31.12.2018

uzun lafın kısası

comte de volney: barışa, mutluluğa kavuşanlar, adaletten ayrılmayanlardır.

john milton: cehennemde efendi olmak yeğdir cennette köle olmaktan.

emil cioran: tüm toplumların temelinde aynı şey yatar: itaat ediyor olma gururu. bu gurur artık var olmadığında toplum da çöker.

jonathan swift: dünyada gerçek bir dahi varsa bunu anlamak kolaydır; çünkü bütün alıklar ona karşı birlik oluştururlar.

albert caraco: çevremde delilik, aptallık ve cehalet, yalan ve hesapla yer değiştiriyor. hepsi de aynı erdemlere dayanıyor. dünya hiç bu kadar çok erdem görmemiştir. bunca erdeme rağmen kaosa doğru gidiyoruz.

john stuart mill: çoğu kez tek başına olmak anlamında yalnızlık, düşüncede ya da kişilikte olgunluğa ermenin ve derinleşmenin temel koşullarından biridir.

homeros: ölüler diyarında kralların kralı olmaktansa yeryüzünde fakir bir adamın uşağı olmayı yeğlerim.

charles bukowski: iyi bir sıçıştan sonra elinizi uzatıp tuvalet kağıdı olmadığını keşfetmek kadar berbat bir şey olamaz. dünyanın en korkunç insanı bile kıçını silmeyi hak eder.

yuval noah harari: devrim için kalabalıklar asla yetmez. devrimler çoğu zaman büyük kitlelerle değil olayları ateşleyen küçük gruplarla başlar. devrim için, "kaç kişi bizi destekler?" diye değil, "destekleyenler ne kadar etkin iş birliği yapabilir?" diye sormanız gerekir.

john kennedy toole: yeryüzündeki bütün hükümetleri alaşağı ettiğimiz zaman dünya savaş değil, dünya çapında toplu bir seks partisi yapacak.

29.12.2018

bitik adam

thomas bernhard

varoluşumu duygusallığa feda etmek benim tarzım değildir.

insan mutsuzluktur. yalnızca budala olan bunun aksini savunur. doğmak mutsuzluktur. yaşadığımız sürece de bu mutsuzluğu sürdürürüz, bir tek ölüm kesip atar bunu.

caddenin üzerinde parçalananlar beni her zaman büyülemiştir.

zekice bir müdahaleyle kendini dünyadan uzaklaştırdı. bir anlamda, artık kimsenin inanmadığı bir sözü yerine getirdi.

bir insana ne kadar uzunca bir süre bakarsak o kadar sakatlanmış olduğunu kavrayamayacağımız kadar sakatlanmıştır. işin aslı budur. dünya sakatlarla doludur. sokağa çıkarız ve yalnızca sakatları görürüz. birini davet ederiz, evimize bir sakat gelir.

bitik adam, bitik adam olarak doğmuştur zaten.

her insan tek başına olağanüstü bir kişidir ve gerçekten kendisini tüm zamanların en büyük sanat yapıtı olarak görür. öğretmenlerimizin kaliteleri bile önemli değildir. önemli olan biziz; çünkü kötü öğretmenler de sonuç olarak hep dahiler yarattılar, tıpkı tersine iyi öğretmenlerin dahileri yok ettiği gibi.

ölüm en büyük yanlış anlamadır. intiharcılar gülünçtür, kendini asanlar iğrençtir.

biz şu ya da bu insan mutsuz bir insandır dediğimizde hep doğrudur; ama şu ya da bu insan mutludur dediğimizde, bu hiçbir zaman doğru değildir.

başımıza neyin geleceğini önceden bilirsek ona daha kolay dayanırız.

öğrenim gördüğümüz yerdeki çevre bize düşmansa, bize dostça bakan çevrede olduğundan daha iyi çalışırız. öğrenim gören kişi, ona dost olan çevre yerine, düşman olan çevreyi seçerse daha iyi eder; çünkü ona dost olan çevre, eğitimine vereceği dikkatin büyük bir bölümünü alıp götürür. düşman çevre ise ona yüzde yüz bir eğitim sağlar; çünkü o bu eğitime yoğunlaşmak zorundadır, umutsuzluğa kapılmamak için. ama yalnızca güçlü bir kişiliği olana, zayıf biri orada kısa sürede kuşkusuz yitip gider.

zayıf karakterler her zaman zayıf sanatçılar olurlar.

bizim o diğer tanınmış ve ünlü, bir büyük kentten ötekine koşan, sonunda bir kaplıcadan ötekine giden ve gene sonunda parmakları felç olup, yorumlama bunaklığı onları avcunun içine alıncaya kadar bir taşra kasabasından ötekine gidenlerden, hiçbir şeyden nefret etmediğim gibi nefret ettim hep.

mahkemeler suçsuz insanları ve ailelerini ömür boyu mahvettikten sonra rutin işlerine dönerler.

insanlardan kuşkulanılmasmdan, haklarında dava açılmasından ve hapse atılmalarından zevk alırız, gerçek bu.

factotum

charles bukowski

büyük âşıkların hepsi aylak insanlardı, keyiflerine düşkündüler. dokuz-beş çalışırken eski aylak günlerimde düzüştüğüm gibi düzüşemiyordum.

insan ruhunun kökleri midededir. güzel bir bifteği midene indirip viskini içmişsen beş sentlik gofretle beslenen adamdan çok daha iyi yazarsın. aç sanatçı efsanesi bir aldatmacadır. her şeyin bir aldatmaca olduğunu idrak ettiğin an uyanıp insanları kanatmaya, mahvetmeye çalışırsın.

andre gide: romancının arzusu aslanın ot yemesi değildir. o, kurdu da kuzuyu da tek ve aynı tanrı'nın yarattığını, sonra da "yaptığı işin iyi olduğunu görüp" gülümsediğini bilir.

nerdeyse herkes yazar olduğunu düşünüyordu. kimse dişçi veya otomobil tamircisi olabileceğinden emin değildir ama herkes yazar olabileceğinden emindir. sınıftaki elli kişiden belki de on beşi yazar olduklarını düşünüyordu. herkes konuşabiliyor, sözleri kağıda yazmayı biliyordu, demek ki herkes yazar olabilirdi. ama allaha şükür insanların çoğu yazar değildir, hatta taksi şoförü bile olamazlar ve bazıları -birçoğu- maalesef hiçbir şey değildirler.

