymaya yeltenirler.

kokuların, tıpkı bir zamanlar hayalinde olduğu gibi, her şeye gücü yeten tanrısı olmak istiyordu; ama şimdi gerçek dünyada olmalıydı bu artık, gerçek insanlar üstünde kurmalıydı egemenliğini. bunun elinde olduğunu da biliyordu. çünkü insanlar büyüğe karşı, korkunca, güzele karşı gözlerini yumabiliyor, ezgilere ya da gönül çelici sözlere kulaklarını tıkayabiliyorlardı. ama kokudan kaçamıyorlardı. çünkü koku soluğun bir kardeşiydi. onunla birlikte insanların içine giriyordu, yaşamak istiyorlarsa karşı duramıyorlardı. hem de tam orta yerlerine giriyordu koku, doğrudan kalplerine ve orada akla karayı ayırır gibi ayırıyordu ilgiyle aşağılamayı, iğrentiyle zevki, aşkla nefreti. kokulara egemen olan, insanın kalbine egemen olurdu.

her zaman özlediği şey olan insanların kendisini sevmesi, ulaştığı anda dayanılmaz bir şey olup çıkmıştı; çünkü o kendisi sevmiyordu insanları, onlardan nefret ediyordu. birdenbire doyumu hiçbir zaman sevgide değil, nefrette bulmuş olduğunu anladı, nefrette ve kendinden nefret edilmesinde.

richis'in dingin bakışları yayılıyordu üstünde. sonsuz bir iyi niyet vardı bu bakışlarda. sevecenlik, duygulanmışlık ve seven insandaki o kof, budalaca derinlik.