31.08.2009

uzun lafın kısası

irvin yalom: 
herkes aynı yemeği yemekten bıkar. her güzel kadının olduğu yerde, bir de onu düzmekten bıkmış zavallı bir erkek vardır.

mahabharata: bilgi gerçeği anlamaktır. barış, ruhun sükun bulması.

cevdet kudret: her işte böyledir: insan, diplomasız asistan olamaz fakat profesör olur; kaymakam olamaz fakat vali olur; katip olamaz fakat mebus olur.

george sand: evlilik, toplumun icat ettiği en barbar kurumlardan biridir.

nicholas malebranche: insanların körlüğü ve bilgisizliği bizi şaşırtmamalıdır; çünkü zihinleri, önemli bir zorluğu içeren hiçbir şeye nüfuz edemez.

marguerite yourcenar: insanın gerçek doğum yeri, onun kendisine ilk kez aklıyla baktığı yerdir.

sophokles: en keyifli hayat, hiçbir bilgelik olmadan sürüp giden hayattır.

platon: iyi bir dost dünyanın en güzel bıldırcınından, en güzel horozundan; hatta en güzel atından ve köpeğinden çok daha değerlidir.

nezihe meriç: yıkanmış taşlık, sulanmış bahçe demektir bir bakıma yaşamak.

veysel atayman: şiddet, modern toplumun hayal kırıklıklarından ve duygusal soğukluğundan doğar.

lord byron: şeytan sanıldığından daha sık doğruyu söyler; ama dinleyicileri cahildir.

ahmet ümit: iktidar kanla beslenen bir organizmadır. kendisini yöneten insanları güç kadar kötülükle de ödüllendirir. ister romalı olsun, ister osmanlı, birkaç istisna dışında eline kan bulaşmamış hükümdar yok gibidir.

28.08.2009

geronimo

eduardo galeano

geronimo on dokuzuncu yüzyılda apaçi yerlilerinin direnişinin başına geçmişti. bu istilaya uğrayanların liderinin her zaman kötü bir şöhreti oldu; zira cesareti ve gözüpekliği istikaları yıllarca deli etti. ve ertesi yüzyılda çekilen far west filmlerinde de kötülerin kötüsü olarak gösterildi. aynı geleneği sürdüren birleşik devletler hükümeti, 2011 yılında bugün, delik deşik edildikten sonra ortadan kaybolan usame bin ladin'i kurşuna dizme harekatına geronimo operasyonu adını verdi. peki ama, birleşik devletler'in askeri laboratuvarlarında üretilen çılgın halife bin ladin'in geronimo'yla ne alakası vardı ki? ne zaman bir birleşik devletler başkanı yeni bir savaşı haklı gösterme ihtiyacı hissetse, bütün çocukları çiğ çiğ yiyeceğini ilan eden bu profesyonel korkutucuya geronimo'nun nesi benziyordu ki? bu ismin seçilmesi masum bir davranış değildi: yabana işgaline karşı onurlarını ve topraklarını savunan yerli savaşçıların birer terörist oldukları ima ediliyordu.

27.08.2009

dodo efsanesi

alberto manguel


çok eskiden, muazzam bir iştaha sahip ıçamayan kuş dodolar yerel baştankaraların yuva yeri olan bir adada balkabaklarının büyüyüp kocaman olduğunu keşfetti. dodolar, devasa bir yemek ihtimaliyle keyiflenerek küçük bir sal yapıp onları adadan ayıran dar boğazı geçtiler. orada günlerce balkabaklarıyla kendilerine ziyafet çektiler. büyük gagaları için fazlaca narin olan böğürtlenler ile tahılları ayaklarıyla hoyratça çiğnediler ve onları, sabır ve itina ile bazılarını toprağa eken, diğerlerini de yavrularını beslemek için yuvalarına götüren baştankaralara bıraktılar. birkaç hafta sonra, balkabağı kalmadı, dodolar da evlerine dönmeye karar verdiler. yedikleri onda şeyden sonra zahmetle yürüyerek, şiş karınlarını sala sürüklediler ve denize açıldılar. biraz sonra, sular salın zeminini kaplamaya başladı. daha genç dodolardan biri titrek bir sesle "sanırım çok fazla balkabağı yedik." dedi. "korkarım batıyoruz." en yaşlı dodo, öfkeyle, ağzında kırmızı bir böğürtlenle minik bir baştankaranın yerleştiği direğin tepesini işaret etti: "işte suçlu!" diye bağırdı. "sal için fazla ağır. hepimize yer yok. derhal kurtulun ondan!" ve hepsi baştankarayı korkutup kaçırmak için zıplamaya koyuldu. bunca gürültüyü duyan baştankara, karaya doğru uçtu, sal da köpek balığı dolu sularda battı. dodoların soyu da böylece tükendi.

gölgeler dünyası

platon

"ne gülüyorsun? anlattığım senin hikayen." (horatius)

bir mağara düşün dostum. girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. insanlar düşün bu mağarada. çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil; yalnız karşılarını görüyorlar. arkalarından bir ışık geliyor. uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklalarını sergilerler, öyle bir duvar işte. ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar. tahtadan, taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. doğru. o esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün. dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? kısaca, onlar için tek gerçek var: gölgeler.

tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. ne olurdu dersin, anlatayım. ayağa kalkmaya, başını çevirmeye, yürümeye ve ışığa bakmaya zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. gözleri kamaşır, gölgelerini görmeye alıştığı cisimleri tanıyamazdı. biri, ona: "ömür boyu gördüklerin hayaldi. şimdi gerçekle karşı karşıyasın." diyecek olsa, sonra da eşyaları bir bir gösterse, "bunlar nedir?" diye sorsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.

bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikadan güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi. kulak asmadık. gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ay'ı gördü, yıldızları gördü. zamanla güneşin sulardaki aksine bakabildi. nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini. ve düşünmeye başladı. ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. ve eski günlerini hatırladı. ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.

adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. karanlığa kolay kolay alışabilir mi? dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? ağzını açar açmaz alay ederler. sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin, arkadaş. saçmalıyorsun. biz yerimizden çok memnunuz. bizi dışarı çıkmaya zorlayacakların vay haline.

işte böyle aziz dostum. sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. yer altındaki mağara: görünürler dünyası. yücelere çıkan tutsak: idealar alemine yükselen ruh.

26.08.2009

lao-tzu

eduardo galeano

lao-tzu mavi bir öküzün sırtında dolaşırdı.

ateşle suyun birbirine karıştığı gizli yere çıkan çelişki yollarını kat ederdi. 
çelişkinin içinde hem her şey hem de hiçbir şey, hem yaşam hem de ölüm, hem yakın hem de uzak, hem önce hem de sonra birlikte bulunuyordu.

köylü filozof lao-tzu'ya göre bir ulus ne kadar çok zenginse, o kadar çok fakirdi. ve savaşı tanıdıkça barışın öğrenileceğine inanıyordu, zira zafer acının içinde yaşıyordu:

"her eylem tepkileri beraberinde getirir.