çoğunuz araba kullanmayı bildiğini sanır. ama işin gerçeği şu ki çoğu insan araba kullanmayı bilmez, direksiyon sallamayı bilir. onlardan biri ne zaman yanımdan geçse her birkaç saniyede bir kaza olmamasına şaşar kalırım. her gün kırmızı ışıkları orda değillermiş gibi geçen iki üç kişi görüyorum. vaaz vermek istemiyorum ama size şunu söyleyebilirim: yaşadıkları hayat insanları çıldırtıyor ve bu, araba kullandıklarında ortaya çıkıyor.

25.12.2018

dost yaşamasız

vüs'at o. bener

ölüm her canlıyı eşit kılar.

ilgi bekleyen kadın olağanüstü tehlikelidir.

gramofonda cızırtılı bir ses: "sen arzu ettin, bu ayrılık senden eserdir."

eskiden böyle değildim. mezarlık korkuturdu. insan ölmekten değil, ölümden korkarmış. daha doğrusu unutulmaktan. yok olup gitmek kötü şey. bu kasabada unutmaya da unutulmaya da alıştım, artık umursamıyorum.

zevkten kaçmak alıkların işidir.

beyim, dedi. neden içilir bilir misin? kimi derdini, kimi keyfini bahane eder, laftır o, bakma sen. ben sana söyleyeyim mi, korkudan içilir.

ne garip adamlar var şu dünyada.

gülerim, minareden düşmeyi, ayağının sürçmesinden yeğ tutan bu kafada insanlara. kuru kuruya bir karşı koyarlar adama! ben limonata içeceğim.

tüysüz erkekler merhametsiz olur.

sami bey’in şaşılacak bir benliği var. aşağılar bakışlarından belli. zaten güçsüzlerin topu böyledir. girdikleri kabın biçimini almaya çabalayacaklarına, saz gibi eğilip büküleceklerine kararır da kararır, durmuş oturmuş haller takınırlar. gülerim, minareden düşmeyi, ayağının sürçmesinden yeğ tutan bu kafada insanlara. kuru kuruya bir karşı koyarlar adama!

"alnıma yazılmış bu kara yazı
kader böyle imiş, ağlarım bazı"

eğer ötesi için tam yokluk bilinciyle doğsaydık, ölümsüzlüğü yer yüzünde arardık.

sevmek ıstırap çekmektir.

"yumuşaktır yüzün ey sahibe-i hane fakat
böyle mermer gibi mi olmalı minder dedüğün!"

her gönül kapısını erkeğin şişkin cüzdanı açar. bunu diyen, yanılmıyorsam konfüçyüs.

23.12.2018

noktürnler

kazuo ishiguro

dinleyicilerinin kim olduğunu bilmek insanı zinde tutar.

iki kişinin birbirini artık sevmemesi ve ayrılmak zorunda olmaları çok üzücüdür. ama eğer hâlâ seviyorlarsa, sonsuza dek bir arada olmalıdırlar.

eski ustalardan öğrenilecekler asla tükenmez.

bütün iyi amerikalı şarkıcılar gibi sesinde yorgun bir ifade, hatta biraz tedirginlik vardı; kalbini böylesine açmaya alışık değilmişçesine. bütün büyük şarkıcılar bu tavrı takınırlar.

gençken insanın ufku sonsuz olmalıdır; ama bizim yaşımıza gelince ileri görüşlü olmak çok daha önemli.

eskiler bugün çığır açıcı albümler yapmıyor olabilirler; ama bu işin hakkını verirler.

senin gibilerin sorunu, tanrı vergisi yeteneğiniz sayesinde her şeye hakkınız olduğunu düşünmeniz. daima bizden daha iyisinizdir ve hep sıranın en önünde olmayı hak edersiniz. bazı insanların sizin kadar şanslı olmadığını ve bulundukları yere gelebilmek için çok çalıştıklarını göremezsiniz.

bazen yeteneğimin üzerindeki perdeyi kaldırmadığım için kendimi kötü hissederim; ama onu hiç zedelemedim, mühim olan da bu.

altı yıllık manevra, plan ve hazırlık faslını düşünebiliyor musun? her seferinde kötü bir toslayış ve yeniden başlama. tıpkı müzik sektöründe olduğu gibi. daha ilk darbede yere yığılıp pes edemezsin. öyle yapan kızları adı sanı bilinmedik bir kasabada, sıradan adamların karısı olarak görürsün, öylelerinin sonu bellidir. sadece lindy gibiler her düşüşten ders alarak güçlenip katılaşarak geri dönerler; onlar savaştan kaçmayan çılgınlardır.

22.12.2018

yürümek

henry david thoreau: hakiki yaşam büyük bir yolculuktur.

frederic gros: yürümek, iyi olma hallerini farklı durumlara göre farklı derecelerde hissetme şansı vermek suretiyle bütün olasılıklara açıktır. yürümek, bütün büyük kadim bilgeliklere iyi bir girizgahtır.

jean-jacques rousseau: yürümeden hiçbir şey yapmam. benim çalışma odam kırlardır. masa, kağıtlar ve kitaplardan oluşan bir manzara beni daraltır. çalışma araç gereçleri bezginlik verir bana. yazı yazmak için masaya oturursam yazacak bir şey bulamam ve bir düşüncem olması gereği de beni tamamen düşüncesiz bırakır.

arthur rimbaud: şunu bunu yapmak, orada burada gezmek, görmek, yaşamak, basıp gitmek isterdim.

nietzsche: mümkün mertebe az oturmalı. açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. ön yargıların hepsi bağırsaklardan gelir. daha evvel de  söylediğim gibi, kutsal tine karşı işlenen esas günah, yerinden kıpırdamamaktır.

robert louis stevenson: yürüyüşten hakkıyla keyif alabilmek için yalnız olmak gerekir. iki kişi bile olsa yürüyüşe grup halinde çıktıysanız buna sadece lafta yürüyüş denir. esasında pikniğe çıkmışsınızdır. yürüyüşe yalnız çıkılmalıdır; çünkü yürürken özgürlük elzemdir; çünkü keyfinize göre durabilmeli, devam edebilmeli, istediğiniz yola sapabilmelisiniz; çünkü ritminizi bizzat kendiniz belirleyebilmelisiniz.

jean-jacques rousseau: hiçbir zaman yalnız ve yürüyerek yaptığım seyahatlerdeki kadar düşünmedim, var olmadım, yaşamadım, kendim olmadım. bütün doğaya efendisiymişim gibi hükmediyorum. manzaralar arasında aylak aylak dolaşan yüreğim, çarpmasına vesile olanlarla birleşip özdeşleşiyor, büyüleyici hayallere sarmalıyor kendini, nefis duygularla sarhoş oluyor.

21.12.2018

yalnızlık

john stuart mill

çoğu kez tek başına olmak anlamında yalnızlık, düşüncede ya da kişilikte olgunluğa ermenin ve derinleşmenin temel koşullarından biridir.

doğal güzelliğin ve büyüklüğün, yüceliğin eşliğinde yaşanan bir yalnızlık, yalnızca birey için yararlı olmakla kalmayan; ancak yokluğu topluma zararlı olan düşünce ve esinlerin beşiğidir.

doğanın kendiliğinden etkinliğini gerektiren şeylerden yoksun, insanoğluna yiyecek yetiştirmeye elverişli, her bir dönümü ekilip biçilmiş, çiçeklerle ya da çayırlarla kaplı her alanı sürülmüş, yiyecek konusunda kendisine rakip olacağı gerekçesiyle insanın yararlanabileceği şekilde evcilleştirilmemiş bütün dört ayaklı hayvanların ya da kuş türlerinin yok edildiği, her çalılığın ya da fazlalık ağacın kökünden söküldüğü ve geliştirilmiş tarım adına ot diye sökülüp atılmayan tek bir yaban çiçeğinin ya da bitkisinin yeşerdiği bir karış toprağın kalmadığı bir dünyada derin düşüncelere dalmak da doyurucu olmayacaktır.

eğer dünya, servetin ve nüfusun sınırsız artışı nedeniyle daha iyi ya da daha mutlu değil de daha büyük bir topluluğu yaşatmak amacıyla kökünün kazınabileceği güzelliklerin büyük bir bölümünü yitirecekse, geleceğin canlılarının selameti için içtenlikle dilerim ki, zorunluluk onları durdurmadan çok önce belli bir düzeyde kalmaya razı olsunlar.

20.12.2018

çocukluğum

ziya osman saba

çocukluğum, çocukluğum
uzakta kalan bahçeler
o sabahlar, o geceler
gelmez günler çocukluğum

çocukluğum, çocukluğum
gözümde tüten memleket
artık bana sonsuz hasret
sonsuz keder çocukluğum

çocukluğum, çocukluğum
habersiz ölen kardeşim
mezarı bilinmez eşim
her bir şeyim çocukluğum

çocukluğum, çocukluğum
bir çekmede unutulmuş
senelerle rengi solmuş
bir tek resim çocukluğum

19.12.2018

fleabag

hoşlandığın adam salı gecesi sabaha karşı ikide "evde misin?" diye mesaj atar ve sen de "şimdi geldim." der, yataktan kalkıp yarım şişe şarap içer, duş alır, her yerini tıraş eder ve kışkırtıcı jartiyerli iç çamaşırlarını giyip kapının yanında zilin çalmasını beklersin ya. sonra da geleceğini unutmuş gibi ona kapıyı açarsın. "merhaba." "hey." hemen işe koyulursunuz. birkaç sıradan gidiş gelişten sonra göt deliğine yöneldiğini fark edersin. zaten sarhoşsun, adam da o kadar yol tepip gelmiş, engel olmazsın. bundan zevk alıyor.

sabah uyandığında, onu giyinik halde yatağın kenarından seni izlerken bulursun. sana der ki: "dün gece harikaydı." bu sana abartılı gelir; fakat o, konuşmasına devam eder: "dün gece benim için özeldi; çünkü daha önce kimseyle anal seks yapamamıştım." açık konuşayım, penisi kocaman. "uzun zamandır bunun hayalini kursam da yapabileceğim biri karşıma çıkmamıştı." sonra saçlarını okşar ve hakiki, içten bir teşekkür eder: "teşekkür ederim." bir bakıma dokunaklı. sonra da seni hafifçe öper ve çıkar gider. sen de bütün gününü şunu düşünerek geçirirsin:

"kocaman bir göt deliğim mi var?!"

cebi delik

paul auster

mike ile ben klima tesisatlarını takan ekiptik, montaja gidip gelirken mağazanın kamyonetinde saatlerce birlikte takılırdık. 

on dokuz yaşındaki kızıl saçlı mike incecik, sırım gibi, işaret parmaklarından biri olmayan ve hayatımda tanıdığım en hazırcevap insandı.

mike'ın her ağzını açtığında ardı arkası kesilmeden sıraladığı o şaşırtıcı benzetmeleri, atak fikirleri dinlemeye doyamazdım. müşterilerden biri kibirli tavır takınacak olsa, mike (hemen hemen herkesin diyeceği gibi) "ukala dümbeleği!" ya da (bazılarının diyeceği gibi) "burnu havada!" demek yerine "herif sanki kendi boku kokmazmış gibi davranıyor!" deyiverirdi.

mike'ın tanrı vergisi bir yeteneği vardı. o yaz bu yetenekten nasıl yararlandığına kaç kez tanık oldum. klima cihazı takmak için kaç eve gittikse, her seferinde tam biz işe dalmışken (vidaları takıyor, camdaki boşluğu kapatmak için üstüpü döşüyorken) odaya bir kız giriverirdi. hiç şaşmazdı bu.