şiddet her zaman geri teper.

orduların kamp yaptıkları yerlerde sadece böğürtlen ve diken biter.

savaş açlığı çağırır.

fetihten zevk duyan kişi, insan acısından zevk duyan kişidir.

savaşta öldürenler, her fethetmeyi bir cenaze töreniyle kutlamalıdırlar."

25.08.2009

yuva

~californication

sevgili karen,

eğer bunları okuyorsan, bir şekilde postalama cesareti buldum demektir. aferin bana. beni pek tanımıyorsun ama, anlamaya başladın. yazı yazmanın benim için ne kadar zor olduğuna dair konuşup durmaya meyilliyimdir. ama bu, bugüne dek yazdığım en zor şey. bunu söylemenin kolay bir yolu yok. öylece söylüyorum o yüzden:

birisiyle tanıştım. kazara oldu. arandığımı söyleyemem. hazırlıksızdım. kusursuz bir fırtınaya tutulmuş gibiydim. o bir şey söyledi, sonra ben başka bir şey. ardından, bildiğim tek şey, hayatımın kalanını bu konuşmanın tam ortasında geçirmek istediğimdi. geriye içimi yakan o his kaldı. beklediğim kişi o olabilir. kaçığın teki olduğunu söyleyebilirim. bir şekilde gülümsetiyor beni. fena halde nevrotik. dikkat isteyen harika bir uğraş gibi.

o, sensin karen. bu iyi haber. kötü haber ise, seninle ve korkudan altıma ettiren tüm bu meselelerle tam şu anda, nasıl bir arada olabilirim, bilmiyor oluşum. çünkü, hemen şimdi seninle olmazsam hayatın içinde bir yerlerde kaybolup gideceğimizi hissediyorum.

dönüşlerle, kıvrımlarla dolu kocaman kötü bir dünya bu. ve insanlar bazı anları yok sayarak, ıskalayarak geçiştirmenin yolunu bulmuşlar. ama bazı anlar her şeyi değiştirebilir.

aramızda neler oluyor, bilmiyorum. üstelik sana, benim gibilere neden yok yere bel bağlaman gerektiğine dair söyleyecek bir şeyim de yok. ama kahretsin, öyle güzel kokuyorsun ki, "yuva" gibi. ve harika kahve yapıyorsun. bunlar ele avuca gelir nedenler, değil mi?

beni ara. belbağlanmaz hank moody'n.

24.08.2009

temmuz bildirisi

hasan hüseyin korkmazgil


başımsın baş eğmeyeceğim
gücümsün darmadağın
savaşıyorsam dişimle tırnağımla
bil ki bu sensin

geceleri bambaşka bir adam oluyorsam
karışıksam kendimden yelimden kaçıyorsam
içimde anlamadığın bir beethoven fırtınası
ben bu fırtınayı yıllardır tanıyorum
yıllardır kendimi taştan taşa ama anlayamazsın
bu beethoven fırtınası bu ölüm bu ürkünç
tarlalar var bu fırtınada fabrikalar umutlar
dilsiz anlaşmalar var erkekçe davranışlar
ben bu fırtınayı yıllardır yaşıyorum
yüzükoyun kentlerin alacakaranlıklarında

duymazdım durgun suların bezgin türkülerini
alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim

orda da akşamlar olacak allı'nın kızı
kanlı mendil gibi ağustos akşamları
şu benim çektiklerimi görmeyeceksin
belki yanında başkaları olacak
belki düşlerine bile girmeyeceğim
gün oldu acıların şiirini yaşadım
gün oldu zehir gibi gibi yokluğunu yaşadım
bana sen ne diye duyurdun yalnızlığımı
ne diye gurbet gibi mısralarıma sindin
dokunsan parmaklarıma tutuşacağım

yolumun üstünde bir top temmuz -sen ne çok sevilgensin
ey tutsak kırmızım benim, emzikli dalım, kavgabayrağım ey
anamın toprak ağırlığı, yaramın dişikurdu, sabahım
sen ne çok temmuzsun ey tükenmeyen -ey benim köprülü suyum
diri yanım, susuzluğum, mapusanem, zincirim, kızgın arefem benim

aktıkça büyüyen sulardı benim şarkılarda aradıklarım

oyun arası

robert musil

kentler de insanlar gibi yürüyüşlerinden tanınırlar.

ciddi bir vatansever, vatanını asla en iyi vatan saymak hakkına sahip değildir.

para için değil ama sevildiği için yapılan her meslekte bir an gelir, tırmanan yıllar sanki bir hiçliğe uzanıyormuş gibi gözükür.

modern insan klinikte doğuyor ve klinikte ölüyor. o halde aynı zamanda bir klinikte yaşamalı.

insanın, bütünün düzeni için çaba harcayacak yerde, kendi yararı için kötüden kaçınması ve iyi olanı yapması, bir anlamda vicdan bağlamında ve asıl sorun pahasına vakitsiz girişilmiş bir hesaplaşmadır, bir tür kısa devredir, bireysel alana kaçıştır.

ne yazık ki, alışılmadık sayıda insan günümüzde yine alışılmadık sayıda insana düşmanlık duymaktadır.

yarışmadan birkaç gün önce antrenmanların kesilmesi gerektiğini her sporcu bilir. bunun tek nedeni, kasların ve sinirlerin, aralarına irade, amaç ve bilinci almaksızın ve hiçbirinin söz sahibi olmasına izin verilmeksizin, kendi aralarında son kararları vermelerini sağlamaktır.

aşk da insanları aklın kollarından alıp gerçek anlamda dipsiz bir boşluğa itmesi nedeniyle, dini ve tehlikeli yaşantılar arasında yer alır.

her şeyi soğukkanlılıkla hesaplayabilen insanlar bile, hayatlarında, kendilerine yarar sağlayan insanları ve koşulları gerçekten derinliğine duyumsayabilenlerin yarısı kadar bile başarı kazanamazlar.

sporun, çok dikkatle paylaştırılmış, genel bir nefretin yarışmalara yöneltilen tortusu olduğu söylenebilir.

hiçbir şey, insanın belli bir kişisel hedefe varmakta direnme gibi bir misyonunun bulunduğuna inanma cüretini göstermesi kadar ortak gücün boşuna harcanmasına yol açmaz.

insanın, yüce saydığı her konuda kendi makineleriyle bağdaşmayacak ölçüde eski kafalı davrandığının bilincine varması, küçümsenebilecek bir talih değildir.