her seferinde de kız on yedi yaşında, her seferinde de güzel, her seferinde de sıkıntıdan patlayan, her seferinde de "evin içinde şöyle bir dolaşan" biri olurdu.

kız göründüğü anda da bizim mike şeytan tüylerini takınıverirdi. sanki kızın geleceğini biliyormuş gibi, sanki ona ne söyleyeceğini daha önceden prova etmiş gibi, her zaman hazırlıklıydı.

oysa ben hep gafil avlanır ve mike bülbül gibi şakımaya başlayınca (külhani jestlerle, argo sözcüklerle süslü bir alay ıvır zıvırı peş peşe sıralardı) boynumu büküp işi bitirmeye çalışırdım.

mike konuştukça konuşur, kız gülümsedikçe yüzünde güller açardı. mike bir şeyler daha söyler, bu kez kız kahkahayı koyverirdi. iki dakika içinde kırk yıllık arkadaş gibi olurlardı.

ben işi bitirip son kontrolleri yaparken, onlar birbirlerine telefon numaralarını verip cumartesi gecesi için sözleşirlerdi. akıl alacak gibi değildi, harika bir şeydi, şaşkınlıktan ağzım açık kalırdı.

bu bir kez, haydi iki kez olsa rastlantı diyeceğim, ama aynı sahne sürekli yineleniyordu. o yaz en azından beş altı kez aynı şey oldu.

sonunda, şans kuşunun kendiliğinden gelip onun başına konmadığını istemeye istemeye kabullenmek zorunda kalmıştım.

mike, şansını kendisi yaratan biriydi.

atlar kadar özgür

jeannette walls

eğer emin değilseniz, muhtemelen kötü bir fikirdir.

birinin yardımına ne zaman ihtiyaç duyacağınızı asla bilemezsiniz.

ne kadar çok plan yaparsanız yapın, ufacık bir yanlış hesap, bir anlık dalgınlık tüm bunları sona erdirebilir.

bir kez açılan bir paket bir daha aynı derecede çekici olmaz.

insanlar, kendilerini öldürdükleri zaman acıya son verdiklerini düşünürler; ama tüm yaptıkları, acıyı geride bıraktıklarına devretmek olur. 

hayat, istediğini yapma meselesi değildir. 

bütün insanlar cennete gitmek için kendi yollarını bulmalıdırlar. günümüz dünyasının sorunlarından biri de tek cevabın kendilerinde olduğuna inanan ve onlarla aynı fikirde olmayan herkesi öldüren tüm kalın kafalılardır.

eşyalardan vazgeçmek zorunda kaldığınızda, onlara hiç de ihtiyacınız olmadığını anlıyorsunuz.

bu hayatta, neredeyse hiç kimse yapmak istediği şeyi yapmıyor.

çölde sağ kalmanın tek yolu çölü anlamaktır.

çoğu kişi gelecek için endişelenerek o kadar çok zaman harcıyor ki, şimdinin zevkini çıkaramıyor. ve gelecek planı olmayanlar pusuya düşüyorlar. en iyiyi umut et ama en kötüsü için hazır ol. ama hayatın önüne çıkardığı her şey için de hazır olamazsın. ve tehlikeden kaçınamazsın. tehlike vardır. dünya tehlikeli bir yer ve eğer bu konuda endişe ve çaresizlik içinde ellerini ovuşturarak oturursan tüm macera fırsatlarını kaçırmış olursun.

18.12.2018

kitab-ül hiyel

ihsan oktay anar

dersaadet'teki rumların isyan edeceklerinden korkulduğu için herkese silahlanması emredilmişti. bu emri derhal yerine getiren halk da birer piştov alıp hemen her yerde ve zamanda, gece yarısı cami avlusunda, gün ortasında pazarda, sabah kahvesi içerken kıraathanede, akşam namazı kılarken mescitte gerekli gereksiz silahlarını patlatmaya başladı. öyle ki, piştovu olmayanlar erkek sayılmıyordu. bu yüzden eli ayağı tutmayanlar bile baskıya dayanamayıp birer silah edindiler. dersaadet, keyif için atılan silahların velvelesiyle inlerken kimi karısını, kimi de çocuğunu kazayla vurdu: şeyhülkurra havai abbas efendi'nin naklettiğine göre kaza kurşunlarıyla tam 9.000 can telef olmuştu ki, eğer denildiği gibi rumlar isyan etselerdi bu kadar zayiat verileceği şüpheliydi.

dünya'nın kendisi, bir mucize, belki de bir düştü. ama ne olursa olsun hayret edilecek bir şeydi.

varlıklarını benlikleriyle sınırlayan ve dolayısıyla, aslında ona ait olduklarını bilmedikleri dünya karşısında cılız ve sakat olduklarını hisseden insanlar gibi, varlığını tehdit ettiğine inandığı o devle savaşmaya karar verdi. bu dev, dünyanın ve onun içindekilerin ta kendisiydi. ona ait olmak ise, ona yenilmek, yani ölmek demekti. ancak bu bir bakıma doğru sayılırdı. çünkü dünyanın bir parçası olmak, bedenin değil benliğin ölümü olmalıydı. ne yazık ki o, dünyayı bir kuvvetler toplamı olarak gördüğü için meselenin püf noktasını anlayamazdı: bu kuvvetler, yani pençeleri, boynuzları, dişleri ve bıçakları olan hayvanlar onu tehdit ediyordu, o ise hayatta kalmak zorundaydı.

insanlar bir bakıma, güçlü veya güçsüzdü; ama değişen bir şey yoktu. çünkü güçlü insanlar düelloyla mertçe dövüşüp adam öldürürler, güçsüzler ise korkakça pusu kurup cinayet işlerlerdi. kadın cinsinin daha nazik, daha şefkatli olduğu da palavraydı: onlar adam öldürmekten değil, kandan çekinirlerdi. bu yüzden kurbanlarının başına tabanca sıkıp ortalığı kan revan içinde bırakmaktansa, daha temiz bir yolu, mesela zehiri tercih ederlerdi. insanların akıllı ya da cahil olmaları da onları zalimlikten alıkoyamazdı. zeki olanlar menfaatlerini bildikleri için para uğruna cinayet işlerlerken, cahiller ise cahil oldukalrı, yani düşünsel bir macera yaşamaya güçleri yetmediğinden, zihinlerindeki boşluğu, ne olduğunu bile tam olarak bilmedikleri bir dava ile kapatırlardı. böylece onlar, akıllılar gibi para uğruna değil, inandıkları dava için kan dökerlerdi.

dünyadaki her şey bir mucizeyken insan nasıl hayret etmeden durabilirdi?

rivayet ederler ki, taklamakan diyarında vaktiyle kör bir adam yaşıyordu. bu zavallı adam alemin güzelliklerini, harikalarını ve mucizelerini göremediği için o kadar çok üzülüyordu ki, sonunda gönlü de gözleri gibi karardı. kederi arttıkça arttı ve akıttığı gözyaşları dillere destan oldu. onun kara bahtı için şairlerin düzdüğü manzumeler, musikişinaslar tarafından bestelenip, hanendelerce okuna okuna nihayet memleket sınırlarını aştı. çok uzak ülkelerden birinde yaşlı bir sihirbaz, pazar yerinde ağlayan sızlayan bir kalabalık görünce, merak duygusuyla aralarına karıştı ve kör adamın kaderini dile getiren türkülerden birini okuyan muganniyi o da dinledi. gönlü o kadar kabardı, hisleri o kadar coştu ki, bir yolunu bulup zavallıya görme gücü kazandırmaya karar verdi. sarayına giderek papağanına tez zamanda uçup körü bulmasını ve ona davet mesajını iletmesini söyleyerek kuşu saldı. papağan uçup giderek, o sırada evinin bahçesinde ağlayan körün kafasına kondu ve ona sihirbazın davetini iletti. görme umudu canlanan zavallı da, omzunda kendisine yolu tarif eden papağan olduğu halde, demir asa demir çarık yollara düştü ve sonunda sihirbazın sarayına vardı. sihirbaz ona bir camgöz verdi. adam, efsunlu sözler söylenir söylenmez bu gözle görmeye başlayacaktı, öyle ki, ok yaydan böylece bir kez fırladığında, adamın tekrar kör olmasına imkan yoktu. adam gözü aldı ve efsunlu söz sihirbazın ağzından çıkar çıkmaz gözün gördüğü her şeyi görmeye başladı. fakat yol yorgunu olduğu için sevincini tam anlamıyla belli edecek durumda değildi. bu yüzden sihirbaz onu sarayında 40 gün ağırlamaya karar verdi. gelgelelim, sihirbazın karısını görür görmez adamın aklı başından gitti. günler ve gecelerce kadını düşündü durdu. sonunda sarayın hamamına gidip kadının yıkanacağı kurnanın üzerine bir yere sihirli cam gözü koydu ve derhal odasına geri döndü. kadın, o sırada içeride kendisini seyreden sihirli bir göz olduğunu, dolayısıyla adamın o anda memelerini ve mahrem yerlerini görmekte olduğunu bilmeden hamama girip yıkanmaya başladı. böylece adam kadını doya doya seyretti. ne var ki sihirbaz bu işin farkına varmıştı. bu yüzden adamdan gözü geri istedi ve onu kovdu. fakat adam, ne kadar uzakta olursa olsun, o sırada sihirbazın sarayında olan gözün gördüğü her şeyi görmeye devam ediyordu. intikam almaya kararlı olan sihirbaz, tellallar bağırtıp dünyanın en çirkin, en gudubet acuzesini buldu ve bir ressama kadının resmini yaptırdı. resmi bir odaya koyup gece gündüz aydınlık kalması için üstüne bir fener astı ve tam önüne de, o sihirli gözü koydu. sonunda o nankör adam, ömrü boyunca bu gudubet, çirkin acuzeyi seyretmek zorunda kaldı ki, bu da kör olmaktan bin beter bir şeydi.

17.12.2018

bir acıya kiracı

metin altıok


sevgilim bak, geçip gidiyor zaman
aşındırarak bütün güzel duyguları
bir yarım umuttur elimizde kalan
göğüslemek için karanlık yarınları

bir kabuk içinde
birbirinden ayrılmaz
aşk ve acı yüreğimde
ikiz badem içidir

toprağın da vardır bir kişiliği
her insanın nasıl bir iklimi varsa
bir toprağı anlatmak değil mi ki
bir insanı anlatmaktır biraz da

anılardır bir batığın koruyan gövdesini
acı verseler bile
o saat, o çarpık saat duyuracak sesini
düşümde, gerçeğimde
sevgiyle kurarak kendi kendini
anılardır bir batığın koruyan gövdesini

birini bulurum mutlaka
yangınımı körükleyen birini

bak yolcu bir sır vereyim sana
yılan bile arar yavrusunu, eşini
ama ben beslenirim ayrılıkla
acının gurbettir memleketi

hiçbir şey yalınkat değildir dünyada
çünkü en az ölüm kadar korkar insan yaşamaktan
ve insan içinde bir kafesle yaşar

ben bunca yıl bunca insan tanıdım
yüreği zehir dolu
yine de insandan kesmedim umudu
insan dedim, yekindim, paylaştım varı yoğu

sadelikleriyle sanki eski bir zamana alınlık
şu düş köpüren elma çiçekleri

kendine sürgün bir garip kişiyim
bulanık sularda yüzünü ararken sevda
bir tutam saç derisiyle uçuşurken rüzgarda
her şey ne kadar kendisidir bir düşünün
hızla kokuşurken dünya

gözlerim kaç zamandır
yalnızlığın tekinsiz tüneği

yangınlardan geliyorum dedi adam
depremlerden geliyorum dedi kadın
ve depremlere gitti yıkık
yangınlara gitti yanık

yine yol göründü yerleşik yabancıya
bir süre öyle sanmıştım kendimi
işte döndüm yeniden yıllanmış bir acıya