23.08.2009

dokuzuncu hariciye koğuşu

nazım hikmet

ben peyami'nin bu son romanını üç defa okudum. otuz defa daha okuyabilirim ve okuyacağım. her okuyuşta, satırlar evvelce görmediğim, sezmediğim, anlamadığım taraflarını bana gösterdiler. en basitin en mürekkep olduğunu bu kitap bir kere daha ebediyen ispat etti. bu kitabın karşısında ben, yıldızlı göklerin sonsuzluğuna bakan ve o layetenahi alemde yeni pırıltılar, o zamana kadar hiçbir gözün göremediği acayip fakat hakiki alemler keşfeden bir müneccimin hayranlığını duymaktayım. hayranım.

dokuzuncu hariciye koğuşu'nu, çalıkuşu'na ağlayanların anlaması kabil değildir. dokuzuncu hariciye koğuşu on bin, yüz bin, bir milyon satılırdı; eğer ıstırabı, azabı ve neşeyi coşkun bir ciddiyetle duyan öz ve halis halk kitleleri okuma ve yazma bilselerdi. büyük eserleri ya hakiki halk kitlesi, ya hakiki büyük münevver tabakası anlayabiliyor. orta münevver ve burjuva, sanatı en az ve en kötü tarafından anlayanlardır. büyük rus sanatkarları bilhasa son inkılaptan, hakiki halkın, hakiki sanatla tanış olmasına imkan hasıl olduktan sonra, okuyucu kitlelerini, eskisine nazaran yüzlerce misli çoğalttılar.

erenlerin bağı, nur baba, damla damla filan gibi lohusa şerbeti lezzetinde mayileri bize kenarları yaldızlı mahmutpaşa bardakları içinde içirmeye çalışanların eserleri ve kendileri çoktan mazi oldu. bu bir evvelki edebiyat nesline karşı içimde hiçbir hürmet hissi yok. onların doğurdukları şeyler dokuzuncu hariciye koğuşu'nun yanında öyle komik, öyle adi, öyle melodram kalıyor ki, içimden acımak bile gelmiyor.

dokuzuncu hariciye koğuşu'nun bir tek kahramanı var: dokuzuncu hariciye koğuşu. bu kitap, bütün bir fakir çocuklar hastanesinin romanıdır. burjuvanın çocuğu dokuzuncu hariciye koğuşu'nda yatmadı; o ve onun anası, babası o beyaz duvarların kabusunu duyamaz. dokuzuncu hariciye koğuşu'nda halkın çocuğu yatıyor, benim oğlum yatacak, onu ancak biz anlarız.

peyami'nin bu kitabı tam, mükemmel ve ciddi manasıyla yenidir. bütün dünya sanat aleminde dokümantarizmin galebesini görüyoruz. sanat, sinemadan tutun da şiire kadar, şeniyetlerin vesaikinden kompozisyonlar, terkipler ve besteler yapmaya doğru gitmektedir. bu hakikatlerin mimarisi bazen öyle müthiş bir mana alıyor ki, onların yanında entrikalı romanlar, kalbin mırıltılarını heceleyen şiirler filan, zavallı ve gülünç kalıyor.

işte dokuzuncu hariciye koğuşu böyle bir dokümanter eserdir. ve muazzamlığının bir tarafı da buradan gelmektedir. bu kitabın ruh tahlilleri bile dehşetli ve derin hakikat vesikalarının senfonisidir.

peyami'nin romanı realisttir; fakat eski manada fotoğraf realizmi değil, şeniyetlerin abidesini yapan ve bunu yapmak için bir sıra tahlil ve terkiplerden mürekkep bir kompozisyon vücuda getiren diyalektik bir realizm.

peyami'nin romanı, peyami'nin dokuzuncu hariciye koğuşu, peyami'nin.. ne söyleyeyim.. nefret ettiğim, kızdığım vakit çok söyleyebiliyor ve çok yazabiliyorum. fakat sevdiğim zaman o kadar çok seviyorum ki, sevdiğim şeyi uzun uzadıya anlatamıyorum. nefretim sevgimden daha mı kuvvetli? zannetmem. bildiğim bir şey varsa o da sevince susmak istediğimdir.

dokuzuncu hariciye koğuşu'na hayranım ve susuyorum işte.

fragmanlar

sandor marai

kendini olduğundan büyük gören, kibirli ve kendini beğenmiş tavırlar geliştiren, kaderin kendisini şımartmasına alçak gönüllülükle boyun eğmeyen, kendisini yücelten bu pozisyonu küçük paralarla değişmediği müddetçe onun devam edeceğini bilmeyen kişi çöker. dünya sadece kalplerinde alçak gönüllülük ve tokgözlülük olanları bir süreliğine affeder.

bir erkeğin yaşamındaki en gizli tutku, tüm rollerin, giysilerin ve bir erkeğin içindeki tüm inceliklerin ardında, onun derinliklerinde, tıpkı dünyanın derinliklerindeki kutsal ateş gibi yanan tutku, öldürme arzusudur. insan korumak için öldürür, bir şeye sahip olmak için öldürür, bir şeyin intikamını almak için öldürür.

süreklilik gösteren şans insanları korkutur. insan, tanrılara, kendisine bahşettikleri şansın birazını geri ödemek ister. çünkü bilindiği gibi tanrılar kıskançtır ve eğer bir ölümlüye bir şans yılı gönderirlerse bunu hemen bir suç olarak kaydeder ve hayatının sonunda bunu ölümlüden fazlasıyla geri isterler.

tüm güç denemelerinde hükmedilen aşağılanır ama bu aşağılamada zor fark edilen, ince bir merhamet vardır. bir insan ruhuna ancak, bağımlı hale getirilen kişi iyice tanındıktan ve anlaşıldıktan sonra yapılacak son derece ince bir aşağılamayla hükmedilebilir.

22.08.2009

damağası

kemal tahir

"tanrı uludur, tanrı uludur
memurlar ismet'in kuludur
ismet'ten başka yoktur, tapacak"

nasrettin hoca'nın parasını yere gömüp sonra birkaç adım geri çekilerek, "ben hırsız olsam, elimle koymuş gibi bulurum.." diye tekrar alması gibi..

"köylü için, kürtle kurdun farkı yok"
"kürtten evliya, koma kapıya"
"allah kürdü, kürt allah'ı bilmez"
"dokuz keçili kürt, bir küçük hükümet"

karının orospuluk etmesi, düşmanların "karısını orospulukta yakaladı" demesinden daha hayırlıdır.

dersimlilere yapılan hakarete gelince, bunu söylemek bile dile kolaydı. bir kere teslim olan erkeklerin zenginleri, ağaları, beyleri seçilip sürüldükten sonra, fukaranın cümlesi kutu deresi kenarında iplere bağlanarak süngülenmişti. "köy yakmak cigara yakmaya döndü kardeşler" diyordu. sabiha gökçen bile köyleri bombaladı diyeyim de gerisini artık sen tasavvur et.

asker aç çıplak, dersimli pireyi gözünden vuran keskin nişancı.. ölüm korkusuna düşmüş aç çıplak asker ne demektir ben bilirim. çünkü gözümle gördüm kardaşım.. eşek herifler sanıyor ki burada sürünmelerinin kabahati dersimlide.. halbuki dersimli kendi toprağında uslu akıllı oturuyor.. gel de bunu askere anlat.. tarama emri veriliyor. köyü asker çeviriyor. köylerde erkek bulunsa canım yanmaz, karılar, çocuklar var. avcı hattına yayılıp köye doğru muhasara hattını daraltıyorlar. yaklaşınca bir yaylım ateş..

hepsi de alevi bunların.. allah muhammet tanımaz.. alevi ne demek? gavurdan beter.. malum ya bir alevi müslüman olmak istese evvela gavur dinine girecek de, sonra ihtida edecek, islam olacak..

"dağları başına çiğdem takınır
kızları eline kına yakınır
hiddetinden yedi düvel sakınır
allah'tan kavidir beli dersim'in"

tövbe yarabbi, tövbe! içlerine girdim. biz erzincan mahpusundan kaçmış oluyoruz. aslen kemahlıyız. bize inandılar. lakin ben erkekliğimle utanıyorum. şimdi gece oldu mu, cümlesi yuvarlak yorganın altına giriyorlar, anadan doğma soyunup.. işte o yorganın altında artık eline geçen eline geçeni uyduruyor. amma kızın rastgelmiş, amma öz anan.. kızılbaş dedik ya.. kızılbaşın da domuzu.. geceleri baskın yapıyorlar. ellerine geçen türk askerini kesiyorlar. bu gözlerim neler gördü..

suyu baştan kesmek lazımdı. bir kere zorba başı tepelendi mi, ayaktakımı sinip giderdi.

deliye karşı en mükemmel müdafaa her sözünü tasdik etmekti.

"çorumlu haindir geçin solundan
sohbet alın aptal ata dilinden
hatip boğazından göre belinden
dönmez bir diyara geçin yolcular"

bir memurdan millet böyle şikayet ederse, o memurun mutlaka bir kıymeti bulunmak iktiza ederdi. kıymet mevzubahis edilmezse bile devlete sadakati meydanda idi.

.. bir de dağ keçisi gibi herifler.. düz kayaya tırmanıp çıkıyorlar. dersim kadar cenabet yer olmaz, safi mağaradan ibaret bir yer.. geçitler kapı darlığında.. beher geçidi bir kişi tutsa bir alaya karşı koyar. bereket versin türk hava kuşlarına.. "arslanın erkeği arslan da dişisi arslan değil mi?" diye laf ederler. ben bu lafın manasını dersim'de gördüm anladım. atatürkümüzün bir evlad-ı maneviyesi var. bayan sabiha gökçen! kendisi tayyarecidir. işte bizim askerin canını kurtardıysa o dişi arslan kurtardı.

kıçı yere yakın olanın şerrinden el aman!

hamdolsun biz çorumlu değiliz! eşeğe çorumlu olacaksın demişler de, bir hafta arpa saman yememiş.

toprak seviyesinden aşağı olan bütün mahzenimsi yerlerde, insanın içine, bir toza maruz kalmış hissi gelir.

tercüme olsun, telif olsun, muharrir için bir kitaba başlamanın, bir de onu bitirmenin zevkine doyulmazdı. zaten bu iki zevk olmasa, belki de muharrirlik denilen ömür törpüsü zanaata kimseler katlanamazdı.

padişah defterleri istetmiş. bakmış ki bir kocaman yazı.. şu kadar bin altın diyor. "nedir?" diye sormuş. "zift parası" demişler. "nereye bu zift?" demiş. "gemilere" demişler. "yahu gemiler bu kadar zifti neylesin?" demiş. yanında bir sözünü sakınmaz katibi varmış. "padişahım" demiş, "arada gemiler ziftlenir, arada bunlar ziftlenir, sen imzayı çökert bakalım."

"yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana evrad küfreden ki onlardır"

gayet samimi söylüyordu. söz söyleyişinden, az vaat eden mutlaka tutan insanlardan olduğu anlaşılıyordu.

karaborsacılar milleti daha kolay soysun diye, sevda mektupları dikkatle kontrol edilmiş vatanperverleriz!

itle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak yeğdir.

"yani kabız mısın?" "sorma! ömrümde bir kere -haşa huzurunuzdan- gönül hoşluğuyla o işi görememişim. gider otururdum da karı fener elinde beni aramaya çıkar. "öldün mü herif?" diye güler. o kadar oturmaya ne olur yarabbi, bir kerecik doyasıya abdest etsem ya.. bazen tarla kenarlarında görürüm, herif tepe gibi yığakoymuş, imrenirim ne dersin?"

"çorum muhanettir, geçme elinden
hatip boğazından, göre belinden
doğru bir diyara gidin turnalar"

bir zengin bezirgan varmış. iki tane hizmetkar büyütmüş. hizmetkar dedimse, evlatlık. oğullarından ileri. bir gün kervanı sürmüşler. izollu denilen bir nahiye var, onun önünde murat ırmağına varmışlar. vakit geç, akşam olduğundan, bezirgan, "suyu yarıp gündüz gözüyle geçeriz" demiş. çadırları kurmuşlar, develeri çayıra vurmuşlar. gece vakti bezirganın uykusu kaçmış. evlatlıkları da ağa uyurken muhakkak çadırın kapısında nöbet beklerlermiş. bezirgan bakmış ki, konuşuyorlar, kulak vermiş. "şunu öldürelim de, kervanı bizim olsun" demeye başlamışlar. "nasıl öldürelim?" "boğalım!", "keselim!", "suya deh edelim gitsin! en iyisi.." bezirgan bakmış ki elden çıkıyor, silahını hazırlayıp öksürmüş. "hey orada mısınız evlatlar?" diye kalkmış oturmuş. sabaha kadar da bir daha yatmamış. lakin işin sonunu öğrenmek için onlara da bir şey söylememiş. ertesi gün suyu geçmişler, biraz gidince evlatlıkları gelip ayağına kapanmışlar, "ağa, dün gece bize bir hal oldu. fikrimizi bozduk. kanımız sana helal olsun" demişler. konuştuklarını bir bir anlatmışlar. bezirgan bakmış ki doğru söylüyorlar. düşünmüş. "aldırmayın evlatlar, orası malatya toprağı, adamı bahtsız eder o toprak" demiş.

bu dünyayı altı günde yaratmış, yedinci gün istirahate çekilmiş. gavurun incilinde "altı günde yarattı, yedinci pazar günü istirahat etti" diye yazar. yahudilerin tevratında "değil, cumartesi istirahat günü" diye kayıtlı. bize gelince, eskiden "cuma" derdik, şimdi biz de "pazar" diyoruz. şu halde dünyayı yaratırken yorulan allah, onu bunca sene idare edeceğim diyerek büsbütün takattan kesilmiştir. bakar ki hepimiz bir tarafa çekiyoruz. allah, topal muhtarın dediği gibi yorulup gevşemese, gardiyan mustafa'nın karısı yaren sevebilir mi?