üç hikâye

gustave flaubert

machaerous kalesi, ölü deniz'in doğu kıyısındaki bazalt bir tepenin koni biçimindeki doruğunda yükselirdi. kale, ikisi yanlarında, biri önünde, biri de arkasında olmak üzere dört derin vadi ile çevriliydi.

kalenin dibinde birbirine bitişik inşa edilmiş evler vardı. evler, toprağın engebeli olmasından dolayı yer yer yükselip alçalan duvardan bir çember içindeydi. kent kaleye kayalık arazide zikzaklar çizerek ilerleyen bir yolla bağlanıyordu.

kalenin çok köşeli ve üstünde mazgallar bulunan duvarları yaklaşık altmış metreydi ve uçurumun kenarında adeta taştan bir taç gibi asılı duran bu kalenin birçok yerinden sanki bu tacın mücevherleriymiş gibi duran süslü kuleler yükseliyordu.

kalenin içinde tentesi tahta direklerle desteklenmiş, firavun inciri ağaçlarından bir çeşit parmaklıkla çevrili terası olan ve sütunlu bir girişin süslediği bir saray vardı.

bir sabah, gün doğmadan önce, tetrark herodes-antipas, terasın parmaklıklarına dayandı ve etrafına bakındı. hemen altındaki dağların uçuruma uzanan etekleri henüz karanlıktaydı; ancak güneş dağların doruklarında yüzünü göstermeye başlamıştı. hava önceleri biraz sisliydi; ama az sonra sis dağıldı ve ölü deniz'in kıyıları görünmeye başladı.

machaerous'un arkasından yükselen güneş, ortalığa bir kızıllık yayıyordu. çok geçmeden dev kumsalı, tepeleri, çölü aydınlatmaya başladı ve daha ilerideki yahuda'nın tüm tepelerinin gri, engebeli yüzeyine doğru yol aldı.

tepelerden ortada olanı engaddi, siyah çizgi halinde bir gölge veriyordu. arka plana gömülmüş olan hebron'un tepesi bir kubbe gibi yuvarlaktı. eskol'da nar bahçeleri, sorek'te üzüm bağları, karmel'de susam tarlaları vardı ve devasa bir küp şeklindeki antonia kulesi kudüs'e hakimdi.

vali, gözlerini sağ tarafa, ceriko'nun palmiyelerine çevirdi ve hayalinde, celilesi'nin diğer şehirlerini ve belki de hiç dönemeyeceği kefernahum, endor, nasıra ve teberiye'yi canlandırdı. bu sırada kurak ovalar arasında ilerleyen ürdün nehri'ne takıldı gözleri. ova, kardan bir örtü gibi bembeyazdı ve göz kamaştırıyordu. göl şimdi lacivert bir taş levha gibi görünüyordu.

güney kıyısında, yemen sahilinde, epey uzakta olduğu için önceleri pek net seçemese de, görmekten pek hoşlanmadığı, kendisini endişelendiren bir şey fark etti: orada birçok kahverengi çadır kurulmuştu ve atların arasında mızraklı adamlar dolaşıyordu. sönmekte olan kamp ateşleri ise toprak yüzeyinde bir kıvılcım gibi parlıyordu. bunlar arap şeyhinin ordusuydu. antipas, bu şeyhin kızını hérodias ile evlenebilmek için reddetmişti.

o sırada hérodias, italya'da yaşayan ve iktidarda hak iddia etmeyen erkek kardeşlerinden biriyle evliydi. antipas, romalıların yardımını bekliyordu; ama suriye hükümdarı vitelius daha ortalıkta görünmediği için endişeden kendini yiyip bitiriyordu. belki de agrippa, vitelius'u, imparatorluk sarayında hezimete uğratmıştı. üçüncü kardeşi, batanya kralı philippe ise gizlice silahlanıyordu.

yahudiler, antipas'ın putperest yaşam biçimine artık katlanamıyor, öbür uluslar ise onu başlarında görmek istemiyorlardı. o ise iki plan arasında gidip geliyordu: arapları yumuşatmak ya da parthlılarla anlaşmak. bu yüzden doğum gününü kutlamak bahanesiyle düzenlediği büyük bir şölene, bölük komutanlarını, vekilharçlarını ve celile'nin ileri gelenlerini çağırmıştı.

keskin bir bakışla bütün yolları taradı. yollar boştu. kartallar havada, başının üstünde uçuşuyordu. muhafızlar sur duvarlarına yaslanmış uyukluyor, şatoda yaprak bile kımıldamıyordu.

birden, uzaklardan, toprağın derinliklerinden geliyormuş gibi bir ses duyuldu. sesi daha iyi duymak için eğildi, önce bir şey anlayamadı, ama sonra ses tekrar yükseldi. antipas, ellerini çırparak, "mannaeus! mannaeus!" diye bağırdı.

hamam tellakları gibi belden yukarısı çıplak bir adam çıkageldi. uzun boylu, yaşlı ve pek zayıftı. belinde, bronz bir kının içinde pala taşıyordu. dik taranmış saçları, başını daha da uzun gösteriyordu. gözleri uykuluydu; ama dişleri bembeyaz parlıyor, döşeme taşlarının üstünde sessizce, ayaklarının ucuna basarak yürüyordu. vücudu maymununki gibi esnek, yüzü ise mumyanınki gibi donuktu.

16.12.2018

ölü albayın kızları

katherine mansfield

babalarının ölümünden sonraki hafta hayatlarının en hareketli haftalarından biri olmuştu. yatağa girdikleri zaman bile yatan, dinlenen sadece vücutlarıydı; beyinleri çalışmaya devam ediyordu. bazı şeyler düşünüyor, bazı şeyler konuşuyor, merak ediyor, karar veriyor, hatırlamaya çalışıyorlardı.

constantia bir heykel gibi yatıyordu; elleri iki yanında, ayakları birbirinin üstünde, çarşaf da çenesinde. tavana bakıyordu.