çul altında koçyiğit yatar.

askeriyede bir tek nal mıhının sorgusu yüz yıl sürer.

akıl kararında gerektir. çünkü çağımızda aklın gem almazı zarardır ha.. akıl yeterinden çok oldu mu, sırasız yerde dağılır, ha deyince toparlayamazsın. çünkü aklın çoğu serçe kuşu gibidir, hindi tavuğu gibi güdülemez. akıl dediğin terazi iğnesinin dengesinde olacak..

eğerleyim günahtan korkmayıp gelene geçene, olmuşa olacağa, dosta düşmana ana avrat söversen, yüreğine çöken sıkıntıyı kolay deflersin. çünkü sövüp saymak yiğidin yüreğinin yelpazesidir.

herifin suratı gerçekten korkuluydu. çünkü bu herif resmen köseydi. bir herif köse oldu mu ona şeytanın güç yetiremeyeceğini bilen mübarek ağa büsbütün telaşlandı.

mahpus milletinin parası pul karısı duldur.

harp meydanlarında insanların gülleler altında nasıl kıyım kıyım kıyıldıklarını gördü bu gözler.. başkaca ermeni kırımında, rum kırımında, kürt kırımında kırımlar gördü ki gayet zerafetli kırımlar gördü. kırımlar arkadaş, kalabalık iştir, şurdan burdan adam kesmeye meraklı herifler koşup gelir. her birinin yürekleri mangal gibi herifler.. kan dökücü ve de kan içici herifler.. bazısı güçlü babayiğitleri isterler, kollarını arkaya büküp bacaklarını bağlayarak teslim edeceksin ki rahatça ardına geçsinler, satırla, baltayla, eski kılıçlarla vuraraktan kafayı düşürsünler. öylesine rastladık ki yedi yaşını bulmamış oğlan meraklısı ya da bu yaşta kız çocuğu meraklısı.. dünyada çeşitli insan gayet çoktur ve de birinin huyu öbürüne benzemez. ermeni kırımında birini gördüm, hiç aklımdan çıkmaz, yakalamış bir yatalak kocakarı, yatalak kocakarı için az kala dağ gibi arkadaşını gebertecekti. meğerse "dur onu bana bırak" demiş de, beriki bu laftan bir şey anlamayarak karıyı az kalsın kesecekmiş.

neler canım, neler de neler, ne maydanozlu köfteler..

yiğit yiğidi gözünden tanır.

deveciden ahbabı olan, kapısını büyük yapacak.

diyelim ki kız ehli kız çıktı ki tertemiz ve de yepyeni ve de kutusu şuncacık kurcalanmamış.. öyle olunca, ya sen bu sapasağlam yavrunun hakkından nece geldin?

ele geçirildikleri yerde yakılmalarına şeyhülislam fetvası vardır. çünkü dinimizde kuran kitabından başka bütün kitaplar yasaktır.

21.08.2009

yazmak

john fowles

özel, zihinsel ya da kamusal ve edebi bütün yazılar, koşullu geçmiş ve gelecekten kaçma girişimidir.

imgeler özünde faşisttir. çünkü ne kadar belirsiz ve bulanık olursa olsun, gerçek geçmiş deneyim hakikatin üstüne damgasını vurur; tıpkı harabelerle karşılaştığımızda arkeologlara değil de mimarlara başvurmamız gerektiği gibi. söz, işaretlerin en kesin olmayanlarındandır. yalnız bilimi kafasına takan bir çağ, sözün kesin olmayışının bir eksiklik değil de harika bir meziyet olduğunu anlayamaz.

gözümüz açıldığında gerçek tuzak, aslında hiç yaşamadığımızı fark etmemiz değildir pek. artık yazamayışımızdır. bunu yoksun olduğun şeyden var edersin, elinde olandan değil.

doğru dürüst yazılar, mesela burjuva olmayan yazılar hep politiktir.

sen ana mizansen travmasından yapıyorsun bunları. her zamanki gibi bu da yıkıcı bir intikam duygusu bırakıyor sende. her zaman olduğu gibi bunu eşit ölçüde abartılmış röntgencilik ve teşhircilikle ifade ediyorsun. çözümlenememiş travmanla baş edebilmek için tekrar tekrar yazmak ve yayımlatmak gibi sözde geriletici faaliyetlere girmenle de bilinen patolojiye uyuyorsun. aslında bu iki faaliyetten tamamen ve açıkça kendini geri çeksen daha sağlıklı bir insan olabileceğini söyleyebilirim.

20.08.2009

med-cezir

elif şafak

"hamlet'ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla başkalarının zararına yol açmamıştır." der cioran. çünkü onlar, hasarların en büyüğünü gene kendilerine verirler.

albert camus: bir yazar çokluk okunmak için yazar. bunun tersini söyleyenleri alkışlayalım; ama inanmayalım onlara.

hannah arendt'in, önde gelen nazi liderlerinden adolf eichmann'ın israil'deki mahkemelerini takiben yazdıklarında da ısrarla belirttiği gibi, insanlık tarihi boyunca bunca acıya sebep olanlar öyle sanılageldiği gibi şeytani dehaya sahip birtakım karanlık, kötü ve sıradışı liderler değil, görevini yapmayı temel ilke haline getirmiş iyi niyetli sıradan insanlardı. sadece ve sadece görevini yapanlar.

jose ortega y gasset: her insan başkaları olmak ister, başkaları da o olsun ister. bir başkasını, öteki olmayı, ötekinin varlığıyla kaynaşmayı arzuladığımız oranda severiz.

dışında kalınamayan şey taklit edilemez.

j.j. rousseau: her şey aslında iyi olarak doğar.

beşer ikiye ayrılır: kendilerine gülebilenler ve kendilerine gülünmesinden zerre kadar hazzetmeyenler.

jean starobinski: insan kendi varlığından sıyrılmayı, en kaba kılığa bürünerek yok olmayı, bir yok oluşu neşe içinde gerçekleştirmeyi, böylelikle yeni bir varlık olarak bir kez daha doğmayı başarmalıdır.

önce yüzlerini unuturuz sevdiklerimizin. en çok yüzümüzün unutulmasından endişe ettiğimiz halde.