"silindir şapkasını kapıcıya versek babam kızar mı dersin?"

"kapıcıya mı?" josephine şaşırmıştı. "niye kapıcıya? ne olağanüstü bir düşünce!"

"çünkü," dedi constantia yavaşça, "sık sık cenazelere gitmek zorunda kalıyor. baktım da, mezarlıkta sadece onun kafasında melon şapka vardı." durdu. "“o zaman düşünmüştüm, bir silindir şapkası olsa kim bilir ne kadar sevinir diye. hem ona nasıl olsa bir armağan vermemiz gerekiyor. babama karşı çok saygılıydı."

"ama," diye bağırdı josephine, yastığının üstünde dönüp karanlıkta constantia'ya baktı, "babamın başı!" sonra birden korkunç bir an geçirdi, az kaldı kıkır kıkır gülecekti. hani içinden gülmek geldiğinden değil. alışkanlık olmalı.

yıllarca önce, geceleri uyumayıp konuştukları zamanlar, yatakları kahkahalardan sarsılır dururdu. kapıcının başı birden yok olmuş, babasının şapkasının altında bir mum alevi gibi sönüvermişti. kıkırdayacak, gülecekti; parmaklarını kenetledi, kendini tuttu, kaşlarını çatıp karanlığa baktı, bütün sertliğini takınarak, "hatırla," diye mırıldandı.

15.12.2018

alıklar birliği

john kennedy toole

ben bu çağa uymayan biriyim. insanlar bunu anlıyor ve bundan hoşlanmıyorlar.

bir insanın yeni ya da pahalı bir şeye sahip olması, dinbilimden de geometriden de habersiz olduğunun kanıtıdır.

konserve kullanmak sapıklıktır. insanın ruhuna onarılmaz zararlar verdiğinden eminim.

insan bedeni bir yere hapsedildiğinde bazı kokular salgılar. çağımızda bunları deodorant ve başka sapkın yollarla bastırmaya çalışıyoruz.

iyimserlik midemi bulandırır. sapıklıktır. yaratıldığından beri insanoğluna evrende en çok yakışan şey, dert çekmektir.

işteki ilk günümün sonunda kendimi gerçekten çok yorgun hissediyorum. ancak, söylemeye çalıştığım şey, hevesimin kırıldığı, keyfimin kaçtığı ya da yenildiğim değil. yaşamımda ilk kez bir gözlemci olarak, daha doğrusu nefretle eleştirebilmek için tam ortasında yer almaya kesinkes kararlı bir biçimde, sistemle yüz yüze geldim.

eskiden orta yaşlı adamlar gelip güzel bir kızın orasını burasını sallamasını izlerlerdi. oysa şimdi bir hayvan gerekiyor. bugünün insanlarının derdi ne, biliyor musun? hepsi hasta. insanın namusuyla para kazanması olanaksız artık.

özellikle umutsuz insanların yaşadığı sokaklarda, her köşebaşına üç ya da dört bar düşer.

hapse atılmak yaşamını anlamlandıracak ve boşuna çabalayıp durmanın yol açtığı düş kırıklığına son verecektir.

kişilikli olmak bir akıl hastalığıdır, tutarlılıksa kurtulunması gereken bir kompleks.

bir sosis satıcısını soymak simgesel bir eylemdir. hırsızlığın nedeni açgözlülük değil, daha çok satıcıyı küçümsemektir.

katlanamadığım tek şey, hep kaybedenler ya da kötü dostlardır.

şu araba korkunç bir ayak bağı. kendimi sürekli bakım isteyen, geri zekâlı bir çocuğa bağlanıp kalmış gibi hissediyorum. kocaman, teneke bir yumurtanın üzerinde oturan bir tavuk gibiyim.

insanlar kendilerine yardım edenlerden nefret ediyorlar.

yemek yapmayı seven bir erkeğe sahip olan bir kız çok şanslı demektir.

yeryüzündeki bütün hükümetleri alaşağı ettiğimiz zaman dünya savaş değil, dünya çapında toplu bir seks partisi yapacak.

boyalı peçe

w. somerset maugham

toplumsal açıdan bakıldığında, bilim adamının varlığı pek önemli değildir.

eğer bir adam, kadının onu sevmesi için gerekli şeylere sahip değilse bu onun suçudur, kadının değil.

bir adam hayatının geri kalanını onunla geçirmeyi istemeden de bir kadına âşık olabilir.

bir adamı anlamanın en iyi yolu, kendini onun yerine koymaktır.

kadınlar hiçbir zaman adil olmuyor ve genellikle erkekleri suçlu göstermeyi başarıyorlar. ama karşı tarafın da bir çift sözü vardır.

insanın yirmi yedi yaşında hayatla bağının kopması hayli zordur.

güzellik de tanrı'nın en ender ve değerli ödüllerinden biridir. bu ödüle sahip olacak kadar talihliysek şükretmeliyiz; değilsek de, diğer güzel olanlar için kendi göz zevkimiz adına şükretmeliyiz.

her şey çok kısa sürerken ve hiçbir şey çok önem taşımazken, insanların önemsiz nesnelere saçma anlamlar yükleyip kendilerini ve etraflarındakileri üzmeleri acınası bir durumdur.

inanan birinin sürekli isa'ya dua etmesi yetmez, kendisi de bir dua olmalıdır.

gönül kazanmanın tek bir yolu vardır, o da kendini sevilecek birine dönüştürmektir.

önemli olan sevmek, sevilmek değil. insan, kendisini sevenlere minnet duymuyor; eğer o sevmiyorsa, karşısındaki canını sıkıyor sadece.

ona ancak arzu etmeyi bıraktığında sahip olabilirsin.

bazılarımız yolunu afyonla bulmaya çalışıyor, bazılarımız tanrı'yla, bazılarımız viskiyle ve bazılarımız da aşkla. bütün yollar aynı yöne gidiyor ve aslında hiçbir yere varmıyor.

bu ıstıraplı dünyada bu kadar az vakit varken, erkeklerin kendilerine böylesine eziyet etmeleri çok acınası değil mi?