19.08.2009

thales

eduardo galeano

günümüzden iki bin altı yüz yıl önce, thales adındaki dalgın bir bilge milet şehrinde geceleri dolaşır ve yıldızları gözlemlerken kendisini sıklıkla bir kuyunun içinde bulurdu.

meraklı insan thales hiçbir şeyin ölmediğini, bu dünyada cansız hiçbir şeyin olmadığını ve eninde sonunda her şeyin kökeninin ve sonunun su olduğunu anladı. tanrılar değil, su.

depremler oluyordu çünkü deniz hareketlenip karaların altını üstüne getiriyordu; yoksa depremlerin nedeni poseidon'un sinir krizleri değildi.

göz, ilahi lütuf sayesinde görmüyordu; kıyıdaki ağaçların görüntüsünün bir ırmağın üzerinde yansıması gibi, göz de, gerçeklik üzerine yansıdığı için görüyordu. ve tutulmalar ay güneşin önünü kapattığı için gerçekleşiyordu, olimpos'un öfkesinden korkan güneş saklandığı için değil.

mısır'da düşünmeyi öğrenmiş olan thales, tutulmaların ne zaman olacağını hiç hatasız önceden bildirdi. açık denizden gelen gemilerin mesafesini hiç hatasız ölçtü ve düşen gölgesinden yola çıkarak keops piramidinin yüksekliğini tam olarak ölçmeyi başardı.

en ünlüsünün yanı sıra daha başka dört tane teorem ona aittir. elektriği onun bulduğunu söyleyenler bile vardır.

ancak onun en büyük kahramanlığı belki de başka bir şeydir: avuntulara ihtiyaç duymadan, dinin koruma kalkanını sırtına geçirmeden onun yaşadığı gibi yaşamak.

18.08.2009

cthulhu'nun çağrısı

howard phillips lovecraft

unutuş beni sakinleştirse de, hep biliyorum ki bir yabancıyım ben; bu yüzyılda ve hala insan olanların arasında bir yabancı.

ve en sonunda, düşecek olsam da olmasam da, o kuleye tırmanmaya karar verdim; gökyüzünü görüp can vermek, hiç gökyüzünü görmeden yaşamaktan daha iyiydi ne de olsa.

yalnızca biraz daha olgunlaşınca "profesör doktor" tipinin -kuşaklar boyu süregelen acıklı püritanizm ürünü- kronik zihinsel sınırlılıklarını anlayabilecekti; iyi kalpli, insaflı, bazen şefkatli ve cana yakın; ama hep dar fikirli, hoşgörüsüz, geleneklere bağlı ve perspektif yoksunu. bu kusurlu, ancak yüce ruhlu, gerçek suçları çekingenlikleri olan ve entelektüel günahlarından dolayı herkes tarafından alaya alınarak cezalandırılan kişiler için yaşlılık saygınlıktı.

mutlak korku çoğu kez merhametli bir biçimde hafızayı felç eder.

kitapların kapaklarına konulan ucuz hayalet öyküsü resimleri bizi yalnızca güldürürken, bir fuseli tablosunun neden titrettiğini sana açıklamama gerek yok. bu heriflerin yakaladıkları bir şey var -yaşamın ötesinde- bize yalnızca bir saniyesini gösterebildikleri.

günümüzü kurtaran tek fazilet, geçmişi doğru dürüst araştıramayacak kadar aptal olması.

yeryüzündeki en merhametli şey, insan zihninin çevresindeki her şeyle bağlantı kurma konusundaki yetersizliğidir herhalde. sonsuzluğun kara denizlerinin ortasındaki dingin bir cehalet adasında yaşıyoruz ve çok uzaklara yolculuk etmek bize göre değil.

her biri kendi yönünde ilerlemeye çalışan bilimler şimdiye dek bize pek zarar getirmedi; ancak günün birinde, ayrık bilgilerin birleştirilmesi önümüze öylesine korkunç gerçeklik manzaraları serecek ve oradaki tatsız konumumuzu açığa vuracak ki, ya bu keşif karşısında çıldıracağız ya da ölümcül ışıktan kaçıp yeni bir ortaçağ'ın huzuruna ve güvenliğine sığınacağız.

şarlatanlarla ve taklitçilerle sık karşılaşanlar tedbiri asla elden bırakmazlar.

sonun nasıl olacağını kim bilebilir ki? yükselmiş olan batabilir ve batmış olan yükselebilir. iğrençlik derinliklerde bekliyor ve düş görüyor; çürümüşlük insanoğlunun sarsılan şehirlerine yayılıyor.

derinlerde yaşayanlar asla yok edilemez.

huzur içinde yatsınlar, eğer evrende huzur diye bir şey varsa.

17.08.2009

gerçek ve doğru

hasan bülent kahraman

gerçekle doğru arasında uzlaşmaz, aşılmaz bir fark vardır. gerçek doğrunun bittiği yerde başlarken, doğru gerçeğin üstünü örtmek için kullanılan en etkili araçtır.

gerçek çoğuldur, kendiliğindendir. orada durur. istenirse aranmaz, bulunduktan sonra da istenmeyebilir. oysa doğru hem tekildir hem daima bir kurguyu içerir; biçimlendirilmiş bir şeydir doğru. geleneğin bağrında yaşar; cemaat ruhuyla beslenir. bu yüzden tutucu, içine kapalı, değiştirilemezdir. üstelik, doğru daima birisinindir, birisine aittir.

doğrunun barındırdığı diktacı, totaliter güçle karşılaştırılabilecek pek az olgu vardır. ona inanmamak söz konusu olamaz: doğrular inanmak içindir ve zaten zaman içinde de bir inanca dönüşürler. inanan kişinin tekelinde, onun, korkularını bastırmasının aracı olarak, güçlendikçe güçlenir. en çok inananlar en çok korkanlardır ve korku her gün biraz daha inanmayı gerektirir.

doğruyu sorgulayamazsınız. oysa gerçek kendisine karşı da direnir; doğruya dönüşmeye başladığı andan itibaren ölür.

kadın

francesco sorti / rita monaldi

kadınların havailiği onların doğal halidir.

kadınların ortasında sessizlik bulmak, tatlı pelinotu bulmaktan zordur.

kadın canı ister güler, isterse ağlar.

erkekle kadın kapalı yerde ateş almış saman gibi olur.

kadın kalbini çalmanın yolu aşktan değil paradan geçer.

16.08.2009

alaturka kapitalizm

uğur mumcu

ne zaman uygar olacağız bilir misiniz? bir katil ya da kaçakçı ile bir aydın arasındaki farkı anladığımız gün!

dün, bütün özellikleriyle bugünün ve yarının sadık bir aynasıdır.

sanık, bir solcu aydın ya da gazeteci olunca görev savsaklamaları hiç söz konusu olmuyor, yazışmalar hiç ama hiç gecikmiyor; görev bilinci tam bir uyanıklıkla ayakta tutuluyor. sağcı katillerle ilgili yazışmalar ise gecikiyor, geciktiriliyor.

ülkemizde insanların yarısı sağcı, yarısı solcu, bunların çoğunluğu ise ülserdir.

tarih, şu olguyu, bütün emperyalistlere ve saldırganlara karşı belki bin kez kanıtlamıştır: bütün yoksul uluslar, atatürk'ün deyişiyle "mazlum milletler", emperyalistleri, kanlı saldırganları, işgal edilen yurt topraklarından er geç söküp atmayı bilmişlerdir.

14.08.2009

amerikan rüyası

norman mailer

bilinçli olanlar asla özgür değildir.

gerçek yolculuk, bir ruhun öbürünü tanımak için yaptığı yolculuktur.

sevmek az rastlanan bir şeydir; ama insanın hayatta bundan başka amaç bulamayacağına inanmasına daha da az rastlanır.

cenazelerde en çok ağlayanlar, kocalarından kurtulmak isteyen kadınlardır.

özel olarak yapılan şeylerin bir önemi yoktur. önemli olan dış görünüştür, en ufak bir çatlağa rastlanmamalıdır. çünkü dış görünüş, zevahiri kurtarmak için olaylara yeterince hakim olabildiğimizi dost ve düşmanlarımıza söylememizi sağlayan bir dildir. evrensel çılgınlığı göz önüne alırsak bunun sanıldığı kadar kolay olmadığı da anlaşılır. 

cinayet, kafanın içindeki senfoni; intiharsa oda müziğidir.

irlandalılar, yeryüzünün tüm kirli kanı ardından ağlamayı bilen tek ulusturlar.

diğer ruhlarla birlikte yaşanamaz, gerçekten acı bir ruhu olan birini bulmak gerekir; o ruh çirkin ve kötü olsa bile.

jean baudrillard

oğuz adanır

baudrillard bize içinde yaşadığımızı ve algıladığımızı sandığımız dünyanın bir simülasyon dünyası olduğunu söylemektedir. çünkü toplumsal denen şey buharlaşmış ve yerini kitleler almıştır. bu toplumsalın simülasyonudur.

karşılıklılık ilkesine dayatı iletişim ortadan kalkmış ve yerini bir iletişim simülasyonuna bırakmıştır. politik arena ortadan kalkmış yasak ve şiddet buharlaşarak yerini terörizme bırakmıştır. en azından batılı toplumlar için durum budur.

13.08.2009

harut ile marut

zülfü livaneli

babil'de azgınlaşmış insanoğlunun işlediği günahlardan yaka silken melekler allah'ın huzuruna çıkıp insanları şikayet etmişler; yüce tanrı'nın onları cezalandırmasını istemişler. allah, insanlara verilmiş olan hırs ve nefse dayalı tabiatın meleklerde olmadığını, olsaydı onların da günah işleyeceğini söyleyince itiraz etmiş ve "haşa allahım" demişler, "biz olsak günah işlemezdik."

allah, onlara yanıldıklarını, hırs ve nefsin çok kuvvetli olduğunu ve yeryüzünde insanları baştan çıkaracak türlü güzelliklerin bulunduğunu anlatmaya çalışmış; ama ne kadar anlattıysa da saf melekleri bu işe inandıramamış. bunun üzerine iradesine en güvendikleri iki meleği seçmelerini istemiş ve onlar harut ile marut'u seçmişler ve allah bunları sınamak üzere babil'e göndermiş.

harut ile marut gündüzleri babil şehrinde icrayı hükümet eder, geceleri de ism-i azam duasını okuyarak gökyüzüne çıkarlarmış. kimse onların melek olduğunun farkında değilmiş.

harut ile marut adlı melekler, ilk günler hiç günah işlememişler. birer su damlası kadar temiz ve berrak yaşamışlar; ellerini, gönüllerini ve zihinlerini harama uzatmamışlar. taa ki zühre gelene kadar..

bir gün zühre adlı, yakıcı güzellikte bir kadın çıkagelmiş ve kocasından boşanmak istediğini söylemiş. gözlerinde yıldızlar uçuşan, parlak siyah saçları dalga dalga beline dökülen ve görenlerde dalından koparılmış sulu bir elma gibi kütür kütür dişleme isteği uyandıran esmer tenli bir güzelmiş zühre. gözlerinin geçici körlükle kararmasını göze almayan hiç kimse, zühre'nin yüzüne uzun süre bakamazmış.

harut ile marut bir görüşte vurulmuşlar kadına. yüreklerini yakıcı bir sevda kavurur olmuş. ikisi birden kadınla yatmak istemişler. kadına yalvarıp yakarıyorlarmış; ama zühre razı olmamış; önce dileklerini yerine getirmelerini emretmiş. harut ile marut'un şarap içmelerini ve puta tapmalarını teklif etmiş. kadının aşkından başı dönmüş olan melekler onun her dediğini kabul etmiş, şarap içip putlara tapmaya başlamışlar. kadın gene teslim olmamış ve her gece göğe çıkarken okudukları duayı öğretmelerini buyurmuş. bunu da söylemişler ve zühre ism-i azam duasını okuyarak gökyüzüne çıkınca ulu tanrı onu bir yıldız yapıp gökyüzüne asıvermiş. işte geceleri mülkünüzün üzerinde parlayan zühre yıldızı, melekleri aldatan o güzel kadındır.

kadın kaybolunca melekler ne günah işlediklerini anlayıp pişman olmuşlar ve idris peygamber'e başvurup günahlarının bağışlanması için yalvarmışlar. yüce allah dualarını kabul etmiş ama dünya ve ahret azaplarından birini tercih etmelerini istemiş. melekler dünya azabını tercih etmişler. yüce allah da onların babil'deki bir kuyuya baş aşağı asılıp kıyamet gününe kadar azap çekmelerini buyurmuş. o tarihten beri harut ile marut bir kuyuda ters asılmış olarak kıyamet gününü bekler dururlarmış.

12.08.2009

hikayeler

cervantes

benden daha fazla yeteneği olduğunu düşünmediğim komşumun benden daha iyi şartlarda yaşıyor olduğunu görmek insana dokunur.

her şey satılır ve her şey satın alınır.

zenginlik, ona sahip olmaya alışık olmayan veya onu kullanmayı bilmeyen kimselere yoksul bir insanın yoksulluğu hissettiği kadar ağır bir yüktür.

güzellik, insanın içinde uyuyan iyiliği uyandırır.

taze aşıkların tutkuları, insanın iradesini zorlayan delice hazlar gibidir. irade, uzak durulması gereken yasakları çiğneyip kendini kaybetmiş bir şekilde arzuladığı şeyin peşinden koşar. gözleriyle cennete ulaştığını zannederken kendini kederin cehenneminde bulur. arzu ettiği şeyi elde ettiğindeyse ona kavuşmanın verdiği rahatlıkla hevesi azalmaya başlar.

insanın düşemeyeceği hiçbir yükseklik yoktur.