14.12.2018

kızılkuğu

hasan hüseyin korkmazgil


toprak yer kayar gibi kaydı görünüm
çay denize akarcana aktı bildiklerimiz
ve başladı kuşkuların zorba gecesi

her soru bir yanıttır gizli bilgeliklere

işçi çadırlarına dağbaşlarında
ırgat pazarlarına kent içlerinde
kara vagonlara seferberlikte
açlığa çıplaklığa yağmada
gerçekdışı dualara durmada
biçimlere sığmamada
bir başka

dünyanın hiçbir yerinde böyle parlak böyle diri
böyle canlı değildir bu yıldızlar
yalnızken görseniz korkarsınız
tutşmuş tavan gibi sarkar da gökyüzü gözlerinize
kamaşır gözleriniz
ben işte orda emdim anamı

asmanın yaprakları birörnek
yaprakların yanıbaşı serin su
takla atar mavilerde mardinli güvercinler
bulutlar geçip gider uğultulu
şu işsizlik olmasa
geçim derdi olmasa
uzansak serin suyun yanıbaşına
kavaklar hışırdaşsa dinlesek
ishaklar karşı karşı masallı
anaç dağlar şantiyeli ormanlı
yüzlerimiz nakış nakış sevdalı
uyusak uyansak gencelsek
açsak radyomuzu sevinsek
balını balına katsak gözlerimizin
gülünü gülüne ellerimizin
insan olduğumuzu bilsek
kıymasa insan insana
geceler kanamasa
ezim ezim ezilmese şu yürek

benim güzel cehennemim
göçmen dünyalılığım
ekmeğim suyum tuzum
ateşim
kızılkuğum
gelecek şimdi çıkıp
dayanılmaz bir erkekten bir çocuk gibi
gelecek çıkıp şimdi
gelecek ve gösterecek gözlerimize
yaşanmamış yanlarını o güzelliğin

bizim büyük çaresizliğimiz

barış bıçakçı

en büyük ahlaksızlık bir aşkı yaşamamaktır. hayatı mümkün olan en geniş haliyle yaşamak gerekir.

bazen edebiyat hayattan daha açıklayıcıdır.

her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?

hayat tekrardan ibarettir. hayatın gücü tekrarın gücüdür. günlerin, ayların, mevsimlerin gücü.

önce aşk vardır. hatırlamak da, acı çekmek de, sevgilimize vereceğimiz çiçeğin fotosentezi de ondan sonra başlar.

basit şeyler isteyince, basit şeylerden zevk almaya başlayınca, anlıyorum ki aşık olmuşum.

kim bilebilir ki bunu? kalemi eline alıp iki insanı birbirine götüren yolu bulmaya çalışan biri, tek bir çizgi çizmeyi beklerken karalamayı andıran bir resim çizer. iki insanı birbirine götüren sayısız yol vardır.

birine aşık olunca, ömrün boyunca onu aramışsın da sonunda bulmuşsun gibi, geçmişini tekrar kurgularsın. basit tesadüfler aşkın ilahi gücünün işaretleri olur çıkar.

13.12.2018

kayıp cennet

john milton



insanoğlunun ilk itaatsizliği ve yasak ağacın
tadı ölümcül olan meyvesi dünyaya
ölüm ve acı, hepimize keder getirdi hep

tüm insanoğulları bir kişi yüzünden neden
lanetleniyor eğer suçsuzsa?

her şey kaybolmuş değil -fethedilemez olan
intikam arzusu ve ölümsüz nefret
ve cesaret asla kaybolmaz, boyun eğmez
yenilmeyecek başka ne var?

bizleri bu çukurun iyice dibine çekip orada bırakacaklar
uyanın, kalkın ya da sonsuza kadar yitik kalın

gücün alt edemediğini yenmek için başka yollar bulunur
güçle zafere ulaşan düşmanının ancak yarısını yenmiş olur

barış umutsuzluktur
çünkü kim düşünür teslimiyeti
savaş mahvediyor ama
barış da kirletiyor, bozuyor insanları

zaten bu sonsuz kaçış ne gibi bir umut verebilir, gelecekten
ne bekleriz, hangi değişim beklemeye değer mademki
mutlu görünsek de kötü durumda olacağız, çünkü
acımızı artırmazsak bu bile bize yeter

köle olamayız, biz kendi iyiliğimizi düşünmeliyiz
kendi hayatımızı yaşamalı
kimseye hesap vermeden özgür olmalıyız
köleliğin boyunduruğu geçemez bizim boynumuza

cehennemden çıkan ve ışığa doğru giden yol
uzun ve güç bir yoldur

yine de nefret, düşmanlık ve didişme içinde yaşarlar onlar
kendi aralarında ve korkunç savaşlar yaparlar
dünyayı viraneye çevirir, birbirlerini mahvederler
sanki insanın yeterince cehennemi düşmanı yokmuş gibi
gece gündüz mahvını bekleyen

seninle konuşurken
zamanı unutuyorum ben
mevsimleri ve değişimleri de

iyi yaşayanların, iyi olanların böyle her şeyi bırakıp
yoldan çıkmaları ne kötü! ama görüyorum ki
insanoğlunun acısına yine kadınlar neden oluyor

erkeklerin kadın düşkünlüğünden
gevşekliğinden oluyor bu
aslında onların daha akıllı olmaları gerekir
böyle olsa daha büyük armağanlara layık olurlardı

kim var aramızda?
bu karanlık, dipsiz çukurdan kimin ayağı çıkabilir dışarı?
ve bu korkunç karanlıktan kurtulup kim bulabilir kendi yolunu
yorulmaz kanatlarıyla kim bu muazzam boşlukta
uçarak o mutlu adayı bulabilir?

denenmeyen sadakatin, aşkın, erdemin ne yararı var?