şiir; temiz, onurlu, ölçülü, inzivaya çekilmiş ve kendini ağırbaşlılığın en tüksek sınırları içerisinde tutan güzel bir kadın gibidir. o, yalnızlığın dostudur; pınarlar ona eşlik eder, çimenler onu avutur, ağaçlar onu yatıştırır, çiçekler neşelendirir ve bunun sonunda şiir kendisiyle kalanlara bir zevk ve bilgi verebilir.

en özgür iradeyi bile saçından tutup yere çalmak, güzelliğin en büyük ayrıcalığıdır.

çünkü aşk ile krala
aynı tahtta yer yoktur

yaşı genç olan insanlarda kararsızlık, zenginlerde gurur, küstahlarda kibir, güzellerdeyse hor görme vardır. bütün bunlara sahip insanlardaysa bütün kötülüklerin anası olan aptallık vardır.

güzelliğin gücü vardır. kendisine bakan ya da kendisini tanıyanların arzularını bir anda peşinden sürükler ve ruhu, alevin kuru barutu kolayca yakması gibi, şiddetle yakar.

saygı görmek, her zaman güzelliğin bir ayrıcalığı olmuştur.

diline hakim olmaya bak; insan hayatının en büyük kötülükleri dilden gelir.

tevazu bütün erdemlerin anasıdır, temelidir ve o olmazsa erdem diye bir şey olamaz. tevazu kusurları düzeltir, güçlükleri yener ve bizi daima şerefli amaçlara ulaştırır. düşmandan dost yapar, hiddeti yumuşatır ve kibrin yüksek bakışlarını indirir.

şeytanlı göl

george sand

gidenin ne olduğu bilinir de, gelecek insanın nasıl çıkacağı bilinmez.

güzel bir kadın, her zaman, başka bir kadın gibi dürüst değildir.

aslında insanı aşk da avutamaz. onu aradığımızda bulamayız da beklemediğimiz zaman kendisi ayağımıza gelir.

karnı aç bir âşık, düşüncelerini bir yudum şarapla ışıldatmayı bilen bir insan gibi güzel sözler bulamaz.

insan mutlu olunca bunu başkalarına kabul ettirir.

düğünlerde, kesinlikle uykusuz geçen üç gece vardır; ama insan bu gecelere hiç acımaz.

11.08.2009

soykırım

ece temelkuran

kurban için en acı şey suçun reddedilmesidir.

bu topraklar böyledir. hatıraları, unutmak üzerinedir. herkes kendi günahını unutur; ama kimse alacağı intikamı unutmaz.

"zalimle aynı sofraya oturmadan ve hayatı hep dünyaya yeni gelmiş bir çocuk gibi hayretle yaşayarak.. ermeni halkı bunu yapmaya çalışıyor."

kurban, anlatarak iyileşir. anlatmak iyileşmektir.

"ararat.. ulaşamadığımız bir dağdır ararat. biz ondan uzak kaldıkça güzelleşen. hepimizin kalpleri onun dibinde gömülüdür. küçük hanım, ararat sizin için bir yükseklik meselesidir. bizim içinse bir derinlik meselesi!"

yara, en canlı yeridir gövdenin. hareket oradadır. can, tam yaradadır. biz, yani kimilerimiz, kan gibiyiz. yaranın olduğu yere doğru akıyoruz. başka türlü akmayı bilmiyoruz. bizim için hayat orada. dünyanın canı neresinden yanıyorsa başkent orası.

bütün korkularımız arasında biz, en çok birbirimizden korkarız. biz, birbirimize değeceğimiz yerlerimizde şüpheci ve saldırgan uç beyleri besleriz. birbirimize değmeye yarayan derimizde ve dilimizde teyakkuz halindeyiz. derimizde ve dilimizde beslediğimiz uç beylerimiz, beslendikçe semiriyor, semirdikçe ülkelerini ve barbarlıklarını genişletiyorlar içimize doğru. biz artık şüphe, korku ve öfkeden müteşekkiliz.

herkes toprağının kaderini sırtında mı taşır? yoksa bu sadece bizim lanetimiz mi?

10.08.2009

iyi dilekler ülkesi

hamdi koç

kimse kanserli bir hastayı hastaneye kaldırmayı kendine iş edinmez ama bir deliyi ya da eski bir deliyi bir yere kaldırmak, paketleyip depoya kaldırır gibi ya da kapatmak, herkesin şehvetle yerine getirdiği bir toplumsal görev, bir insanlık borcudur.

thomas hobbes: kanunun olmadığı yerde adaletsizlik de yoktur.

bu memlekette ses getirmek için faaliyetini ya magazine ya futbola ya da siyasete yaslayacaksın. bak o zaman herkes nasıl peşine düşüyor. bak o zaman nasıl önemli adam oluyorsun. bak o zaman kapının önü de posta kutun da nasıl doluyor. çünkü halkın başka bir duygusal kanalı kalmadı, mesaj alabileceği. bir de belki yunan ve hatta avrupa düşmanlığı üzerine çalışılabilir; bir milliyetçi damar bulup oradan çift şeritli bir yol açılabilir.

utanç, küçük adamların ödediği kefarettir.

nefret genelleme yapmayı öyle sever ki karşısında her zaman bir temsilci bulur; kolaylıkla bulur. inanç ya da nefret; hırs için ikisinden biri şarttır.

insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri izlendiğini bilmemektir.

her askerin içinde körce de olsa saldırıya geçme duygusu vardır; çünkü zekice bile olsa savunma yapmak insanın içindeki cesareti hızla tüketen bir durumdur.

ii. abdülhamit: bizde ne yapılırsa yapılsın muhakkak tenkit edilir.

"ehl-i dildir diyemem sinesi saf olmayana
ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil"

mutluluk insanı değiştirmez; ama mutsuzluk değiştirebilir.

gurur, bir düşmanda görmek isteyeceğin en son şeydir. gururlu düşman ölüm korkusunu yenmiş düşman demektir.

cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle

üslup her şeydir. bir yazarı yazar yapan şey üslubudur. üslup yoksa istersen allame-i cihan ol, palavrasın.

utançları silen yalanlar var. kendi kendilerine çalışıyorlar ve zaman verilince işe yarıyorlar. bir daha ağrı sızı hissetmiyorsun. hissetmeyince, sorun yok. çünkü çözüm yoksa sorunun da bir alemi yok. insan kendini bile silebiliyor; silip yeniden yazabiliyor.